JoomlaLock.com All4Share.net

ALLAH’A YAKLAŞMAK ÇOK İBADETLE DEĞİL ANCAK AHLÂK İLEDİR

Genellikle resmi kurum ve kuruluşlarda gördüğümüz “Yangın söndürme tüpü nasıl kullanılır?” başlıklı talimatnamelerde geçen “Cihazı yangının doğduğu yere tutunuz.” cümlesi oldukça calib-i dikkattir. Eğer ortada bir yangın var ve biz de bunu söndürmek istiyorsak hedefimiz yangının merkezi olmalıdır. Aslında bu tutum kendisinden rahatsız olduğumuz ve etkisini azaltmak hatta bitirmek istediğimiz bütün durumlar için cari bir davranış biçimidir.

Mesailerinin büyük bir kısmını kendilerinin ve nefislerinin arzuları için amansız bir düşman olarak gördükleri İslâm’ı ve onun “nûrunu” söndürmeye hasreden batı ve onların yerli işbirlikçileri de yukarıda verdiğimiz misal üzere bu nûrun söndürülmesi için hedeflerini İslâmî hayatın/mefkûrenin temeli, doğduğu yer olarak kabul ettiğimiz “ahlâk” konusuna yöneltmişlerdir. Bütün gayretlerini Müslümanların ahlâk anlayışlarını yozlaştırmaya odaklayan bu güruh, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinmemiş, icat edilen televizyon, internet gibi görsel veya yazılı bütün yenilikleri amaçları uğruna kullanmaya çalışmışlardır.

Müslümanlar ise kendilerine altın tepsilerde sunulan bu zehirlere, amacından bîhaber, bunun getirisi götürüsü nedir, düşünmeden tabiri caizse “balıklama dalmakta”lar. İslâm’da cehalet mazur görülebilecek bir kusur değildir. Her Müslüman ilm-i hâl dediğimiz içinde bulunduğu hâlin fıkhını bilmekle yükümlüdür. Çünkü İslâmca yaşamak kulun dünyaya gönderiliş, yaratılış amacıdır. Bizler Rabbimizin tâ ezelde er-Rezzâk (cc) ism-i şerifi üzere kefil olduğu rızkımızı kazanmak için türlü türlü sanatlar, zanaatlar, ilimler öğreniyorsak Rabbimiz’in kefil olmadığı, kendi sa’yu gayretimizle kazanmamızı, edinmemizi emir buyurduğu “kulluğu” ve bunun gerekliliklerini de öğrenmek zorundayız.

Bütün bunlara rağmen gaflet bataklığına saplanmış insanoğlu ihmalkârdır ve bu ilm-i hâli talimden uzaktır. İşte burada toplumun lokomotifi olması gereken ehl-i ilim ve ehl-i irfan, ümmeti Muhammedi Cenâbı Hakk’ın rızasına yöneltmeli, onlara Rableri’nin emrettiği hakikatleri hatırlatmalılardır.

Her ne kadar günümüzde “tuz kokmuş” gibi görünse de sünnetullah gereği göl yerinde sürekli su bulunur, aslan ini sahipsiz kalmazmış. Piyasada “âlim” vasfıyla görünen/bilinen yüzlerce şaklaban olsa da Cenâbı Hakk’ın el-Âlim (cc) isminin tecellisi üzerinde olan zevat her dem bulunur. Bunlar için Allahu Teâlâ: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (el-Âl-i İmrân: 3/104) buyurmuştur.

Önemli olan bu âlimlerin menfi ihtilaftan sakınması, belirlenen ortak bir irşad/hizmet sistemi/programı çerçevesinde insanlığa nasihat anlamında “emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker” yapmalarıdır.

Yaşadığımız dönemde belki en büyük arıza, eksiklik bu koordinesizlik olsa gerek diye düşünüyoruz. Her zaman belirttiğimiz gibi gayrimeşru bizim muhatabımız değildir. Bir irtibatsızlıkdan bahsediyorsak bununla ehl-i sünnet camiasında, çerçevesinde hizmet eden cemaatleri kastediyoruz. Yoksa birilerinin maşası olan, kullanılıp çöp tenekesine atılan eblehlerle zaten İslâm adına hiçbir teşriki mesaimiz olamaz.

Günümüz ehl-i sünnet âlimlerinin birçoğu kendi çaplarında İslâm’a hizmet adına bir takım faaliyetler yürütüyorlar. Birçoğu kendi cephelerinden meseleyi değerlendirerek İslam toplumunda var olan arızanın/hastalığın tamir, tedavi edilebilmesi gerekli olan yöntem ve tedavinin ne olması gerektiği hususunda fikir dermeyan ediyorlar. Fakat burada mevcut olması gereken “şura meclisinin” olmaması Mesnevi’de geçen karanlıkta fil tarifi hikâyesi gibi oluyor.

Hikâyeye göre, Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek isterler. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere toplanan insanların fili gözle görme imkânları yoktur. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başlarlar. Birisin eline filin kulağı geçer, “Fil bir oluğa benzer” der. Başka birisinin eline ayağı geçer ve “Fil bir direğe benzer.” der. Bir başkası da sırtına dokunur ve “Fil bir taht gibidir” der.  Herkes neresini eller, hangi azaya dokunursa o zanna göre fili anlatır.

Bugün belki bütün âlimler, kanaat önderleri hizmet ediyorlar ama bilinçli bir çalışma yürütülmediği için istenilen netice hâsıl olmuyor. Kimileri hedef olarak “ilmi” kabul edip, özellikle alet ilimlerinin tedrisine ağırlık verilmesi gerektiğini vurguluyorlar. Kimilerine göre siyasi alanda iktidar olunması gerektiği, kimilerine göre devlet kademelerinde kadrolaşılması; kimilerine göre ise ticarette, ziraatte, sanayide gelişmek, ilerlemek Müslümanların hizmet hedefi… Daha önceki makalelerimizde de belirttiğimiz üzere bu görüşlerin tamamı kısmî de olsa doğrudur. Bütün bu branşlar insan bedenine teşbih edebileceğimiz İslâmî hizmetin uzuvları gibidir, eksiklikleri hayat kalitemizi oldukça düşürür. Bununla birlikte hayatımızın devamı için nasıl ki “kalp” bedenin temel organı ise yukarıda zikrettiğimiz tedavi usulleri içerisinde “ahlâk eğitimi” de aynı şekilde esastır, öncelikli olarak tedris edilmesi gerekir.

Konumuza örnek olması açısından bir âlimi değerlendirebiliriz. Bir kişi “bilgi” açısından ne kadar donanımlı, sahasında dünyada rakibi olmayacak derecede otorite olsa bile eğer bu kişinin ahlâkî problemleri var ise Kur’ân onu “kitap yüklü merkep” olarak tavsif ediyor. Günümüzde televizyonlarda bunlardan ziyadesiyle mevcut. Hatta yakın geçmişimizde, dünyaca ünlü olanlarından birisinin namazlarının bile düzenli olmadığını gazetelerden okumuştuk.

Eğer siz bir ilim talebesine, ilimle birlikte havf-i ilâhi ve muhabbetullah aşılayamamışsanız bu kişi karşılaştığı en küçük bir zorlukta ilmin hakikatlerini ucuz metalar karşılığında satacaktır.

Başka bir misal olarak bir siyasetçiyi ele alalım. Piyasada İslâmî duyarlılığa sahip ekseri siyasetçi için hep aynı şeyleri söylüyoruz: “Başlarken niyeti halisti ama sonradan bozuldu… Para, makam, şöhret onu bozdu…”  Bu kişiyi doğru yoldan uzaklaştıran belki para, makam, şöhret ve sair vesileler ama işin temelinde onu ahlâkî eğitiminin eksikliği yoldan çıkardı.

Yukarıda belli başlılarını saydığımız bütün hedefler için bu gibi misaller zikredebiliriz. Ve bu misaller bize “ahlâk eğitimi”nin İslâmî hayat için temel olduğunu gösterir. Bu yüzden de Hâcegân yolunda hizmetin temel hedefi fertlerin ahlâkının güzelleştirilmesidir.

Hâce Hazretleri’ne (ksa): “Muhakkak ki Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem: 68/4) ayeti kerimesinde geçen ahlâk kelimesini ashaptan bazılarının “din” bazılarının ise “edep” olarak tefsir buyurdukları sorulduğunda cevaben: “Burada kastedilen mânâ edeptir. Din kelimesini Cenâbı Hak müstakil mânâda kullanmıştır.

Ahlâk bir kişinin kişiliğidir, kendisidir. Aslında burada Cenâbı Hak Efendimiz’e buyuruyor ki “Sen çok büyüksün, yücesin.” O’nun ahlâkı O’nun yüceliği ile kaim. Perde arkasından Cenâbı Hak bunu izhar ediyor, işaret buyuruyor. “İnneke ‘alâ hulukin azîm” derken O’nun Allah’a olan hayâsını, sevgisini, korkusunu… bunları kastediyor.

Din kavramı çok müstakil bir kavramdır. Din, bütün bu kavramların üzerinde, ahlâkı da kapsayan bir kavramdır. “Alâ hulukin azîm – Sen çok mükemmel bir yaratılış üzeresin.” ayetindeki “hulk” ile yaratmak anlamında “halk” köken itibariyle aynı. Burada yaratılıştan kasıt fıtrattır, Sen o fıtrat üzeresin, anlamı kastedilir. Zaten sahabi ahlâkı din diye yorumlarken fıtrattan din ifadesine varıyorlar. Fıtrî olan şey kişinin Müslüman oluşudur. Sen fıtrat üzere yani din üzeresin. Ama Allah’ın bu ayeti kerimede muradı, kastettiği şey din değil. Sen güzel bir yaratılış üzeresin ki bu güzellik Senin kişiliğin, karakterin, anlayışın, duruşun, bakışın… bunlar güzel.

Çünkü burada kastedilen mânâ “din” olsa bize örnek olmaz. Bize, Peygamber’in ahlâkı örnek. O güzel bir ahlâk üzeredir, öyleyse O’na uyun, siz de ahlâkınızı O’nun ahlâkı gibi güzelleştirin. Zaten O’nun dini bizim dinimiz, dinimizi O’nun gibi yapamayız, yapma “çabası” içinde olamayız; yapma “zorunluluğumuz” zaten var. Din bir bütündür, dini O da bölemez, değiştiremez. Bu yüzden bu ifade asliyyeti göstermez. Sen büyük bir din üzeresin, diyemeyiz. Bu basit ve kolay bir yorum olur.” buyurdular.

Kendilerine günümüz İslâmî camiada var olan hizmet anlayışlarından bazılarının ilme, özellikle de arapça gramerine yoğunlaştığı, kimilerinin ise İslâm’a hizmet denildiğinde hemen cihadı anladıkları Hâcegân’da ise öncelikli olarak ahlâkın güzelleşmesine yoğunlaşılmasının hikmeti sual edildiğinde ise: “Ahlâk kişinin kendisidir. Kişi kendisi olamazsa onda her şey iğreti durur. Korkuluğa giydirdiğin bir elbise korkuluğu insan yapmaz. Afedersiniz, eşeğe altın semer vurulsa onun değerine bir değer katmaz. Eşeğin kişiliği yine eşektir.

Ahlâk, dediğimiz gibi kişinin kendisidir. O kendisini buldukça, tanıdıkça Rabbi’ni tanıyacaktır. Dolayısıyla üstlendiği her sorumluluk, mes’uliyet, vazife onda hikmete, haki- kate dönüşecek ve bir anlam ifade edecektir.

Ama kişiliksiz bir insanda ilim tehlikedir. O ilimle zarar verir. İlmi müspet bir şekilde kullanmak yerine menfi anlamda kullanır.

Kişiliksiz bir kişide cihad ruhu zulme dönüşür. Onda hırs olur. Öldürme eğilimi olur. Cihad öldürmek değildir. Cihad mücadeledir. Hoşnut olunmayan, yerilmiş sıfatların, özelliklerin temizlenmesidir cihad. Bu özellikler artık temizlenemezse, çıkmaz bir şekilde yapışmışsa o aza kesilir. Ama kişiliksiz bir kişi bunu en evvele alır, öldürmeden zevk alır. Cihad da ahlâkı güzel bir kişinin elinde olursa emr-i bil ma’ruf’a dönüşür, yoksa katliama dönüşür.

Bütün İslâmî şubeler bunun gibidir. Kişiye önce lazım olan şey imandır, sonra adeta bu imanın vitrini olan ahlâktır. İman ahlâkı güzel kişide salih amele dönüşebilir. Ahlâkı güzel olmayan bir kişinin ameli de salih değildir. Bu yüzden ahlâk her şeyin üstündedir.

Cenâbı Hak Efendimiz’i tavsif ederken “Sen dini tamamlamaya gönderildin.” buyurmamış. Dini Biz tamamladık, buyurmuş, onu Efendimiz’e vermemiş. Sen ibadetleri tamamlamaya gönderildin, buyurmamış; “Ahlâkı tamamlamaya gönderildin.” buyurmuş.

O’na “Alâ sıratın müstakim-Sen istikamet üzeresin.” buyurmuş. İstikameti oluşturan bütün umdelere bakın hepsi ahlâkî umdelerdir. Doğruluk, dürüstlük, güvenilirlik… bunlar kişinin ahlâkı ile ilgili şeylerdir. Cenâbı Hak birçok yerde bu anlamda ahlâkı öne çıkarmış, Resûlullah Efendimiz de ahlâkı önemsemiştir. “Bana en yakın olanınız ahlâkı en güzel olanınızdır.” buyurmuş. Kişinin dininin güzelliğini ahlâkının güzelliğine bağlamıştır. “Kişinin dininin güzelliği malayaniyi terk etmesidir.” buyurmuştur. Malayani bir ahlâksızlıktır. Onu terk ederek, güzel ahlâka bezenerek kişi dinde kemâl bulur. Bu yüzden biz ahlâkı önemsiyoruz. Ve bütün mesaimizi, himmetimizi onun üzerinde sarf ediyoruz.” buyurdular.

Kulun hizmet vasıtasıyla edinmeyi amaçladığı, arzuladığı bütün güzelliklerin amacı Rabbi’nin rızası, likası, kurbiyyeti olmalıdır. Bu yakınlığın tahsilinin de yegâne vasıtası içinde Allah’ın sevmediği hiçbir şeyin karışmadığı salih ameller olduğunu Rabbimiz bildirmiştir. Kurân-ı Kerim’de: “…Her kim Rabbi’nin likasını arzu ederse salih bir amel işlesin ve Rabbi’nin ibadetine hiçbir şirk karıştırmasın.” (el-Kehf: 18/110)

Cenâbı Hak kullarından salih amel yani vasıflı, kaliteli amel istemiştir. Bu salih amel ise yalnızca güzel ahlâklı, salih kişilerin yaptığı ameldir. Allah’a yaklaşmak da çok amelle, ibadetle değil ancak ahlâk iledir. Allahu Teâlâ rızasına, likasına kavuşturacak salih amelleri işlemede cümlemizi muvafık buyursun…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort