JoomlaLock.com All4Share.net

EBÛBEKİRLEŞMEK

Tasavvuf konusunu işlemeye devam ettiğimiz dergimizde bu ayki makalemizin içeriğinde geçen sayımızda bahsettiğimiz “tasavvufun güncellenmesinin” nasıl ve kimin eliyle olduğu; tasavvuf/tarikat denilince toplum zihninde hemen beliren “keramet” algısının ne olması ne olmaması gerektiği hususu ve Hâcegân Yolu’nda sâlike/müride hedef olarak gösterilen noktanın neresi olduğunu kısaca açıklamaya çalışacağız.

Tasavvufun Güncelleyicisi – Pîr-i Âzam

Her kurum ve kuruluşta olduğu gibi –en geniş çerçevede İslâm da dâhil olmak üzere- tasavvufta da meratib vardır. Bunun olmadığını iddia etmek hakikate ters düşmek, vakıayı inkâr etmek anlamına gelir. Bu noktada insan hayatı bizim için güzel bir örnektir. İnsan başlangıçta bebektir, sonra çocuk olur, daha sonra genç, orta yaş, yaşlı… olması da bir mânâda sıralama, derecelendirmedir. Yine bu meratibi biz Kur’ân-ı Hakîm’de “Nebiler, Sıddıklar, Şehidler, Salihler” gibi veya kullar vasfedilirken “takva, etka, ebrar, mukarrebun…” gibi sıfatların zikredildiğini görebiliyoruz.

Tasavvufa sülûk eden bir kişiye mürid, sâlik, talib, fakir, etba’, sûfi gibi isimler verilir. Sâlik üstadına duyduğu sevgi ve muhabbetle, evamire ittiba nevahiden içtinab ederek, büyüğünün kendisine tarif buyurduğu evrad-u ezkâra devam ettikçe günbegün kemâle erer. -Bu yolculukta müridin hali ve niyyeti farklı bir makale konusu olduğu için ayrıntısına burada girmeyeceğiz.- Kemâle gelen mürid üstadının veya Resûlullah Efendimiz’in veyahut direkt Cenâbı Hakk’ın emri ile görevli tayin edilir, halife olur ve yine mürşidinin izni ile irşada başlar.
Müridler arasında olduğu gibi şeyhler arasında da bir derecelendirme vardır. Bunlar da şeyh, mürşid ve pîr diye sıralanır. Her mürşid şeyhtir ama her şeyh mürşid değildir. Yine her pîr aynı zamanda mürşiddir ama her mürşid pîr değildir.

Pîr olan zât-ı kerim her şeyden önce zü’l-cenaheyn olmak zorundadır. Tasavvufta kemâle erdiği gibi zahir ilimlerde de mütebahhir bir âlim olmalıdır. Pîr, tasavvufun zamanla unutulup kaybolan hususlarını ihya etmekle birlikte gelişen, değişen şartlara karşı Müslümanları muhafaza adına tasavvuf geleneklerinde güncellemeler yapabilir.

Bu meyanda örnek olarak Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri’ni (ks) gösterebiliriz. Kendisi tarikat-ı âliye-i Nakşibendiyye’nin pîrlerindendir. Bu yol içerisinde ismine atfen “Halidilik” diye bir kol olması kendisinin yapmış olduğu içtihatlardan ötürüdür. Yaptığı tecdidi anlamamıza yardımcı olması açısından küçük bir misal verebiliriz.

Mevlânâ Halid Efendimiz’e gelinceye kadar ehlince malum olan “hatme”nin yapılabilmesi için en az 10 kişinin olması ve hâzîrûnun da hatme içerisinde okunacak sure, salâvat ve duaları bilmeleri gerekirdi. Mevlânâ Halid (ks), bir araya gelen kişilerin zikirden mahrum kalmamaları için “küçük hatme” diye isimlendirilen, asıl hatmede okunan surelerden bazılarının çıkarılıp yerlerine belli duaların, zikirlerin eklenmesiyle oluşan bir hatme çeşidi uygulamaya koymuşlardır.

Mevlânâ Halid Hazretleri’ne gelene kadar böyle tecdidler olduğu gibi kendisinden sonra da müceddidler ve pîrler olmuştur ve olacaktır.

Günümüzde de Hâce Hazretleri’nin (ksa) eliyle Cenâbı Hak bu müesseseyi yenilemektedir. Anlaşılması için yine hatmeden örnek verecek olursak Hâce Hazretleri’ne (ksa) gelene kadar hatmede okunan ayeti kerimeler içinde “Ayete’l-Kürsî” yoktu. Fakat bugün yapılan hatmelerde bu ayetler okunuyor. Bunun hikmeti kendilerine sorulduğunda: “Hatmelerde imanın muhafazası için Ayete’l-Kürsî’yi okuyoruz. Çünkü iman tehlikeye girdi. Önceleri imanın kaybedilmesi ferdi oluyordu şimdi toplumsal oldu. İnsanlar bocalamaya başladı. İmanın korunması için Ayete’l-Kürsî, gönlün korunması için de İnşirah Sûresi’ni okuyoruz. Geçmişte sanki çiçek deriliyordu. Şimdi çöle düştük, Musa’nın çölü gibi. İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden hepimizi çöle sürdüler. Bu yüzden korunmamız lazım.” buyurdular.

Aynı şekilde geçmiş yıllarda vasat bir sâlik için 10-15 yıl sürebilen seyr-i sülûk bugün Hâcegân yolunda 3 yılda ikmal edilebiliyor. Zaten çevremizde gelişen olaylara baktığımızda da eşyanın hızlandığını, hadiselerin neticeye daha çabuk ulaştığını müşahede edebiliyoruz. Mesela geçmiş yıllarda Türkiye’den Hicaz bölgesine Hac veya Umre maksadıyla gidilmek istendiğinde aylar, hatta yıllar süren çileli, meşakkatli seyahatler yapılması gerekiyordu. Fakat günümüzde bu yol olabildiğince kısalmış, 2-3 saatte menzilimize vasıl olma imkânımız doğmuştur. Günlük hayatımızdan basit bir misal verecek olursak her gün kullandığımız cep telefonlarımız birkaç yıl öncesine kadar saatlerce şarj edilirken günümüzde 15 dakika içerisinde telefonlarımızı şarj edebileceğimiz aletler mevcut.

Bütün bu yenilikleri, kolaylıkları zahir hayatımızda kullandığımız ve faidelendiğimiz gibi bunların manevi hayatımız için de mevcut olduğunu düşünmek zorundayız. Hâce Hazretleri (ksa) bu hususta: “İnsan ne kadar erken salih, kâmil bir kul olursa Rabbi’ne o kadar fazla kaliteli ameller yapmaya muktedir olabilir.” buyurdular.

Bizlere düşen de kapımıza kadar gelen bu nimetlere kayıtsız kalmayıp bunlardan bihakkın istifade etmektir.

Tasavvufun Kerameti; Keramet-i Akliyye

Nakşibendi tarikatinin ilk dönemlerinde yaşayan zevat-ı kiram, Şâh-ı Nakşibend (ks) Hazretleri’ne kadar “Hâcegân” olarak tesmiye edilirdiler. İsmin değişikliği asıl da bir değişikliğe yol açtığı için daha sonra gelen sâdâtın hali Hâcegân’ların haliyle farklılık arz edebiliyordu. Mesela Hâcegân anlayışında sayılı bir zikir yoktur. Sâlik huzuru ilâhîde kalbi itminana erene kadar Hakk’ı zikrederdi. Yine cehri ve hafi zikir birlikte icra edilirdi.

Azîzanlar diye isimlendirilen ileriki dönemlerde ise zikir adetli hale gelmiş, cehri zikrin yapılması bir tarafa şiddetle karşı çıkanlar dahi olmuştur.

Müceddidilik’te ise çok ciddi değişiklikler olmuş, mezhep taassubu ortaya çıkmış, ulema sınıfı belirlenmiştir. Aslında sivil bir müessese olan tasavvuf resmileştirilmiş, kulluk zevken yapılmaz olmuştur.

Hâce Hazretleri (ksa) yolumuzu tarif ederken: “Bugün başla sonun birleştirilmesi var. Baştaki Hâcegân ile şimdiki Hâcegânlık birleştiriliyor. Her şey aslına rücu ediyor.” buyurdular.

Biz kerameti bu anlayışa göre değerlendirerek diyoruz ki; keramet harikulade haller sergilemek değil, istikamet üzere olmaktır. Hâcegân anlayışı ilmin ve aklın kerametini ön plana alarak hareket etmeyi bendelerine salık verir.

Örneğin tasavvufta “Her geleni Hızır bil!” anlayışı vardır. Bu anlayışın sevkiyle insanlar karşılarına çıkan saillere, dilencilere hiç düşünmeden infakta bulunurlar. İlk bakışta bu ne güzel, diyebiliriz. Fakat derinlemesine düşündüğümüzde Müslüman mülkün Allah’a ait olduğuna iman eder ve uhdesinde olan emvalin emanetçisi olduğunu hiçbir zaman unutamaz. Aldığı - verdiği her şeyden sorumlu tutulacağını göz önünde bulundurarak alır veya verir. Kul, yardımda bulunduğu kişi veya kurumun kendi infak kastına uygun harcama yapıp yapmayacağını ölçüp biçmek zorundadır. Her gelen Hızır’dır diye düşünmek günümüzde uygun bir davranış tarzı değildir. Biz önce imanımızla, imanla birlikte de aklımızla; teenni, tefekkür üzere hareket etmek zorundayız.

Halkın algıladığı mânâda keramete büyüklerimiz pek sıcak bakmamışlar. Hâcegân’ın insanüstülük anlamındaki keramete bakışını anlatması hususunda aşağıda nakledeceğimiz menkıbe çok önemlidir.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ne, “Efendim, Ğavs-ı Geylânî’den nakledilen yüzlerce keramet menkıbesi var. Sizde ise bu tip halleri göremiyoruz. Sizler de keramet gösterseniz?” diye söylediklerinde Hazreti Şah: “Evladım biz bu kadar günah yüküne rağmen yerin dibine batmayıp hâlâ bu dünyada yaşayabiliyoruz, ayakta durabiliyoruz. Bundan büyük keramet mi olur!” buyururlar.

Hâcegân’ın keramete bakışı bu şekildedir. Sâliklerin ulaşmayı hedefledikleri de aklın ve ilmin ikramatı olmalıdır.

Tasavvufun Amacı; Hz. Ebûbekir Olmak

Her müessesenin olduğu gibi tasavvufun da bir amacı, müntesiplerini vasıl etmeyi arzuladıkları bir hedef vardır. Hâcegân’ın hedefi ise sâliklerini Hz. Ebûbekir’leştirmektir.

Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular ki: “Efendimiz’in bir Ebûbekir’i vardı. Ondan o kadar memnundu ki onu sürekli ümmetine örnek gösterirdi. Onun için “Güneş, ümmetimden, Ebûbekir’den (ra) daha üstün bir kimsenin üzerine doğmadı.” buyurdu. Onun için: “Ebu Bekir’in imanı, bütün mü’minlerin imanı ile tartılsa, Ebu Bekir’in imanı ağır gelir.” buyurdu. Yine onun için: “Allah Ebûbekir’in bütün kusurlarını affetsin, zira o kızını Bana verdi, hicrette Bana arkadaş ve yardımcı oldu, Bilal-i Habeşi’yi Benim için satın alıp azat etti…” buyurdu. Bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Bu hadis-i şerifler bize Efendimiz’in Hz. Ebûbekir’den ne kadar razı, memnun ve hoşnut olduğunu gösteriyor. Bizim de amacımız “Efendimiz’i memnun etmek için” bir Ebûbekir olmaktır. Çıtayı buraya koymalıyız. O’nun (sav) iftihar edeceği, meleklere, geçmiş peygamberlere/ümmetlere karşı övüneceği bir kul olmalıyız.

İşte tasavvufun insanı ulaştırmak istediği hedef budur. Kulları bir Muhammedcik haline getirmektir.

Ehl-i tasavvufun halleri, yaşantıları da bizleri hep bu düşünceye yönlendirmiştir. Hz. Rabiatu’l-Adeviyye (rh.a) sûfi bir şahsiyetti. Kendisi elinden geldiği kadar zamanını Rabbi’ne ibadetle, taatle geçirmeye çalışırdı. İnsanlar ister geceleyin, ister gündüzün kendisini ziyaret ettiklerinde onu seccadesinin üstünde, rahlesinin başında görürlerdi.

Bu halde aşırıya gittiğini, kendisine zulmetmemesi gerektiğini söyleyen kişilere: “Efendimiz (sav) kıyamet günü ümmetinin çokluğuyla –bu çokluk sayısal anlamı haiz olduğu gibi asliyette kemâlat mânâsınadır- iftihar edeceğim buyurmuştur. Ben bu kulluğumla O’nun (sav) fahırlanmasını, yüzünün gülmesini, sevinmesini amaçlıyorum. Sonuçta O gülecek, memnun olacaksa bu yaptıklarımız bizi yorsa da önemli değil.” buyurmuştur.

Şu sözleri çokça duyarız: “Canım onlar da senin benim gibi insan. Niye biz onların yanına gidelim, onlara hürmet edelim!”  Bu lakırdıları Abdulkadir Geylânî, Ahmed er-Rıfâî gibi zatlar için söyleyen hatta Efendimiz için bile bu tip laflar eden cahiller piyasada mevcut. Buna mukabil biz de diyoruz ki; kavak da ceviz de bir ağaç. Canlı penceresinden baktığımızda ikisi de ağaç. Ama akl-ı selim sahibi hiçbir kimse meyvelendiği, faydalandığı bir varlıkla yarardan çok zararı olan bir nesneyi müsavi görmez.

Salihler bizler için “Allah’ın seçtiği” ve “âlemler üzerine mümtaz kıldığı” insanlardır. Onlara yaptığımız hizmet ile biz Allah’a yakınlık kesbedebiliriz. Bakınız Hz. Ebûbekir efendimiz (ra) Müslüman olmadan önce de içki içmeyen, zina etmeyen, seciyesi kâmil bir şahsiyetti. Ama onu “İkinin İkincisi” kılan yönü Efendimiz’e duyduğu muhabbet ve O’na olan hizmetiydi. Bu hizmet olmasaydı o Ebûbekir b. Ebû Kuhafe olacaktı. Ama bu sadakat onu Hz. Ebûbekir-i Sıddık yaparak arkadaşlarının “göğsünde bir kıl olmayı” istedikleri biri haline getirdi…

Yazımızı Âl-i İmrân Sûresi’nin 32 ve 33. ayeti kerimelerinin meali ile bitiriyoruz. Rabbim Kendi kastı üzere anlayabilmeyi cümlemize nasip etsin.

“De ki: Allah’a ve o peygambere itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah da o kâfirleri sevmez.’

Gerçekten Allah, Âdem’i, Nuh'u, İbrahim soyunu ve İmran soyunu âlemler üzerine seçkin kıldı.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort