Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 03 Haziran 2014 15:57

LAİK MÜSLÜMANLAR

Zamanın âhirinde yaşıyoruz. Bir yanda Efendimiz’in: “Ümmetim nisan yağmuru gibidir; evveli mi âhiri mi daha hayırlıdır bilinmez.”1 hadisi şeriflerinde müjdelenen hayırlı ümmet olmamız muhtemelken diğer taraftan “Sabah evimizden imanlı çıkıp, akşam evimize imansız dönme; akşam imanlı yatıp, sabah imansız kalkma”2  ihtimalimiz de var.

Hangi grupta olacağımız emir ve nehiyleri algılayış biçimimize göre belli oluyor. Çünkü yukarıda naklettiğimiz hadisi şerifte Efendimiz (sav) imanın muhafazasını “Allah’ın kendisini ilmiyle ihya ettikleri müstesna”  buyurarak sahih ilme bağlamıştır. Eğer bu ilim bizi Allahu Teâlâ’nın dünya hayatımızdaki tercihlerine sevgi ve muhabbetle itaat etmeye sevk ediyorsa fırka-i nâciyeden olmamız kuvvetle muhtemeldir. Fakat bu tercihi kabul etmez, güzel görmez, reddedersek bir gün “Keşke toprak olaydım” diyeceğimiz kesindir.

Ne yazık ki âhir zaman Müslümanları olarak va’zedilen ilâhi yaşam biçimini kabul edip nasıl daha güzel, ihlaslı, samimâne ifa edeceğimizi düşünmek yerine; bu emirleri ne yaparız da hayatımızdan uzaklaştırır, nasıl orasını, burasını makaslar nefsimize at oynatacağı alanlar sağlarız, bunu daha çok düşünür olmuşuz.

Günümüzde tebliğ, irşad çalışmaları hep dar bir çerçeveye münhasır kaldı. Bir gayrimüslime dinimizi, davamızı anlatamaz olduk. Çünkü Müslümanlar olarak İslâm’ın meselelerini hep kendi aramızda tartışıyor, sorguluyor; içimizdeki ihtilafları halletmeye uğraşıyoruz.  Bu tartışmalar yapıcı, ihya, ıslah edici anlamda olsa çok güzel. Çünkü ihtilaf bu ümmetin bir parçasıdır ve Efendimiz de (sav); “Ashabın ihtilafı sizin için rahmettir.”3 buyurmuştur. Fakat kastedilen ihtilaf, dinin aslî meseleleri için değil fer’î hususları içindir. Üzülerek ifade ediyoruz ki bugün dinin temel hususlarındaki anlaşmazlıklar Müslümanların gündemini oluşturmakta, ulemamız dinin güzelliklerinin hayata aksettirilmesi konusunda ümmete yol göstermek üzere mesai harcamak yerine bu kırıcı, bölücü ihtilaflara ehlisünnet anlayışı içinde cevap/delil yetiştirmeye çalışıyorlar. Bu bizler için bir nevi kârdan zarar etmek gibidir.
Dergimizin bu ayki gündemini oluşturan tesettür meselesi de bu uyuşmazlığın önde gelen konu başlıklarından. Yaklaşık 1500 yıldır üzerinde ittifak edilen bir husus ne yazık ki günümüzde ihtilaf kaynağı olmuş. Bir tarafta meseleyi “Çarşaf-ı şerif” noktasına getirecek bir ifrat varken, diğer taraftan “Saçın tesettür olabileceği” hezeyanlarını duyabiliyoruz.
İçinde yaşadığımız ülke üzerine konuşursak; yaklaşık yüz yıldır dinlediğimiz laikliği, dinin dünyadan ayrılması mevzuunu kabul etmediğimizi ne kadar telaffuz etsek de yaşantımız aksine bunu benimsediğimizi, içselleştirdiğimizi ortaya koyuyor. Esef ediyoruz ama Müslümanlar artık laik yaşıyor, laik düşünüyor ve en kötüsü laik iman ediyoruz. Allah’ı (cc) dünyamıza karıştırmıyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’i belki zahiren örtüler içinde astığımız duvardan indirdik ama hükümleri yine onun iki kapağının arasında kaldı, yaşantımıza müdahil olmasına izin vermiyoruz. “Allah sadece ahirette var, dünya bizim” anlayışı içimize oturmuş. Hocalarımıza fıkhî meselelerimizi danışırken hep uhrevî konulardan; namazdan, oruçtan abdestten soruyoruz. Güzel, bunları soralım, öğrenelim ama “Kardeşim gel senin şu ticaretini, şer-i şerif çerçevesinde değerlendirelim.” dediğinizde güya en muttakisi, hacısı, bile sizden uzaklaşıyor ve “Ben yaptıklarımı filan hocadan sordum, onun dediği şekilde yürütüyorum işlerimi.” diyor. Allah (cc) bu hususta ne emir vermiş, neyi murad etmiş, neyden razı olmuş, bu bizi pek ilgilendirmiyor. Hep kendi çıkarımıza, arzumuza, sevdamıza uygun fetvaları arar olmuşuz.

Erkek veya bayan ayırt etmeksizin tesettürden bahsolunduğunda “İslâm’da belli bir kıyafet zorunluluğu, dayatması yoktur, kişi kendisine yakıştırdığını giyinmeli.” diyoruz. Heyhât Müslümanlar, Hakk’ın rızasını “dayatma” olarak algılar olduk. Nasıl bir çelişkidir ki bu, açık olan kişilere örtüyü anlatmak yerine örtülü olduğunu söyleyen kişilere tesettürü anlatır olduk.

Evet, İslâm’da tesettür aracı tek bir tanedir diyemeyiz. Örneğin bayanların tesettürü sadece çarşaf iledir, çarşaf giymeyen bayan örtünmüş sayılmaz demek cehalettir. Fakat tesettürde Allah’ın emrinin, muradının ancak çarşaf gibi bol, geniş, sade ve kalın bir örtü ile yerine getirileceğini de bilmek zorundayız. Erkek tesettürü sadece şalvar–cübbe iledir diyemeyiz. Fakat Amerikan çobanlarının kıyafeti olan blue jeanleri giyinen kişi de ben setr-u avret ettim demesin. İslam’ın tesettürde tek tip diye bir zorlaması yoktur. Ama hiçbir hususta olmadığı gibi bu konuda da kişiyi kendi başına bırakmamış, tesettürün ölçülerini belirleyerek kulları bu çerçeve içinde özgür bırakmış, meşru örfün devamına izin vermiştir.

Biz bu makalemizde örtünmenin nasıl olması gerektiğiyle birlikte örtülü olan bayanların yaygın bir şekilde yaptıkları bazı yanlışlar üzerinde durmak istiyoruz.

Tesettürden Murad Tenin Örtünmesi midir?
Günümüzde ne yazık ki “teni kapatma” tesettür/örtünme olarak anlaşılıyor. Gerek bayanlar gerekse erkekler tesettürün ruhu olan şehvetin def edilmesi gayesine muhalif olarak sadece derilerinin üzerini örter oldular. Hâlbuki tesettürün tam olabilmesi teni tepeden tırnağa tamamen örtmekle birlikte şeklin de setredilmesine, dar olup, vücut hatlarını belli etmemesine bağlıdır. Dar elbise giyen kadını Resûlullah Efendimiz çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu bildirmiştir.4 Ulemamız bu örtülü çıplaklığı: “İnce elbiseler giydiklerinden dolayı çıplak gibi olan kadınlardır.”5 diye açıklamıştır.

İbn Âbidin; “Kim bir kadını arkadan hayâle dalar ve kemiklerinin şekli belirecek derecede elbisesini görürse, cennetin kokusunu duyamaz.” hadisini delil tutarak, uzuvların şeklini belli eden elbise, kalın olsa ve cildi göstermese bile yasaktır, demiştir.

Gittikçe yaygınlaşan bu yanlış algıya karşı Müslümanlar erkeği, bayanıyla dikkat etmeli, Allah’ın emrini uygulamaya gayret etmelidir.

Fitne Zamanında Bayanların Yüzleri ve Elleri Dâhil Bütün Vücutları Ziynettir

İslâm fıkhına göre kadının yüzünü, ellerini ve ayaklarını örtme zorunluluğu yoktur. Lakin bu ruhsat fitne zamanları için söz konusu değildir. Böyle bir zamanda kadının bütün bedeninin örtülmesi gerekir.

Hz. Âişe annemiz (r.anha): “Bizler ihramda olduğumuz zaman Resûlullah (sav) ile birlikte iken bazı gruplar yanımızdan geçip giderdi. Hizamıza geldikleri zaman biz kadınlar cilbablarımızı başlarımızdan yüzlerimiz üzerine sarkıtır, yanımızdan gittikleri vakit de örtümüzü açardık.”6 buyuruyorlar.

Yine aynı hususta Hz. Esma binti Ebû Bekir (r.anha): “Bizler erkeklere karşı yüzlerimizi örterdik.”7 buyuruyor.

Sahabe annelerimizden gelen bu minvaldeki rivayetleri çoğaltmamız mümkündür. Meselenin bu kadar sarih olmasına rağmen Müslümanların uygulamalarında bu hususun es geçildiğine veya geçirtildiğine şahit oluyoruz. Geçirtildiğine diyoruz, çünkü bizler avamız. İslâm’ın emir ve nehiylerini tam kapsamıyla bilemiyoruz. Bu yüzden de âlimlere danışıyoruz. Bu âlimler de bazen -istisnalar kaideyi bozmaz- bizleri yanlış uygulamalara teşvik edebiliyorlar. Örneğin umre veya hac maksadıyla ihrama giren bayanların yüzlerini kurban düşer tehdidiyle açtırdıklarına müteaddit kereler şahid olmuşuzdur.  

Bakın yukarıda naklettiğimiz sözler ümmetin annesi, fetva mercii olan Hz. Âişe annemizden ve onun kız kardeşi, Hz. Ebû Bekir’in (ra) kızı olan Hz. Esma’nın (r.anha) ifadeleridir. Onların yüzlerini de örttükleri dönem kâinatın en kâmil, mükemmel insanlarının yaşadığı bir asır. Eğer onlar fitne korkusuyla yüzleri de dâhil olmak üzere bütün vücutlarını setretmişlerse bugün ahir zaman bayanları değil bir tane, üst üste birkaç cilbab bile giyseler az gelir, diye düşünüyoruz.

Son yıllarda iyice yaygınlaşmaya başlayan çarşaf giyip yüzü açık bırakmak “takva ölçülerine göre” uygun bir örtünme biçimi değildir. Bu tarzı meşru göstermek adına söylenen “Yüzümüzü açtık ki sistem çarşafa dokunmasın, çarşaf için peçeyi kurban ettik.” sözü bir teranedir, bahanedir ve hiçbir ilmî değeri yoktur. Ashabın uygulamasından Cumhuriyet dönemine kadar geçen süreyi incelediğimizde kadınların peçe kullandıklarını görüyoruz. Hatta o annelerimiz zaruret halinde dışarı çıktıklarında önlerini görmek maksadıyla sadece bir gözlerini açık bırakırlar, ellerini, ayaklarını, yüzlerini örterlermiş.

Eğer fitne bugün İslâm tarihinde hiç olmadığı kadar yoğun bir halde ise bizim kendimizi savunmamız da aynı yoğunlukta olmalıdır. İşte bu sebeplerden ötürü kadınların elleri ve yüzleri vücutlarının diğer azaları gibi ziynettir ve örtülmesi gerekir.

Müslümanların Bir Türlü Hayatlarına Tatbik Edemedikleri Konu: Haremlik- Selâmlık

Yazımızın başında da bahsetmiştik; Müslümanlar din kardeşlerine İslâm’ı anlatamadılar ki nerede kaldı, gayrimüslimler… Haremlik–selâmlık toplumda bir türlü uygulayamadığımız bir emir. Evimize gelen misafirlerimizi kadın erkek ayrı oturtmak istediğimizde ilk tepki ailemizden, yakın çevremizden geliyor. Cenâbı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de yanlarına çıkabileceğimiz akrabalarımızı belirtmiştir. Bunların içinde mesela çok samimi olduğumuz komşularımızın beyleri yoktur. Yine amca, dayı, hala, teyze çocuklarımız da yoktur. Fakat bizler sanki çok yakın mahremimizmiş gibi bu sayılanların yanlarına çıkabiliyor, eşlerimizin çıkmasına müsaade ediyoruz.

Bu konuda İslâmî bilgiden yoksun aile büyüklerimizin tepkileri bizi İslâm’ın emirlerini yaşamaktan çoğu zaman alıkoyuyor. Örneğin birbirlerinin amca çocuğu olan bir kız ve erkeği akıl baliğ olduktan sonra aynı ortamda bulundurmamak gerektiği söylendiğinde annemiz, babamız ayağa kalkıyor; “Onlar daha çocuk, sizin kalbiniz fesat.” diyorlar. Veya bir kadının kayınbiraderlerinin (kocalarının erkek kardeşleri) yanlarına çıkmaması gerektiği söylendiğinde “Onlar birbirlerinin kardeşi gibidir. Eski köye yeni adet getirmeyin.” diyorlar. Hâlbuki bu konuda İslâm hiç de onları kardeş gibi kabul etmiyor. Efendimiz bir hutbelerinde:

“Sizleri (beraberinde mahremi bulunmayan) kadınların yanlarına girmekten sakındırırım.” buyururlar. Bunun üzerine Ensâr’dan bir adam:
- Yâ Resûlallah! (Zevcin babaları ve oğullarından başka olan) erkek akrabalarına ne dersin? diye sual ettiğinde, Resûlullah (asv),

- Onlarla halvet ölümdür, buyururlar.8

İslâm’ın yaşam ölçüleri, belirlediği prensipler bizim için hayat kaynağıdır. Modern toplumlarda oldukça yaygınlaşan aile içi çarpık, gayri ahlâkî ilişkiler hep bu nizama riayet edilmemesinden ötürüdür. Müslümanlar olarak kendi yanımızdan, atamızdan, dedemizden tevarüs eden yanlış bilgilerle değil, ehlisünnet imamlarının bildirmiş oldukları saf İslâm fıkhının ölçülerine göre hayatımızı tanzim etmeliyiz.

Örtü İslâm Esaslarından Değil midir?
İslam insana muhtaç değil, insan İslâm’a, Allah’a muhtaçtır. Günümüzün satılmış, tutulmuş sözde âlimlerinin yaptığı gibi Allah’ın emirlerini bir pazarlamacı edasıyla insanlara sunmak, bu emirlere emredildiği şekliyle ittiba edilmesi yerine insanların nefislerine göre uyarlamak için ötesini berisini yontmak İslâm’a hakarettir. İslâm insanlara emirlerini yaşanabilir kılmak zorunda değildir. İnsanlar yaşantılarını bu emirlere göre tanzim etmek zorundadır. Dini daha yaşanılır hale getirmek için -lâ teşbih- kuşa çevirmek uygun değildir.

Dini kulun nefsine göre uyarlayan anlayış İslâm’ın herhangi bir emrini basit, terk edilebilir görmeyi de beraberinde getiriyor. İslâm’ın emirlerinden bazılarını asıl, bazılarını füru’ olarak görebiliyor.

Evamirin önemli önemsiz gibi bir sıralaması yoktur. Sadece öncelik sırası vardır. Eğer bir farz ibadetin vakti girmişse onu eda etmeden nafileler ile vakit geçiremeyiz. Ama bu nafile önemsiz, farz önemli demek değildir. Öncelik sırasına göre ilk başta farz sonra nafile eda edilir. Bu manada din bir bütündür. Dinin bütün emirleri insanlar için hayat kaynağıdır. Bu bütünden bir parçayı aldığımızda geriye kalana tüm diyebilmemiz mümkün değildir.

Tesettür İslâm’dan bir cüzdür. Lakin imana taalluk eden bir mahiyeti yoktur, bu yüzden önemli değildir, diyemeyiz. Örtünmeyen insanların niçin örtünmediklerinin sebeplerini tahlil ettiğimizde ortaya imanî zaafların olduğu çıkar.

Mesela bir bayana niçin mesture olmadığını sorduğumuzda, örtülü olduğumda kendimi çirkin, hatta öcü gibi görebiliyorum, cevabını alabiliyoruz. Bu anlayış, Allah’ın hakkımızda murad ettiği seçimi kötü bulan bir anlayıştır. Veyahut çalışmak zorunda olan bir bayan örtülü olarak iş bulamayacağının korkusuyla açılabiliyor, ekonomik endişelerle Allah’ın hudutlarını çiğneyebiliyor. Bu davranışın temelinde ise kişinin Allah’ın rezzakiyetinden şüphe etmesi yatıyor.

Çeşitlerini artırabileceğimiz bu misaller hep imana ait, akidevî meseleler. Belki fiil yanlış olduğunu, yapılmadığı takdirde günahkâr olunduğunu kabul edersek bizi kâfir değil fasık bir Müslüman eder ama bizi bu fıska götüren iç halimizi, düşüncelerimizi iyice tahlil etmeliyiz.

Dolayısıyla örtü İslâm esaslarından değil demek veya İslâm’ın herhangi bir rüknünü basit görmek bizi Allah korusun ciddi sıkıntılara düşürebilir.

Sonuç olarak, İslâm’ı bir bütünler manzumesi olarak görmeli, Cenâbı Hakk’ın bütün emirlerini hayatımızın olmazsa olmazı kabul etmeliyiz. Bu emirleri uygularken kınayanların kınamasına aldırmamalı, en yakınımız bile olsa hiçbir kimseyi Allah ile aramıza sokmamalıyız. Allah’ın emirlerini yine Allah’ın rızası, muradı üzere anlamalı ve tatbik etmeliyiz. Çünkü “Allah kendisinden hâyâ edilmeye insanlardan daha fazla layıktır.”9

Cenâbı Hak bunları cümlemize kolaylaştırsın. Âmin…

1.el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kuran, IV, 172
2.#Ramûzu’l-Ehadis s. 299, 3722
3.el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:64;
4.#el-Câmiu’s-sağîr 332
5.Serahsî, Mebsût VNI/155
6.Ahmed, Ebu Davud, İbn-i Mâce
7.Hâkim, Müstedrek, II, 16.
8.Buhari, Kitabu’n-Nikâh, 112. bab
9.Ebû Dâvud, Hammâm, 2/4017

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 03 Haziran 2014 14:14

EBÛBEKİRLEŞMEK

Tasavvuf konusunu işlemeye devam ettiğimiz dergimizde bu ayki makalemizin içeriğinde geçen sayımızda bahsettiğimiz “tasavvufun güncellenmesinin” nasıl ve kimin eliyle olduğu; tasavvuf/tarikat denilince toplum zihninde hemen beliren “keramet” algısının ne olması ne olmaması gerektiği hususu ve Hâcegân Yolu’nda sâlike/müride hedef olarak gösterilen noktanın neresi olduğunu kısaca açıklamaya çalışacağız.

Tasavvufun Güncelleyicisi – Pîr-i Âzam

Her kurum ve kuruluşta olduğu gibi –en geniş çerçevede İslâm da dâhil olmak üzere- tasavvufta da meratib vardır. Bunun olmadığını iddia etmek hakikate ters düşmek, vakıayı inkâr etmek anlamına gelir. Bu noktada insan hayatı bizim için güzel bir örnektir. İnsan başlangıçta bebektir, sonra çocuk olur, daha sonra genç, orta yaş, yaşlı… olması da bir mânâda sıralama, derecelendirmedir. Yine bu meratibi biz Kur’ân-ı Hakîm’de “Nebiler, Sıddıklar, Şehidler, Salihler” gibi veya kullar vasfedilirken “takva, etka, ebrar, mukarrebun…” gibi sıfatların zikredildiğini görebiliyoruz.

Tasavvufa sülûk eden bir kişiye mürid, sâlik, talib, fakir, etba’, sûfi gibi isimler verilir. Sâlik üstadına duyduğu sevgi ve muhabbetle, evamire ittiba nevahiden içtinab ederek, büyüğünün kendisine tarif buyurduğu evrad-u ezkâra devam ettikçe günbegün kemâle erer. -Bu yolculukta müridin hali ve niyyeti farklı bir makale konusu olduğu için ayrıntısına burada girmeyeceğiz.- Kemâle gelen mürid üstadının veya Resûlullah Efendimiz’in veyahut direkt Cenâbı Hakk’ın emri ile görevli tayin edilir, halife olur ve yine mürşidinin izni ile irşada başlar.
Müridler arasında olduğu gibi şeyhler arasında da bir derecelendirme vardır. Bunlar da şeyh, mürşid ve pîr diye sıralanır. Her mürşid şeyhtir ama her şeyh mürşid değildir. Yine her pîr aynı zamanda mürşiddir ama her mürşid pîr değildir.

Pîr olan zât-ı kerim her şeyden önce zü’l-cenaheyn olmak zorundadır. Tasavvufta kemâle erdiği gibi zahir ilimlerde de mütebahhir bir âlim olmalıdır. Pîr, tasavvufun zamanla unutulup kaybolan hususlarını ihya etmekle birlikte gelişen, değişen şartlara karşı Müslümanları muhafaza adına tasavvuf geleneklerinde güncellemeler yapabilir.

Bu meyanda örnek olarak Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri’ni (ks) gösterebiliriz. Kendisi tarikat-ı âliye-i Nakşibendiyye’nin pîrlerindendir. Bu yol içerisinde ismine atfen “Halidilik” diye bir kol olması kendisinin yapmış olduğu içtihatlardan ötürüdür. Yaptığı tecdidi anlamamıza yardımcı olması açısından küçük bir misal verebiliriz.

Mevlânâ Halid Efendimiz’e gelinceye kadar ehlince malum olan “hatme”nin yapılabilmesi için en az 10 kişinin olması ve hâzîrûnun da hatme içerisinde okunacak sure, salâvat ve duaları bilmeleri gerekirdi. Mevlânâ Halid (ks), bir araya gelen kişilerin zikirden mahrum kalmamaları için “küçük hatme” diye isimlendirilen, asıl hatmede okunan surelerden bazılarının çıkarılıp yerlerine belli duaların, zikirlerin eklenmesiyle oluşan bir hatme çeşidi uygulamaya koymuşlardır.

Mevlânâ Halid Hazretleri’ne gelene kadar böyle tecdidler olduğu gibi kendisinden sonra da müceddidler ve pîrler olmuştur ve olacaktır.

Günümüzde de Hâce Hazretleri’nin (ksa) eliyle Cenâbı Hak bu müesseseyi yenilemektedir. Anlaşılması için yine hatmeden örnek verecek olursak Hâce Hazretleri’ne (ksa) gelene kadar hatmede okunan ayeti kerimeler içinde “Ayete’l-Kürsî” yoktu. Fakat bugün yapılan hatmelerde bu ayetler okunuyor. Bunun hikmeti kendilerine sorulduğunda: “Hatmelerde imanın muhafazası için Ayete’l-Kürsî’yi okuyoruz. Çünkü iman tehlikeye girdi. Önceleri imanın kaybedilmesi ferdi oluyordu şimdi toplumsal oldu. İnsanlar bocalamaya başladı. İmanın korunması için Ayete’l-Kürsî, gönlün korunması için de İnşirah Sûresi’ni okuyoruz. Geçmişte sanki çiçek deriliyordu. Şimdi çöle düştük, Musa’nın çölü gibi. İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden hepimizi çöle sürdüler. Bu yüzden korunmamız lazım.” buyurdular.

Aynı şekilde geçmiş yıllarda vasat bir sâlik için 10-15 yıl sürebilen seyr-i sülûk bugün Hâcegân yolunda 3 yılda ikmal edilebiliyor. Zaten çevremizde gelişen olaylara baktığımızda da eşyanın hızlandığını, hadiselerin neticeye daha çabuk ulaştığını müşahede edebiliyoruz. Mesela geçmiş yıllarda Türkiye’den Hicaz bölgesine Hac veya Umre maksadıyla gidilmek istendiğinde aylar, hatta yıllar süren çileli, meşakkatli seyahatler yapılması gerekiyordu. Fakat günümüzde bu yol olabildiğince kısalmış, 2-3 saatte menzilimize vasıl olma imkânımız doğmuştur. Günlük hayatımızdan basit bir misal verecek olursak her gün kullandığımız cep telefonlarımız birkaç yıl öncesine kadar saatlerce şarj edilirken günümüzde 15 dakika içerisinde telefonlarımızı şarj edebileceğimiz aletler mevcut.

Bütün bu yenilikleri, kolaylıkları zahir hayatımızda kullandığımız ve faidelendiğimiz gibi bunların manevi hayatımız için de mevcut olduğunu düşünmek zorundayız. Hâce Hazretleri (ksa) bu hususta: “İnsan ne kadar erken salih, kâmil bir kul olursa Rabbi’ne o kadar fazla kaliteli ameller yapmaya muktedir olabilir.” buyurdular.

Bizlere düşen de kapımıza kadar gelen bu nimetlere kayıtsız kalmayıp bunlardan bihakkın istifade etmektir.

Tasavvufun Kerameti; Keramet-i Akliyye

Nakşibendi tarikatinin ilk dönemlerinde yaşayan zevat-ı kiram, Şâh-ı Nakşibend (ks) Hazretleri’ne kadar “Hâcegân” olarak tesmiye edilirdiler. İsmin değişikliği asıl da bir değişikliğe yol açtığı için daha sonra gelen sâdâtın hali Hâcegân’ların haliyle farklılık arz edebiliyordu. Mesela Hâcegân anlayışında sayılı bir zikir yoktur. Sâlik huzuru ilâhîde kalbi itminana erene kadar Hakk’ı zikrederdi. Yine cehri ve hafi zikir birlikte icra edilirdi.

Azîzanlar diye isimlendirilen ileriki dönemlerde ise zikir adetli hale gelmiş, cehri zikrin yapılması bir tarafa şiddetle karşı çıkanlar dahi olmuştur.

Müceddidilik’te ise çok ciddi değişiklikler olmuş, mezhep taassubu ortaya çıkmış, ulema sınıfı belirlenmiştir. Aslında sivil bir müessese olan tasavvuf resmileştirilmiş, kulluk zevken yapılmaz olmuştur.

Hâce Hazretleri (ksa) yolumuzu tarif ederken: “Bugün başla sonun birleştirilmesi var. Baştaki Hâcegân ile şimdiki Hâcegânlık birleştiriliyor. Her şey aslına rücu ediyor.” buyurdular.

Biz kerameti bu anlayışa göre değerlendirerek diyoruz ki; keramet harikulade haller sergilemek değil, istikamet üzere olmaktır. Hâcegân anlayışı ilmin ve aklın kerametini ön plana alarak hareket etmeyi bendelerine salık verir.

Örneğin tasavvufta “Her geleni Hızır bil!” anlayışı vardır. Bu anlayışın sevkiyle insanlar karşılarına çıkan saillere, dilencilere hiç düşünmeden infakta bulunurlar. İlk bakışta bu ne güzel, diyebiliriz. Fakat derinlemesine düşündüğümüzde Müslüman mülkün Allah’a ait olduğuna iman eder ve uhdesinde olan emvalin emanetçisi olduğunu hiçbir zaman unutamaz. Aldığı - verdiği her şeyden sorumlu tutulacağını göz önünde bulundurarak alır veya verir. Kul, yardımda bulunduğu kişi veya kurumun kendi infak kastına uygun harcama yapıp yapmayacağını ölçüp biçmek zorundadır. Her gelen Hızır’dır diye düşünmek günümüzde uygun bir davranış tarzı değildir. Biz önce imanımızla, imanla birlikte de aklımızla; teenni, tefekkür üzere hareket etmek zorundayız.

Halkın algıladığı mânâda keramete büyüklerimiz pek sıcak bakmamışlar. Hâcegân’ın insanüstülük anlamındaki keramete bakışını anlatması hususunda aşağıda nakledeceğimiz menkıbe çok önemlidir.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne, “Efendim, Ğavs-ı Geylânî’den nakledilen yüzlerce keramet menkıbesi var. Sizde ise bu tip halleri göremiyoruz. Sizler de keramet gösterseniz?” diye söylediklerinde Hazreti Şah: “Evladım biz bu kadar günah yüküne rağmen yerin dibine batmayıp hâlâ bu dünyada yaşayabiliyoruz, ayakta durabiliyoruz. Bundan büyük keramet mi olur!” buyururlar.

Hâcegân’ın keramete bakışı bu şekildedir. Sâliklerin ulaşmayı hedefledikleri de aklın ve ilmin ikramatı olmalıdır.

Tasavvufun Amacı; Hz. Ebûbekir Olmak

Her müessesenin olduğu gibi tasavvufun da bir amacı, müntesiplerini vasıl etmeyi arzuladıkları bir hedef vardır. Hâcegân’ın hedefi ise sâliklerini Hz. Ebûbekir’leştirmektir.

Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular ki: “Efendimiz’in bir Ebûbekir’i vardı. Ondan o kadar memnundu ki onu sürekli ümmetine örnek gösterirdi. Onun için “Güneş, ümmetimden, Ebûbekir’den (ra) daha üstün bir kimsenin üzerine doğmadı.” buyurdu. Onun için: “Ebu Bekir’in imanı, bütün mü’minlerin imanı ile tartılsa, Ebu Bekir’in imanı ağır gelir.” buyurdu. Yine onun için: “Allah Ebûbekir’in bütün kusurlarını affetsin, zira o kızını Bana verdi, hicrette Bana arkadaş ve yardımcı oldu, Bilal-i Habeşi’yi Benim için satın alıp azat etti…” buyurdu. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Bu hadis-i şerifler bize Efendimiz’in Hz. Ebûbekir’den ne kadar razı, memnun ve hoşnut olduğunu gösteriyor. Bizim de amacımız “Efendimiz’i memnun etmek için” bir Ebûbekir olmaktır. Çıtayı buraya koymalıyız. O’nun (sav) iftihar edeceği, meleklere, geçmiş peygamberlere/ümmetlere karşı övüneceği bir kul olmalıyız.

İşte tasavvufun insanı ulaştırmak istediği hedef budur. Kulları bir Muhammedcik haline getirmektir.

Ehl-i tasavvufun halleri, yaşantıları da bizleri hep bu düşünceye yönlendirmiştir. Hz. Rabiatu’l-Adeviyye (rh.a) sûfi bir şahsiyetti. Kendisi elinden geldiği kadar zamanını Rabbi’ne ibadetle, taatle geçirmeye çalışırdı. İnsanlar ister geceleyin, ister gündüzün kendisini ziyaret ettiklerinde onu seccadesinin üstünde, rahlesinin başında görürlerdi.

Bu halde aşırıya gittiğini, kendisine zulmetmemesi gerektiğini söyleyen kişilere: “Efendimiz (sav) kıyamet günü ümmetinin çokluğuyla –bu çokluk sayısal anlamı haiz olduğu gibi asliyette kemâlat mânâsınadır- iftihar edeceğim buyurmuştur. Ben bu kulluğumla O’nun (sav) fahırlanmasını, yüzünün gülmesini, sevinmesini amaçlıyorum. Sonuçta O gülecek, memnun olacaksa bu yaptıklarımız bizi yorsa da önemli değil.” buyurmuştur.

Şu sözleri çokça duyarız: “Canım onlar da senin benim gibi insan. Niye biz onların yanına gidelim, onlara hürmet edelim!”  Bu lakırdıları Abdulkadir Geylânî, Ahmed er-Rıfâî gibi zatlar için söyleyen hatta Efendimiz için bile bu tip laflar eden cahiller piyasada mevcut. Buna mukabil biz de diyoruz ki; kavak da ceviz de bir ağaç. Canlı penceresinden baktığımızda ikisi de ağaç. Ama akl-ı selim sahibi hiçbir kimse meyvelendiği, faydalandığı bir varlıkla yarardan çok zararı olan bir nesneyi müsavi görmez.

Salihler bizler için “Allah’ın seçtiği” ve “âlemler üzerine mümtaz kıldığı” insanlardır. Onlara yaptığımız hizmet ile biz Allah’a yakınlık kesbedebiliriz. Bakınız Hz. Ebûbekir efendimiz (ra) Müslüman olmadan önce de içki içmeyen, zina etmeyen, seciyesi kâmil bir şahsiyetti. Ama onu “İkinin İkincisi” kılan yönü Efendimiz’e duyduğu muhabbet ve O’na olan hizmetiydi. Bu hizmet olmasaydı o Ebûbekir b. Ebû Kuhafe olacaktı. Ama bu sadakat onu Hz. Ebûbekir-i Sıddık yaparak arkadaşlarının “göğsünde bir kıl olmayı” istedikleri biri haline getirdi…

Yazımızı Âl-i İmrân Sûresi’nin 32 ve 33. ayeti kerimelerinin meali ile bitiriyoruz. Rabbim Kendi kastı üzere anlayabilmeyi cümlemize nasip etsin.

“De ki: Allah’a ve o peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah da o kâfirleri sevmez.’

Gerçekten Allah, Âdem’i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 02 Haziran 2014 16:32

TASAVVUF ÖNCELİKLE ÂLİMLERİN İHTİYACIDIR

Her geçen gün daha ileri bir seviyeye ulaşan teknolojik gelişmeler yedisinden yetmişine, gencinden yaşlısına tüm insanlığı etkisi altına almakta. Hâlihazırda kullanılan ve mevcut ihtiyaçlara fazlasıyla cevap veren bir ürünün yeni sürümü, modeli, rengi veya şekli farklı bir tarzda karşısına çıktığında insanlar bu yeni ürüne ulaşamadıklarında eksik kalacaklarını zannedip hemen ona sahip olmak istiyorlar. Bu alandaki ilerlemelerin, yeniliklerin insanları cezbeden ve insanlar tarafından takip edilmesinin önemli bir sebebi de piyasaya sürülen ürünlerin sürekli güncellenmeleri, daha ileri sürümlerinin yayınlanmasıdır şüphesiz.

Maddi âlem mânânın tekrarı gibidir. Bâtınî planda mevcut olmayan bir şey zâhirde var olamaz. Nasıl ki maddi alanda “güncelleme” varsa manada da “güncelleme” vardır. Cenâbı Hak değişen zamana, mekâna ve şartlara karşı dinini güncellemektedir. Örneğin Hz. Âdem ile Hz. Musa’nın şeriatı veya İsevî şeriatı ile Efendimiz’in şeriatı aynı değildi. Efendimiz’e kadar bu yenilenme/güncellenme Peygamberler vasıtası ile yapılırken, asrısaadetten sonra müceddid, müçtehid efendilerimiz eliyle Cenâbı Hak dinin yaşanılırlığını tecdid etmiş, hakikatleri güncellemiştir. Ulemamız da tecdidi “Kitap ve Sünnet’te yer aldığı halde zamanla unutulup kaybolan hususların ihyası ve bu iki kaynakta yer alan hükümlerin muktezasıyla amelin emredilmesi” olarak tarif buyurur.

Kastedilen mânâda tecdid, bu sünnetullah tasavvuf için de geçerlidir. Nasıl ki şeriat, yani dünya hayatının ilâhi hudutlara göre yaşanması tecdid ediliyorsa bu dinin özü olan tasavvuf müessesesi de yenileniyor ve günümüz insanının daha ziyade istifade edeceği hale getiriliyordur.

Günümüz âlimlerinin tasavvufa bakışlarını üç farklı grupta değerlendirebiliriz: Birinci grup tasavvufun hak olduğu, insanı Hakk’a vasıl eden yegâne vesilenin mürşidi kâmilin terbiyesinde, gözetiminde yapılacak bir kullukta, kâmilin gözetiminde yaşamanın olduğuna inananlar.

İkinci grup, tasavvufun şirk olduğuna inanan, ehli tasavvufu, ehli rabıtayı müşrik kabul eden; tasavvufu Hint, Yunan mistisizmi olarak görüp ellerinden geldiği kadar aleyhinde propaganda yapanlar.

Üçüncü grup ise tasavvufu hak olarak görmekle birlikte günümüzde mevcut mürşidi kâmil olmadığına inanan, meşayıhın geçmiş zamanlarda yaşadığını iddia edenler.

Bu üç grubu değerlendirme sadedinde şunları söyleyebiliriz: Biz kendi cephemizden birinci grup âlimlere tabiyiz ve onların hâli, tavrı üzere hâllenmeye gayret ediyoruz. Onların yolunu kendimize tek kurtuluş kapısı olarak görmüşüz.

İkinci grupta bahsettiğimiz anlayıştaki okumuşlara Allah eğer murad buyurmuşsa hidayet etsin diye dua ediyor onlar hakkında başka bir sözcük kullanmayı kelimelere eziyet olarak telakki ediyoruz.

Üçüncü grup içinde zikrettiğimiz âlimlere bir evliyaullahtan bahsettiğimizde: “Tasavvuf şüphesiz haktır ama günümüzde ama nerede o Hasan Basri’ler, Maruf Kerhi’ler, Seriyyu Sakati’ler… ki gidip onlara teslim olalım.” derler. Bunların ikinci gruptakilerden farkları ‘grip ilaç kullanırsan yedi günde kullanmazsan bir haftada iyileşir.’ sözüne benzer. Belki tasavvufu da inkâr edecekler de biraz insafları kaldığı için ‘Haktır ama mürşid yoktur.’ diyorlar. Kendilerini bu yoldan müstağni görüyorlar.

Hâce Hazretleri (ksa) bir divanda İhyâ u Ulumu’d-Dîn’den mürşidi kâmil bahsini okumaktalar. Kendileri kitap okurken Ğavs Hazretleri (ks) divana girer ve Hâce Hazretleri’ne ne yaptıklarını sorarlar. “Kitap okuyorum.” buyurur Hâce Hazretleri (ksa). Ğavs Hazretleri okuma, bırak anlamında “At o kitabı.” buyururlar. Hâce Hazretleri de emri te’vil etmeden kitabı o anda açık olan divanın penceresinden dışarı atarlar. Ğavs Hazretleri başka bir kelam etmeden çıkarlar. Daha sonra yanlarına gelen Hâce Hazretleri’ne (ksa),

-Ben sana kitabı okuma, bırak anlamında ‘at’ dedim. Sen neden kitabı dışarı attın? diye sorarlar.

Hâce Hazretleri (ksa) de,
-Efendim, siz at buyurdunuz, ben de emrinizi te’vil etmedim, buyururlar.

Ğavs Hazretleri neden kitabı okumamalarını istediğini açıklarken:
-Oğlum, Gazâlî gibi bir mürşid ararsan Kuşeyrî gibi mürid olman gerekir. Zamanın mürşidi zamana göre, zamanın müridi de zamana göredir, buyururlar…

Ğavs Hazretleri’nin bu mübarek sözü üçüncü grup içinde saydığımız âlimlerin öğrenmesi gereken bir hakikat. Yukarıdaki menkıbede de vurgulandığı üzere Hasan Basri, Cüneyd Bağdâdî gibi sûfîler, mürşidler bulsam bağlanırım, bunlar da bu zamanda olmadığı için intisaba gerek yok, diyen kişiler namazda gözleri olmadığı için ezanda kulakları olmayan kişilerdir.

Böyle diyen âlimlere biz de şöyle mukabelede bulunsak acaba kabul ederler mi? “Nerede İmam Âzamlar, nerede İmam Nevevî’ler nerede Gazâlî’ler, Şâranî’ler… bunlar olsa da gidip onlardan ilim ahzetsek. Bunlar olmadığı için günümüzde kendisinden ilim tahsil edilecek âlim yoktur…” Bu sözler ne kadar mantıksız ve nefsî ise tasavvufu kabul edip günümüzde mürşidi kâmil olmadığını iddia etmek de o kadar akıl dışı ve nefsîdir.

Biz büyüklerimizden ilim bahsinde mütekaddimîn ulemanın eserlerindense müteahhirîn âlimlerin görüşlerinin, kitaplarının günümüz insanı için daha yararlı olduğunu işittik. Bu mânâda İbn-i Âbidîn: “Fıkıh kitaplarının en faziletlisi ilk yazılanları, en faydalısı ise son yazılanlarıdır.” buyurmuştur. Aynı şekilde hicri 13.yy’dan sonra gelen mürşidi kâmiller bu tarihten önce gelen evliyadan, sulehadan hem makamat açısından hem de irşad ve tasarrufat yetkinliği bakımından çok daha yücedir. Bu hususta Hâce Hazretleri (ksa): “Geçmiş dönemlerde ki birçok şeyh günümüzde yaşasaydı mürid bile olamazlardı.” buyurmuştur.

Bu yüzden tasavvuf haktır ve vardır. Aynı şekilde mürşidi kâmil de haktır ve mevcuttur.

Hasan Basri Hazretleri’ne (rh.a) ashabın hâli, din anlayışları, yaşantıları sorulduğunda: “Siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizi görseydi Müslümanlığınızdan şüphe ederlerdi.” buyurmuştur. “Şimdi nerede Hasan Basri’ler ki gidip ona teslim olalım.” diyen âlimlere sormak isteriz, Hasan Basri’lere tasdik ettirecek imanınız, ihlâsınız var mı ki onları bulsak da intisap etsek diyorsunuz?

Bu gibi insanlar ayeti kerimede: “Gerçek şudur ki, gözler kör olmaz, fakat asıl göğüslerin içindeki kalpler kör olur.” (el-Hacc: 22/46) buyrulan hakikatin müzhiridir.
Bu mânâda şair;

Çapaktan ötürü göz güneşi yadsıdı,
Hastalıktan ötürü ağız, suyun tadını yadsıdı…
buyurmuştur.

Bizler kendi gözlerimizdeki çapaklardan dolayı güneş yoktur diyoruz. Hastalıklarımızdan dolayı Rabbimiz’in nimetlerinin tadına varamaz olduk.

Rabbim, bizleri “Kalpleri olup da kavrayamayanlardan” (el-Araf: 7/179) etmesin… Bakınız bu ayeti kerimede geçen “yefkahun” kelimesi fıkhetme, kavramanın kalp ile yapılabilecek bir ameliye olduğunu işaret eder. Yefkahun kelimesi ile “Allah bir kulu hakkında hayrı murad ederse onu dinde fakih kılar.” hadisi şerifindeki “fakih” sözcüğü aynı köktendir. Yani dinde fakih olmak, ince anlayış sahibi olmak; salt fıkıh ilmiyle, bu ilimleri ezberlemeye yarayan akılla değil, kalp ile yapılan bir eylemdir. Kalp ile yapılan eğitimin adresi de tasavvuftur. Tasavvuftan nasibini almayan bir âlim hangi ilim dalına sulûk ederse etsin güdük kalacaktır, ince anlayışa ulaşamayacaktır.

Tasavvufun hak olduğunu kabul eden âlimler arasında kişinin Allah’a vasıl olabilmesi için illa bir mürşide ihtiyacının olup olmadığı; insanın kitaplar vasıtası ile ilim tahsili ile de Cenâbı Hakk’a vasıl olup olamayacağı geçmişten günümüze tartışılagelmiştir. Hatta bu hususta mürşid ve müridler tasnif edilmiş, saliklerin yaşantılarına, bilgilerine göre bir şeyhe ihtiyaç duyacakları veya ihtiyaç hissetmeyecekleri anlatılmıştır.

Ulemanın bu tip görüşlerini okuduğumuzda inanın hayretler içinde kalıyoruz. Mütehassıs oldukları ilmi tahsil edebilmek, derûnuna nüfûz edebilmek adına diyar bi diyar dolaşarak hoca arayan ve ilim yolunda çektikleri meşakkatler ciltler dolusu kitap oluşturan kişiler nasıl olur da tasavvufun mürşidsiz yaşanılabileceğini söylerler.

Hâce Hazretleri (ksa): “Tasavvuf insanı şeriat durağından alır, ötelerin ötesine götürür.” buyurur. Hakikatte tasavvuf şeriat basamağını hakkı ile tırmanmış, kâmil bir akla, mûti bir nefse, sahih bir ilme sahip olanların yoludur. Günümüzde büyüklerimizin rahmeti ve imanı muhafazanın zorluğu ve zülcenaheyn olup zahir ve batın ilimlerle mücehhez mürşidlerin azlığı sebebiyle bu yol bizim gibi avamın daha çok rağbet ettiği bir müessese olmasına rağmen, aslında bu yol öncelikle âlimler için gereklidir. Neden zâhiri ilimlerde sürekli gelişme, kendimizi yenileme, daha kâmil bir ilme ulaşma adına gösterdiğimiz gayreti ihsân hâlinin yansıması olan bâtınımız için göstermiyor ve kendimizi bu hususta yeterli görüyoruz. Tasavvuf Allah’a doğru yol almak, O’nunla ilgili ne kadar bilgimiz olursa olsun “Seni hakkıyla tanıyamadık, Sen Seni tanıdığın gibisin.” diyebilmenin yoludur. Bu hâl herkese, fakat evvelemirde âlimlerin hâli olmalıdır.

Bu mânâda Hâce Hazretleri (ksa) tasavvufu tarif buyururken “ Tasavvuf iki kişiliktir. Bunlardan birisi mürşid, diğeri müriddir. Bu iki kişinin yaşadığı, bunlarına arasında vuku bulan mânâya tasavvuf denir. Tasavvufta kurumlar, kuruluşlar yoktur.” buyururlar. Her ferdin bu ikili ilişkiye ihtiyacı vardır.

Cenâbı Hak ayeri kerimede: “Nitekim içinizde sizden bir Resûl gönderdik, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor, size kitab, hikmet öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.” (el- Bakara: 2/151) buyurur.

Peygamber varisi olan mürşid-i kâmil de insana bu üç yoldan nüfuz eder. Bunlardan birincisi tezkiyedir. Mürşid talibini her türlü manevi hastalıktan; gururdan, kibirden, varlıktan, sümâdan, taassuptan vs. temizler.

Mürşid insana Kitab’ı öğretir. Kur’ân’ı ve ondan neşet eden ilmi öğretir ki bu zâhir ilimlerdir.

Yine mürşid insana hikmeti öğretir. Bu hikmet ise tasavvuftur. Tasavvuf ise mânâdır, ledünniyattır, sır ilmidir.

Bugün bir salikte eğer bu üç özellik bulunmuyorsa tabir caizse kerametleri paçalarından dökülse, uçsa, kaçsa bir değer ifade etmiyor. Eğer bizler sâlihlerin, kâmillerin izi üzerinde olmak istiyorsak bu üç merhaleyi kendimizde cem etmeliyiz. Bunlardan birisini alıp diğerlerini bıraksak veya birisine talip olmayıp diğer ikisine yönelsek eksik kalırız. Peygambere varis olmayı arzuluyorsak bu üç cepheye yönelmemiz gerekir. Metodumuzun Rabbânî metod, usûlümüzün Nebevî usul olduğunu iddia ediyorsak bunun sağlaması hayatımızda, uygulamalarımızda görülmeli.

Cenâbı Hak cümlemize kendi yolu, Efendimiz’in usulü ve sâdâtımızın haliz üzere olabilmeyi nasip etsin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Genellikle resmi kurum ve kuruluşlarda gördüğümüz “Yangın söndürme tüpü nasıl kullanılır?” başlıklı talimatnamelerde geçen “Cihazı yangının doğduğu yere tutunuz.” cümlesi oldukça calib-i dikkattir. Eğer ortada bir yangın var ve biz de bunu söndürmek istiyorsak hedefimiz yangının merkezi olmalıdır. Aslında bu tutum kendisinden rahatsız olduğumuz ve etkisini azaltmak hatta bitirmek istediğimiz bütün durumlar için cari bir davranış biçimidir.

Mesailerinin büyük bir kısmını kendilerinin ve nefislerinin arzuları için amansız bir düşman olarak gördükleri İslâm’ı ve onun “nûrunu” söndürmeye hasreden batı ve onların yerli işbirlikçileri de yukarıda verdiğimiz misal üzere bu nûrun söndürülmesi için hedeflerini İslâmî hayatın/mefkûrenin temeli, doğduğu yer olarak kabul ettiğimiz “ahlâk” konusuna yöneltmişlerdir. Bütün gayretlerini Müslümanların ahlâk anlayışlarını yozlaştırmaya odaklayan bu güruh, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinmemiş, icat edilen televizyon, internet gibi görsel veya yazılı bütün yenilikleri amaçları uğruna kullanmaya çalışmışlardır.

Müslümanlar ise kendilerine altın tepsilerde sunulan bu zehirlere, amacından bîhaber, bunun getirisi götürüsü nedir, düşünmeden tabiri caizse “balıklama dalmakta”lar. İslâm’da cehalet mazur görülebilecek bir kusur değildir. Her Müslüman ilm-i hâl dediğimiz içinde bulunduğu hâlin fıkhını bilmekle yükümlüdür. Çünkü İslâmca yaşamak kulun dünyaya gönderiliş, yaratılış amacıdır. Bizler Rabbimizin tâ ezelde er-Rezzâk (cc) ism-i şerifi üzere kefil olduğu rızkımızı kazanmak için türlü türlü sanatlar, zanaatlar, ilimler öğreniyorsak Rabbimiz’in kefil olmadığı, kendi sa’yu gayretimizle kazanmamızı, edinmemizi emir buyurduğu “kulluğu” ve bunun gerekliliklerini de öğrenmek zorundayız.

Bütün bunlara rağmen gaflet bataklığına saplanmış insanoğlu ihmalkârdır ve bu ilm-i hâli talimden uzaktır. İşte burada toplumun lokomotifi olması gereken ehl-i ilim ve ehl-i irfan, ümmeti Muhammedi Cenâbı Hakk’ın rızasına yöneltmeli, onlara Rableri’nin emrettiği hakikatleri hatırlatmalılardır.

Her ne kadar günümüzde “tuz kokmuş” gibi görünse de sünnetullah gereği göl yerinde sürekli su bulunur, aslan ini sahipsiz kalmazmış. Piyasada “âlim” vasfıyla görünen/bilinen yüzlerce şaklaban olsa da Cenâbı Hakk’ın el-Âlim (cc) isminin tecellisi üzerinde olan zevat her dem bulunur. Bunlar için Allahu Teâlâ: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (el-Âl-i İmrân: 3/104) buyurmuştur.

Önemli olan bu âlimlerin menfi ihtilaftan sakınması, belirlenen ortak bir irşad/hizmet sistemi/programı çerçevesinde insanlığa nasihat anlamında “emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker” yapmalarıdır.

Yaşadığımız dönemde belki en büyük arıza, eksiklik bu koordinesizlik olsa gerek diye düşünüyoruz. Her zaman belirttiğimiz gibi gayrimeşru bizim muhatabımız değildir. Bir irtibatsızlıkdan bahsediyorsak bununla ehl-i sünnet camiasında, çerçevesinde hizmet eden cemaatleri kastediyoruz. Yoksa birilerinin maşası olan, kullanılıp çöp tenekesine atılan eblehlerle zaten İslâm adına hiçbir teşriki mesaimiz olamaz.

Günümüz ehl-i sünnet âlimlerinin birçoğu kendi çaplarında İslâm’a hizmet adına bir takım faaliyetler yürütüyorlar. Birçoğu kendi cephelerinden meseleyi değerlendirerek İslam toplumunda var olan arızanın/hastalığın tamir, tedavi edilebilmesi gerekli olan yöntem ve tedavinin ne olması gerektiği hususunda fikir dermeyan ediyorlar. Fakat burada mevcut olması gereken “şura meclisinin” olmaması Mesnevi’de geçen karanlıkta fil tarifi hikâyesi gibi oluyor.

Hikâyeye göre, Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek isterler. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere toplanan insanların fili gözle görme imkânları yoktur. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başlarlar. Birisin eline filin kulağı geçer, “Fil bir oluğa benzer” der. Başka birisinin eline ayağı geçer ve “Fil bir direğe benzer.” der. Bir başkası da sırtına dokunur ve “Fil bir taht gibidir” der.  Herkes neresini eller, hangi azaya dokunursa o zanna göre fili anlatır.

Bugün belki bütün âlimler, kanaat önderleri hizmet ediyorlar ama bilinçli bir çalışma yürütülmediği için istenilen netice hâsıl olmuyor. Kimileri hedef olarak “ilmi” kabul edip, özellikle alet ilimlerinin tedrisine ağırlık verilmesi gerektiğini vurguluyorlar. Kimilerine göre siyasi alanda iktidar olunması gerektiği, kimilerine göre devlet kademelerinde kadrolaşılması; kimilerine göre ise ticarette, ziraatte, sanayide gelişmek, ilerlemek Müslümanların hizmet hedefi… Daha önceki makalelerimizde de belirttiğimiz üzere bu görüşlerin tamamı kısmî de olsa doğrudur. Bütün bu branşlar insan bedenine teşbih edebileceğimiz İslâmî hizmetin uzuvları gibidir, eksiklikleri hayat kalitemizi oldukça düşürür. Bununla birlikte hayatımızın devamı için nasıl ki “kalp” bedenin temel organı ise yukarıda zikrettiğimiz tedavi usulleri içerisinde “ahlâk eğitimi” de aynı şekilde esastır, öncelikli olarak tedris edilmesi gerekir.

Konumuza örnek olması açısından bir âlimi değerlendirebiliriz. Bir kişi “bilgi” açısından ne kadar donanımlı, sahasında dünyada rakibi olmayacak derecede otorite olsa bile eğer bu kişinin ahlâkî problemleri var ise Kur’ân onu “kitap yüklü merkep” olarak tavsif ediyor. Günümüzde televizyonlarda bunlardan ziyadesiyle mevcut. Hatta yakın geçmişimizde, dünyaca ünlü olanlarından birisinin namazlarının bile düzenli olmadığını gazetelerden okumuştuk.

Eğer siz bir ilim talebesine, ilimle birlikte havf-i ilâhi ve muhabbetullah aşılayamamışsanız bu kişi karşılaştığı en küçük bir zorlukta ilmin hakikatlerini ucuz metalar karşılığında satacaktır.

Başka bir misal olarak bir siyasetçiyi ele alalım. Piyasada İslâmî duyarlılığa sahip ekseri siyasetçi için hep aynı şeyleri söylüyoruz: “Başlarken niyeti halisti ama sonradan bozuldu… Para, makam, şöhret onu bozdu…”  Bu kişiyi doğru yoldan uzaklaştıran belki para, makam, şöhret ve sair vesileler ama işin temelinde onu ahlâkî eğitiminin eksikliği yoldan çıkardı.

Yukarıda belli başlılarını saydığımız bütün hedefler için bu gibi misaller zikredebiliriz. Ve bu misaller bize “ahlâk eğitimi”nin İslâmî hayat için temel olduğunu gösterir. Bu yüzden de Hâcegân yolunda hizmetin temel hedefi fertlerin ahlâkının güzelleştirilmesidir.

Hâce Hazretleri’ne (ksa): “Muhakkak ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem: 68/4) ayeti kerimesinde geçen ahlâk kelimesini ashaptan bazılarının “din” bazılarının ise “edep” olarak tefsir buyurdukları sorulduğunda cevaben: “Burada kastedilen mânâ edeptir. Din kelimesini Cenâbı Hak müstakil mânâda kullanmıştır.

Ahlâk bir kişinin kişiliğidir, kendisidir. Aslında burada Cenâbı Hak Efendimiz’e buyuruyor ki “Sen çok büyüksün, yücesin.” O’nun ahlâkı O’nun yüceliği ile kaim. Perde arkasından Cenâbı Hak bunu izhar ediyor, işaret buyuruyor. “İnneke ‘alâ hulukin azîm” derken O’nun Allah’a olan hayâsını, sevgisini, korkusunu… bunları kastediyor.

Din kavramı çok müstakil bir kavramdır. Din, bütün bu kavramların üzerinde, ahlâkı da kapsayan bir kavramdır. “Alâ hulukin azîm – Sen çok mükemmel bir yaratılış üzeresin.” ayetindeki “hulk” ile yaratmak anlamında “halk” köken itibariyle aynı. Burada yaratılıştan kasıt fıtrattır, Sen o fıtrat üzeresin, anlamı kastedilir. Zaten sahabi ahlâkı din diye yorumlarken fıtrattan din ifadesine varıyorlar. Fıtrî olan şey kişinin Müslüman oluşudur. Sen fıtrat üzere yani din üzeresin. Ama Allah’ın bu ayeti kerimede muradı, kastettiği şey din değil. Sen güzel bir yaratılış üzeresin ki bu güzellik Senin kişiliğin, karakterin, anlayışın, duruşun, bakışın… bunlar güzel.

Çünkü burada kastedilen mânâ “din” olsa bize örnek olmaz. Bize, Peygamber’in ahlâkı örnek. O güzel bir ahlâk üzeredir, öyleyse O’na uyun, siz de ahlâkınızı O’nun ahlâkı gibi güzelleştirin. Zaten O’nun dini bizim dinimiz, dinimizi O’nun gibi yapamayız, yapma “çabası” içinde olamayız; yapma “zorunluluğumuz” zaten var. Din bir bütündür, dini O da bölemez, değiştiremez. Bu yüzden bu ifade asliyyeti göstermez. Sen büyük bir din üzeresin, diyemeyiz. Bu basit ve kolay bir yorum olur.” buyurdular.

Kendilerine günümüz İslâmî camiada var olan hizmet anlayışlarından bazılarının ilme, özellikle de arapça gramerine yoğunlaştığı, kimilerinin ise İslâm’a hizmet denildiğinde hemen cihadı anladıkları Hâcegân’da ise öncelikli olarak ahlâkın güzelleşmesine yoğunlaşılmasının hikmeti sual edildiğinde ise: “Ahlâk kişinin kendisidir. Kişi kendisi olamazsa onda her şey iğreti durur. Korkuluğa giydirdiğin bir elbise korkuluğu insan yapmaz. Afedersiniz, eşeğe altın semer vurulsa onun değerine bir değer katmaz. Eşeğin kişiliği yine eşektir.

Ahlâk, dediğimiz gibi kişinin kendisidir. O kendisini buldukça, tanıdıkça Rabbi’ni tanıyacaktır. Dolayısıyla üstlendiği her sorumluluk, mes’uliyet, vazife onda hikmete, haki- kate dönüşecek ve bir anlam ifade edecektir.

Ama kişiliksiz bir insanda ilim tehlikedir. O ilimle zarar verir. İlmi müspet bir şekilde kullanmak yerine menfi anlamda kullanır.

Kişiliksiz bir kişide cihad ruhu zulme dönüşür. Onda hırs olur. Öldürme eğilimi olur. Cihad öldürmek değildir. Cihad mücadeledir. Hoşnut olunmayan, yerilmiş sıfatların, özelliklerin temizlenmesidir cihad. Bu özellikler artık temizlenemezse, çıkmaz bir şekilde yapışmışsa o aza kesilir. Ama kişiliksiz bir kişi bunu en evvele alır, öldürmeden zevk alır. Cihad da ahlâkı güzel bir kişinin elinde olursa emr-i bil ma’ruf’a dönüşür, yoksa katliama dönüşür.

Bütün İslâmî şubeler bunun gibidir. Kişiye önce lazım olan şey imandır, sonra adeta bu imanın vitrini olan ahlâktır. İman ahlâkı güzel kişide salih amele dönüşebilir. Ahlâkı güzel olmayan bir kişinin ameli de salih değildir. Bu yüzden ahlâk her şeyin üstündedir.

Cenâbı Hak Efendimiz’i tavsif ederken “Sen dini tamamlamaya gönderildin.” buyurmamış. Dini Biz tamamladık, buyurmuş, onu Efendimiz’e vermemiş. Sen ibadetleri tamamlamaya gönderildin, buyurmamış; “Ahlâkı tamamlamaya gönderildin.” buyurmuş.

O’na “Alâ sıratın müstakim-Sen istikamet üzeresin.” buyurmuş. İstikameti oluşturan bütün umdelere bakın hepsi ahlâkî umdelerdir. Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik… bunlar kişinin ahlâkı ile ilgili şeylerdir. Cenâbı Hak birçok yerde bu anlamda ahlâkı öne çıkarmış, Resûlullah Efendimiz de ahlâkı önemsemiştir. “Bana en yakın olanınız ahlâkı en güzel olanınızdır.” buyurmuş. Kişinin dininin güzelliğini ahlâkının güzelliğine bağlamıştır. “Kişinin dininin güzelliği malayaniyi terk etmesidir.” buyurmuştur. Malayani bir ahlâksızlıktır. Onu terk ederek, güzel ahlâka bezenerek kişi dinde kemâl bulur. Bu yüzden biz ahlâkı önemsiyoruz. Ve bütün mesaimizi, himmetimizi onun üzerinde sarf ediyoruz.” buyurdular.

Kulun hizmet vasıtasıyla edinmeyi amaçladığı, arzuladığı bütün güzelliklerin amacı Rabbi’nin rızası, likası, kurbiyyeti olmalıdır. Bu yakınlığın tahsilinin de yegâne vasıtası içinde Allah’ın sevmediği hiçbir şeyin karışmadığı salih ameller olduğunu Rabbimiz bildirmiştir. Kurân-ı Kerim’de: “…Her kim Rabbi’nin likasını arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabbi’nin ibadetine hiçbir şirk karıştırmasın.” (el-Kehf: 18/110)

Cenâbı Hak kullarından salih amel yani vasıflı, kaliteli amel istemiştir. Bu salih amel ise yalnızca güzel ahlâklı, salih kişilerin yaptığı ameldir. Allah’a yaklaşmak da çok amelle, ibadetle değil ancak ahlâk iledir. Allahu Teâlâ rızasına, likasına kavuşturacak salih amelleri işlemede cümlemizi muvafık buyursun…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 16:33

ŞÜKREDEN BİR KUL OLMAYAYIM MI?

“Elbette onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Ancak O’na sizin takvanız erecektir…” (el-Hac:22/37 )

Cenâbı Hak Azze ve Celle kurban ibadetinin anlamını, mealini zikrettiğimiz ayeti kerime ile kullarına bildiriyor. Her ne kadar ayet hususi bir ibadet için inzal buyrulmuş olsa da bu durum hükmünün umumi olmasına mânia teşkil etmez. Kulları tarafından ifâ edilen ibadetlerin hiçbirisi Allah’a ulaşmaz, Allah’a sadece onların takvaları ulaşır.

Bu ayeti kerimede işaret buyrulan mânânın tasavvuf ıstılahındaki karşılığı “huzur”dur. Huzur kulun yapıp ettikleriyle Allah’a ulaşamayacağını idrak etmesidir. Misal olarak ayeti kerimede Allahu Teâlâ “Veyl, namaz kılanlara olsun!” (el-Maun: 4/107) buyurur. Eğer tek başına fiil yeterli olsa idi Cenâbı Hak böyle buyurmazdı.

Fakat dikkatinizi bir başka noktaya çekmek istiyorum. Bu ayeti kerimenin hükmü namazlarında yanlışlık, usulsüzlük yaparak huşûsuz namaz kılanlar içindir. Bizim “Kul yapıp ettikleriyle Hakk’a ulaşamaz.” derken kastettiğimiz mânâ ibadetlerini, sehv ile yapanlar için değil aksine zâhir ve bâtın ölçüler açısından kusursuz yerine getiren Müslümanlar içindir. Kul kendi kazanımları ile Hakk’a vasıl olabileceğini zannederse kendini kandırmış olur. Cenâbı Hak yapılan en küçük bir ameli bile zayi etmeyeceğini Kur’ânu’l-Hakîm’de haber vermiştir. Bu insan da yaptığının karşılığını “cennet” olarak veyahut “cennette bazı makamlara” erişmek kaydıyla alabilir, hâşâ Allah kimseye zulmetmez ve vaadine hulfetmez. Fakat bu fiiller onu Hakk’ın rızasına, likasına, muradına ulaştıramaz. Bütün bu ikramata ulaşmak ancak ve ancak yapılan ibadete, hizmete, kulluğa rağmen “Ben Sana hakkıyla ibadet edemedim!” duruşuyla mümkündür. İşte bu “huzur halidir” ve Hakk’ın kulunda görmek istediği tavırdır…

“Her kim başlangıçta gönlünü huzurullah ile iştigale alıştırır ve bu huzuru temkin ve tahkike ulaştırmaya ihtimam ederse o kimse Hakk’ı tez bulur.” buyuruyor İmam Efendi Hazretleri (ks). Hâcegân yolunda salike anlamadan, ne yaptığını bilmeden sürekli aynı filleri tekrar etmesi tavsiye edilmez. Bir Ramazan itikâfına girerken Hâce Hazretleri (ksa) bizlere günde üç günlük kaza namazı kılmamızı tavsiye buyurmuşlardı. Fakat bizler amel-i salih yapacağız diye amele salih olduğumuzun farkına varmadan günde sair ibadetlerin yanında kaza namazlarını kılmayı dokuz güne kadar çıkardık. Bu durumu fark eden üstadımız bizlere şöyle buyurdular: “İbadetlerinizi sayarak, hesabını tutarak, sevap-günah tüccarlığı mantığıyla yapmayın. Kendinizce bütün kaza namazlarınızı hesaplayıp kıldığınızı düşünelim. Ya Cenâbı Hak size derse ki bunları zamanında kılsaydın. Ben bunların hiçbirini kabul etmiyorum, sizin verebileceğiniz bir cevap var mı? Cenâbı Hakk’a yapıp ettiklerinizle değil, hiçliğinizle, tevazuunuzla gidin. Eğer bu hâl üzere olursanız belki kıldığınız iki rekât namaz Allah’ın hoşuna gidecek ve sizin kılamadığınız bütün namazlardan vazgeçecek.” buyurarak itikâfın insanın Hak ile huzurunun temkin ve tahkike ulaşması için güzel bir vesile olduğunu, yerinde sohbet, muhabbet, marifet ile, yerinde ibadet ve taat ile ancak zikre, fikre ve huzura ulaşabileceğimizi ifade etmişlerdi.

Günümüz şartları ile bundan yüz sene öncesinin şartları birbirinden çok farklı olup insanoğluna yirmi dört saat az gelmekte ve sürekli bir koşuşturma içinde olmak zorundadır. Dolayısıyla geçmiş zamanlarda tavsiye edilen ibadet ve taat hayatının tatbiki günümüzde mümkün değildir. Bunun için kulun gönlünde Hak ile kurduğu rabıtanın inkıtaa uğramamasına azami ehemmiyet göstermesi gerekir. Kişi bu huzur-u dâime önem vermediği ve fiili/bedeni ibadete yoğunlaştığı takdirde kendisini Hakk’a yakın hissedecek, bu amelleri yapamadığı zaman sürekli yakınarak “Şu ibadetim kaldı”, “Bugün şu tesbihimi yapamadım” diyecek. Sonuçta kendi yapıp ettikleriyle Hakk’a yol bulmaya çalışacak. Fakat burada dikkat etmemiz gereken husus şu ki, bu hâl üzere iken özne yine “Ben” oluyorum. “Ben” yaparsam iyiyim, “ben” yapmazsam kötüyüm, huzursuzum. Hâlbuki kendi yapıp ettiklerim değil, “Benim Allah’ım var ve O bana kâfidir.” anlayışı beni kuşatmalı ve mutlu, huzurlu etmeli.

Şeyh Ebul Abbas el-Mürsi Hazretleri (ksa): “Sana taâtin lezzet ve halâvet kapısı açıldığı zaman sen o taâti halâvetinin arzusuyla yerine getirirsin. Böylelikle taâti yerine getirirken ihlâsı kaçırırsın. Sen böylece vefa duygusuyla değil, o taâtte bulduğun tad ve hazdan dolayı ona devam edersin. Böylece zahirde   Allah’a ibadet eden bir kul iken batında nefsinin hazzı için hareket eden bir insan olursun. Bundan dolayı senin hakkında taâtin lezzetinin dünyada sana peşinen verilmiş olmasından ve kıyamet gününde de amellerinin karşılıksız bırakılmasından korkulur.” buyurmuşlardır. İbadetlerimizde ihlâsa ermek ve vefa duygusuyla taat etmek istiyorsak Hâce Hazretleri’nin (ksa) yolumuzun esası olarak buyurduğu “Tuzsuz taş yalama”ya talip olmalıyız.

Kul sadece Allahu Teâlâ’nın varlığı ile mutmain olmalı, huzura ermelidir. Efendimiz Sevr Mağarası’nda iken her hangi bir ibadet yapmıyordu, Hz. Ebû Bekir efendimizin dizine yatmış uyuyordu, fakat Allah ile beraberdi ve bu beraberlik O’nu mesrur kılıyordu. Huzur gönlümüzden maddi ve manevi masivayı kaldırmak değildir sadece. Huzur Hak ile tek u tenha olmak, baş başa kalmak da değildir. Huzur sadece ve sadece Allah’ın gönlümüzde temekkün etmesi, O’ndan gayri hiçbir şeyin, kendimizin bile arada olmamasıdır. İşte bu hal Efendimiz’e (asv) “Muhammed kim?” sorusunu sordurtan haldir. İsmail Ata Hazretleri birisi kendisine intisab ettikten sonra buyururlarmış ki: “Biz şimdi seninle kardeş olduk. Bari sana bir kardeş nasihati vereyim de unutma, hatırında iyi tut. Farzet ki bu gök kubbenin altında hiçbir şey yok, yalnız seninle Allah vardır. Şimdi sen de zikir ve fikirle varlığını O’nun varlığında mahvüifnâ et, yalnız O kalsın.” Bu hal Hakk’ın muradıdır. Hadisi kudsi’de: “Ya Davud! Herkes matlub ve mahbubunu arar ve ister, onunla halvette bulunmayı arzu eder ve sever. Ben de mü’min kulumun kalbinde halveti arzu eder ve severim.” buyurur.

Bir hususun yanlış anlaşılmaması gerekir: Huzur boş boş oturmak değildir. Zaten mevzuumuz gayrimeşru durumlar değildir. Tasavvuf müessesesi zahirini şer-i şerifin emirleriyle bezemiş, mânâya ulaşmaya çalışan insanların sulûk ettiği bir yoldur. Hâce Hazretleri (ksa): “Tasavvuf insanı şeriat durağından alır, ötelerin ötesine ulaştırır.” buyururlar. Bu konunun muhatabı zahirini evamir-i ilahi ile mamur etmiş insanlardır. Ehl-i huzur da zahiri/şer-i ibadet ve taâtlerine devam ederler. Fakat bunları Hakk’a satmak yerine O’na hediye etme niyetiyle yaparlar. Onlar yakınlaşma amacıyla değil, nefislerini meşgul etme adına ibadet ederler. Çünkü onlar da masum değillerdir ve kendileri, nefislerini meşgul etmezlerse nefislerinin kendilerini meşgul edeceğini bilirler. Onlar ibadetlerini cansız beden, ceset gibi görürler. Bu bedene ruhunu Cenâbı Hakk’ın vereceğini bilir ve mahviyetle bunu talep ederler. Yaptıklarını beğenmez, onları Hakk’a layık görmezler. Bu mânâda taâtlerini güzel bulmayı öldürücü bir zehir olarak kabul ederler…

Ulemadan bazıları sûfilerin riyazatları sünnet değildir diye itiraz eder. Hakikatte de Efendimiz’in adet ve meşrebleri de mutedildir. Bu itidal/istikamet mü’minin kerâmeti olarak tarif buyrulmuştur. Bu hâli bulmak ve devam ettirmek çok emek ve gayretle mümkündür. Hâcegân yolunda da büyüklerimiz halvete çok sıcak bakmamış, halvette şöhret, şöhret de ise afet vardır, buyurmuşlardır. Fakat günümüz tasavvuf anlayışında insanlar sürekli ibadete, sürekli zikre, sürekli fiili amellere yönlendiriliyor. Bu anlayış bir kişinin şahsi takva anlayışı olabilir. Lakin bu hâl yapılması, takip edilmesi gereken düstur olarak gösterilemez… Bu düşünce huzur-u dâimiye ulaşamayan insanların hâlidir.

Aynı davranış tarzını ashabı kiramın hayatında da hatta Efendimiz’le olan münasebetlerinde de görebiliyoruz. Sahabi efendilerimizden bazıları Efendimiz’in evde yaptıkları ibadetleri öğrenmek üzere Âişe annemizin yanına giderler. Fahr-i Âlem Efendimiz’in ibadetlerini öğrendiklerinde “Allah Resûlü’nün olmuş olacak bütün günahları affedilmiştir. Biz Allah’ın Resûlü gibi miyiz?” diyerek Efendimiz’in ibadetini az bulurlar. İçlerinden birisi ben geceleri uyumayacağım hep namaz kılacağım, der. Diğeri ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım; sonuncusu ise ben de kadınlardan uzak durup hiç evlenmeyeceğim, der. Bu sözlere muttali olan Efendimiz “Bakınız içinizde Allah’tan en çok korkan ve en çok takvalı olanınız benim. Fakat Ben bazı günler oruç tutar bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Her kim Benim sünnetimden yüz çevirirse o Ben’den değildir.” buyururlar.

Yine bir başka hadisede Selman-ı Farisi ile Ebû Derdâ arasında geçmiştir. Hz. Selman Ebu’d-Derda’yı bir gün ziyaret eder fakat onu evde bulamaz. Zevcesi Ümmü Derda’yı ise eski bir elbise içinde perişan bir halde görür. Ümmü Derda’ya “Bu ne hâldir?” diye sorduğunda “Kardeşin Ebu’d-Derda’nın dünyada bir işi ve ilişiği yok ki. Gündüz oruç tutar, gece namaz kılar.” cevabını alır. Bu sırada Ebu’d-Derda da gelir. Selman-ı Farisi’yi selamlar ve onun için yemek yaptırarak önüne getirir. Hz. Selman, Ebu’d-Derda’ya “Haydi sen de ye!” der. Ebu’d-Derda’nın “Ben oruçluyum.” demesi üzerine Hz. Selman “Vallahi bu orucu bozacaksın ve sen yiyene kadar ben de yemeyeceğim” der. Bunun üzerine Ebu’d-Derda (ra) orucunu bozup misafiri ile yemeği yer. Gece olunca Ebu’d-Derda gecenin evvelinde namaza kalkmak ister. Selman (ra) “Uyu!” diye onu men eder. Ebu’d-Derda da uyur, sonra tekrar kalkmak ister. Hz. Selman yine “Uyu!” diye engeller ve gecenin üçüncü bölümünde “Artık şimdi kalk.” der. Birlikte kalkar, abdest alır, namaz kılarlar. Namazdan sonra Selman efendimiz Ebu’d-Derya’ya (ra) “Kardeşim üzerinde muhakkak ki Rabbin’in hakkı vardır, kendinin de hakkı vardır, ailenin hatta misafirinin bile hakkı vardır. Bundan dolayı her hak sahibinin hakkını vermelisin.” buyurur. Daha sonra Ebu’d-Derda, Efendimiz’in (sav) huzuruna gelip bu olayı anlatınca Efendimiz “Selman doğru söylemiştir.” buyurur…

Efendimiz’in ibadet anlayışı da bu minval üzere idi. Ebud-Derda’nın anlayışı bizde de o kadar yaygın ki Efendimiz’in faziletlerini, takvasını anlatırken hemen O’nun sabahlara dek, ayakları şişinceye kadar namaz kıldığını anlatırız. Âmenna, bu hâl hiç şüphesiz doğrudur. Fakat Efendimiz bu ibadetleri “Şükreden bir kul olmak için” yapıyorlardı. Cennet, makam, yakınlık vs. gibi bir karşılık beklentisi ile değil. Hem Efendimiz’in takvası sadece ibadet hayatı ile mi ilgilidir? Efendimizin hayatını sırf zahiri ibadet ve amellerle doldurursak vefatları anında sayıları yaklaşık 200.000’e ulaşan sahabi cemaatini, yıldızlar topluluğunu, hidayet imamlarını nasıl yetiştirdiğini açıklayabilir miyiz? Efendimiz ibadet kastıyla ashabını yetiştirmiştir. Huzurun kaynağı kendileri olduğu için ümmetinin de ehemmiyet vermeleri gerektiği hususun zahir evamire ittiba ile birlikte kalb huzuru, gönlün sürekli Hak ile beraber olma şuuru içinde olmasını gerektiğini buyurmuşlardı. Çünkü ibadetlerimiz için de huzur çok önemlidir. Efendimiz “Huzursuz namaz, namaz değildir.” buyurmuşlardır. Huzur kalp amelidir. Bu kalp ameli için yine Efendimiz: “Amal-i kalbiyyenin zerre kadarı âmâl-i zahirenin dağlar kadarından büyüktür.” Ve “Hafaza meleklerinin işitmeyecekleri bir amel işittikleri, haberdar oldukları bir amelden yetmiş kat efdaldir. Bu amel ise amel-i kalbîdir.” buyurmuşlardır.

Mahmud Samini Hazretleri (ks): “Bir müridim bana dese ki; ‘Bana yüz türlü keşf ü keramet zahir oldu.’ ve bu söyledikleri de doğru olsa, o müridin benim yanımda çok itibarı yoktur. Diğer bir mürid de gelip bana dese ki, ‘Benim gönlüm Hak’tan gafil olmadı.’ İşte bu mürid benim gözümün nuru ve başımın tacıdır.” Aynı mânâya işareten Molla Ali Arıncî Hazretleri (ks): “Dışarıda türlü türlü yanlışlar yapıp sonra gelip benim karşımda el bağlayıp boyun bükmenizin hiçbir kıymeti yoktur. Günlük yaşantınızda Hakk’ın emirlerine itaat edin, kimseye haksızlık yapmayın, bir Müslümanın olması gerektiği gibi olun, gelin benim yanımda başınız dik durun. Bu hâli daha çok arzularım, hoşuma gider.” buyururlar. İşte bu hâl üzere yaşamaya gayret etmek ehl-i huzurun hâlidir, vasfıdır.

Büyüklerimiz huzurun iki türlü olduğunu buyurmuşlardır. Bunlardan birincisi fikrî anlamda huzur ehli olmaktır. Bu hâl iptidada geçerlidir. Seyrinin başında olan salik kendi gayretiyle, düşüncesini bu alana yoğunlaştırarak huzurun kalbinde temekkün etmesine gayret eder. Kâh bu hâl üzere devam eder, kâh gaflete düşer. Ama bu halin kâlbinde yerleşmesi için istikrarlı ve sabırlı bir şekilde sebat eder.

Huzurun ikinci nevi ise zevken ve şevken Cenâbı Hakk’ı unutmamaktır. Bu çeşit huzur abd-i mahz olmuş erlerin hâlidir. Hâce Hazretleri (ksa): “Âlim Hakk’ı bilen, ârif ise Hakk’ı bilmekle birlikte kendini de Hakk’a bildirendir.” buyurmuşlardır. Hakk’a kendisini tanıtmış, “Ya ibâdî!” hitabının mazharı olmuş bu kişilerde huzur hâli süreklidir. Onlar zahiren sair insanlar gibi yerler, içerler, yatarlar, uyurlar, dünyalık işlerinin temini için çalışırlar. Fakat gönülleri asla Cenâbı Hak’tan ayrılmaz. Efendimiz (sav) bir gün hane-i saadetlerinde iken tabiri caizse, şekerleme yaparlar. Hatta kendilerinden horlamaya benzer bir ses bile işitilir. Kısa bir zaman sonra Efendimiz kalkarlar ve namaz kılmaya hazırlanırlar. Efendimiz’in uyuduklarını zanneden Hz. Aişe annemiz “Ya Resûlallah namaz mı kılacaksınız?” diye sorar. Efendimiz “Evet” cevabı verince Aişe annemiz: “Ya Resûlallah uyudunuz, hatta horladınız.” derler. Bunun üzerine Efendimiz (sav): “Ya Âişe, gözüm uyur ama kalbim uyanıktır.” buyururlar.

Huzur hâli adeta nefes alıp vermek gibi fıtrî bir davranışa dönüşen arifler de bu misalde olduğu gibi kalpleri sürekli uyanık ve Rableriyle birliktedirler. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu üzere elleri kârda gönülleri yardadır. Bu hâlin sürekliliği için Efendimiz Cenâbı Hakk’a “Allahım! Sen’den kerim olan cemâlinin nazarının ebedi, daimi, sermedi olmasını istiyoruz.” diye dua buyurmuşlardır.

Peki, bu huzur hâlini nasıl elde edebiliriz? İmam Fahreddin Razi, Fatiha Sûresi’nde “Bizi sırat-ı müstakime hidayet et!” ayetini tefsir ederken: “Bu ayetten şunu anlıyoruz: Hakk’a ulaşmak isteyen bir mü’min, hidayet ve manevi keşif makamlarına ancak kendisini doğru yola iletecek, kendisini hata ve sapıklıklara düşmekten kurtaracak bir mürşide intisap etmesiyle ulaşabilir. Bunun sebebi şudur; halkın pek çoğu akıl ve hâl olarak noksandır. Akılları Hakk’ı tam olarak idrak edemez, doğruyu yanlıştan ayıramaz. Bu durumda noksan olan kimsenin, kâmil bir insana uyması gerekir. Böyle yaparsa onun noksan olan aklı, kâmil olanın aklının nuruyla aydınlanır, güçlenir. Sonuçta ebedi saadete götüren manevi derecelere ve keramet basamaklarına ulaşır.” buyururlar.

Aynı mânâda İmam Efendi Hazretleri (ks): “Bir kişinin dünyalık bir işi olsa o işin görülmesi için yerine göre bir gayrimüslime veya ondan da aşağı olan bir herife çok kere yalvarır ve yaltaklanır. Mesela mülki amir olan valiye bir işi yaptırabilmek veya kendisini bir memuriyete tayin ettirebilmek için bazıları valinin yakını bulunan bir dinsiz herife pek çok temellük (yaltaklanma) ve niyazda bulunurlar. Acaba Cenâbı Hak o validen ve bir insanı kâmil de o dinsiz heriften daha mı aşağıdırlar? Hâşâ ve kella, elbette değillerdir. Öyleyse Müslümanların Cenâbı Hak ve O’nun velileri karşısında bu hâlleri nedir? Anlaşılıyor ki Müslümanların ekserisi, yemin ediyorum,  Allah’ı istemiyorlar. Çünkü istemek yalnız Ya Rabbi ben senin cemalini göreyim, demek değildir. İstemek hakiki talibler gibi Allah’ın yolunda bulunmakla doğru ve sahih olur.” buyururlar.

Sonuç olarak, samimi Müslümanlar kendilerini Hakk’a ulaştıracak vesileler arıyorlar. Kimileri bunun ilimle, kimileri sosyal yardımlaşmayla, kimileri eğitimle… olacağına inanıyor. Bu görüşler el-hak doğrudur. Fakat eksiktir. Eksikliği de başlangıç noktalarıdır. Bir yarışmacı müsabakaya başlarken bir kural hatası yapsa birinci olarak bitirse bile kazanan olamaz. Hizmetin başlangıcı ferdin/kendimizin kurtuluşu, ıslahı olmalıdır. Bireyden başlamayan ıslah hareketi şüphesiz akamete uğrayacaktır. Hâce Hazretleri (ksa): “İslam tavandan gelmez, tabandan gelir.” buyururlar. Hak ile sürekli huzur, yakin, kesbeden, sırr-ı maiyete erişen insanların oluşturduğu bir cemaat ancak bu dünyaya Hakk’ın nizamının hâkim olmasında rol oynayabilir. Bakın özellikle “rol oynayabilir” diyoruz. Çünkü bu şeriat, bu din, bu devlet Hakk’ındır. Ancak O isterse bizlere yeniden ikram eder. Bizler sadece hüsn-ü halimizle Hakk’ı teşvik edebiliriz, bu hakikatin tecellisinde zemin olabiliriz.

Cenâbı Hak bizleri ehl-i huzurun sohbetinden ayırmasın. Âmin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort