Gülzâr-ı Hâcegân
YALANI, ANCAK ALLAHI’IN AYETLERİNE İNANMAYANLAR UYDURUR
En son yazımızda Hâce Hazretleri’nin (ksa) Mümin bir gencin hayatında dikkat etmesi gereken iki konunun ilkinin namaz ikincisinin ise yalan olduğunu belirtmiştik. “Namaz” konusuna gerek dergimizde beş aydır devam eden sohbet dizisinde, gerek konuyla ilgili makale kaleme alan büyüklerimizin yazılarında, gerekse bu köşede değinmiş/işlemiştik. Bu ay yazımızda da mü’min bir gencin dikkat etmesi gereken hususların ikincisi olan “yalan” maddesini işlemeye çalışacağız. Yazımızı yalan nedir, insanı yalana sevk eden durumlar nelerdir, böyle bir durum karşısında Müslüman bir kul nasıl bir tavır sergilemelidir… başlıkları altında konuyu irdeleyeceğiz.
Yalan doğru olmayan, aldatmak amacıyla, bilerek gerçeğe uymayan söz söylemek, diye açıklanabilir.
Cenâbı Hak ayeti kerimede “Yalanı, ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur.” (Nahl:105) buyurmuştur. Bu ayeti kerime bize meselenin ehemmiyetini tek başına anlatmaya yeter. Çünkü ayeti kerimede Cenâbı Hak yalan söyleyenlerin Allah’ın ayetlerine inanmayanlar olduğunu buyurur.
Bir başka ayeti kerimede Cenabı Hak: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, sözü doğru söyleyin ki, Allah sizin işlerinizi iyiye götürsün ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve Resûlüne itaat ederse, muhakkak ki o en büyük kurtuluşla kurtulmuştur.” (Ahzap: 70-71) buyurmuştur. Bu ayeti kerimenin tefsirinde Fahrüddin Razi: “Cenabı Hak daha sonra bu kimselere bu iki emrine karşılık şu iki vaatte bulunmuştur: Mü’minlerin hayır ve güzel olan işlerine karşılık işlerinin iyiye götürülmesi. …Kişinin doğru söylemesine karşılık da günahlarının bağışlanması vaat edilmiştir.” buyuruyor.
Resulüllah (asm) buyuruyor ki:
“Yalancılık ve hainlik dışında mümine her şey yakışır. Çünkü hain olan bir kimse, başta Allah’ın emirlerine ihanet eder. Her türlü kötülüklere başvurarak hainliğini ortaya çıkarır. Yalan söyleyen bir kimse ise, yalancılığını hainliği üzerine adeta bir perde gibi geçiriphainliğini örtmeye, gizlemeye çalışır. Böylece sahte doğruluğu ile birçok mümini yoldan çıkarır. Bunun için yalancılık ve hainlik, kişiye, kişinin imanına yakışmaz.”
Abdullah b. Cürad (ra) şöyle anlatıyor:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Mü’min bir kimse zina eder mi?” dedim. Hz. Peygamber: “Bu bazen olur” dedi. “Ey Allah’ın Peygamberi! Mü’min bir kimse yalan söyler mi?” deyince Hz. Peygamber:
“Hayır” dedikten sonra hemen şu ayet-i celîleyi okudu: “Yalanı ancak Allah’ın ayetlerine inanmayanlar uydurur. İşte bunlar asıl yalancı olanlardır.” (Nahl, 105) bir başka rivayette de “Yalanla iman aynı kalpte bulunmaz.” buyurduğu rivayet edilmiştir.
Hz. Enes’in (ra) rivayet ettiği bir hadisi şerifte Efendmiz: “Bana altı hasletle kefil olunuz, Ben de size cennetle kefil olayım” buyurur. Ashabı kiramın o altı hasleti sual etmeleri üzerine: “Sizden birisi konuştuğu zaman yalan söylemesin...” buyurarak, ilk önce yalanı nehyetmiş, be doğruluğun önemini belirtmiştir.
Yine Hz. Ebubekir Sıddık Efendmiz’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Hz. Peygamber benim şu makamında durarak şöyle buyurdu: ‘Doğruluktan ayırmayınız. Çünkü doğruluk sevapla beranerdir. Onların ikisi cennettedir.”
Hz. Aişe de: “Hz. Peygamberin ashabına yalandan daha ağır ve zor gelen bir huy yoktu...” buyurarak ashabın meseleye bakışını bize göstermiştir.
İmam Şafi Hazretleri ise: “Yalan güven ve emniyeti, huzur ve itimadı yok eder.” buyurmuş ve Müslüman bir toplumda olmazsa olmaz özelliklerden olan güven, huzur gibi mefhumları yalanın yok ettiğini bildirmiştir.
Ayeti kerimeler, hadisi şerifler ve büyüklerimizin kelamı kibarları ışığında yalan söylemenin Allah’ı ve Efendimiz’i ne kadar rahatsız ettiğini gördük. Öncelikle şunu belirtelim ki biz hangi durumla karşılaşırsak karşılaşalım, hangi işle meşgul olursak olalım o işi yapmadan önce durup bir dakika düşünmemiz gerekir. Benim bu yaptığım işten Allah razı mı yoksa değil mi? Eğer kalbimiz, imanımız, aklımız, bilgimiz çerçevesinde meseleyi değerlendirdiğimizde gönlümüz itminan buluyorsa o işi yapalım. Biz cehenneme gideriz korkusuyla günahtan sakınmamalıyız. Allah’ı, Efendimiz’i incitiriz korkusuyla günahtan, gafletten, malayaniden uzak durmalıyız. Yoksa Hakk’ın bizden yüzünü çevirmesi anlayabilen için cehennemden çok daha şiddetli bir ateştir.
Yalan konusunda, yukarıdaki ayet ve hadisler meseleye nasıl yaklaşma(ma)mız gerektiğini bize açıklıyor. Ama gelin görün ki hayatımızın, Nasreddin Hoca’nın deyimiyle, “dibi lor” olmuş. Kavramlarımızın adeta “tuzu kokmuş”. Batıdan o kadar etkilenmişiz ki karşılığında, Allah korusun, imanımızı tehlikeye atabileceğimiz bir konuda çok gevşek olabiliyoruz...
Küçüklüğümüzden beri gerek ebeveynlerimiz tarafından gerek öğretmenlerimizden gerek medyadan duyduğumuz “pembe yalan” uydurması işte bu bozulmanın küçük bir göstergesi. Yalan gibi bir tehlikenin “pembesi”, “beyazı” veya farklı renkleri olabilir mi? İbni Abbas Hazretleri’nin buyurduğu “Israr edilirse küçük günah, tövbe edilirse büyük günah kalmaz.” sözü üzere, bugün basit gördüğümüz bir hadise karşısında söylediğimiz bir küçük (!) yalan yarın imanımızı tehlikeye atacak boyutlara varır. Dolayısıyla dinimizde yeri olmayan kavramları dilimize de bulaştırmamamız gerekir.
Meselenin bir başka cephesi ise karşılaştığımız herhangi bir durumda maslahata binaen söylediğimiz “pembe yalan”ların basit bir yalan mı –yalanın basiti olmadığını yukarıda açıklamıştık- yoksa ciddi bir yalan mı olduğu tamamen bizim nefsimizin karar verdiği bir durum. Bu insanın Allah ile olan ilişkisini, rabıtasını inkıtaya uğratacak bir haldir. İslam dini, çok affedersiniz, tuvalete bile nasıl girileceğine, çıkılacağına varıncaya kadar ölçüleri belirlemiş, hayatımızı kuşatmış bir dindir. Ve Allahu Teâlâ bu ölçüler içinde –belli durumlar müstesna bu durumlar için fıkıh kitaplarımıza başvurulabilir- yalana her ne şart altında olursa olsun yer olmadığını bildirmiştir. Dolayısıyla biz de eğer Allah’a iman etmişsek, hevamızı kendimize ilah edinmemişsek hayatımızı Hakk’ın tayin ettiği ölçüler içerisinde devam ettirmeliyiz.
İçinden çıkamayacağımızı düşündüğümüz ancak yalanla kurtulabileceğimizi zannettiğimiz durumlarda Allah ve Resulü’ne itaat ederek kurtuluşa ereriz. Yalanı hatamızı düzeltmek için, o hatanın negatif sonuçlarından kurtulmak için söyleriz. Belki zahiren o işten zarar görmeden kurtulabiliriz ama Allah’ın yanındaki güven kredimiz ne kadar kalır? Başımız sıkıştığında Allah’a ve Resûlü’ne mi yoksa Onlar’ın yasak kıldığı sebeplere mi sarılmalıyız?
Müslümanlar arasında yaygın olan şu düşünce de kanaatimizce doğru değildir. Ben doğru söyleyeyim, Allah da beni bu işten zarar görmeden kurtarsın. Hayır, eğer bir yanlışımız varsa biz yine doğruyu söyleyeceğiz ve o işten meydana gelen maddi ve manevi zarara da katlanacağız. Bizim bu işteki mükâfatımız da Allah’a itaat etmek olacak. Allah’ın emrine itaat tek başına yeterli bir mükâfattır.
Tabi ki yalan mevzusu çok daha geniş olarak ele alınması gereken bir konu. Lakin kısaca neden Efendimiz’in zina edene bile müsamaha gösterdiği halde yalan söylemeyi bir müslümana asla yakıştırmadığını incelemeye çalıştık. Buradan da niçin Hâce Hazretleri’nin (ksa) mü’min bir gencin dikkat etmesi gereken ikinci husus olarak yalanı zikrettiğini anlayabiliyoruz. Her zaman şunu ifade ediyoruz: Salih bir toplum Salih kişilerle oluşur. Salaha ermenin en önemli yolu da ahlakın güzelleşmesidir. Ahlakımız güzel olmadan ne kadar zahid, abid… olsak da istenilen, özlenen, beklenen bir İslamî toplum oluşturamayız.
Karakterimiz, toplum içindeki konumumuz hep gençlik çağımızda şekillenir. Ebeveynler olarak çocuklarımızı batı(l)ın bize aşıladığı pembelik görünümlü karanlıklarla değil Allah’ın ve Resûlü’nün ve O’nun kâmil varislerinin tarif ettiği şekilde yetiştirmeliyiz. Bizler Muhammedu’l-Emîn olan bir Peygamberin ümmetiyiz. Doğru kelimesinin yanlarında eğri kalacağı Allah Dostları bizim çevremizde. Biz kendi hayatımızı O’nların tarif ettiği şekilde yaşarken çocuklarımızı da Necip Fazıl’ın ifadesiyle “Gaye İnsan” olan Efendimiz’e benzetmeye, O’nun yolunda, O’nun ile beraber olmaya aday olarak yetiştirmeliyiz. Gençlerimiz de O “Ufuk Peygamber”in nazar ettiğinde iftihar edeceği ümmetler olmak üzere gayret etmeliler.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
MÜSLÜMANIN KİMLİĞİ, NAMAZ
Müslüman gençliğin hayatının temelini oluşturan, yaşantısını Allah’ın rızasına göre devam ettirmesini sağlayan hayat ilkelerinin birincisini ‘Müslüman gencin mürşide, irşada dolayısıyla tasavvufa olan ihtiyacı’ diye nakletmiştik. Bu yazımızda da Allah ile arasındaki irtibatı, irsalât ve ilhamatı tam olan bir insanı kâmilin halakasına giren, sohbet meclisinde bulunan gencin ikinci sırada gelen önceliğini nakletmeye çalışacağız.
Öncelikle şu noktayı vurgulamadan geçemiyoruz; Mürşidi kâmil o dur ki Allah ile olan irtibatı kesilmemiş olsun. Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular ki: “Efendimizin (sav) ahireti şereflendirmesi ile Risalet hitama ermiştir. Hatem-ul Enbiya olan Efendimiz’den sonra bir daha Resûl/Nebi gelmeyecektir. Ama irsal eden Allah’tır ve O’nun irsalâtı kıyamete kadar devam edecektir. Efendimiz’den sonra bu irsalât O’nun manevi vekilleri olan insanı kâmiller aracılığı ile devam edecektir.” Bu yüzden bey’atleştiğimiz insanın Allah ile çok sıcak ve yakın irtibatı olması gerekir. “Müslüman şüphecidir.” buyurmuş Efendimiz (asv). Bizim işittiğimiz her kelamı Kur’an, Sünnet terazisinde, ehlisünnet ve’l-cemaat ölçeğinde tartmamız gerekir. İnsanı kâmil olduğuna hüsnü kabulümüz olan bir zatın değerlendirmesini yaparken o şahsın hayatının şer’i şerife, Allah’ın ahkâmına, Resûl’ün sünnetine ve kadim İslam geleneğine harfiyen uyup uymadığına dikkat etmemiz gerekir. Hayatı, anlayışı, Resulullah’ın (sav) hayat ve anlayışıyla örtüşen bir insanı kâmille yaşamaya başladıktan sonra da kendimizi O’na tamamen teslim etmeli, O’nun gösterdiği ölçülere riayetle hayatımızı devam ettirmeliyiz…
Böyle bir kâmil insanın gösterdiği usul, çizdiği yol üzere hayatına devam eden bir gencin ikinci dikkat etmesi gereken nokta ise “Namaz”dır. Çünkü Hâce Hazretleri (ksa) öyle buyurmuşlardı ki: “Biz gençlerden şunu istiyoruz: Bir, namazlarına dikkat etsinler, düzenli olarak namazlarını kılsınlar; iki yalan söylemesinler.” Bu yüzden biz de Müslüman gencin dikkat etmesi gereken ikinci önceliğinin “namaz” olduğunu söylüyoruz. Yaklaşık on beş yıl önce bir sohbette Üstadımız namaz konusunda; “Efendimiz’in gözünün nuru olan namazı ben geçemedim. Namaz, benim geçemediğim bir ibadettir. Onun için yeri gelen her mecliste namazla ilgili konuşmak gerekir.” buyurmasını bugün gibi hatırlarız. Sırf dergimizde namazla ilgili yayınlanan sohbetlere baktığımızda konunun kendileri için olan ehemmiyetini biraz daha iyi anlayabiliriz.
Peki, niçin namaz bu kadar önemli ve geçilemeyecek bir ibadet? Bunu da yine Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde şöyle açıklamışlardı: “Namaz, çok açık ve belirgin bir kimliktir. Müslümanın kimliğini yansıtan, onu sözde Müslümanlardan ayıran en belirgin vasıftır. Bugün hayatını İslam’a düşmanlığa adamış insanlara bakın Ramazan ayında oruç tutuyorlar, Hacc’a gidiyorlar, kurban kesiyorlar. Kutlu doğum haftalarında, Şeb-i Arus törenlerinde benim diyen bir İslam âlimi kadar Müslümanlık’tan, Efendimiz’den, Kur’ân’ dan sünnetten hatta tasavvuftan konuşurken mangalda kül bırakmıyorlar. Ama bu insanlar namaz kılamıyorlar. Bunun için namaz imanla küfrü ayıran çok ince bir çizgidir. Efendimiz ‘Aranızda selamı yayın.’ buyurmuşlardır. Biz de bugün bulunduğumuz her yerde namazdan bahsetmeliyiz. Kılmayan, namaza gevşek olan insanlara sürekli sormalıyız ‘Namaz kıldın mı? Namaz geçti mi? Haydi gelin cemaatle namaz kılalım.’ Namazı sürekli gündemde tutmalıyız.” buyurmuşlardı. Buradan anlıyoruz ki namaz Müslümanın İslamlığını korumasında ve göstermesinde en önemli ibadettir.
Peki, biz namazı sadece kâfirlerden ayrılalım diye mi kılacağız? Tabi ki hayır. Namaz bizim enfusi tekâmülümüzü sağlayan “En büyük zikir”dir.
Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular: “Bugün İslam toplumuna baktığımızda Mısır yanıyor, Tunus yanıyor, Suriye, Yemen, Bahreyn yanıyor. Buralardaki Müslümanların evleri yanıyor, yıkılıyor diye üzülüyoruz. Ama Kalb Beytullah’tır, Allah’ın evidir. Kalbimiz Allah’ın evidir. Orası nasıl, orası yanmıyor mu? Allah’ın evi yanmıyor mu? Zulüm, gaflet orayı da harab etmiyor mu? Hep haraplığı dışarıda arıyoruz ama asıl yıkıklık içimizde. Bugün ‘enfus’ bize unutturulmuş. Âfâka çok yönelmişiz. Allah’ı hep Kâbe’de, Mekke’de… aramışız. Ama Allah gönülde, Allah insanda…
‘Allah zalim bir kavmi hidayet etmez.’ ayeti kerimesini hep Amerika, İsrail, İngiltere ve ülkemizdeki onların uşakları için okuyoruz. Zulmü hep dışarıda arıyoruz. Ama zulüm bizim içimizde. Zulüm Allah ile barışık olmamak, muhalefette olmaktır. İçimizdeki dünyevileşme zulüm değil midir? Kulun Allah’ın rızasını öne geçirmemesi zulüm değil midir? Biz her şeyden önce gönül ülkemizi mamur etmeye çalışacağız. Biz İsrail ile mücadele ettiğimiz kadar içimizdeki nefis yahudisiyle mücadele edeceğiz.”
İşte namaz bu mücadelenin, daha doğrusu bu mücahedenin başlama noktasıdır. Hâce Hazretleri (ksa) buyurmuşlardı: “Bizim yolumuzda nefsle mücadele yoktur. Nefsle mücahede vardır.” Kendilerine ‘mücadele’ ile ‘mücahedenin’ farkını sorduğumuzda: “Mücadelede nefsin istediklerini yapmamak var; mücahedede ise nefsin istediklerini yapmamanın yanı sıra istemediklerini de yapmak var.” buyurmuşlardı. Yani mücahedede bir yandan kalbimize akan kirli su kanallarının yolu kesilirken bir yandan da biriken gaflet kirlerinin, şehvet, dünya, malayani kirlerinin tahliye edilerek kalbin tezkiyesi, tasfiye edilmesi var.
Biz ancak namaz ile bu tasfiyeye başlayabiliriz. İmam Rabbani Hazretleri’nin “Tonlarca altını sadaka versen bir gram zekâtın yerini tutmaz.” buyurduğu gibi Allah adına yaptığımızı sandığımız bütün hizmetlerde takvaya, ihsana nail olma amacıyla işlediğimiz bütün fiillerde eğer aslî vazifelerimizi ihmal ediyorsak başarıya ulaşamayız. Günümüzde bazı İslamî anlayışlar, tabiri caizse insanlardan emeklemeden koşmalarını istiyorlar. Temel İslami ve insani konular halledilmeden, insanlar İslam nedir, İman nedir, bilmeden ve yaşamadan İslam devletinden, cihaddan bahsediyorlar. Ama Allah bizden öncelikle İslam devleti kurmamızı ve bu uğurda cihad etmemizi istemiyor. Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular: “Bizim devlet olmak gibi bir zorunluluğumuz yok. İslam devleti için çalışırız ama Allah dilerse devleti verir.” Resûlullah Efendimiz’in hayatına da baktığımızda Mekke’de hemen İslam devleti kurmak için çalışmadılar. On üç yıllık Mekke Dönemi boyunca sürekli mücadele etti ve İslam binasının temellerini oluşturacak -la teşbih- kolonları inşa etti. Ebubekirleri, Alileri, Ömerleri oluşturup Medine’de bunların üzerine bir bina kurdu. Bu manada İslam âlimleri Mekke Dönemi’ni gizli tebliğ, Medine Dönemi’nin açık tebliğ olarak sınıflandırırken; Hâce Hazretleri (ksa) Mekke Dönemi’nin özel tebliğ, Medine Dönemi’ni genel tebliğ olarak tasnif ederler. Yani Efendimiz Mekke’de öncelikle her ne hal ve kâr altında olurlarsa olsunlar Allah’ın rızasına mugayir bir fiil işlemeleri mümkün olmayacak şekilde nefislerini kemale erdirmiş insanlar oluşturdu, onların ‘enfus’unda bulunan zulmü hidayete erdirdi; daha sonra bu insanlarla birlikte şirkle, zulümle fiili cidale başladı.
Bu sözlerimizden şu mana çıkarılmasın. Biz demiyoruz ki dışımızla uğraşmayacağız, bir köşeye çekilip, elimize tesbih alıp sadece Hakk’ı zikredecek; İslam’ın siyasi boyutuyla, ictimai hayattaki yaşanılırlığıyla ilgilenmeyeceğiz. Bu manada Hâce Hazretleri (ksa) çok kesin hatlarla meseleye bakış açımızı belirler. Şöyle ki: “Bir Müslüman her ne kadar ibadetine sadık, insanlarla olan muaşeretinde helale harama riayetkâr, zahir kaideler açısından dört dörtlük bir Müslüman olsa da, onda İslam’ın hâkimiyetine, İslam’ın devlet olmasına yönelik bir istek, arzu yoksa o insan kâfir olarak ölür. İslam’ın devletini istemeyen farklı bir yönetim tarzını benimseyip onunla yetinen insan ne kadar zahid görünürse görünsün kâfir olur.” buyururlar.
Bu görüş bizim düşünce yapımızın temelinde bulunur. Bunun için sürekli çalışır tebliğimizi yapar, Emri bil ma’ruf nehyi anil münker’e devam ederiz ama neticeyi Hakk’a bırakırız. Bu süre zarfında hiçbir zaman ferdi ibadetlerimizi ihmal etmeden, kendimizi ilmen ahlaken, amelen gün be gün tekâmül ettirmeden İslam’a, Allah’ın istediği gibi hizmet edemeyiz.
Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki öncelikli vazifelerimizi yerine getirmeden, nefsî tekâmülümüzü gerçekleştirmeden toplumu değiştirmeye çalışmamalıyız. İslam’a hizmeti kendi görüşümüze göre değil, Hakk’ın emrettiğine göre yapmalıyız. Takva budur. Hâce Hazretleri (ksa) buyururlar: “Takva Allah’ın istediğini Allah’ın istediği şekilde yapmaktır. İbadetleri çok olsun diye, abid, zahid olalım diye kafamıza göre arttırırsak muttaki değil amele olmuş oluruz. Takva Allah’ın belirlediği ölçüdedir. Bir gram altına altınımız artsın, çok olsun diye bakır eklersek altını çoğaltmış değil, aksine kalitesini düşürmüş oluruz.”
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
BİZİM YOLUMUZ GÜNAHKÂRLAR YOLUDUR
Kâinatın beslenme kaynağı Güneş’tir. Cenâbı Hak dünyamızın ısısını, ışığını, hasılı bütün enerji kaynaklarından Güneş aracılığıyla istifade etmemizi sağlamıştır. Temelinde Güneş’in olmadığı bütün enerji kaynakları suni ve geçicidir.
Kâinattaki her şeyin muadili hayatımızda da vardır. İnsan kâinatın aynasıdır. Bizim güneşimiz ise insanı kâmildir. O varlığıyla mükevvenatı aydınlatır ve yaşamımızı idame ettirmemize imkân sağlar. İnsanoğlunun ömrünün her safhasında kendisini irşad edecek bir mürşide; kendisini terbiye edecek bir mürebbiye ihtiyacı vardır. Keşke imkânlar müsait olsa da bırakın gençliği, bir insanı doğduğu andan itibaren onların gözetiminde yetiştirebilsek. Tabiri caizse insanların kullanma kılavuzu mürşidi kâmillerin ellerindedir. Onlar bir insanın nasıl Allah’ın rızasına uygun bir hayat sürebileceklerini, hem de her insanın ayrı ayrı fıtratına göre bilirler. Bu yüzden atalarımızın ‘Ağaç yaşken eğilir’ sözü misali bir kişinin erişebileceği en erken zamanda bir insanı kâmilin yanına varması, onun sohbetinden, nazarından, tasarrufundan istifade etmesi şarttır.
Bu noktaya özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum; insanı kâmilin yanında bulunmak ‘gerekir’ demiyoruz, ‘şarttır’ diyoruz. Çünkü onların gözetiminde olmadan geçireceğimiz her an bizim için zarardır. Belki hırsızlık yapmıyor, zina etmiyor ve benzeri günahlara, yanlışlara düşmüyoruz ama onlarla beraber iken kazanacaklarımızı düşündüğümüzde tabiri caizse kârdan zarar ettiğimizi farkederiz. Hâce Hazretleri’nin (ksa) meclisinde kısa süreli bulunan insanlar, bir anlık bile olsa bu ortamda bulunmaktan ve bu beraberliğin kendilerine sağlayacakları menfaatten dolayı memnuniyetlerini ifade ettiklerinde onlara şöyle cevap verilir: Kısa süreli de olsa meclisinde bulunmanın size bu kadar faide sağlayacağına inandığınız bir insanla bir ömür ayrı yaşamanın sizlere neler kaybettireceğini hiç düşündünüz mü? Az bir menfaat ile iktifa ediyorsunuz ama meseleye muhalif bir cepheden baktığınızda neler kaybettiğinizi görebiliyor musunuz? Bunun için mürşidi kâmil ile beraber olmak ‘şarttır’ diyoruz.
Onlar yanlarına gelen, meclislerinde bulunan insanlara tabiri caizse Hakk’ın, hakikatın kokusunu koklatırlar. Şahı Nakşibend Hazretleri (ks) zamanında üç medrese mollası dünyada ruyetin (Allah’ın görülmesi) var olup olamdığı hakkında tartışırlar. Sûfilerin bu konuda ne düşündüğünü öğrenmek üzere Şah Bahauddin Hazretleri’nin meclisine gelirler. Hazret kendilerine “Sorunuzu cevaplayacağım ancak üç gün tekkede misafir olduktan sonra!” buyururlar. Âlimler “Tamam” deyip dergâhta üç gün süreyle misafir olurlar. Üç gün sonunda Nakşibend Hazretleri: “Şimdi sorduğunuz soruya siz cevap verin. Cenâbı Hak dünyada da görülür mü?” Hocaefendiler: “Vallahi, Allah’ı gördük demekten çekiniyoruz ama görmedik desek de yalan olur diye korkuyoruz.” diyerek sadece üç gün içinde, Hâcegân Tekke’sinde yaşadıklarını özetlerler.
Hâcegân meclislerinde Hz. Ali’nin (kv) “Görmediğim bir mabuda ibadet etmem!” kibarı kelamının tatbikini görür, yaşarız.
Günahkâr olabiliriz, çok yanlışlar yapmış olabiliriz ama bilmeliyiz ki “Bizim yolumuz günahkârlar yoludur.” Gavs Hazretleri’ne sormuşlar: “Kurban Hacı Mahmud Efendi’nin (USTAOSMANOĞLU) cemaatinde hep hocaefendiler; Mehmed Zahid Efendi’nin (KOTKU) dergâhında üniversite mezunları, talebeler var. Filan cemaatte şunlar fişman cemaatte bunlar var... Herkes bir kesimi aldı size kim kaldı?” Mübarek buyurmuşlar: “Bize de günahkârlar kaldı. Bizim yolumuz günahkârlar yoludur.”
Hâcegân büyükleri dünya, nefs bataklığının dibine kadar inmiş ve o bataklığa dalarak bir yandan bataklığı kurutmuş bir yandan da toplumun ahlakını bozan zararlı insanları ve fikirleri ıslah etmişlerdir.
Bir gün İmam Gazali Hazretleri (rh.a) talebeleriyle bir sahrada otururken gayriihtiyari eline aldığı yapraklar altına dönüşür. Kendisinin bu durumdan haberi yoktur ama vakıayı gören talebeleri hayretle hocalarına bakarlar. Bir yaprağı bırakıp diğerini alırlar ve aldkları o yaprak da altın olur. Talebeler dayanamayıp sorarlar. “Efendim bu cevherin sırrı nedir? Elinize değen yaprak altın oluyor.” Eline aldığı yaprakların altına dönüştüğünü fark eden İmam Gazali gayet sakin bir edayla: “Ben insanım, tabii ki benimle temas edenin hali değişir, terakki eder. Ben nefsimi altına çevirmişim tabii ki bana dokunan yaprak da altın olacaktır.” buyurur.
Hâce Hazretleri (ksa) bize bu kıssayı anlatırken öyle buyurdular ki: “Adi bir varlık, İslam büyüklerinin temasıyla altın oluyor. İnsan da Allah dostlarıyla temas halinde olsa, gözü gözüne özü özüne gönlü gönlüne değse altın olur.
Hz. Ömer’in kendisiyle temasından dolayı Efendimiz (sav): “Benden sonra Peygamber olsa Ömer olurdu.” buyurdu. Yine Veysel Karani Hazretleri… O melek olsaydı meleklerin Rasulü olurdu. Bediüzzaman onun için “Makamı Cibril’den yüksekti.” buyurmuştur. Böyle olmasına rağmen Vahşi’nin (ra) atının tırnağının tozu olamaz. Çünkü Vahşi’nin Efendimiz’le temasa vardı. Efendimiz ile temasa geçen böyle oluyor.
Bu hakikat bugün tasavvufta da var. Kim zamanın dostuyla temasa geçerse değişir. Madde aynıdır ama sıfatı değişir. İnsanın en büyük sıkıntısı kendini kendine yeterli görmesidir. İnsanın mutlak yardıma ihtiyacı vardır.” Aslî sıfatımıza dönebilmek, ruhumuzu hürriyetine kavuşturmak için insanı kamille temasa geçmeliyiz.
Günümüz gençliğinin yapması gereken ilk vazife bir insanı kamilin terbiyesinde olmak, onun çizdiği program üzere yaşamaktır. Bu manada başlangıçta bizim halimiz, iyi veya kötü, çok da önemli değildir. Bizler belki günahkâr olabiliriz ama temasa geçmemiz gereken, istenilen varlıklar çok temiz ve bizim bütün eksiklerimizi, açıklarımız kapatacak hakikate sahipler. Ve gençlik dönemimiz de bu hakikatten en güzel ve bereketli şekilde faydalanabileceğimiz dönemdir. Allah dostlarıyla irtibat kuramayan insanların farklı izm’lerin tuzağına düşme ihtimali çok yüksektir.
Geçmişten günümüze İslam toplumuna baktığımızda Evliya’nın dizinin dibinde yetişen insanlarla -sözüm ona- cihad fikriyle, batılla mücadele anlayışıyla yetişen kişilerin arasındaki derin uçurumu görmemek mümkün değildir.
Yine bu konuda Hâce Hazretleri (ksa): “Radikal İslam anlayışının önde gelen imamlarından Sudan’lı Hasan TURABİ’nin görüşlerini bize naklederken şöyle buyurmuşladır: “Turabi, ‘Tasavvuf tüm İslam coğrafyasında birleştirici bir unsurdu ve biz bunu reddederek büyük bir hata yaptık.’ diyor. Turabi ‘Radikal İslam’ anlayışını temsil eden bir âlim. Ama o bile Tasavvufun Müslümanların ictimai hayatındaki önemine vurgu yapıyor.
Bakın “Osmanlı” İslam Tasavvufu’nun, “el- Kaide” ise Radikalizm anlayışının çocuğudur.
Bunun mukayesesini iyi yapmak lazım. Bir tarafta Osmanlı bir tarafta el-Kaide. Bugün hiçbir Müslüman el-Kaide kurtarır bizi demiyor aksine Osmanlı kurtarır diyor. Bu manada insanın içinde yetiştiği kültür, akide, anlayış çok önemlidir. Bu yağmur suyu ile kuyu suyu gibi birbirinden farklıdır. Kuyu suyu ile yetiştirilen bir sebzenin tadı acı; yağmur suyu ile yetiştirilen bir sebzenin tadı ise lezzetlidir, tatlıdır.” buyurmuştur.
Tasavvuf kültürü ile yetişen gençlik yağmur suyu ile yetişen sebze gibidir. Onlar, İslâmî hayatın ancak insanla yaşanabileceğine inanırlar ve önceliği dünyayı değiştirmekten(!) ziyade kendi eksiklerini gidermeye, nefislerini tekâmül ettirmeye verirler. Çünkü bilirler ki insan kainatın özüdür. Kâinat fertlerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Nefsini tekâmül ettirmiş her birey aynı zamanda toplumun İslamlaşmasına da katkıda bulunmuş olur.
Ama bu demek değil ki nefsimizi ıslah etme adına toplumdan kendimizi tecrit edelim. İçinde olmadığımız, hastalıklı yönlerini tesbit ve teşhis edemediğimiz toplumu İslamî manada ihya etmemiz de mümkün değildir. Hâcegân büyüklerinin “Halvet der Encümen” diye isimlendrdiği hal üzer, halk içinde Hak ile yaşayarak ilmen, amelen, halen tekamüle gayret etmeliyiz. Bunun tek yoluda Ehlullah ile beraber olmaktır.
Şunu bilmeliyiz ki her ne hal üzere olursak olalım büyüklerimizi bizi bekliyor bulacağız. Çünkü onlar Allah’ın ahlakıyla tahalluk etmişlerdir. Cenâbı Hak biz nerede, ne halde olursak olalım saniyede yetmiş kere kalbimize tecelli edip kendisinin gönlümüzde var olup olmadığını kontrol ediyor. Büyüklerimiz de her an bizi bekliyorlar. Biz onlara bir adım attığımızda onlar on adım geliyor, biz yürüyerek gittiğimizde onlar koşarak geliyorlar.
Meseleye gençlik açısından baktığımızda Hâcegân yolu’nda gençlere, gençliğe o kadar değer verilir ki onlar daha adım atmadan büyükler on adım gelmiş bekliyorlar; onlar yürümeden büyüklerimiz koşmuşlardır. Bu durumu Hâce Hazretleri’ne (ksa) sorduğumuzda: “Gençliğimde sizler gibi yaşıt arkadaşlarım yoktu. Hep kendi yaşımda arkadaşlarım olsun isterdim. Şimdi sizleri gördüğümde kendi gençliğimi hatırlıyorum ve o yüzden sizleri çok seviyorum, sizler için bir şeyler yapmak istiyorum.” buyururlar.
Evet muhteremler çok ciddi bir kalp ameliyatı geçireceği günün arefesinde: “Ya Rabbi! Bana her türlü hastalığı ver, her türlü sıkıntıyı ver buna razıyım. Ama Seni, Habibini, Dinini anlatamama ile beni imtihan etme. Her şeye katlanırım ‘Seni’ anlatamamanın verdiği acıya katlanamam, onun için Sen’den hayırlı bir şifa diliyorum!” diye Rabbine iltica eden, en sıkıntılı anında bile Efendimiz’in ahlakı üzere “ümmetî ümmetî” diyen bir ‘insan’ hayatını bizlere adamış ve bizleri bekliyor. Cenâbı Hakk’a niyazımız o ki bizi nankör kullarından etmesin. Amin.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
GENÇLERE ALTIN ÖĞÜTLER
Fatih Sultan Mehmed, mekanı cennet olsun, bütçe müzakereleri varmış. Divan’da, vezirleriyle birlikte, meclis toplayıp devletin bütçesini, mizaniyesini müzakere edeceklermiş.
Vezirler, yani bakanlar gelmeden evvel, padişah, önündeki kâğıdın bir köşesine, medreseler tahsisatı diye bir rakam kaydetmiş.
Maliyeye bakan vezir, o rakamı fark etmiş. Konuşmaz olmuş. Zeki padişah, vezirin sükûtunun sebebini anlamış. Sormuş:
“Vezîr-i semîrim, bütçe müzakeresidir, asıl maliye vezirinin konuşacağı bir meclistir. Susuyorsunuz?”
“Dinliyorum, efendim; istifade ediyorum.”
“Galiba şuraya yazdığım, medreseler tahsisatı rakamını mülahaza ettiniz, çok buldunuz. Sükûtunuza sebep bu olsa gerek…”
Padişah bunları söyleyince, vezir konuşmuş:
“Evet padişahım. Devletin bin derdi, masrafı var. Siz birine atf-ı nazarda bulunmuşsunuz. Onların arasında bu rakamı fazla buldum.”
Zeki padişah, nazırını kırıp gücendirmek istemiyor. İkna etmek gönlünü almak, tayin ettiği rakamı bütçeye koydurmak istiyor. Sormuş:
“Vezîr-i semîrim, bu kadar masraflarla yaşayan, yoluna bu kadar varlıklar serilen medreselerden, acaba, insan yetişmiyor mu diyeceksiniz?”
“Evet padişahım, öyle görüyorum, endişem budur.”
Vezir böyle konuşunca, padişah sözüne devam eder:
“Her meslek fire verir, fakat bilhassa ilim mesleğinde çok olur. Çünkü bunlar, Peygamber varisidir. Bu çok zor bir vazifedir. Bunun misali şuna benzer:
, kahverengi veya siyah bir kumaşı, kirli bir suya da sokup çıkarsanız, kuruyunca belli etmez, kirini göstermez. Sarık diye sarınırsanız bile anlaşılmaz. Ama beyaz bir kumaşa, değil kirli su, bir sinek bile değse iz bırakır, fark edilir.
Bu meslek de beyaz tülbende benzer, çok fire verir. Yalnız size bir sualim var. Buna vereceğiniz cevaba göre o tahsisatı görüşeceğiz… Bu medreselerden, sizi beni tatmin edecek seviyede yüzde beş hoca yetişebiliyor mu?”
“Aman padişahım, artık bu da mı olmasın?”
Vezir bunu söyleyince, padişah şu cevabı vermiş:
“Eğer yüzde beş hakkıyla hoca yetişebiliyorsa, davayı kazandık, istediğimizi elde ettik, demektir. Bu yüzde beşin uğruna doksan beşi besleyeceğiz. Demektir.”
Bunun üzerine vezir de hakkı teslim eder:
“Padişahım yüzde beş iyi bir derece ise, buna razı olunacak ise, ben de sizinle beraberim, devam edelim, itirazımı geriye aldım.” der…
Merhum Ali Ulvi KURUCU hatıratında Zahid Kevseri Hazretleri’nin dilinden bu kıssayı naklediyor. Bu örnekle ilim talebesinin diğer branşlardaki öğrencilere olan üstünlüğünü anlatmak istiyor.
İlmi insan vücuduna teşbih edersek Dini ilimler bu vücudun kalbi ve beyni/aklı mesabesindedir. İnsan hayatını da yine vücudumuza benzetirsek, hayatımızın kalbi ve beyni/aklı gibidir. Nasıl ki bedenimiz kalp ve akıl merkezli yönetiliyor, yönlendiriliyorsa; hayatımız, şahsiyetimiz de gençlik dönemimizde aldığımız kararlar neticesinde şekilleniyor. Bu nedenle gençlik Sultan Fatih’in ifadesiyle “Beyaz bir kumaş gibidir.” Her ne kadar toplumumuzda “Yahu bu gençtir, gençlikte böyle hovardalıklar olur, bunların kanı deli akıyor şimdi…” gibi ifadeler genel kabul görse de; meselenin asliyetine baktığımızda durumun söylendiğinden çok daha farklı olduğunu görüyoruz. Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadesiyle gençlik “Melekleri n bile özendiği bir hal, müthiş bir sermayedir.” Bu sermayeyi hakkıyla kullanmak her mü’min gencin öncelikli vazifesidir. Tarihimize baktığımızda gençliğini Allah yolunda harcayarak “Allah’ın kendilerinden razı” olduğunu Kitab-ı Kadim’inde müjdeleme şerefine nail olan kahramanları görürüz. Onları Efendimiz de (sav) ‘yıldızlar’ diye isimlendirmişlerdir. Onlar hidayetin imamı olmuşlardır. Örneğin Hz. Ali Efendimiz, Müslüman olduğunda on yaşlarında, Bedir’de İslam’ın şerefi için savaşırken yirmi beş yaşlarındaydı. Yine Zeyd b. Harise, Sa’d b. Ebi Vakkas, Mus’ab b. Umeyr ve daha isimlerini sayamayacağımız birçok sahabi genç yaşlarında İslam davasının zaferi için canla başla gayret etmişlerdir.
Yine yakın tarihimize baktığımızda sahabi nesli gibi İslam’a hizmet eden ‘ilmen, ahlaken, amelen bir genç nasıl olur’ bize gösteren şahsiyetleri görürüz. Bu insanları Tahir BÜYÜKKÖRÜKÇÜ Hocamız “Allah’ın alınlarından öptüğü insanlar” olarak tanımlar. Örneğin son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi müderris olup Osmanlı Medreseleri’nde ders vermeye başladıklarında yirmi iki yaşlarında imişler. Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Hazretleri hilafetle şereflendiklerinde yirmili yaşlarının başlarında imişler. Üstadımız Hâce Hazretleri (ksa) yedi yaşında iken namaz kılmaya ve oruç tutmaya başlamışlar ve yedi yaşından doğumlarına kadar geçen yedi yıllık sürenin namazını ve orucunu da kaza ederek, tabiri caizse doğumlarından itibaren namazlarını geçirmemiş, oruçlarını tutmuşlar. İlk Cuma namazı kıldırmaya başladıklarında on bir yaşlarında imişler ve on yedi yaşlarında iken va’z u nasihate başlayarak ümmeti Muhammed’i irşada başlamışlardır. Hatta ilk vaazlarını bir gün bizlere şöyle anlatmışlardı: Vaaz kürsüsüne çıktığımda Üstadımın halifesi Molla Ali Hazretleri de camide bulunuyorlardı. Ben kendisinin yanında konuşmaktan çekiniyordum. Çünkü kendisi çok cezbeli bir zat idi ve kerameti zahir idi. Cenâbı Hakk’a çok yalvardım ki bana yardım etsin. Ben içimden dua ederken manada Hz. Fatıma annemizin başörtüsünü Molla Ali Hazretleri’nin başından aşağı örttüğünü gördüm. Molla Ali Hazretleri sanki bir cam fanusun içindeymiş gibi oldular. Bunu görünce rahatladım ve vaaza başladım. Kendileri de vaazın başından sonuna kadar sessizce dinlediler.” Yine Hâce Hazretleri (ksa) yirmi altı yaşlarına kadar üç tarikatten irşada mezun olmuşlar.
Bu örnekleri vermemizin sebebi gençlere çıtayı yüksek yerlere koymalarını göstermektir. Üstadımız bize: “Himmetinizi yüce tutun.” buyurmuştur. Elimizdeki bu sermayeyi çok iyi değerlendirip olmamız istenilen, bulunmamız gereken yere ulaşmak zorundayız. Ve şunu da unutmamalıyız ki bizim çıtamızın dikili olduğu nokta “Allah’ın rızasıdır.” Yaptığımız bütün filleri bu rızanın tahsili için yapmalıyız.
Başta naklettiğimiz kıssaya dönersek Fatih Sultan Mehmed medrese talebelerinin yüzde beşinin bile olsa müderris olabilmelerini kazanç görmüşler. Ama bugün biz inanıyoruz ki bu gençlik kendilerine gerekli olan iman aşısı yapıldığında; bile bile yanlışa düşmekten koruyacak kadar bir ilmi tahsil ettiklerinde ve hakiki manada İslam’ı kendisine dert edinmiş; hayatını, muaşeret ve muamelatını İslam kaidelerine göre tanzim etmiş insanların sohbet meclislerinde bulunduklarında içlerinde var olan cevher açığa çıkacak ve Efendimiz’in “Onlar benim kardeşlerimdir, Ben onlara müştakım.” hadisi şerifinde buyurduğu insanlar gibi olabileceklerdir. Bazı güruhlar “On yılda on beş milyon genç yarattık” dediler ama emellerinde başarılı olamadılar. Gençliğimiz gün be gün İslam’a daha çok yakınlaşıyor, İslam’ı talim etmek, tatbik etmek istiyorlar. “Her şey aslına döner.” buyrulmuştur ki gençlik de aslına, fıtratında var olan İslamî hayata dönüş yapıyor.
Efendimiz Ammâr b. Yasir’den rivayet edilen bir hadisi şeriflerinde: “Ümmetim mübarek bir ümmettir, evveli mi yoksa sonu mu daha hayırlıdır bilinmez.” buyurmuştur. Bu hadisi şerifteki ‘hayırlı ümmet’ olabilme ümidi ile; Efendimiz’in nazar ettiğinde övüneceği, sevineceği nitelikteki gençlerin oluşmasında bir nebze katkısı olması dileğiyle ve “Burada bulunanlar, bu sözlerimi burada olmayanlara ulaştırsın.” hadisi şerifi gereğince öncelikle Hâce Hazretleri’nden (ksa) ve sair İslam kaynaklarından gençler için işittiğimiz güzellikleri, hayat ölçülerini, sadece O’nu memnun etmeyi hedefleyerek, sizlere aktarmaya çalışacağız.
Ve ma tevfike illa billah.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ - ŞUBAT 2011 SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR.
07 MAYIS 2016 ERZURUM SOHBETİ
HÂCEHAZRETLERİ'NİN (ksa) 07 MAYIS CUMARTESİ GÜNÜ ERZURUM GÜLZÂR-I HÂCEGÂN CÂMİİ VE KÜLLİYESİNDE YAPTIKLARI "EN BÜYÜK İMTİHANIMIZ" BAŞLIKLI SOHBETLERİ İSTİFADENİZE SUNULMUŞTUR.
Sohbeti İzlemek İçin Tıklayınız..



