Gülzâr-ı Hâcegân
İMANDAN SONRA EN BÜYÜK AMEL
İbadetler Cenâbı Hakk’a Sunulan Hediyelerdir
Hâcegân Cemaati’nin İslâm’ı “Ya hep ya hiç” düsturu üzere anladığı ve bu anlayışın nasılı ve niçini yakın geçmişte yayınlanan sohbet ve makalelerde izah edilmişti. Bu anlayışın penceresinden bakarak bizler tenzihi de olsa bir mekruhu haram gibi görür, alâ kaderil imkân ictinab etmeye çalışır; aynı şekilde müstehab bir ameli de farz gibi kabul eder, elimizden geldiğince ifasına gayret ederiz. Çünkü bizim her şeyimiz “Namazımız, ibadetimiz, hayatımız ve ölümümüz âlemlerin Rabbi olan Allah” içindir. Neticede en küçük bir mekruhu da kebair bir günahı da sevmeyen Hak Teâlâ’dır. Ve bu fiil O’nun (cc) murakabesi altında iken icra edilir. Yanlışın mahiyetinden, şeklinden ziyade kime karşı işlendiği dikkati nazara verilir.
Yine önceki aylardaki sohbet ve makalelerden hatırlanacağı üzere kulun salih amelleri, güzel fiilleri Hakk’a sunulan hediyeler gibidir. İster küçük bir sevap olsun ister en makbul/hayırlı bir amel olsun, hediye edilen varlık değişmediğinden fiilin aynı hassasiyet üzere yapılması gerekir.
Bununla birlikte İslâm bir düzen dinidir. İslâm’ın her rüknü bir nizam üzeredir. Vecibeler taşıdığı mânâ ve içeriğindeki yoğunluk itibariyle ehem mühim sıralamasına tabidir. Dergimizin bu ayki dosya konusu olan “Namaz ibadeti” de Kur’ân ve sünnette mevcut hükümlerle bu sıralamanın imandan sonra ikinci sıradaki emridir.
Gözümün Nuru Namaz
Fahr-i Âlem Efendimiz (sav): “Bana dünyanızdan kadın ve güzel koku sevdirildi. Gözümün aydınlığı ise namazdadır.” buyurmuşlardır. Belki geçmiş sayılarda namaz ile ilgili sohbet ve makaleler yine yayımlanmıştı fakat Efendimiz’in “gözünün nuru” bizler için, Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle “Geçemediğimiz bir mesele”dir. Namaz sürekli konuşulması, birbirimize hatırlatılması, üzerinde farklı cephelerden tefekkür edilmesi gereken bir konudur.
Daimi Namaz
Hz. Mevlânâ (ks) Mesnevi’sinde
Penç vakt fî salât-i kâimûn,
Âşıkanda fî salât-i dâimûn.
Ney be-penç ârâm gired ân humar,
K’anderan serhâst ne pansad hezâr
Bir günlük namaz beş vakittir ama âşıkların namazları süreklidir. Zira onların sarhoşluğu değil beş vakitle yüz binlerce vakitte bile teskin olmaz, buyururlar…
Namaz ibadeti kulun Hakk’a yakınlığının zirve noktasıdır. Efendimiz (sav): “Kulun Rabbi’ne en yakın olduğu anı, secde anıdır.” buyurmuşlardır. Kul namazla adeta Cenâbı Hak ile beraberliğin startını verir ve bu beraberlik ömür boyu devam eder. Kuluna müştak olan, Kendisi’nin kulları tarafından sürekli sorulmasını dileyen ve kullarına çok yakın olduğunu bildiren Rabbimiz de bu beraberliğin hayatın tamamına yayılması için günlük farz olan beş vaktin üzerine, adeta bu beraberlik hiç bitmesin diye Efendimiz aracılığıyla bildirdiği sünnet ve nafile namazların kılınmasından memnun olmuştur.
Allahu Teâlâ kulunun Kendisi’nden başkasına yönelmesini istemez. İnsanın başına gelebilecek ne türlü sıkıntı olursa olsun Kendisi’ne yönelmesini arzu eder. Korktuğunda, herhangi bir meselede ikilemde kaldığında, bir muradı yerine geldiğinde, güneş tutulduğunda, yağmur yağmadığında bile sığınılacak liman olarak kulun Kendisine gelmesini/dönmesini murad eder.
Kul açısından ise bu beraberliğin her vakitte kontrol edilmesi, muhasebe edilmesi gerekir.
Âşık için namaz Rabbi’nden bir şeyler koparacağı araç değil, adeta sevgilisi ile görüşebilmek için sürekli vesileler arayan ve bulduğu en küçük fırsatı bile kaçırmamaya gayret eden kişinin hali gibi olmalıdır. “Bir gece ansızın gelebilirim.” şarkısında olduğu gibi Rabbi’nin tecellilerine sürekli hazır durumda olmalıdır. Hz. İbrahim’in kıssasında olduğu gibi fakir bir kulunun gönlünde kendisine misafir olan Rabbi’ni çeşmeye su getirmeye göndermekten sürekli korkmalıdır.
İşte bu uyanıklığın zemini, talimgâhı namazdır. Kul kıldığı bütün namazlarla bu beraberliğin antrenmanını yapıyordur aslında. Her vakit bir buluşma anıdır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, öğle namazını kılarken sabahtan öğlene kadar kendisini yaşattığı, nimet verdiği ve içinde bulunduğu vaktin namazını eda etmeye muktedir kıldığı için şükretmeli, bir sonraki vakte kendisini istikamet üzere iletmesi için yalvarmalıdır.
Allah’ı Görür Gibi Namaz Kılmak
Peki, böyle bir namaza bizi ulaştıracak vesileler nelerdir? Cenâbı Hakk’ı görür gibi bir namazı nasıl kılabiliriz? Neden bizim namazlarımız hep unuttuğumuz işlerimizi hatırlayarak geçiyor?…
Büyüklerimiz bu halimize şöyle bir misal getirirler: Bir halterciyi düşünün… O halterci küçük yaşlardan itibaren ağırlık kaldırma eğitimi almış küçük kilolarla başlayarak zamanla dünya rekorları kırabileceği ağırlıkları kaldırabilecek hale gelmiştir. Elde edilen başarının temelinde sistemli ve disiplinli bir çalışma metodunun olduğu şüphesizdir.
Nasıl ki hayatında hiç halter kaldırmamış bir kişi ilk kez denediği çok hafif bir ağırlığı bile kaldıramayacaksa hakikat yoluna sulûk etmemiş, hiçbir manevi antrenmana katılmamış bir kişinin yukarıda bahsedilen şekilde bir namaz kılması mümkün değildir. Razı olunan , makbul olan, huzurlu, bizleri kötülüklerden ve fenalıklardan alıkoyacak bir namaz için namazın öncesindeki halimiz çok önemlidir. Eğer biz namaza başlayana kadar ki zamanımızı sanki namazdaymışız gibi geçirmiyorsak namazımızın huzurlu olmasını beklemek kendimizi kandırmak olacaktır.
Namaz ve Sohbet
Hâcegân yolunda zahir ibadetlerden namazın, batını izdüşümü sohbettir. Nasıl ki namazına dikkat etmeyen bir kişi Müslüman bile olamıyorsa musahabe fiilini icra etmeyen kişi de Hâcegân saliki olamaz. Bu manada Hâce Hazretleri (ksa):
“Adam bir yerden kalkmış gelmiş, ‘Ben bağlanmak istiyorum.’ diyor. Kendince bağlanmış, ders alacak. Belki ona verdiğimiz evradı-ezkârı sürekli yapacak ama hiç sohbete gelmeyecek, hiç ihvanla kaynaşmayacak, hiçbir hizmette bulunmayacak, bu yolun esası, âdâbı, erkânı ne, bunları, içine girmediği için, anlayamayacak... Böyle bir bağlılığı ben kabul etmiyorum. Böyle bir insan, fakirin gıyabında buraya bağlı olduğunu söylese de böyle bir bağlılık olmaz. Anladığımız bağlılık böyle değil.
Bu yolda olan insanda bu yolun emareleri, eserleri, güzellikleri bir şekilde yansımalı. Bu da ancak manevi alışverişin sürekliliği ile olmalı. Virdlerini yaptığı gibi, zaman zaman fırsat buldukça, müsait dönemde sohbete gelmeli, ihvanla kaynaşmalı, paylaşmalı, sohbetleşmeli ve bu yola bir katkısı dokunabilecekse onu esirgememeli, bu yolun bir nimeti varsa ondan istifade etmeli, onu paylaşmalı...
Bu sirkülasyon içinde bağlılık güçlenir, kuvvetlenir. Bu insan da değişir. Böyle kemâle erer. Sırf tesbihle bağlanma bağlılık değildir.” buyururlar.
Sohbetle insan nasıl namaz kılınacağını öğrenir. Her ne kadar bu hakikat tasavvufu anlayamayan bazı okumuş cahiller tarafından maksatlı; “Cahilin sofusu şeytanın maskarası.” buyrulan kişiler tarafından da bilmeyerek çarptırılsa da büyüklerimizin buyurduğu üzere “Namazın kazası olur, sohbetin kazası olmaz.” Bu ifade hâşâ namazın değerini tahfif eden bir söz değildir. Bu kelam ile büyüklerimiz sohbetin öneminin ne denli büyük olduğunu vurgulamışlardır. Çünkü sohbette insana namaz anlatılır. Sohbet namazın abdesti gibidir. İnsan sohbetle görülen, görünmeyen bütün kirlerini gidermenin yolunu öğrenir.
Örneğin namazdan önce misvak kullanmak sünnettir. Kişi bu sünneti hadis mecmualarından öğrenebilir. Fakat misvak ile masivanın aynı kökten türediğini ve misvaktan muradın zahiri temizlik olduğu gibi “Allah’ın dışındaki her şeyden” beri olmaya gayret etme anlamını da taşıdığını sohbetle öğrenir.
İnsan sohbetle, namazda kalıbıyla kalbini birleştirmeyi talim eder. Rabbimiz’in sadece namazda değil, hayatın her anında “Bizi sürekli murakabe eden” olduğunu ve hareketlerine, haline ona göre çeki düzen vermesi gerektiğini sohbetle öğrenir…
Fakat ne yazık ki günümüzde bazı hakikatler ehlinde olmadığı için zayi ediliyor. Bugün davalarının imanı kurtarma davası olduğunu ileri süren bazı kesimler “Gel, sen tevbe et, gerisi kolay. Büyükler seni sırat köprüsünde yalnız koymazlar, seni geçirirler…” gibi saçma sapan bir anlayışı ön plana çıkarıyorlar.
Bizler evliyaya mutekidiz. Biiznillah, ayeti kerimede “evtad” buyrulan kazık/çivi gibi çakılan dağları Allah erlerinin himmeti titretir ve yerinden oynatır. Allahu Teâlâ onlara böyle bir güç ve kuvvet vermiştir, âmenna…
Ama eğer bir evliya etba’larına ibadeti emretmiyorsa, onları kulluğa teşvik etmiyor ve onları sürekli kontrol etmiyorsa bu zat ğavs-ı cihan olsa yanına gidilmez. Ve böyle bir cemaatin bağlıları inanıyorum ki ahirette, ebeveynleri konumunda olan büyüklerinin yakalarını tutacak ve niye bizi Rabbimiz’in emrettiği şekilde terbiye etmediniz, diyecekler.
Bu mânâda Hâce Hazretleri (ksa): “Ya el ele cennete gideriz ya da sizi cehenneme kadar kovalarım.” buyururlar. Yani size yaptığımız nasihatlere, tavsiyelere, size ilaç kabilinden verdiğimiz manevi reçeteye uyarsanız hep birlikte, Allah’ın izniyle, cennete gideriz. Yok, bunlar bizim nefsimize ağır gelir, biz bunları yapamayız, derseniz yolunuzun sonu cehenneme çıkar…
Yine aynı şekilde bir cemaat sözüm-ona insanlık için yaptığı hizmetleri öne sürerek bağlılarına “Siz hizmet ediyorsunuz, bulunduğunuz dairede, toplu mekânlarda namaz kılıp safınızı belli etmeyin. Akşam bütün namazlarınızı kaza edersiniz.” anlayışını empoze ediyor ve bu cemaatin bağlıları da; “Ben namaz kılarsam kariyer yapamam, yükselemem. Biz yükselemezsek de bu köşeleri dine, mukaddesata düşman insanlar kapar.” anlayışıyla namazlarını terk edebiliyorsa Müslümanların böyle bir topluluktan hemen uzaklaşması gerekir. Sen namazından taviz vererek ne olabileceğini zannediyorsun. Böyle bir akidedeki cemaat dünyayı kurtarsa beş para etmez. Bütün dünya nimetlerini toplasanız bir Müslümanın Allah için kıldığı bir vakit namazın yerini tutmaz.
Namazına özen göstermeyen, zaman ve mekânı müsait olduğu halde sürekli ruhsatlarla amel ederek takdim/tehir yapan mücahidler günümüzde çok. Bu gibi insanlar İslâm’ı bir hayat nizamı olarak kabul edip, yaşamlarının düzenini İslâm’ın belirlemesine müsaade etmiyorlar. İslâm’ı bir ideoloji, içlerindeki vahşeti örtmeye yarayan bir örtü olarak kullanıyorlar. Dinde aşırıya gidip hevalarını ilah ediniyorlar.
Yine Hâce Hazretleri (ksa) “Dünyada Allah’a imandan sonra yapılacak en büyük amel namazdır.” buyurmuşlardır. Bu kibâr-ı kelâmı kendimize hayat düsturu olarak belirlemeli ve namaz hakkında konuşurken ona göre konuşmalıyız.
Cenâbı Hak emirlerini nefsimizin arzularına göre tevil etmekten cümlemizi muhafaza etsin. Emrettiği şekilde dosdoğru olabilmeyi cümlemize nasib etsin…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
VUSULSÜZLÜK USULSÜZLÜKTENDİR
Gün geçtikçe Ramazan ayı ile bütünleşen, İslâm ümmetinin her geçen gün rağbetinin arttığı, tamamlanması ayeti kerime ve hadisi şeriflerce de emir buyrulan/tavsiye edilen “umre ibadeti”nin hükmünü, nasıl bir haleti ruhiye ile bu ibadetin ifa edilmesi gerektiğini ve ekser ibadetlerimizin maruz kaldığı tahrif, içinin boşaltılma, özünün kaybedilme ameliyesine dair şahid olunan vakıaları aktarmak bu ayki dergimizin ve makalemizin konusudur.
Rabbim bizleri yaşamadan söyleyenlerden kılmasın ve anlatılan hakikatleri hayata aksettirmede tevfik lütfeylesin…
Umre’nin Hükmü
Ömürde bir defa umre yapmak Hanefî ve Malikî mezheplerinde müekked sünnet, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine göre ise farz sayılmıştır. Hadis kitaplarından gelen rivayetlere göre ise Peygamberi Efendimiz (sav) dört defa umre yapmıştır. Bunlar: Hicretin altıncı yılında Beytu’l-Haram’ı ziyaret maksadıyla yaptığı Hudeybiye umresi, ertesi yıl yapılan kaza umresi, Mekke ile Taif arasında bulunan ve Mekke’ye üç gece uzaklıktaki Huneyn vadisindeki Curana mevkiinden sekizinci yılda yapılan umre ve dokuzuncu yılda Veda haccı ile birlikte yapılan umrelerdir. (İslâm Fıkhı, Prof. Dr. Zuhaylî, 3/462)
Resûlullah Efendimiz (sav) özellikle Ramazan umresini teşvik etmişler ve “Ramazan’da yapılan bir umre Benimle yapılan ve kabul olunan bir hac gibidir.” buyurmuşlardır.
Yine Efendimiz (sav) “Umre, kendisi ile öbür umre arasındaki işlenmiş küçük günahlara kefarettir.” buyurmuşlardır.
Umre İbadetinin Hedefleri
Hâce Hazretleri (ksa) umre ziyaretinin bir turistik gezi olmadığını, herhangi bir yere tatile gidilmediğini, buyururlar. Umre ibadetine niyet eden kişinin iki hedefi olması gerektiğini ve kulun bu hedeflerin en az birinde muvaffak olmayı Cenâbı Hak’tan istemesini tavsiye buyururlar. Bu hedeflerin birincisi hicrettir. Hedefimiz her türlü faniden Allah’a ve Resûlü’ne hicret etme niyetiyle umre yapmaktır. İkincisi ise Allah Resûlü’nün: “Ölmeden evvel ölünüz!” buyruğu üzere adeta nefsaniyetimizi, bütün süfliyatımızı öldürmek üzere umreye niyet etmektir, buyururlar.
Hâce Hazretleri (ksa) bu hedeflerin ancak şartlarına uygun olarak vazifelerin yerine getirilmesi ile tahakkuk edebileceğini; Umre ziyaretinin kastının kendi iç âlemimizi, ruhi yapımızı imar etmek, tadil ve tamir etmek olduğunu; nefsimizin harap hale getirdiği gönlümüzü; virane, bîmar olan kalp ve ruhumuzu Kâbe-i Muazzama’da Allah’ın nurlarıyla, Ravza-i Mutahhara’da Resûlullah’ın (asv) nazarlarıyla imar etmemiz gerektiğini buyururlar.
Umre’de Şahit Olunan Manzaralar
Bizler de bu hedeflere nail olabilmek amacıyla Ramazan ayında umre yapmak üzere mukaddes beldelere gittik. Cenâbı Hak bütün ümmeti Muhammed’in umrelerini mebrur, saylerini meşkûr, amellerini makbul eylesin.
Küçüklüğümüzün en revaçta ilahilerinden birisi,
Canım Kâbem varsam sana
Yüzüm gözüm sürsem sana…
ilahisiydi.
Kâbe’nin özlemi ile söylenen bu gibi ilahiler geçmiş dönemlerde yaşayan insanların kısıtlı imkânlar dolayısıyla gitme şanslarının çok az olduğu mukaddes beldelere duydukları hasretin ne denli büyük olduğunu bize anlatmaya vesile olabiliyor. Günümüzde ise her ne kadar yirmi dört saat Kâbe’den ve Ravza’dan canlı yayın yapan kanallar olsa da bu beldelerin özlemi, sevgisi, o mekânların manevi atmosferi, TV ekranlarına sığmayacak kadar büyüktür.
Fakat bir hakikatin ender oluşu, çabuk erişilebilir olmayışı onun kıymetini bilmede daha çok özen gösterilmesine sebep olabiliyor. Aynı şekilde kolay ulaşılabilir olması hakikatinin gerektirdiği ölçülere göre muamele edilmemesine yol açıyor. Bizlerin bu yılki umreden en çok aklımızda kalan husus da işte burasıydı. Her yıl artan bir taleple umreye gidilmesine rağmen her sene tabir caizse kalitenin biraz daha düştüğünü gözlemleyebiliyoruz. Tabi ki amacımız insanların maksatlarını okumak veya yargılamak değil. Ancak şahit olunan manzaralar her duyarlı mü’mini rahatsız ettiği gibi bizleri de rahatsız ediyor ve maksadın Umre İbadetinden ziyade turistik bir geziye dönüştüğü konusunda bizi düşündürüyor.
Hâce Hazretleri (ksa) bu durumu: “Somut İslâm’dan soyut İslâm’a geçiş.” şeklinde yorumladılar. Allah için evini barkını, çoluk çocuğunu, memleketini bırakıp, parasını harcayarak umreye gelen kişilerin hayatlarında Allah yok, din yok, şeriat yok, Allah’ın hudutları yok… Ölçüsüzlük her konuda İslâm ümmetinin yakasını sarmış durumda. Bu hudut tanımazlığa örnek olması açısından birkaç hadise aktarmak gerekirse mesela Müslümanların hayatlarında artık haremlik–selamlık diye bir mesele kalmamış. Herkes birbiriyle bacı kardaş olmuş. Kim kimin mahremi, bir bayanın veya erkeğin kimlerle görüşebileceğini İslâm belirlemiyor artık Müslümanların yaşantısında. İnanır mısınız kaldığımız otelin yemekhanesinde bayan–erkek ayrı ayrı otursun, yemek yesin; birden fazla asansör var, asansörlere ve otel ile Kâbe arasında yolcu taşıyan servislere kadın erkek ayrı ayrı binsin tekliflerimize ilk önce Diyanet’in “Din görevlileri” karşı çıktı. Müslümanların, istisnalar kaideyi bozmaz, bu “Din görevlilerinin” elinden ciddi sıkıntılar çektiğini görüyoruz. Çünkü genelinin Hac ve Umre ile ilgili bilgileri çok yetersiz. Öyle olmuş ki hiçbir hata kurban cezası gerektirmiyor artık. “Din Görevlileri” hepsini halletmiş maşaallah. Cenâbı Hak ümmeti Muhammedi cehaletten ve bu cahillerin elinden kurtarsın…
Allahu Teâlâ’dan niyazımız mukaddes beldeleri bir an evvel Suud kabilesinin -özellikle devlet kelimesini kullanmıyoruz- ve Vehhabi zihniyetinin elinden kurtarmasıdır. Cahiliye devrinde bile ziyaret maksadıyla Kâbe’ye gelen kişilere hizmet bir şeref addedilmişken bu insanların Müslümanlara eziyetten başka yaptıkları pek de bir şey yok. Tek hizmetleri devasa binalar yapmak. Mesela bu binaların altında dilenen kolsuz, bacaksız, aç susuz çocuklara yönelik hiçbir şey yapılmıyor.
Osmanlı İmparatorluğu çöküş döneminde olmasına rağmen, ekonomik açıdan en zor zamanında bile hüccacın ziyaretinin rahat ve ulaşımının daha hızlı olması için İstanbul’dan Medine’ye tren hattı döşerken; bu kadar maddi kaynak, imkân ve teknolojinin mevcut olduğu bir zamanda Suud kabilesi, insanların Harem’e ulaşımını kolaylaştırmak adına hiçbir şey yapmamış. Kendi saltanatını devam ettirebilmek için halkın ağzına da bid’at, haram ve şirk kelimelerini dolamış.
İsmet Özel’in fikirlerinin ve yaşantısının İslâmi çerçeveye yöneldiği yıllarda genç Müslümanlardan bir grup hem tebrik etmek hem de fikir teatisinde bulunmak üzere kendisini ziyaret ederler. İsmet Özel yüksek katlı bir apartman dairesinde oturmaktadır. Sohbet muhabbetten sonra yemek faslına geçilirken İsmet Özel yemek masasına yiyecek bir şeyler hazırlamaya başlar. Gençlerden birisi, “Üstad, yerde yemek sünnet değil mi? Masada yemek bid’attir.” der. İsmet Özel’in cevabı çok manidardır: “9. katta mı?”
Bid’at meselesine de yine onların penceresinden/yorumlamasından baktığımızda ülke olarak boğazlarına kadar bid’ate batmış bir halde olmalarına rağmen hâlâ Müslümanların elindeki tesbihe, boynundaki cevşene bakıyor, muhabbet etmek istediklerinde hemen tesbihin fıkhî hükmünü soruyorlar. Bu halleri bize TC’nin kuruluş yıllarında Müslüman, âlim mebuslara dikkatlerini dağıtmak, İslâm’a muhalif kanunları Meclis’ten kolaylıkla geçirebilmek için sorulan “Sinek pisliği necis mi?” sorusunu hatırımıza getiriyor. Rabbim cümlemizi bu gibi şuursuzluklardan uzak eylesin…
Umre ziyaretinin bir başka maksadı da dünya Müslümanlarının birbirleriyle tanışması, kaynaşması, yaşadıkları bölgede İslâmî hayatın geldiği seviyeyi, Müslümanların hallerini birbirlerine aktarmasıdır. Ne yazık ki bizler görüştüğümüz, takip ettiğimiz kadarıyla genel mânâda ümmetin bilinçsizliğine, ölçüsüzlüğüne şahit olduk bu sene. İnsanlar o hale gelmişler ki Kâbe’nin duvarına sürülen bir takkeye verilen değer bir âlime verilmiyor. Bu konuda biz Hz. Ömer efendimizin Hacerü’l-Esved’e bakışı gibi düşünüyoruz. Ömer efendimiz Haceru’l-Esved’i istilam ederken: “Biliyorum ki sen bir taşsın, ne bir faydan ne de zararın vardır. Ben Resûlullah’ı (sav) seni öperken görmeseydim, asla öpmezdim.” buyurmuştur.
Bizler Kâbe’ye Allah’ın beyti, Müslümanların kıblesi, cem olmalarına vesile olan mekân vs… olduğu için; o mukaddes yerlere Efendimiz’in de (sav) dokunduğu, öptüğü, selamladığı için, bizler de o izleri arayalım diye dokunuruz, öperiz, selamlarız. Ancak İslâm’da ehem mühim sıralaması vardır. Binlerce Kâbe örtüsünü bize dinimizden bir harf öğretecek, Rabbimizi tanıtacak, Efendimiz’i sevdirecek bir âlimin tek bir kelamına değişmemeliyiz.
Bu konuda İslâm âlimlerine çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Ümmetin âlimleri hacca veya umreye gidecek kişilere karşılaştıkları âlimlerden dinlerini öğrenmek, suallerinin cevaplarını almak, onların hayır dualarını talep etmek üzere tavsiye vermelidirler. Çünkü bizim “Din görevlilerimiz” kendi eksiklikleri ortaya çıkacak diye kafilelerindeki kişileri hiç kimse ile görüştürmeme hususunda çok başarılılar…
Hz. Peygamber Efendimiz (sav) Muhabbetin Kaynağıdır
Yukarıda da geçtiği gibi Müslümanların hayatında ölçü kalmamış. Meselelere kendi arzu ve isteklerine göre değer biçer olmuşlar. Bir beyitte şair
Muhabbetten oldu ol Muhammed hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl… der.
Mayası sevgi ile yoğrulan, aşkla yaratılan, Allah’ın habibi/sevgilisi, kâinatta en çok sevilen ve sevginin, muhabbetin kaynağı olan Efendimiz (sav) olmadan muhabbetten bahsedilmesi mümkün değildir. Âlemde hubbun kaynağı O’dur. İnsan vücudu da küçük bir âlemdir. Nasıl ki kâinatta Efendimiz olmadan muhabbet olmuyorsa bir insanın içinde de Efendimiz’e şedit bir muhabbet, O’na karşı sonsuz bir muhtaciyet, minnet, vefa… duyguları yoksa o insanın muhabbetten dem vurması; aşktan, sevgiden bahsetmesi, gözyaşı dökmesi mümkün değildir. Eğer böyle bir durum varsa bu halis değildir aksine riyadır, insanları kandırmaktır. Bu sözlerle şu noktaya gelmek istiyorum: Her akşam vitr namazlarında, özellikle de Kadir Gecesi’nde kendisi ağlayan ve cemaati de kendisiyle birlikte hıçkırıklara boğan imam efendiler hemen namazın bitiminde “Muhabbetin Kaynağı” olan Efendimiz hakkında bu sayfalarda tekraren dahi olsa yazmaya imanımızın müsaade etmediği sözleri çok rahatlıkla söyleyebiliyor. Bizler ise o imam efendiyi safça, şuursuzca, çıkarabildiğimiz en yüksek makamlara çıkarıyoruz. İşte bu da bizim ölçümüzü kaybettiğimizin bir başka göstergesidir. O kişiyi değerlendirme kıstasımız namazda ağlaması ve bizleri ağlatması. Hâlbuki Müslüman eşya ve hadiseyi imanıyla, Kur’ân, Sünnet ışığında ve sahih ilimle değerlendirmelidir, duygu ve hisleriyle değil… Aksi takdirde bizler de Efendimiz’i incitmiş oluruz Allah korusun. Hâce Hazretleri (ksa) sürekli buyururlar: “İslâm’da cehalet/bilmemek mazeret değildir.” Biz bilmiyorduk, hata ettik, demek bizi kurtarmayabilir.
Zaten bu incinmişliğin neticesi olsa gerek ki yüz binlerce Müslümanın hep bir ağızdan, gözyaşlarıyla “Âmin” dediği Suriye, Filistin, Burma ve zulüm altındaki diğer İslâm beldeleri için yapılan dualara Cenâbı Hak’tan istenilen ve beklenilen mânâda bir karşılık gelmiyor.
Müslümanlar artık İslâm’ı yaşama hususunda kendilerine öğretilen, anlatılan, tavsiye edilen usullerin sıhhati konusunu daha çok dikkat-i nazara vermeli, başlarındaki kişilerin İslâm şeriatine muhalif görünen şüpheli uygulamalarına karşı daha sorgulayıcı olmaları gerekir. Çünkü büyüklerimiz “Vusulsüzlük usulsüzlüktendir.” buyurmuşlardır.
Cenâbı Hak cümlemizi bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz bütün günah ve gafletimizden pişman olup kendisine dönenlerden kılsın…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
EFENDİMİZ VE BAYRAM
Ulvî mânâsıyla bayram, ruhlara lütfedilen mânevî kanat. Çilelerden huzura uzanan semavî bir sırat. Ölümün, sonsuz diriliğe çevrildiği ân-ı vuslat.
Şimdiki tecellîsi itibarıyla Hüsn-i Mutlak’ın cemâl ufkunda geçen ve fânîlik perdelerinin ötesinde yaşanan bir müjde-i hayat... (M. A. Eşmeli, Şebnem Dergisi, s.32)
İslamî Bayramların Ortaya Çıkışı
Efendimiz’in (asv) şehirlerine teşrif ettikleri dönemde Medineliler cahiliyye devrinden kalma iki bayram kutlarlardı. Bu günlerde oyunlar oynanır ve şenlikler yapılırdı. Hz. Peygamber Efendimiz (sav) bu bayramları görünce: “Bu iki gün nedir?” diye sual buyurmuş, onlar da “Biz cahiliyye devrindeyken bu iki günde şenlik yapardık.” diye cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Efendimiz de (sav); “Allahu Teâlâ, sizin bu iki bayramınızı onlardan daha hayırlı iki bayram ile değiştirdi: ‘Iyd-i Fıtr’ (Ramazan Bayramı) ve ‘Iyd-i Edhâ’ (Kurban Bayramı).” buyurmuştu. (Ebu Davud, Sünen, I, 675)
Toplum ve ferd düzeyinde meşrû ölçüler çerçevesinde eğlenmenin bir ihtiyaç olduğuna inanan dinimiz mensuplarının bu ihtiyaçlarını göz ardı etmemiş bilakis nasıl olması gerektiğini en ince detaylarına kadar Hz. Peygamber ve O’nun güzide ashabının hayatıyla bizlere haber vermiştir.
Bayram geleneği insanın fıtratında var olan eğlenme, yaptığının/amelinin karşılığını görme ve isteme, günümüz tabiriyle ‘deşarj’ olma duygusunun ve ihtiyacının tazyikiyle Cenâbı Bâri Teâlâ tarafından kullara bahşedilmiş neşe ve sürur günleridir.
Yaş Kuru Her Şey Kur’ân’da Bildirilmiştir
Cenâbı Hakk’ın “İslâm” ismi altında inzal buyurduğu ve bizim de kul olarak itaat etme zorunluluğumuz olan hakikatte ölçüsüz, hudutsuz hiçbir konu yoktur. En basitinden içinde bulunduğumuz oruçtan örnek verebiliriz. Ayeti kerimelerde orucun sayılı günlerde olduğu beyan buyrulmuş. Bu meyanda, hakikatin izahı olarak Cenâbı Hakk’ın en geniş kapsamda ifade buyurduğu: “…Yaş ve kuru (hiçbir şey) müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En’am: 6/59) ayeti kerimesini de görebiliyoruz. Bu ayeti kerimeyi biz Allah’ın (cc) kullarına her meselede çizdiği bir hudut olduğu ve kulların bu hudutlara riayet ederek ancak Hakk’a sevimli bir kul olabileceği şeklinde de anlayabiliriz. Cenâbı Hak hiçbir mevzuyu müphem, muğlak, kulun nefsi/indî yorumlamasına bırakmamıştır. Her mesele ile ilgili ya ayeti kerimeler, ya Efendimiz’in kavl-i şerifleri veyahut da geçmişten günümüze gelen rasih, salih ulema tarafından en ince ayrıntısına kadar bildirilen hükümler mevcuttur. Müslümanın her hareketinin ölçüsü bellidir ve buna göre hareket etmek zorundadır.
Konumuzla ilgili olarak meseleye baktığımızda insanın, nefsinin oyunlarına çabuk kanabileceği bayramlarda nasıl eğleneceği de yine Cenâbı Hakk’ın Zâtı tarafından belirlenmiştir. Müslüman hiçbir hâl ve kârda Allah’ın halifesi olduğunu ve bu dünyaya Rabbi’ne ibadet, O’nu tanımak için gönderildiğini unutmamalı ve vasat yolu seçerek sırat-ı müstakim üzere, teenni ile hareket etmelidir. İslam, Müslümanın bayramının nasıl olacağını, nasıl eğlenebileceğini belirlemiştir. Bu ölçüyü usve-i hasene olan Efendimiz’in hayatından öğrenebiliriz.
Efendimiz’in Bayramları Nasıldı?
Efendimiz (asv) bayram günlerini ihyâ etmeye geceden başlar ve: “Kim bayram geceleri kalkıp karşılığını Allah’tan bekleyerek namaz kılar, geceyi ihyâ ederse, kalplerin öldüğü o günde kalbi ölmez.” (İbn Mâce, Sıyâm, 68) buyururdu.
Efendimiz’in (sav) bayram günü ise namaz ile başlardı. Namaza giderken de önce yıkanır, güzel koku sürünür, en güzel elbiselerini giyer, birkaç hurma yerdi. Rivayetlerde Efendimiz’in ashabdan bazı sahabi efendilerimiz ile birlikte namaza gittiği ve namaz yerine gidinceye kadar yüksek sesle “Allahu Ekber, Allahu Ekber!” buyurarak tekbir getirdiklerinden bahsedilir.
“Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır.” buyuran Resûlullah Efendimiz, mü’minin eğlencesinin ölçülerini belirlemeye başlamıştır. Mü’min mutluluk anında kendisine bu sevinci bahşeden Rabbi’ne şükretmelidir. Hüzün halinde ise yine Rabbi’ne iltica ederek bu hâl üzere iken kendisinden Rabbi’ni üzecek, O’nunla irtibatına halel getirecek en küçük bir düşünceden bile kendisini koruması için yalvarmalıdır…
Efendimiz bayram sohbetlerinde Kur’ân’dan ayetler okur, zekâtı, takvayı ve Allah’a itaati emreden, Allah’ın emir ve yasaklarına uymayı teşvik ederlerdi. Bayram namazına gidiş ve geri dönüş yollarının farklı olmasına özen gösteren Efendimiz, bu hareketiyle birçok kişiyle bayramlaşmış olurlardı…
Efendimiz’in Eğlencesi
Yukarıda Efendimiz’in bir bayram gününü nasıl geçirdiğine dair birkaç rivayeti naklettik. Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz’in en mutlu günlerinde bile kulu gaflete düşürecek, masivaya daldıracak, şehevî arzular uyandıracak hiçbir fiilene rastlamıyoruz. Efendimiz’in bayram eğlenceleriyle bugün bizlere dayatılan bayram eğlencelerinin mukayesesini yapmaya çalışalım. Filan artist şu kanlada, filan şarkıcı bu kanalda diye televizyonlarda çokça gördüğümüz bayram eğlenceleri bizlerin sahih İslam’dan ne kadar uzaklaştığımızın, İslam’ın hayatımızdan ne kadar uzak kaldığının bir göstergesi olsa gerek.
Hâce Hazretleri’ne (ksa) “Efendimiz’in eğlence anlayışı nasıldı?” diye sorduğumuzda şöyle buyurdular:
“Peygamberin eğlencesi de dünyayı kullanışı gibi yerli yerinde, hikmetine binaen… Efendimiz’in eğlencesi bizim anladığımız mânâda bir eğlence türü, değişik oyunlar, insanı gaflete düşüren şekiller, aslı olmayan, mânâ boşluğu içeren hâl, hareketler değil. Peygamberin eğlencesi gönül ferahlığı, yine rızaya uygun, insanları eğiten, öğreten hâl hareketler… Eğlence bunlar…
Mesela bir bayramlaşma, tebrikleşme… Bu kardeşliği artıran bir hadise… Bu da bir çeşit eğlence, Peygamberî bir eğlencedir.
Hediyeleşme, bir dünya metaını insanların birbirlerine alıp vermesi, aralarında alıp vermesi bir eğlencedir. Önemli olan şey bunu yaptıran gaye. Bundaki gaye muhabbetin gelişmesi, insanların birbirine yaklaşması, birbirini sevmesi bir eğlencedir.
“Dünyanızdan namaz sevdirildi.” buyurmuş, toplu halde, kalabalıkla bayram namazı kılmak… Bu da bir çeşit eğlencedir. Burada Hakk’a kulluğun itaatin, paylaşılması var. Allahu Teâlâ’nın âlemlerin Rabbi olduğunun neşredilmesi, ilan edilmesi var. İnsanlara bir sorumluluk bilinci öğretmek var. Bir büyüğün huzurunda bir araya gelmek. O büyüğe karşı itaati, saygıyı, tazimi talim etmek var… Bu bir eğlencedir.
Çocukların seviyesine inip onları sevindirmek bayram eğlencesidir. Bundaki gaye insanın değerini, kıymetini, eşref olduğunu ortaya koymak. Ve sınıf farklılıklarını bertaraf edip büyük-küçük ayrımı yapmaksızın herkese konumuna, durumuna göre ilgi, alâka göstermek. Dolayısıyla büyüklerin yüklendiği, temsile çalıştığı hakikate küçükleri de ortak etmek…
Bakın bunların hepsinde bir eğiticilik, terbiye var. Ama dıştan baktığında bunlar bir çeşit eğlencedir. Mesela bu anlamda çocuklarınla bayram gezilerine giderek büyüklere saygıyı ve kimlerle ilişki içinde olacağını; hayatı boyunca ona yardımcı, destek olabilecek varlıkları ona göstermek. Çocuklarla kabristana gitmek, ölümü çocuklara öğütlemek. Çocuklarla camiye gitmek, ibadeti onlara sevdirmek, Allah’ı onlara tanıtmak…
Eğlence ama hedefledikleri amaçlar ve üretilmek istenen gayeler çok farklı. Bu mânâda Peygamber de bir insan ama mürşid, rehber, önder insan. İnsan olarak eğleniyor. Rehber, mürşid, önder, imam olarak eğlencesi ile de insanlığı eğitiyor. İnsanlığa şartlar ne olursa olsun, bayram olsun, seyran olsun hedeflerinden sapmamalarını, gayelerinden taviz vermemelerini, adım adım mutlak hedefe doğru, rızaya, likaya doğru ilerlemeleri gerektiğini anlatıyor. Bunu yaparken de dolayısıyla eğleniyor.
İnsanı gaflete düşürecek, Allah’tan uzaklaştıracak, masiyet sayılacak hallere eğlence demek doğru değil. Bunlar Allah’a karşı isyandır.”
EFENDİMİZ’İN BAYRAM ALIŞKANLIKLARI
Tatlı Yeme Alışkanlığı
Enes b. Mâlik (ra): “Allah Resûlü (asv) Ramazan’dan sonra bayram namazına gitmeden önce mutlaka birkaç hurma yerdi.” buyurur. (İbn-i Mâce, Sıyâm, 49)
Kaynaklarımızda bayramlarda örf haline gelen tatlı yapma geleneğinin Efendimiz’in yukarıda geçen hadisi şerifinden yola çıkılarak oluşturulduğundan bahsedilir. Fakat ahir zaman Müslümanları olarak ifrat veya tefrit hastalığına müptela olduğumuz için bunda da aşırıya kaçmışız. Efendimiz tek sayıya riayet ederek birkaç hurma yediği halde bizler tepsi tepsi baklavalar, kutu kutu çikolatalar yiyoruz ve buna kendimizce sünnet kılıfını giydiriyoruz.
Bir başka aşırı, haddi aşan düşüncemiz de “Dünyada Müslüman kardeşlerimizin yaşadıkları, maruz bırakıldıkları sıkıntılar sebebiyle şimdi eğlenmenin zamanı mı?” düşüncesi.
Hâce Hazretleri (ksa): “İslam cenazelerden sonra bile üç günden ziyade taziyeye izin vermemiştir. İnsandan hayatını yaşamasını istemiştir. Elbette ki bir Müslümanın dünyanın neresinde olursa olsun sair Müslüman kardeşlerinin çektiği çileleri unutması, bu çilelere duyarsız olması, onların hallerinden gafil olması hoş bir şey değil. Onların acısını bağrında hissetmeli ama bir taraftan da hayat devam ettiği için tüm insanlığı mateme sokamamalıdır. Asrısaadette de bu tip şeyler oluyordu. Efendimiz (asv) Medine’ye geldikten sonra Müslümanlar birçok çileler ve işkenceler görmeye devam ettiler. Şehid edilenler oldu. Peygamber kendi bayramlarından taviz vermedi. İnsanlara demedi ki “Kardeşleriniz bu halde, siz eğlenemezsiniz.” Yine düğünlerde def çalınmasını, değişik oyun yapılmasını teşvik etti.
Müslümanların acısı, çilesi üstünden prim elde etmeye çalışmak, bunu politika malzemesi olarak kullanmak yanlış. İslam bir bütündür. Bu bütünü kim nerede nasıl yaşamaya çalışıyorsa yaşamalı. Diyelim Afrika’da, Somali’de ve sair yerlerde aç bî-ilaç insanlar var diye biz burada su içmeyecek miyiz? İftarda, sahurda yemek yemeyecek miyiz? Bu intihar olur.
İslam’da aşırı bir matemcilik anlayışı yok. İyiliklerin de sıkıntıların da paylaşılması, bunun için yapılabilecek çarelerin araştırılması var ama bununla birlikte hayat yine devam edecek. Eğlence vakti geldiğinde eğlenilecek, cihad vakti geldiğinde cihad edilecek, taziye olduğunda taziye verilecek ama hayat tüm şubeleriyle devam edecek. Bir şey oldu diye hayatın geri kalan kısmını, İslam’ın bize sunduğu hakları tatil edemeyiz. Eğer İslam’ın bu tip güzelliklerine devam edilmezse bunlar unutulur.” buyurdular.
Alvarlı Muhammed Lütfi Efe’nin buyurduğu gibi:
Can bula cananını,
Bayram o bayram olur.
Kul bula sultanını,
Bayram o bayram olur…
Cenâbı Hak cümlemize gerçek bayramlar yaşatması dileğiyle…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
İSLÂM YA HEP YA HİÇTİR
Müslümanın kimlik özelliklerini açıklamaya çalıştığımız makalemizin ikinci bölümünde yine günümüzde temel İslâmî hususlardan, çarpıtılmaya ve asli mecraından kaydırılmaya çalışılan hakikatlerden günümüz için gerekli olduğuna inandığımız bir kaç hususa değinmeye çalışacağız...
Makalemizde değineceğimiz temel meselelerin ilki kelime-i şehadetin: “Muhammedu’n-Resûlullah” bölümünün bizlere yüklediği sorumluluk… İkinci olarak Müslüman kimliğimizin gerekliliklerini yerine getirirken “Ya hep ya hiç” anlayışının önemi ve bu parolanın nasıl anlaşılması hususunu; son olarak da Mücadele sûresinin 22. ayeti kerimesi ile emredilen Allahu Teâlâ’ya ve ahiret gününe inanan müminlerin Allah ve Peygamber düşmanlarına karşı nasıl bir tavır ve tutum takınmaları icab ettiğini büyüklerimizden öğrendiğimiz, dinlediğimiz kadarıyla aktarmaya çalışacağız. Tevfik ve inayet Allahu Teâlâ’dandır…
Muhammedu’n-Resûlullah’ın Önemi
Allahu Teâlâ, ölümü ve hayatı kimin “daha güzel iş yapacağını denemek” üzere yarattığını Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif ayetler vasıtası ile bizlere bildirmiştir. (el-Mülk: 67/2; Kehf: 18/7) Yine Cenâbı Hak dünyanın bir imtihan yurdu olduğunu, bize bahşedilen belli nimetlerle imtihan edileceğimizi ayeti kerimelerle bize haber vermiştir. (el-İnsan: 76/2; el-Bakara: 2/155…)
Allahu zü’l-celâl Hazretleri Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerin başlarından geçen hadiseleri, yaptıkları hayırlı işler karşılığında aldıkları mükâfatı veya gayri meşru fiiller için de hak ettikleri mücazatı ibret almamız, üzerinde düşünmemiz kastı ile bildirmiş ve aynı hatalara düşmememizi murad etmiştir. Fakat “Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür” fehvasınca insanoğlu kendisini helake götüren ibretlik vakıaları unutmuş ve geçmiş ümmetlerin yapıp helak oldukları yanlışları tekrar edegelmiştir.
Günümüzde ümmet Muhammed yerli ve yabancı müsteşriklerin tasarladığı “İslâm’ın boğazını İslâm kılıcı ile kesmek” planı gereği sözümona İslâmî hassasiyet(!) masalları ile uyutularak helake sürüklenmeye çalışılıyor. Bu sözlerimizle nurundan yaratıldığımız, olmasaydı hiçbir şeyin yaratılmayacağı Efendimiz’i (sav) hayatımızdan çıkarmaya çalışan, O’nsuz, O’na inanmadan, O’nu kabul etmeden de Müslüman olunabileceğini iddia eden kişilerin dile getirdiği hezeyanları kastediyoruz.
Her Müslüman iman binasının temelini şu anlayış üzere oluşturmalıdır: Meşhur bir İtalyan atasözünde “Bütün yollar Roma’ya çıkar” denir. Lâ teşbih ve lâ temsil İslâm’ın bütün yolları Hazreti Muhammed’e (sav) çıkar. Efendimiz’e (sav) uğramayan hiçbir yol Allah’a gitmez. Hâce Hazretleri (ksa) bu hususta: “Şeriat bir ruhsa bunun bedeni sünnettir. Biz şeriatı sünnetle birleştirerek anlayabiliriz.” buyurmuşlardır.
Sünnete mutabaatın artık bir lüks, bir fazlalık olarak görülmesi İslamcı geçinen çevrelerce bile kabul görmeye başlayan bir anlayış. Toplumda Efendimiz’e (sav) ittibanın sanki üst bir vazife gibi görülmesi, herkesin O’nu takip etmesi, sünnete ittiba zorunlu değil ama ederse kendisi için bir artıymış gibi algılanması gittikçe yaygınlaşıyor.
Bu bağlamda Hâce Hazretleri (ksa): “Öyle sünnetler var ki Allah Resûlu ‘Bunu yapmayan bizden değildir, Müslüman değildir, bunu yapmayan bizim namazgâhımıza yanaşmasın, Müslümanların geldiği yere gelmesin.’ buyuruyor. Bu gibi insanların dertleri sünneti reddetmeyelim ama sünnet bir lüks olsun. Herkes yapmasa da olur, bu lükse kimin gücü yetiyorsa o yapsın anlayışını toplumda oturtmak.
Eğer O’na inanmadan iman olmuyorsa, varlığını kabul imanın temeli ise O’nun ameli de İslâm’ın temelidir. O’nu yaşamadan da Müslüman olamazsın. Kabul etmeden mümin olmadığın gibi O’nun hayatını yaşamadan da Müslüman olamazsın. Bu aynıdır.
İslâm fıkhında bu bir kaidedir; bir şeyin kendisi farzı ise ona ait bütün hükümler, bilgiler farzdır. Eğer o şeyin kendisi sünnet ise onunla ilgili bütün kaideler sünnettir. Değişmez. Meselenin aslı ile fer’i aynı hükümdedir. İmanın temeli “Lâ ilâhe illallah Muhammedu’n-Resûlullah” demekse amelin temeli de Kur’ân ve sünneti birlikte yaşamaktır. Yoksa Müslüman olamazsın. Meseleye böyle bakmak lazım. Böyle bakmazsan sünnet dışarıda kalır. Bunu bildikleri için imanda da O’nun ismini çıkarıyorlar.” buyuruyorlar.
Efendimiz’e itaat bir Müslüman için en büyük şereftir. O’nun yaptığı bir ameli yapabilmek en büyük bahtiyarlıktır Müslüman için. Allah’ın “Habibim” diye taltif buyurduğu bir Zât-ı Akdes’e benzemeye çalışmayı Müslüman kendisine verilmiş en büyük atiyye olarak kabul etmelidir. Bu anlayış Müslümanın kimliğinin temelini oluşturmalıdır.
İslâm, Ya Hep Ya Hiç’tir
Hâce Hazretleri (ksa): “İslâm’da ‘hiç olmazsa’ diye bir anlayış yoktur. İslâm ya hep ya hiçtir.” buyurmuşlardır.
Lakin toplumumuzda “Hiç olmazsa” anlayışı gün geçtikçe yayılmaya, kendisine mekân bulmaya devam ediyor. Hiçbir çalışma zorunluluğu olmayan bir hanımefendi çalıştığı devlet dairesinde vücudunda göstermesi haram olan yerleri açıp, ihtilat içinde olması yasak olan kişilerle birlikte, aynı mekânda olmasına rağmen öğle tatilinde yalap çalap kıldığı bir vakit namaz ve mesai sonrası örttüğü başı ile kendisini tatmin edebiliyor ve “Hiç olmazsa namazımızı kılıyor, başımızı örtüyoruz” kılıfının arkasına sığınabiliyor… Veyahut bulunduğu devlet dairesinde daha üst makamlara çıkabilmek, terfi alabilmek uğruna bayanlarla tokalaşan, namazlarını sabah evden çıkmadan veya gece eve dönünce topluca(!) kılan beyefendi de yine “Hiç olmazsa namazımızı kılıyoruz, filan hoca da tokalaşmaya cevaz vermişti, zaten benim içimde de kötü bir düşünce yok” yalanlarıyla kendini kandırmaya devam ediyor.
Fakat Müslümanın önceliği her zaman Allah’ın emrine imtisalde olmalı. Müslüman şuna gönülden inanmalı ki yeryüzü asfalt olsa gökyüzü bakır olsa benim rızkımı yine er-Rezzak olan Allahu Teâlâ gönderir. O beni benden iyi düşünür, beni benden daha çok sever…
Bizler “Ya Hep Ya Hiç” sözünü, bütününü yapamadığımız bir amelin azını da terk edelim anlamında söylemiyoruz. Azmimiz, işleyeceğimiz fiilin hepsini, en güzel şekilde, olması gerektiği gibi, Allah’ın (cc) razı olduğu hal üzere yapmakta olmalı. Daha başlamadan havlu atmamalıyız. Elimizden gelenin en iyisini yaptıktan sonra netice için Allah’ın yardımını beklememiz gerekir. Zaten Cenâbı Hak da gücümüzü aşandan bizi mes’ul tutmayacağını bildirmiştir.
Efendimiz’in (sav) buyurmuş oldukları “Kim, sünnetimi ihya ederse, beni ihya etmiş olur. Kim beni ihya ederse cennette benimle beraberdir.” hadisi şerifi bizi hem tatmin etmeli hem de kamçılamalıdır. Ben bir sünneti ihya ettim bu bana yeter, gibi sırf kendi nefsimizi önceleyen bir bakış Müslümanda bulunmaması gereken bir anlayıştır. İnsan O’nu (sav) hoşnut ettikçe Allah’a sevimli olur, yakîn kesbeder. Cenâbı Hakk’a seyirde de nihayet söz konusu olmadığı için insan elinden geldiği, gücünün yettiği kadar Efendimiz’i (sav) hoşnut etmeye sa’y-u gayret etmelidir.
Müslüman Allah’a ve Resûlü’ne Düşman Olanlarla Dostluk Etmez
Ayeti kerimede Cenâbı Hak (cc): “Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resûlü’ne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın hizbi (dininin yardımcıları)dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar, Allah'ın hizbidir.” (el-Mücadele: 58/22) buyurmuştur.
Elmalı’lı Hamdi Yazır bu ayeti kerimeyi tefsir ederken: “Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi Allah'a ve Resûlü’ne karşı düşmanlık eden kimselerle sevişir bir halde bulamazsın. Öyle kimselerle sevişmek Allah'a ve ahirete imanın gerekleriyle taban tabana zıttır. Zira onlara o durumda dostluk yapmak küfre sevgi göstermektir. Çünkü Allah ve Resûlü’ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre muhabbet ise, iman ile bir arada bulunmaz...” buyurmuştur.
Hatta bu âyet-i kerîmenin Hz. Ebubekir efendimiz (ra) hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Bir gün Hz. Ebubekir efendimizin babası Ebu Kuhafe Resûl-i Ekrem Efendimiz hakkında ileri geri konuşmuş bunun üzerine Hz. Ebubekir efendimiz de babasını hemen yakalayarak yumruk vurmuş, onun dişleri dökülmüş sonra Peygamberimizin huzuruna gelince bu hâdiseyi anlatmıştır. Peygamber Efendimiz de:
-Öyle yaptın mı? diye buyurunca, Hz. Ebubekir efendimiz:
-Seni Hak ile Peygamber gönderen Cenâbı Hakk’a yemin ederim ki, eğer bana bir kılıç mesafesinde bulunmuş olsa idi elbette onu öldürürdüm, buyurmuştur. (Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Mücadele sûresi)
Allahu Teâlâ Hz. Musa’ya sorar:
-Ya Musa, benim için ne işledin?
-Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim.
-Ya Musa, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak yoldur, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır. Benim için ne yaptın?
-Ya Rabbi, senin için olan ameli bana bildir.Cenâbı Hak:
-Dostlarımı benim için sevdin mi, düşmanlarıma benim için düşmanlık ettin mi? buyurur.
Musa aleyhisselam, Allahu Teâlâ’yı sevmenin onun için olan en kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-ı fillah olduğunu anladı…
Yukarıda ayeti kerimenin açıklaması sadedinde naklettiğimiz hakikatler hak davamıza düşman olan, davamızın temeli olan kişi ve konulara karşı adavet besleyen kişilere karşı Müslüman kimliğimizin hararetiyle vermemiz gereken cevabın, göstermemiz gereken tavrın nasıl olması gerektiğini çok fasih bir şekilde anlatıyorlar.
Bu kişilerin kim olduğu, kendileriyle olan ilişkimizin, bağımızın, irtibatımızın mesele Allah, Resûlü ve Onlar’ın davası ve bu dava uğruna her şeyini feda etmiş, her şeyinden vazgeçmiş, kendilerini bu davanın müşahhas varlığı konumuna getirmiş insanlar olunca hiçbir önemi haiz olmadığı ve bu tavrın imanımızın bir gerekliliği olduğu Cenâbı Hak tarafından bildirilmiştir.
Makalemizin başında değindiğimiz gibi nasıl ki önceki ümmetlerin kıssaları bizler için bir ibret alma vesilesi ise ashabı kiramın yaşantısı da biz ahir zaman ümmeti için örnek ve ibret alınması gereken yaşantıdır. Bizler kendi din anlayışımızı bırakıp Allah’ın emrettiği dine iman etmek zorundayız. Kendi çapımızda Allah için yapmaya çalıştığımız hizmetlerin, çalışmaların, gayretlerin “Allah için”liğinin sağlaması karşılaşabileceğimiz bu gibi cilvelere göstereceğimiz tavra göredir. Eğer böyle bir durumda mümin olmamızın gerektirdiği tavrı gösteremeyip münafıkça bir tavır sergilersek bu bizim Allah’a güvenimizde problemler olduğunu gösterir.
Müslüman hiçbir zaman unutmamalıdır ki: “Mevlâmız bizi bizden çok sever, bizi bizden iyi düşünür…” Biz O’na güvenelim yeter…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
SİZE MÜSLÜMAN ADINI VEREN O’DUR (CC)
Küfürden Bile Tehlikeli Sıfat: Nifak
İslâm ıstılahında insanlar üç kategoride değerlendirilir. Müslüman, kâfir, münafık… Kul, Efendimiz (sav) vasıtasıyla bizlere bildirilmiş hakikatlere bütünüyle teslim olarak Müslüman olur. Ya bunların tamamını veya bir kısmını reddederek kâfir olur. Ya da menfaatleri gereğince Müslümanlar içinde Müslüman görünüp tek başına veya kendisi gibi olan insanlarla birlikte olduğunda aslî hüviyetine bürünerek kâfir gibi yaşar ve dolayısıyla münafık olur.
İslâm ahkâmına göre Müslümanlar için en tehlikeli olan ve İslâm’a en çok zarar vermesi muhtemel olan zümre münafıklardır. Münafık kâfirden eşeddir ayeti bu bağlamda zikredilmiş bir hakikattir.
Münafığın kâfirden daha eşed olarak tavsif edilmesine sebep olan özelliği ise “Olduğu gibi görünememek veya göründüğü gibi olamamak” şahsiyetsizliğidir. Cenâbı Hak kulundan böyle bir kaypaklık görmeye adeta tahammül edemiyor. İslâm tarihinden öğrendiğimiz hakikatler de bunu teyid eder niteliktedir. Mesela Efendimiz (sav): “Allah’ım iki Ömer’den biri ile dinini kuvvetlendir.” diye dua buyurmuşlardır. Burada kastedilen iki Ömer’den birisi Hz. Ömer b. Hattab’dır diğeri de İslâm’dan önce Ebu’l-Hakem künyesiyle maruf Ebu Cehil’dir. Bu duanın ertesi günü Hz. Ömer (ra) öldürme kastıyla geldiği Efendimiz’in ellerinde dirilmiş ve İslâm’ın hizmetine girmiştir. Büyüklerimiz Hz. Ömer’in tercih buyrulmasında etken olan sebebin onun İslâm’dan önce de sağlam bir kişiliğe sahip olması, inandığı her ne ise onun gerekliliklerini samimiyetle yerine getirmesi, hâsılı şahsiyetinde münafıklığın olmamasıdır, buyurmuşlardır. Buradan anlıyoruz ki Rabbimiz (cc) ikiyüzlülüğü sevmiyor.
Allah’ın Üzerimizde Görmeyi Murad Ettiği Nimet
Cenâbı Hak ayeti kerimelerde: “Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki ni’metini anın, Allah’ın gayrı bir hâlık mı var?” (el-Fâtır: 35/3); “Rabbinin nimetini anlat da anlat.” (ed-Duha: 93/11) buyurmuştur. Efendimiz (sav) de bir hadisi şeriflerinde “Şüphesiz ki Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşlanır.” (Tirmizi, Edeb, 54) buyurmuşlardır.
Bir kul için Cenâbı Hakk’ın nimetlerini önem sıralamasına göre saymayı düşündüğümüzde ilk başta belirtmemiz gereken hiç şüphesiz İslâm’dır/Müslümanlıktır. Cenâbı Hakk’ın bizi İslâm üzere yaratması bizim hizmet adına her ne yaparsak yapalım karşılığını ödememiz mümkün olmayan bir atiyyedir. Bu bizlere Cenâbı Hak tarafından verilmiş/lütfedilmiş ilahi bir üniformadır, kimliktir. Cenâbı Hak da bizden bu nimetini üzerimizde görmek istiyor. İslâmî mefkûre bizim her halimize hâkim olmalı. Müslümanca yaşamalı, Müslümanca konuşmalı, tavır ve davranışlarımız adeta bizim Müslüman olduğumuzu haykırmalı. Münafıklar gibi içine girdiğimiz kabın şeklini alarak bukalemun gibi yaşamak, karşılaştığımız en küçük bir zorlukta bile hemen İslâmî değerlerimizden taviz vermek yerine, şartlar bizi ne kadar zorlarsa zorlasın Allah’ın razı olduğu hal üzere yaşamalı, Müslüman kimliğinin gerekliliklerini yerine getirmeliyiz.
Ashabın hayatı bu kimliğin nasıl gösterilmesi hususunda bizlere şüphesiz en güzel örnektir. Bu örnek olaylardan birisi Hudeybiye Antlaşması sırasında meydana gelen Ebu Cendel hadisesidir. Hudeybiye’de Efendimiz (sav) ile müşriklerin temsilcisi Süheyl b. Amr arasında yapılan antlaşma gereğince Müslümanlardan Kureyş’e sığınan olursa geri döndürülmeyecek fakat müşriklerden Müslümanlara sığınanlar geri döndürülecekti. Tam o sırada Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel (ra) Ayakları zincire vurulmuş bir halde Resûlullah’ın (sav) yanına geldi! Efendimiz henüz antlaşma imzalanmadığı için kendisine güvenerek ölümü göze alıp hicret eden sahabesini geri vermek istemedi. Fakat Süheyl iade edilmezse antlaşmayı imzalamayacağını söyleyerek oğlunun iadesini istedi.
Ebu Cendel (ra): “Ey Müslümanlar! Müslüman olarak yanınıza geldiğim hâlde, siz beni müşriklere geri mi iade ediyorsunuz? Siz bana işkence yapsınlar, beni dinimden döndürsünler diye mi müşriklere geri veriyorsunuz?” diye feryat ederken Peygamber Efendimiz (sav) Ebû Cendel’in yanına yaklaştı ve onu teselli etti ve “Ebû Cendel! Biraz daha sabret, Allah’tan bunun sevabını bekle. Hiç şüphesiz, Yüce Allah senin için de, senin yanında bulunan zayıf ve kimsesiz Müslümanlar için de bir çıkış yolu ve bir genişlik yaratacaktır.” buyurdu.
Bir zaman sonra Müslüman olduğu için işkencelere maruz bırakılan, fakat bir yolunu bulup müşriklerin elinden kaçan Ebû Basîr, Zülhuleyfe’de İs Vadisi’nde mekân tuttu. Hemen sonra Ebû Cendel ve daha birçok sahabi de Mekke’den kaçarak onun yanına geldiler. Bulundukları bölgeden İslâm’a hizmet etme adına Kureyşlilerin ticaret yollarını keserek onları canlarından bezdirdiler. Neticede müşrikler Peygamberimize (sav) bu sahabi efendilerimizi Medine’ye kabul etmesi için yalvardılar ve Efendimiz’in emri üzerine Ebû Cendel ve yanındaki 70 Müslüman Medine’ye döndü.
İşte bu hal Müslümanın kimliğidir, nasıl olması gerektiğinin çok güzel bir misalidir. Kul Efendisi’ne (sav) güvenmeli ve bulunduğu ortamda ona nasıl hizmet etmesi gerektiğini düşünmelidir. Müslüman sürekli bu kimliğinin gerekliliklerini yerine getirmek zorundadır.
Müslümanın Kimlik Özellikleri
Müslümanın kimliğini oluşturan özelliklerden bahsetmeden önce kimliğin ne olduğunu açıklayarak yazımıza devam edelim.
Bir kimseyi başka biri yapan değil de kendisi yapan özelliklerin bütününe o kimsenin kimliği diyebiliriz. (Rasim Özdenören - Bugünkü Müslüman’ın Kimlik Sorunu). Bu tariften yola çıkarak Müslümanı kendisinden gayrisi değil de kendisi yapan özelliklerin neler olduğu hususunda dikkatimizi çeken birkaç konuya geçebiliriz.
Dergimizin Nisan 2012 sayısında da değinmeye çalıştığımız üzere İslâm’ı kabul etmiş bir fert kendisini tanıtma adına “Müslüman” isminden başka hiçbir ismi kabul etmemelidir. Cenâbı Hak ayeti kerimede: “…Daha önce ve Kur’ân’da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size Müslüman adını veren O’dur. Artık namaz kılın, zekât verin, Allah’a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (el-Hac: 22/78) buyurmuştur. O (cc) bize en üst kimlik olarak “Müslüman” adını vermiştir. Müslüman kelimesinin yanına Türk, Arap, Kürt, Acem; Hanefi, Şafii, Nakşi, Kadiri, Rifai… gibi sıfatların konmasına izin vermemiştir. Günümüzde aslî kimliğimizin önüne geçirilmeye çalışılan bu sıfatlar ancak Müslüman başlığının altında kullanılabilecek vasıflardır…
Ve ayeti kerimenin devamında da görüldüğü üzere Müslümanın en belirgin özelliği namazdır. Müslüman nerede olursa olsun namazına çok özen göstermelidir. Namazdan sonra Cenâbı Hak zekâtı zikretmiştir. Müslümanın din-dünya diye bir ayrımı yoktur. Çünkü Müslüman bütün fillerini Allah için, O’nun rızasını kazanmak için yapan kişidir. Müslüman, Cenâbı Hakk’ın kendisinin sahibi ve O’nun ne güzel bir sahip ve ne güzel bir yardımcı olduğuna yürekten inanan kimsedir.
Günümüz Müslümanlarının en büyük kimlik problemlerinden birisi de inandığı gibi yaşayamama ve dolayısıyla yaşadığı gibi inanmaya başlama hastalığıdır. Bunun sebebi ise kendilerine örnek ve önder olarak Efendimiz’i (sav), Efendimiz’in “varislerim” diye tarif buyurdukları muhlis âlimleri, Allah dostlarını değil de; parti liderlerini, İslâm’ın çağa göre reforme edilmesi gerektiğine inanan, “Peygamber bugün yaşasa böyle yaşardı” diyerek hevasını, beyhude arzularını “Peygamber” ile yaldızlayan dünyevileşmiş kişileri benimsemeleri, onların yönlendirmelerine göre yaşamalarıdır. Hâlbuki Allahu Teâlâ “Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.” (el-Haşr: 59/7) buyurmuştur. Eğer bizler şiddetli olan Allah’ın azabından emin olmak istiyorsak O’nun (sav) verdiklerini hiçbir nefsani süzgeçten geçirmeden kabul etmeli ve hemen onları pratiğe dökmeliyiz. Çünkü bir başka ayette Cenâbı Hak (cc): “Gerçekten Rabbimiz Allah’tır deyip, sonra da dosdoğru olanlara gelince onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkaf: 46/13) buyurmuştur. Hadisi şeriflerinde de Efendimiz (sav): “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol!” buyurmuştur. Dosdoğru olmak batı normlarına göre olmak değildir. Dosdoğru olmak modern insan algısına göre değil usve-i hasene olarak bizlere gösterilen Şahsiyet’e göre olmaktır.
Müslümanların din anlayışı, cihad anlayışı o kadar sığ bir duruma düşmüş ki milli günler dolayısıyla tertiplenen resepsiyonlara birilerinin gelmesi devlet görevlilerinin kendilerini İslâm’a çok büyük fetihler kazandırmış muzaffer bir komutan gibi görmeye başlamasına sebep olabiliyor. Sözüm ona Müslüman, İslâmi hassasiyetlere sahip medya da bunu çok büyük bir kazanım gibi göstererek yabancı bir erkekle tokalaşan, güya örtülü bayanların boy boy resimlerini yayınlamakta… Biz Müslümanlar da buna alkış tutuyor ve bu seküler anlayışın esiri olmuş insanları kendimize örnek, kurtarıcı vs. görüyoruz. Bu manada Abdulaziz Bekkine Hazretleri’nin (ks) mübarek kelamları bizlere ölçü olması hususunda manidardır: “Evladım siyaset (bugünkü manada politika) hamam tasına benzer; bir cenabetin elinden başka bir cenabetin eline intikal eder. O işler bize göre değil biz kendi işimize bakalım…”
Müslümanın tek önderi, lideri, örneği Hz. Muhammed’dir (sav). Kendisine başka önder, lider arayanların sonu hüsrandır…
Müslümanlar Kimliğine Ârız Olan Bir Hastalık: Aşağılık Psikolojisi
Ne yazık ki bu hastalık da Müslüman kimliğine zarar veren çok ciddi bir vakıadır. Geçenlerde tedrisat maksadıyla Güney Kore’ye giden bir şahsın seyahat izlenimlerini naklettiği bir makaleyi okuma imkânımız oldu. Makalede Güney Kore halkının yaşantısı, insanlarının birbirlerine karşı olan saygısı, çok uzun sayılmayacak bir zaman önce savaştan çıkmış olmasına rağmen ekonomik ve teknolojik alandaki gelişmişliği vs. büyük bir hayranlıkla anlatılıyor. Güney Kore’nin dini eğilimlerinden bahsedilirken nüfusun yaklaşık yüzde 30’luk bölümünün Hristiyan olduğu ve Korelilerin Hristiyanlaştırılması sürecinde misyonerlerin faaliyetlerinin fevkaladeliği, gayretlerinin mükemmelliği sitayişle anlatılıyordu. Bütün bir makale çerçevesinde Hristiyanlar süreyyaya çıkarılırken Müslümanlar adeta seraya indiriliyordu…
Makaleyi okurken hayatını bizlere İslâmî şuur kazandırmaya, Müslüman kimliğini adeta haykırarak yaşamanın önemini anlatmaya adayan Hâce Hazretleri’nin (ksa) mübarek bir sözleri hatırımıza geldi… “Müslümanın bir mırdar tırnağını 5 milyar kâfire değişmem!” Devamla Hâce Hazretleri (ksa) Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî Hazretleri’nin (ks) Ehli Sünnet İtikadı isimli eserinde geçen akâidî bir kaideyi bize hatırlattılar: “Hristiyan yahudiden daha hayırlıdır diyen kimse kâfir olur. Zira bu sözü ile şer’an ve aklen çirkin olan bir şeyi hayır kelimesi ile vasfetmiş oluyor. Yahudilik hristiyanlıktan daha şerlidir diyebilir.” (Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi, Ehli Sünnet İtikadı, s.125)
Hâce Hazretleri (ksa): “Müslüman, kimliğinden utanan değil, kimliğine layık olamadığı için kendisinden utanandır.” buyurmuştur. Müslümanlar olarak gayretsizliğimizden, duyarsızlığımızdan, dinimizin emrettiği şekilde yaşayamamaktan, emr-i bil ma’ruf nehyi anil münkeri, yani tebliği eksik yapmaktan veya hiç yapamamaktan şikâyetçi olabiliriz. Çevremizdeki Müslümanları bu yüzden eleştirebiliriz. Fakat bunu kimin kulu, kimin ümmeti olunduğunu unutmadan yapmak zorundayız. Bizler Allah’ın kuluyuz, Allah’a aitiz. Bizlere çok haris, rauf ve rahim olan bir Peygamberin ümmetiyiz. Gayretsizliğimiz bu hakikatlerin farkına varamamamızdandır. Bu hissiyat içimizde tam anlamıyla yer bulduğunda bizi zaten yerimizde oturtmaz, harekete geçirir. Hâce Hazretleri’nin (ksa) buyurduğu gibi bazen şartlardan dolayı ilerleyemeyebiliriz fakat asla durmayız her an harekete hazır bir halde yerimizde sayarız…
Makalemizi özetlediğine inandığımız Cemil Meriç’in bir sözü ile noktalayalım: “Gerçek bir insan olmak önce gerçek bir Müslüman olmaktır.”
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



