Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 12 Haziran 2012 19:52

BİR KÂMİL MÜRŞİDE VARMASAN OLMAZ

Niceler gittiler mürşid arayı,

Arayanlar buldu derde devayı,

Bin kez okur isen aktan karayı,

Bir kâmil mürşide varmasan olmaz.

Yunus Emre

Bütün kötülüklerin anası insanın kendi nefsinden razı olmasıdır. Nefsinden razı olan insan hak ve hakikat peşinde koşamaz. Yitiği olan hikmeti aramanın taliplisi olamaz.

Hz. Ömer (ra) gibi hiç kendini yokladın mı? O, birçok kez ashabı kiramdan Peygamber Efendimiz’in (sav) sır kâtibi Hz. Huzeyfe’ye (ra) sormuştu; “Ben münafıklar listesinde var mıyım?” Hz. Ömer’i korkutan, bizi neden kor-kutmuyor? Onu arayışa götüren, ona muhasebe yaptıran duygu bizim kalplerimizi neden hareketlendirip bir arayışa yönlendirmiyor?

Bugünün Müslümanlarının en büyük gafletlerinden birisi kendini irşad etme düşüncesidir. Batının akılcı yaklaşımlarının etkisinde kalan bazı Müslümanlar, aklı ön plana çıkarıp akılla yol almaya çalışmışlardır. Akıllarıyla doğruyu, yanlışı tesbit etmeye kalkmışlardır.

Cafer-i Sadık (ra), İmamı Azam’a  (ra) aklı tarif ederken; “İki iyiden hangisinin daha iyi olduğunu tesbit eder.” buyurur. Akıl iyiyi, doğruyu belirleyemez. İyiyi, doğruyu, yanlışı Rabbimiz (cc) belirler.

Peygamber Efendimiz (sav) takvayı tarif ederken kalbi göstererek  “Et-takva hâhuna!-Takva bunun içindedir.” buyuruyor. İman, ihsan, ihlâs, takva ve muhabbet hep kalbin amelleridir. Kalbi selim olmayan bir Müslüman bunlara nasıl ulaşacak?

Tasavvuf; kalp eğitimi, kalbi selimleştirmenin yolu... Tarikat; gönül yolu... Kalp mektebi...  Mürşidi kâmil; kalp (gönül) doktoru... Gönül muallimi...

Ekmek için fırına gitmek, ilim öğrenmek için âlime, kitaba başvurmak nasıl çok doğalsa... Terbiye görmek (irşad olmak) için bir mürşide gitmek de onlar kadar tabii ve doğal bir hadisedir. Unutma ki, kalp eğitimini ancak bir mürşidi kâmille gerçekleştirebilirsin. Kalbini midenden sonraya erteleme... Yunus gibi pişman olursun...

Köylü kıtlıkla karşı karşıya kalınca Yunus, öküz arabası ile düşer yollara. Kırşehir civarında Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş Veli'nin dergâhında bir bereket olduğu, ihtiyaç sahiplerine buğday hibe edildiği duyulmuştur.

Yolda: “Boş giden boş çıkar. Dolu gitmeli ki istemeye yüzümüz olsun…” diyerek dağlardan heybesine alıç toplar. Tekkeye varır, Hacı Bektaş Veli’nin huzuruna kabul edilir. Hacı Bektaş’a alıç heybesini takdim eder.

Ücra bir Anadolu kasabasından gelip de hediye verecek inceliğini sezen ve gözlerindeki aşk pırıltısını okuyan Hacı Bektaş Veli sorar:

-Himmet mi istersin, buğday mı?...İçtenliğiyle:

-Şeyhim, köylüler beni buğday için yolladılar, buğday isterim, der. Üç kere sorar Hacı Bektaş Veli ve Yunus buğday ister... Hacı Bektaş:

-Öyleyse, doldurun delikanlının çuvallarını, der. Tekkeden ayrılır Yunus ve bir müddet ilerler. Kafası karışmıştır. Pişman olur ve geri dönerek tekrar huzura çıkar:

- Efendim, buğdayları geri alın, ben himmete talibim, der. Hacı Bektaş Veli gülümseyerek:

-Delikanlı, sizin kilidiniz bizde değil, Tapduk Emre’dedir… Gayrı gidip O’nu bul...

Yunus köyüne döner ve Tapduk Emre dergâhına gider hemen. Tam kırk yıl sürecek manevi eğitim böylece başlar...

Taptuk'un yapısında, kul olduk kapısında,

Yunus miskin, çiğ idi, piştik elhamdülillah

Mevlana da öyle demişti: “Hamdım, piştim, yandım...” Yunus Emre’yi, Mevlana’yı pişiren şey bir mürşidi kamile intisab etmeleri, ona aşkla, teslimiyetle bağlanmalarıydı. Yunus’u, Mevlana’yı bugünlerde dilimizden hiç düşürmüyoruz. Mevlana deyince aklımıza hep semazenler geliyor. Oysa Mevlana’yı Mevlana yapan bir Allah dostu olan Şems’e olan intisabı, muhabbeti ve sonrasında yaşadıklarıydı.

Âlim olan Mevlana’yı Şems’e götüren muhabbet ve ona bende kılan ihtiyaç, bugün birileri tarafından kasıtlı olarak anlaşılamaz olmuştur. Uludağ İlahiyat Fakültesi’nde görevli bir öğretim görevlisi İmamı Âzam’ı derste anlatır. Onun ilminden, âlimliğinden, yaşantısından övgüyle bahseder. İmamı Âzam’ın; “Son iki yılım olmasa helak olurdum.” buyurmasına rağmen bu hoca: “İmamı Âzam son yıllarında tasavvufa yönelmiştir. Bunu anlamakta zorluk çekiyoruz. İmamı Âzam bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır...” demiştir. Aslında insan kendi kalbine yönelse bir mürşide ihtiyacının farkına varacaktır…

Aşkta nasibi olmayan ne bahtsız insandır. Onlar İmamı Azam’ı, İmamı Gazali’yi anlayamazlar... Onlar günümüze göre bir rektörken, bu durumundan vaz geçip bir dergâha hizmet eden Hz. Mevlana Halid Bağdâdî’yi anlayamazlar... Akşemseddin’i anlayamazlar. Hacı Bayram Veli onu kabul etsin diye köpeklerin yalından yemişti. Mürşidi beğenmeyen nefsini böyle hakir görüyordu. Daha sonra Hacı Bayram Veli’nin (ks) muhabbetiyle yetişen Akşemseddin, İstanbul’u fetheden Sultan Fatih’i yetiştirecekti.

Alaaddin Attar Hazretleri’ni de anlayamazlar. Zenginliğini, şöhretini bırakıp Şahı Nakşibend Hazretleri’ne (ks) intisab etmişti... Gelip geçici zenginlikler peşinde koşan insan asıl zenginliğin, kalıcı zenginliğin değerini anlayamaz. Uhud dağı kadar altını da olsa yine ister.

Dünyalık peşindeysen Musab bin Umeyr’i (ra) de anlayamazsın. Mekke’nin en zenginlerinden yakışıklı bir delikanlıyken, genç yaşında her şeyi terk ederek, gelip Peygamber Efendimiz’e (sav) bey’at etti ve Peygamberimiz’in en güzide sahabelerinden oldu.

Selmani Farisi’yi (ra) İran’da bir prensken kölelikle geçen bir ömürden sonra Peygamber Efendimiz’e (sav) getiren şey hidayet aşkıydı. Ebu Talib’e, Ebu Leheb’e, Ebu Cehil’e nasib olmayan hidayet nuru, uzaklardan gelen Hz. Selman’a (ra) nasib olmuştur. Bir insanın içinde hidayet kıvılcımı parıldarsa, o insan kandilini bulur. Kandil, Peygamber Efendimiz (sav) ve O’nun kâmil varisleridir. Ashabın Peygamber Efendimiz’de (sav) bulduğu nuru, imanı, ihlâsı, ihsanı, takvayı, verayı sen de O’nun (sav) kâmil varislerinde bulabilirsin… “Sadıklarla beraber olun.” Emri şerifince onlarla olduğun her an ilâhi nimetlere nail olursun… Onlarsız bir hayattan korkarsın… Onlarsız bir dünya kapkaranlıktır… Karanlık bir dünyada yolunu bulamazsın…

Karanlıktan kork kardeşim... Nefsinin, şeytanın sana vadettiği karanlıktan kork... Nura doğru koş... “Fefirru İlallah (Allah’a (cc) koş)!” Sen hidayete koşarsan Rabbin sana yollarını açacaktır. Karanlık bir dünyada mürşidi kâmiller sıratı müstakim üzere apaydınlık bir yoldur bütün insanlığa… Tarikat Allah’a (cc) giden yol demektir... Bu yol seyri ilallahtır... Bu yol nerden gelip nereye gittiğini bilme yoludur. Niyazi Mısrî (ks) Hazretleri bu hakikati şöyle ifade etmiş:

Kanden gelir yolun senin,

Ya kande varır menzilin?

Nerden gelip gittiğini,

Bilmeyenler hayvan imiş...

Senin yolculuğun nereye gidiyor? Şeytan ve nefsin yoluna uyarsan bil ki, gönlünü çöplüğe çevirirsin. Rabbinin ve O’nun sevdiklerinin yoluna uyarsan gönlün cennet bahçelerinden bir bahçe olur...

“Bana yönelenlerin yoluna uy!” (Lokman/15)

“İşte onlar Allah’ın kurtuluş yoluna ilettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy!” (Enam/90)

“Kim Allah'a ve Peygamber'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendilerine nîmet sunduğu Peygamberler, Sıddîkler, Şehîdler ve Sâlihlerle beraberdirler. Bunlar ise ne güzel arkadaşlardır.” (Nisa/69)

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); “Hz. Ömer’in (ra) amelini yapan Ömerleşir.” buyururlar. Senin bey’atın da teslimiyetin de Ömer gibi olsun ki yoluna şeytanlar çıkamasın... Musab bin Umeyr ol... Selmanı Farisi ol... Hz. Ebubekir (ra) gibi bey’at edersen, senin de gönlüne akıtılır her şey... Ashab ümmetin yıldızlarıydı... Onlar bey’at için Peygamber Efendimiz’in (sav) elini tuttuklarında, onların elinin üzerinde olan Allah’ın (cc) eli, sen de bey’at edersen senin elinin üzerinde de olur...

“Herhalde sana bey'at edenler ancak Allah'a bey'at etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih /10)

Bey’at bir kulluk sözleşmesidir... Bu kulluk sözleşmesine Rabbimizi, Peygamber Efendimiz’i ve bütün melekleri şahit tutarsın... Yaptığın bey’atla bütün günahlarına tevbe edersin... Tevbeyle, istiğfarınla tertemiz olursun. Sonra Kur’an’ı ve sünneti hayatının yegâne kıblesi olarak kabul edersin.

Bâyezid-i Bistami Hazretleri, ayak izlerini takip eden bir müridine, “Evladım, bizim ahlakımızla ahlaklanmadıkça derimi yüzüp içine girsen olmaz.” buyurmuşlar. Sen de bey’at edersen bizim için “Üsve-i Hasene” (En güzel örnek) olan Peygamber Efendimiz’in (sav) ahlakını, O’nun varisi olan mürşidi kâmillerde görürsün ve onlara benzemeye çalışırsın...

Bir mümin olarak “Emri bi’l-maruf ve neh-yi ani’l-münker”i unutmazsın... Hayat senin için iman ve cihad olup düsturlaşır adeta... Ehli beyte, ashabı kirama ve saâdâtı kirama gönülden bağlı olursun... Allah (cc) dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilirsin... Allah için sever, Allah için buğzedersin... Eğer bir mürşidi kâmile intisab edersen hayatın, ölümün hep Allah (cc) için olur.

“Deki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (Enam/162)

Rabbim! Gönlümüzü kendine ve sevdiklerine rabteyle. Arzumuz Sana kul olmaktır. Kulluğumuzu daim eyle. Verdiğin nimetlere şükretmeyi bizlere nasib eyle. Rabbim! Sevdiklerini bize sevdir, sevdiklerine de bizi sevdir… Âmin…

Bu yol sıddıklar yolu,

Sonsuz feyizle dolu,

Bilsen ya nasıl ulu,

Hâcegân uluları.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDAN ALINMIŞTIR

Salı, 12 Haziran 2012 19:45

BİR KEZ ALLAH DESE AŞK İLE LİSAN

Aşk ile gel şimdi Allâh diyelim          
Dert ile göz yaş ile ah edelim  
Süleyman Çelebi  
(Vesîletu’n-Necat)

Tesbihlerimiz bir dost olmalı bize… En yakın arkadaşımız olmalı. Sevgimizi ona anlatmalıyız,  dertlerimizi onunla paylaşmalıyız. Sevincimiz, hüznümüz tesbih tanelerinde, “Allah” lafzında kaybolup gitmeli… O’nunla (cc) olmak, O’nu(cc) zikretmek, O’nun (cc) huzurunda olmak, huzuruna kabul edilmek… Bunlar en büyük sevincimiz olmalı…

“Az da olsa ibadetin devamlı olanı makbuldür.”

buyurmuş Peygamber Efendimiz (sav).

“Size, kılıçlarınız kırılıncaya kadar Allah(cc) yolunda cihad etmekten daha üstün bir amel söyleyeyim mi?” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Sahabi Efendilerimiz:


-Nedir o Ya Resûlullah? derler. Peygamber Efendimiz (sav):

-Allah’ı zikretmektir, buyuruyor.

Namaz bir zikirdir… Vaktinde ve adedince kılınır. Kur’an okumak zikirdir… Okundukça gönüller huzur bulur. Bütün ibadetleri zikirdir mümin için…


Hac’da Cenabı Hakk’ın emr-i şerifini yerine getirirken hacılar, O’nun (cc) davetine “Lebbeyk. Allahümme Lebbeyk. Lebbeyk la şerîke leke lebbeyk.” zikriyle eşlik ederler. Her yön değiştirmede bu zikre devam ederler. Her yönelişte O’na (cc) giderler. Hacılar bu ibadete, bu davete gönülleriyle ve zikirleriyle coşkulu bir şekilde katılırlar.


Peygamber Efendimiz (sav) de gün içerisinde yapılan işlerin öncesinde ve sonrasında zikir (dua) söyler, bunu bize de talim buyururlar.


Müslüman her halinde zikrini unutmamalıdır. Zikir her halini kaplamalıdır onun. Ahlâkı, ameli, fikri, duyguları, hisleri zikirle güzelleşmelidir Müslümanların. Zikirle yaşamak, Allah’la (cc) yaşamaktır…


Zikir sevgilinin tecellisinin karşısında şevke gelerek sayıklamaktır. Bu zikir müminin gönlünde coşku oluşturur. Aşkının terennümü olur dilinde. Kalbinin ameli muhabbettir, sevgidir; sevildiğini bilmektir. Zikir bu sevginin şükrüdür bizim için….


Zikir kalbin amelidir. Dilde söylenen lâfızdan ziyade kalpte uyandırdığı duygu ve düşünceler önemlidir. İhlâsla ve samimiyetle yapılırsa gönüldeki yansıması da değişiyor. Anlayış değişince zikrin keyfiyeti de değişiyor.

Hâcegân Yolu’nun on bir esasından birisi de Vukûfi Adedî: Zikir sayısına dikkat ve riayet işi… Zikri mücerret sayı saymaktan çıkarıp zikrin keyfiyetinde derinleşme işi…


Nakşibendîlikte ezkâr beş bin lafzı celalle başlar. Bu sayı yüz bir bine kadar devam eder. Sonra tekrar üç bin kelimei tevhid söylenmeye başlanır. Sayı azalsa da zikir çoğalmıştır. Zikri çoğaltan şey anlayıştır. Anlayışla, idrakle yapılan zikrin kalitesi de artmaya başlıyor.


Sayılar birer adımdır. Adım adım ruhani yükseliştir.


Zikir bir eğitimdir Hâcegân okulunda… Gönlü vuslata hazırlar… Zikreden öyle bir dem yaşar ki orada her şeyin Allah’ı(cc) zikrettiğini görür. Yerde ve semada olanların zikrine o da katılır. Paslanan kulağı, kirlenen kalbi arınır, Hakk’ın da kendisini zikrettiğini işitmeye ve hissetmeye başlar.


Zikir müminin gönlüne inşirah verir, onu olgunlaştırır. Zikredip de kendinde bir değişim olmadığını düşünen ya ihlâsla zikretmiyor ya da onun bir şeylerde eksiği var demektir.

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen    
Her murada erişir Allâh diyen         
Süleyman Çelebi  (Vesîletu’n-Necat)


Zikir bir hastane olur Hâcegân yolunda… Hâcegân Yolu’nun gönül doktorları (mürşidi kâmiller) Müslümanın kalbî hastalıklarını teşhis eder. Ve hastalıklarını tedavi edecek reçeteyi ona verirler. İnsan zahir doktorlardan daha fazla gönül doktorlarına ihtiyaç hissetmelidir…  

Zikret Hakk’ı her zaman
Gafil olma sen bir an
Kılarlar derde derman
Hâcegân uluları
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)


“Kalbi zikirden mahrum bırakmak onu öldürür.” buyuruyor Hâce Hazretleri (kuddise sırruh).
Zikir bir eczane olur… İnsanı kibirden, şehvetten, şirkten, riyadan arındıran ilaç gibi olur zikir… Kalbi temizler ve hastalıklardan iyileştirir. Bu ilaçları (zikirleri) zamanında ve adedince kullanırsak, bu zikirler kalbimizi kuvvetlendirir.

Zikrin tesiri insanda görünmeye başlar… Hayatında, anlayışında, amelinde, duygusunda değişimler olur. Zikri önceleyen, zikri seven Müslüman zikretmek için tenha yerler arar. Zikir, sevgiliyle dertleşme ve konuşma olur onun için…

Sevgisiz, ihlâssız yapılan zikrin sayısı yük olur insana… Bir zaman sonra sıkıntı başlar, darlık gelir. Sayıyı bitirmektir hedefi. Sayı bitirmekle zikrin bittiğini sanır.

Hâce Hazretleri tesbihteki taneleri bir inciye benzetirler. Zikir esnasında inci misali o taneleri özenle tutmayı tavsiye ederler. Zikir bu dünyadaki her şeyden daha değerlidir…

Yüce Mevlâ’mız (cc) Hz. İbrahim’i (as) imtihan için Cebrail’i (as) gönderir. Cebrail (as) bir insan kılığında gelir. Hz. İbrahim’den bir koyun ister. O da koyunu verir. Karşılığında Allah’ın (cc) adının anılmasını ister.

Cebrail (as) melekliğin de getirdiği ihlâsla öyle bir “Lailahe illallah” der ki Hz. İbrahim (as) kendini kaybeder. Ben şimdiye kadar böyle zikir işitmedim, bir daha söylersen sürünün yarısını veririm, der. Cebrail (as) tekrar “Lailahe illallah” der. Eğer bir daha söylersen bütün sürümü ve kendimi sana bağışlarım, der Hz. İbrahim (as). Cebrail (as) bir kere daha “Lailahe illallah” der. Hz. İbrahim (as) şevkle, aşkla kendinden geçmiştir… Sürüm ve ben artık sizin hizmetinizdeyiz, buyurur Hz. İbrahim(as).

Cebrail (as): “Ben Cebrail’im (as). Seni imtihan için geldim. Sürün sana hayırlı olsun.” buyurur. Hz. İbrahim (as): “Allah (cc) adına verdiğim bir şeyi geri alamam.” buyurarak bütün sürüyü dağıtır.

Bir kez Allâh dese aşk ile lisan     
Dökülür cümle günah misli hazan
Süleyman Çelebi  (Vesîletu’n-Necat
)

Şair bir kez aşk ile Allah (cc) demek istemiş. Bizler binlerce kez aşk ile Allah demek istiyoruz. Bunu bize nasip eyle Ya Rabbi. Tesbihlerle dost eyle bizi. “Lailahe illallah Muhammedu’r-Resûlullah” sözünü anlayıp, yaşayıp aşka dönüştürenlerden eyle. “Lailahe illallah” sözü uğruna feda olmayı bizlere nasip eyle…
Zikir bizim nimetimiz… Seni zikretmeyi bize nasib ettiğin için sonsuz teşekkür ederiz…
Bizi Sen'den ve sevdiklerinden ayırma… Sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir.

Tesbih döner elimde
Zikri Hûda dilimde
Vuslat mey’in içenler
Bayram eder yâr ile
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Cumartesi, 02 Haziran 2012 19:19

HAKK’IN KAPISINA MAHVİYETLE GİDİLİR

Maksuduna erdirir
Matlubunu bildirir
Gönlün Hakk’a döndürür
Hâcegân uluları
Hâce Hazreleri (kuddise sırruh)


Hâcegân tekkelerinin mihrabında “İlahi, Ente maksudi ve rıdake matlubi” yazar. Maksadım Sensin ve isteğim Senin rızandır. Bu düstur, bu hedef sohbetle, zikirle, nazarla, himmetle Hâcegân dervişlerinin gönlüne nakış nakış yazılır…

Birçok müslümanın maddi ve manevi menfaat peşinde koştuğu bu zamanda Hâcegân yolunda Allah (cc) rızasını baş tacı yapmış dervişler görürsün…  Onların maksudu Allah, istekleri rızaya ulaşmaktır.


Mevlana Küçük Hüseyin Efendi’ye (ks) olan ilgiyi kıskanan devrinin büyük alimlerinden bir zat gelir. Nereye kadar okudunuz, diye sorar. Mübarek, maksuda kadar okuduk, buyururlar… Maksud medrese derslerinde üçüncü derstir. Emsile, bina, maksud… O zat da çok az okumuşsunuz diyerek çekip gider. O zat kendince havalardadır. Mevlana Hazretleri’nin maksudu başkadır. Bu “İlahi Ente maksudi ve rıdake matlubi”dir.


Hasan Şazeli Hazreleri (ks) alim bir zattır. Üstünde süslü bir cübbesi vardır. Abdüsselam ibni Meşiş Hazretleri’nin (ks) bulunduğu dağa gidip o büyük zatı ziyaret etmek ister. Yolda karşılaştığı bir geyik ona konuşur. Sen O’nun yanına böyle süslü elbiselerle çıkma. Elbiselerini çıkarıp mahviyetle, perişanlıkla huzuruna var ki seni sahiplenip kabul etsin.


“Kafiri getirin, kibirliyi getirmeyin.”buyurmuş büyüklerimiz. Bugün servet, makam, iktidar kibir olmuş insanda…


Evliyaullah Hakk’ın kapısıdır… Bu kapıya varlıkla, kibirle gidilmez… Yoklukla, mahviyetle, edeple gidilir…
Mürşid kapısına ihtiyacınla gel, tevbenle gel, istiğfarınla gel… Zenginliğinle, servetinle, makamınla gelme. Hasan Şazeli Hazretleri’nin (ks) elbiselerinden soyunduğu gibi sen de bütün günahlarından, varlığından soyun. Bir mürşidi kamile gönülden samimiyetle bağlanırsan seni maksuduna erdirir.

Tasavvuf ikili ilişkidir… Bir mürşidi kamile beyat ettiğinde bu ilişki başlar.


Hâcegân yoluna beyatin ilk sözü “Estağfirullah, Estağfirullah, Estağfirullah El Azim…”dir.


Bu duayı, bu zikri diline ve gönlüne alıştır. Bu zikirle gönlün hüzünlensin. Katılaşmış, taşlaşmış kalbin yumuşasın… İşlediğin günahlarla kararttığın kalbini istiğfarla temizlemelisin…


Estağfirullah insanın Rabbine dönmesidir. Affedilmesi için Rabbine yalvarmasıdır. İstiğfar yoksa dilinde ve gönlünde, günde yetmiş kez istiğfar eden Peygamber’imizi (sav) düşün. O tertemizken “Estağfirullah” diyor. Bu gafletimizle, günahımızla halimizi düşünelim… Rabbimizden başka sığınacak kapımız yok. Rabbimizden daha müşfik daha rahmetli kimse olamaz bize. Rabbimize dönelim… Bir adım gelsen on adım gelir sana… Yürüsen koşar Rabbin sana… Korkma… Rabbin seni şeytanın ve zalim nefsinin elinde bırakmaz. İstiğfar Rabbinin kapılarını açarken sana, istiğfarsızlık seni Rabbinden uzaklaştırır.

Bişri Hafi, Rabiatül Adeviyye misali tevbe et ey Müslüman… Sen gönülden istiğfar edersen Rabbin seni tertemiz yapar.


Sen Nasuh misali bir daha dönmemek üzere tevbe et. Ashab da tevbe etmişti. Mescide gelip affedilmek için kendilerini hurma direklerine bağlayıp aç susuz orada beklemişlerdi.

“Biz hangi peygamberi gönderdikse, sırf Allah'ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (nisa-64)    

Tevbeyle başlayan beyatin kulluk ve teslimiyetle devam eder. Yumuşayan kalbin bu dünyadaki asli vazifesine dönebilir. Kulluk, sevgiyle yapılırsa Allah’ın (cc) hoşuna gider. Sevgisiz ibadet kuru bir ağaca benzer. Onda huşu, ihlas, ihsan meyveleri olmaz. Gülzarı Hâcegân’da kulluk sevgiyle sunulur Yüce Mevla’ya. “Yolumuz muhabbet ve aşk yoludur.”buyuruyor Hâce Hazretleri (kuddise sırruh).


Hâcegan tekkesinde sünnete ve Kuran’a aşık gençler yetişir. Bırakın sünneti reddetmeyi, basit görmeyi, bir insan sünnete bakışında edeb hatası yapsa alim olsa ona değer verilmez. Hâcegân dergahının hayat kıstası Sünneti Rasulullah’tır.

Bu mektepte sadece “emsile, bina” okutulmaz... Hâcegân mektebinde iman, ihlas, samimiyet, takva, muhabbet... dersleri okutulup öğretilir. Bu eğitimi ancak ehil olan bir mürşidi kamilden alabilirsin. Kitabi bilgilerle tasavvufun tadı alınmaz. İrşad ancak yaşanarak elde edilen bir güzelliktir. Çayın tadını, elmanın tadını kitaplarda arama. Çayı içerek, elmayı yiyerek tadlandığın gibi tasavvufu da yaşayarak öğren.

Abdülkadir Geylaniler(ks), Şahı Nakşibendler(ks) ve daha nice evliyalar duymuşsun, okumuşsun belki. Okumayla irşadın tadını alamazsın. Ancak bir insanı kamile bağlanıp onu kendine mürşid kabul edersen eğitimin başlar. Sohbetle, zikirle, nazarla, himmetle ve muhabbetle yetiştirilirsin.

Gel el al, tevbe al kurtul, cennete gir anlayışıyla tarikate davet edenler bu yolu anlamayanlardır. İşporta pazarında elmas satıyorlar, haberleri yok. Bir mürşidi kamili tanıyıp O’nun müridi olmak, O’nun arkadaşı, dostu, ihvanı olmak çok değerli bir hazinedir. Bu dünyanın en değerli hazinesidir.

İnsana gösterilen ufuk cennet... Sen Hâcegân yoluna girersen Yunus Emre misali cennete değil Cenabı Hakk’ın zatına davet edilirsin. “Bana Seni gerek Seni” anlayışı “İlahi Ente maksudi” olur hayatında.

Günümüzde tasavvuf ekollerinin birçoğu folklorik kulüplere dönmüş. Aşk muhabbet konuşulur, cezbeden, kerametten dem vurulur. Dergah sanki mistik bir alemdir. Orda aşk sarhoşu olduğunu düşünenler, dergahtan çıkınca ayılıp dünyanın pisliğine dalmaktadır. Bu nasıl aşk... Bu nasıl iman, teslimiyet... Aşkın seni Kuran ve Peygamberimizle buluşturmuyorsa, hayatının, duygu ve düşüncelerinin kıstasını Kuran ve sünnet belirlemiyorsa hangi aşktan bahsedeceksin?

Kulluk mutlak itaattir, buyuruyor Hâce Hazretleri (kuddise sırruh). Teslimiyetiniz “ölü yıkayıcısının elindeki ölü” gibi olmasın, bıçağın önündeki İsmail gibi olsun. Böyle olursan sende Hz.Ali (ra.) misali Allah’ın arslanı motifi çizilir.

Müminin hayatı talim, tatbik ve tebliğden ibarettir, buyuruyor Hâce Hazretleri (kuddise sırruh). Hâcegân yolu kulluğu talim ve tatbik ettirir insanın hayatında. Bu eğitimi almış bir müslümanın yürümesi, konuşması tebliğ olur... Çünkü Mevla onun yürüyen ayağı, tutan eli, gören gözü olmuştur.

Kulluğu güzelleşen müslüman yaşadığı toplumu da güzelleştirmeye çalışır. İslamın nefesini, kokusunu yaşadığı her ortama taşımaya başlar. İmanın boyasını (sıbğatullah) büyük bir cehdle her tarafa yaymaya çalışır. Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi Hazretleri (ks) kendisini ziyarete gelen Şeyh Şamil’e, Hatmeyi terketmeseydiniz Ruslara yenilmezdiniz, buyurmuşlar. Cihadı onu kulluk vazifelerinden alıkoymaz. İbadetini, zikrini, tefekkürünü boşlamaz.

Hâcegan dervişleri Ehli Beyte, Ashabı Kirama, Saadatı Kirama gönülden bağlıdırlar. Onlar Peygamber Efendimiz’den (sav) günümüze kadar gelen bu altın silsileye rabıtayla bağlanmışlardır... Bu silsile onların imanı, aşkı olmuştur.  

“Hak dostlarını dost, düşmanlarını düşman bileceğime Allahu Teala’nın, Rasûli Kibriya’nın ve bütün meleklerin manevi huzurunda ahdederim.”sözü Hâcegân dervişinin mürşidine beyatinin son cümlesidir.

Rabbim, sözümüzü tutmayı bizlere nasib eyle... Sözünden dönen münafıklardan, fasıklardan eyleme... Sana olan kulluğumuzda hep yanımızda ol... Biz mürşidimizin elini tutarken Senin elini tutuyoruz, elimizi bırakma Allah’ım... Rabbim, sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir... Amin...                    

Senden gayrısın al benden
Ayırma ben kulun senden
Sevdir bana Seni candan
Hu diyeyim döne döne
(Seyyid Nizamoğlu)


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - ŞUBAT 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.

Pazartesi, 16 Haziran 2014 16:35

SALİH BİR AMEL OLARAK SEHAVET

Kerîm ve Cevâd olan Allah’ın adıyla…

Sehavetin Tanımı

Türkçede cömertlik olarak karşılık bulan sehavet kişinin elindekini her türlü varlığını elinde olmayanlarla paylaşması şeklinde tarif edilebilir.
Varlığımızın gayesi olan marifetullaha ulaşma vesilesi olan salih ameller Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle ancak “Salih bir kişinin yaptığı amellerdir.” Kulu salihleştiren amellerden birisi de sehavettir. Ayeti kerimede Rabbimiz: “Birinize ölüm gelip de: ‘Rabbim! Beni (ecelimi) yakın bir vakte (kadar) erteleseydin de sadaka verip sâlih kimselerden olsaydım!’ demesinden önce, sizi rızıklandırdığımız şeylerden (Allah yolunda) infak edin!” (Münafikun, 63/10) buyurarak sehavetin meyvesi olan sadakanın insanı salihlerden kılacağını haber vermiştir.

Mezkûr ayeti kerimenin başlangıcında Cenâbı Hak “    Ve enfikû – infak edin” buyurarak bir inceliğe dikkatimizi çekmiştir. İman, takva ve infak ilişkisi… Kur’ân-ı Kerim’de iman, takva ve infak sürekli birlikte zikredilmiştir.

“İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.  Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) infak ederler.” (Bakara, 2/2,3);

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infak etmedikçe, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 3/92)

“Allah’a ve Resulü’ne iman edin. Sizi hâkim kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden infak eyleyin. Sizden, inanan ve harcayanlar için büyük mükâfat vardır.” (Hadîd, 57/7)
Bu ayeti kerimeler sehavetin/cömertliğin salih bir kul olma yolundaki gerekliliğini bizlere gösterir.

Cennete girmeye sebep olacak amellere delaletini isteyenlere Efendimiz (sav): “Bol bol selâmı açıklayın, güler yüzle konuşun ve yemek yedirin.” buyurmuşlardır.

Yine Efendimiz (sav): “Ümmetimin evliyaları cennete fazla oruçlarıyla ve fazla namazlarıyla değil belki nefislerindeki cömertlik, içlerinin temizliği ve Müslümanlara nasihatleriyle girerler.” buyurmuşlardır.

Mehmed Zahid KOTKU (ks) Hazretleri Tasavvufî Ahlâk isimli eserinde: “Cömert insan hem Allah’a yakın, hem cennete yakın hem de insanlara yakındır. Aynı zamanda cehennemden de uzaktır. Bahil (cimri) ise bilakis Allahtan uzak cennetten uzak hem de insanlardan uzaktır ve cehenneme yakındır.” buyurmuşlardır. (Tasavvufî Ahlâk; c.5 s.135.)

Nakledilen bu bilgiler ışığında sehavetin insanı salihleştiren, muttaki kılan, birre ulaştıran önemli bir vesile olduğunu anlıyoruz. Cömertlik, makalemizin başında belirttiğimiz gibi Allahu Teâlâ’nın “Kerîm” ve “Cevâd” isimlerinin tezahürüdür. Sufiyye Hazeratı Cenâbı Hakk’a dua ve niyazda bulunurken “Medet Ya Sahib-i cûd u kerem” derler. Ey iyilik, ihsan ve ikramın sahibi bizlere yardım et, manasında.

Peki, Allahu Teâlâ’nın da vasıflarından olan cömertliği nasıl anlamalıyız. Cömertlik denilince aklımıza hemen maddiyat mı gelmeli.

Maldan Cömertlik
Ayeti kerimede Cenâbı Hak: “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın.” (İsrâ, 29) buyurmuştur.

Hadisi şeriflerinde de Efendimiz (sav), Sa’d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:

Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık dolayısıyla Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ziyâretime geldi. Ona:
– Yâ Resûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı? diye sordum.

Hz. Peygamber:
– “Hayır”, dedi.
– Yarısını dağıtayım mı? dedim. Yine:
– “Hayır”, dedi.
– Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Resûlallah? diye sordum.
– “Üçte birini dağıt! Hatta o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hatta yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfatını alacaksın.” buyurdu.

Kulun hayatına disipline eden İslam her alanda olduğu gibi sehavet mevzuunda da insanı başıboş bırakmamış, cömertliğin sınırlarını, ölçülerini belirlemiştir. Mal ile yapılan cömertlikte insanın kulluk vazifesi olan zekât, fitre, sail ve mahruma yapılması gereken yardım gibi ibadetleri kastetmiyoruz. Bunlar kul olarak üzerimize yazılmış bir farizadır. Bunları vermek bizi cömert kılmaz. Bunlar kulluk vazifeleridir ve mutlaka verilmesi gerekir. Sehavetten kasıt bu farz olan vermelerden üste yapılan ödemelerdir.

İnsanoğlunun aceleci olduğu ayeti kerimelerde zikredilmiştir. Bu acelecilik cömertlik hususunda onun aşırı gitmesine sebebiyet verebilir. Allahu Teâlâ kendi uğrunda harcama isteğine bir sınır belirlemiş, vasat yolun tercih edilmesini yukarıda naklettiğimiz ayeti kerime ile emir buyurmuştur. Halk arasında yaygın olan “Eve lazım olan camiye haramdır” sözü bu ayeti kerimenin, hadisi şerifin tefsiri hükmündedir. Eğer Allah yolunda harcayacağız kendi ailemizi, çoluk çocuğumuzu ihmal ediyorsak –istisnalar kaideyi bozmaz- bu tip bir cömertlikten riya kokusu gelebilir. Çünkü eğer biz verdiğimizde Allah için veriyorsak muhatabımızın kim olduğu bizim için önemli olmamalı. Sûfiler verirken de Allah’a verirler, alırken de Allah’tan alırlar. Bu yüzden vermenin bir sınırı olmalı. Cömert olacağım diye insanlara el açacak duruma düşmemeliyiz.

Zamandan Cömertlik
Sehaveti sadece mal ile yapılan bir fazilet olarak düşünmemeliyiz. Cenâbı Hakk’ın Hz. İbrahim’e oğlu Hz. İsmail’i kurban ettirmesinin sebebi onun “en sevdiğini” kendisi yanında “en değerli olanı” Allah yolunda harcamasını istemesidir. Yine Efendimiz’in Hz. Ömer’e hitaben buyurduğu “En çok sevdiğinden daha çok beni sevmedikçe iman etmiş sayılmazsın.” ifadesi içimizde Hakk’ın önüne geçirdiğimiz her ne varsa onu feda etmek şeklinde anlaşılmalıdır.

Şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır, Allahu Teâlâ’nın bizim yapıp ettiğimiz hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Ne bizim namazımız, orucumuz, haccımız ne de cömertlik, … , gibi övülmüş hallerin hiçbirisi Cenâbı Hakkın bir şeyini artırmaz veya noksanlığı O’nun bir şeyini eksiltir. Allah’ın bunların hiçbirine ihtiyacı yoktur. Bunlar bizi Hakka yaklaştıran vesilelerdir. Allah’ın bunları istemesinin sebebi içimizde kendisinden başka her neye meylimiz varsa onu kırmak ve asıl meyledilmesi gereken varlığın Cenâbı Hak olduğunu anlamak. Oğlunu kurban etmesini istemekle Allahu tealanın kastı Hz. İbrahim’in gönlündeki sevgiyi, meyli kırmaktı. Bakın çok ilginçtir Hz. Musa’ya iman edenler türlü türlü imtihanlardan geçmişlerdir. Geçilen her imtihanda ümmetin bir kısmı Hz. Musa’yı yarıda bırakmış, kâfirler safına karışmıştır. En son 40 yıl çölde kalmaları emredilen kişiler her hal ve karda Hz. Musa’yı bırakmayan insanlardır. Onlar hiçbir imtihanda Peygamberlerini terk etmemiş, ona ihanet etmemişlerdir. Fakat bu sadakate rağmen 40 yıl çölde kalmaya mahkûm edilmelerinin sebebi içlerinde Hz. Musayı terk eden insanlara ve Hz. Musa’yı terk ettiren duyguların kendilerinden tamamen silinmesi içindir.

Pazartesi, 16 Haziran 2014 14:11

DİNİMİZİN GEREĞİ VERADIR

Mekke-i Mükerreme’nin büyük alim ve velilerinden Vuheyb bin Verd (v.153/770) buyurmuştur ki: “(İç dünyanı) bina etmek istediğinde onu üç temel üzerine inşa et:
Zühd
Vera
Niyet
Bunlar olmaksızın inşa edecek olursan bina yıkılır.”1
Gülzâr-ı Hâcegân olarak dergimizde üstadımızın rehberliğiyle “nas”ı “insan”laştırmaya, “insan”ı “Hazreti insan” kılmaya giden yolun temel yapı taşlarını işlemeye çalışıyoruz. Huzur, ahlâk zühd, takva… hallerinden sonra verayı paylaşacağız.

Bu bahsedilen haller lâ teşbih, insan adı verilen yapının temelinde olması gereken malzemeler. Bir bina inşa etmenin en zor ve en zahmetli bölümü başlangıcı olan temel kısmıdır. Temelin kuvveti ölçüsünde binamız sağlam; aynı şekilde aleladeliği nisbetinde de zayıf ve yıkılmasını bekleyen bir yapı olacaktır.

İnsan için va’z edilen bir din olan İslâmiyet’in inşası da aynı şekilde olmuştur. Mekke döneminde yapılan –gizli değil- özel tebliğle İslam binasının temeli mesabesinde olan “insan”lar yetiştirilmiştir. Hz. Ebubekir’ler, Ali’ler, Ömer’ler, Osman’lar, Bilal’ler, Sa’d’lar… hep bu dönemde irşad edilmiş ve çok sağlam bir şekilde kurulan İslâm binasının lâ teşbih sütunları olmuşlardır. Bu kişiler Mürşid-i Âzam olan Efendimiz’in (sav) tasarrufu altında kemale geldikten sonra ihtiyaç hissedilen her alanda kendilerini Efendimiz’in hizmetine sunmuş ve tevdi edilen vazifeyi bihakkın yerine getirmişlerdir. İslâm binası bu kişiler üzerine kurulmuş ve onların bu dirayeti sebebiyle günümüze değin çok sağlam bir şekilde gelmiştir.

Özellikle ehli ilim olduklarını zanneden insanlar tarafından tasavvufun bid’at olduğu çokça konuşulur. Ve bu kişiler Efendimiz’in “Her bid’at dalalettir ve her dalalet (sahibi) ateştedir.” hadisi şerifinden yola çıkarak bu bid’at ile iştigal eden ehli tasavvufun varacağı yerin cehennem olduğunu da sözlerine ilave ederler. Hatta daha da ileri gidip İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin bid’atlere karşı bu kadar mücadele verdiği halde tasavvuf gibi kurumsal bir bid’atin içinde olduğunu anlayamadıklarını söylerler.

Ama ne yazık ki bu kişiler tasavvufun Efendimiz’in (asv) ve ashabının hayatının tamamı olduğunu bir türlü anlayamıyorlar. Evet, Efendimiz bir mürşid-i kâmildi ashabı da O’nun müritleriydi. Daru’l-Erkam, Şi’b-i Ebî Tâlib, Sevr Mağarası, Mescid-i Nebevi… bir mürşidin müridlerini sevgisiyle, ilmiyle, nazarıyla, sohbetiyle terbiye ettiği tekkelerdi. Onlar yaşadıklarına sadece tasavvuf ismini verilmemişti. Yoksa tasavvuf Efendimiz’in hayatında “demonte” olarak vardı. Bu pâk nesilden sonra gelen salih insanlar ayrık/dağınık olan bu parçaları birleştirerek tasavvufu “monte” hale getirdiler. Tasavvufun günümüzdeki şekliyle sistemleştirilmesi, usullerinin/kaidelerinin belirlenmesi aynen fıkıh, tefsir, hadis… ilimleri gibi ilerleyen yüzyıllarda selefin sulehası tarafından belirlendi.

Bir müessesede nasıl ki yapılan bir yanlış bütün bir kurumu suçlama hakkını bize vermezse tasavvuf müessesesi adına hareket ettiklerini söyleyen şeytan maskaralarının bed amelleri sufilerin bütününü reddetme hakkını bize vermez. İtikadî açıdan sapık mezhepler zuhur ettiği gibi tasavvufî alanda da şer-i şerifin dışında işler yapan tarikatler ortaya çıktı. Ama mesela bir “Harici” fitnesi çıktı diye biz bütün itikadi mezhepleri yok sayamayacak ve “ehl-i sünnet” inanışının/anlayışının olmazsa olmazlığını belirteceksek aynı şekilde halini, tavrını, sözünü, yaşantısını, düşüncesinin kaynağını, ölçüsünü Allahu Teâlâ’dan ve Efendimiz’den alan kişilerin oluşturdukları tasavvufî cemaatlerin de ümmeti Muhammed’e hava gibi, su gibi elzem oldukları hakikatini göz ardı edemeyiz.

Dışını şeriatın emirlerine ittiba ile özünü ise aktarmaya çalıştığımız ahlâk-ı/ahvâl-i hamide ile süslemeye gayret eden bir cemaat elbette yaşadıkları asrı, saadetli kılacaktır. Bu insanların nihayeti “kendileri Hak’tan, Hakk’ın da kendilerinden razı olacağı” bir cemaat olacaktır.

İşte biz, bu cemaatin bireylerinin yapı taşları olan halleri, Efendimiz’in hayatında gerek halen, gerekse hem halen hem ismen yaşanan bu hakikatleri sizlere aktarmaya çalışıyoruz.

Bu ayki konumuz olan “vera” kelime olarak Kur’ân-ı Kerim’de geçmez. Fakat bu halin lafzen de belirtildiği hadisi şerifler ashab tarafından rivayet edilmiştir. Mesela Efendimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde: “Dîninizin direği vera’dır” buyurdukları rivayet edilir.

Veranın tarifi sadedinde büyüklerimizin ifadelerini “Değil haramlardan, şüphelilerden bile sakınmak” şeklinde özetleyebiliriz. Bu sakınma yasak edilmiş hususlardan değil mubah olan yeme, içme, uyuma, konuşma vb. eylemler içindir.

Resûlullah Efendimiz (sav): “Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
-Kulum, sana farz ettiğimi eda et; insanların en âbidi olursun. Sana yasak ettiklerimden sakın; insanların en verâı olursun. Sana verdiğim rızıkla kanaat et; insanların en zengini olursun.” buyurmuşlardır.

Hâcegân anlayışı sülûkunda afâkî değil enfûsî seyri esas almış bir yoldur. Bu iki seyri Hâce Hâzretleri (ksa): “Âfâkî seyir insanın kendi dışındaki işaret taşlarını takip ederek Hakk’a vusûlü; enfûsî seyir ise insanın kendi içinde kendini tanıyarak, anlayarak Hakk’a seyri” şeklinde tarif buyurmuşlardır.

Enfûsî seyirde arızanın sebep olduğu olumsuz sonuçları bertaraf etmek için direkt sorunun kaynağıyla mücadele edilir. Lâ teşbih sivrisineklerle değil, bataklıkla savaşılıp kurutulmaya çalışılır. Ve bu seyir esnasında negatif varlıklar değil aksine hep pozitif varlıklar muhatap alınır. Mesela ayeti kerimede Cenâbı Hak: “De ki Hak geldi batıl zâil oldu. Şüphesiz ki batıl zâil olmaya/kaybolmaya mahkûmdu.” buyuruyor. Bu fermanı ilahide batılın/zulmün/nefsaniyetin ortadan kalkması Hakk’ın teşrifine, tenezzülüne bağlı kılınmış. Âfakî seyirde batıllar ortadan kaldırılarak Hakk’ın gelişi hedeflenirken enfûsî seyirde Hakk’ın teşrifi ön plana çıkarılarak batılın yok oluşu gaye edinilir. Örneğin zifiri karanlık bir odada siz bu karanlığı yok etmeye ışık yakmadıkça ne kadar uğraşırsanız uğraşın muvaffak olamazsınız. İşte enfûsî seyirde kastedilen Hakk’ın celbi karanlığı yok eden o ışık gibidir. Eğer ışık olursa karanlık da olmaz. Kul hasenât üzerine yoğunlaşırsa seyyiat otomatikman kaybolacaktır.

Yukarıda naklettiğimiz hadisi şerifte de Efendimiz’in dilinden Cenâbı Hak: “Sana yasak ettiklerimden sakın; insanların en verâı olursun.” buyuruyor. Burada yasak edilenin ne olduğunu anlamak ve ondan ictinab etmek bizi maksudumuza daha çabuk ulaştıracaktır. Yasak edilenleri hemen helaller, haramlar şeklinde tasnife tabi tutup bunları yapmamaya çalışmak işimizi, yolumuzu uzatır. Peki, asıl yasak edilen şey ne o zaman?

Cenâbı Hak kullarının “Kendisini unutmasını” yasak etmiştir. İnsanın Hak’tan gafil olması en büyük günahtır. Günah kabul edilen fiillerin işlenmesi, sonuçtur, bataklığın ürettiği sivrisinek gibidir. Hatanın kaynağı/bataklığı yukarıda bahsedilen gaflettir.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) bizlere anlatmak istediği vera işte bu uyanıklık halidir. İnsanlar “Şüphesiz ki Allah sizleri murakabe eder, gözetir” ayeti kerimesini fehmederek yaşasa isteseler bile yanlış yapamazlar. Hz. Ebubekir Sıddık efendimiz (ra) Hakk’ın kendisini sürekli gördüğünü, gözetlediğini o kadar hissedermiş ki -afedersiniz- abdestini bile bozamazmış. Allah’ın yakınlığını bu denli idrak eden bir kişinin şüpheli bir fiile yaklaşması düşünülebilir mi? Böyle bir şahıs bile bile hata işler mi? İşte bu veranın özüdür. Soruna çıkış kaynağından müdahale ederek olması muhtemel en küçük bir aksaklığa, bir şüpheliye bile mahal vermemek. İşte bu ihsan halidir. Allahu Teâlâ’yı göremiyoruz ama O’nun (cc) bizi sürekli gördüğünü hissetmeye, anlamaya ve buna göre şekillenmeye, yaşamaya çalışıyoruz.

Eğer vera ehli olacağız diye az yemek yiyip daha sonra sürekli yemeklerin hayali ile yaşayacaksak biz verayı anlamamışız demektir.
Eğer vera ehli olacağız diye uykumuzu azaltıp sonra akşama kadar esneyeceksek biz verayı anlamamışız demektir.
Eğer vera ehli olacağız diye konuşmamız gereken yerde konuşmayıp dilsiz şeytan olacaksak biz verayı anlamamışız demektir.

Yemek yerken kastımız karnımızı doyurmak, güzel, leziz yemekler yemek olmamalı. Yediğimiz yemeği “Allah’ım bu nimetlerle vücudumun enerjisi yerine gelsin, Sana daha güzel ibadet edeyim kastıyla yediğimizde ne kadar yersek yiyelim veramıza bir halel gelmez.

Hâce Hazretleri (ksa) “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” ayeti kerimesini, “Yerken de, içerken de Hakk’ı unutmayın, Hak’sız (cc) yemeyin.” şeklinde tefsir buyururlar. Hakk’ı unutmadıktan sonra istediğin kadar ye istediğin kadar iç.

Uyurken ki kastımız dinlenip Hakk’a daha güzel kulluk etmek olursa uykudaki geçen zamanımız ibadet sayılır. Bu yüzden âlimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlı sayılmış.

Konuşmalarımızda mâleyâniyi terk etmek bizim için en büyük veradır. Kişinin mâleyâniyi terk etmesi dininin güzelliğindendir, buyurmuş büyüklerimiz. Sen Hakk’ı konuşmaya gayret et, konuşmanı azaltmaya değil. Ashab efendilerimiz “Gelin biraz Hakk’ı gıybet edelim” derlermiş birbirlerine. Onun bunun dedikodusunu yapmayı bırak Hakk’ın gıybetini, yap. Bu şekilde yirmi dört saat konuşsan verandan bir zerre eksilmez.

İşte bu şekilde “Hak’tan gafil olmamak” şeklinde anlaşılan vera Ebu Hureyre’nin (ra) buyurduğu üzere ehlini ahiret gününde Allahu Teâlâ ile beraber kılacaktır. Bu uyanıklıkla yapılan zerre miskal bir amel Hasan Basri’nin (rh.a) buyurduğu üzere verasız yapılan bin kat daha fazla oruç ve namazdan hayırlı olacak. Yine bu idrak ile yapılan kulluk Allahu Teâlâ’nın Hz. Musa’ya vahyettiği üzere başka hiçbir halle yaklaşamayacağı kadar kulu Hakk’a mukarreb kılar.

Vallahu’l-‘â’lem…

Cenâbı Hak hatada ısrardan cümlemizi muhafaza eylesin. Hata işleyip, nedametle tevbe ederek af dilemeyi ve Rabbimizin affı ile mükafatlandırılmayı bizlere nasip etsin.

1 İmam Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort