Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 23 May 2014 15:26

EVVEL TEARUF SONRA TEAVUN

Bir önceki makalemizde de değindiğimiz üzere bu ay öncelikle kendilerini “cemaat” olarak isimlendiren toplulukların İslâmî manada, Hak (cc) nazarında da bir cemaat olup olmadıklarını; daha sonra da bu cemaatler tarafından icra edilen hizmetlerin Allahu Teâlâ’nın katında da istenilen, arzu edilen, memnun olunan faaliyetlerden olup olmadıklarını işlemeye gayret edeceğiz.

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde bütün semavi dinlerin üç sacayağı üzerine kurulduğunu buyurmuşlardı. Bunlar tevhid, risalet ve ahirettir. Kısaca bu üç maddeye değinecek olursak;

Tevhid, Allah’ın (cc) zatî evsafı olan vucüd, kıdem, beka… gibi sıfatlara inanmakla birlikte ayeti kerimelerle sakındırıldığımız, Cenâbı Hakk’ın dışında iman edebileceğimiz bildirilen hevamızdan, süfli duygularımızdan, indî Allah tanımlamalarından uzak, sahih bir tevhid anlayışı…

Risalet, saf, temiz, katışıksız, hiçbir dünyevi, modernist akımdan etkilenmemiş, adeta sahabe efendilerimizin bakışı gibi bir peygamber anlayışı.
Ahiret, ölümden sonrasına, ahirete, hesaba, cennet-cehenneme vs. iman…

Bu üç özellik İslâm dininin (Hz. Âdem’den, Efendimiz’e kadar Cenâbı Hak tarafından va’z edilen din) temel noktalarıdır.
Lise yıllarında fizik derslerinde bir demiri milyarlarca parçaya bölseniz de her bir parçanın bütünün özelliklerinin tamamını bünyesinde barındırdığı anlatılmıştı. İslâm dinini, günümüz için, Muhammed ümmetini bir bütün olarak kabul edersek, bu bütünün parçaları mesabesinde olan cemaatler, İslâm’ın emrettiği bütün özellikleri, İslâm binasını oluşturan bütün parçaları bünyelerinde barındırmak zorundadırlar. Yukarıda bahsettiğimiz “tevhid, risalet, ahiret” üçlüsünün bir cemaatin anlayışında ve dolayısıyla bu anlayışın tazyikiyle oluşan yaşantısındaki yeri tamamen İslâm’a uygun olmak zorundadır. Eğer bu anlayışlar tam manasıyla bir cemaatte yok ise biz o gruba “cemaat” diyemeyiz.

Bir gün Ğavs Hazretleri (ks) babaları ile birlikte Hazret namıyla meşhur Muhammed Diyauddin Hazretleri’ni (ks) ziyarete giderler. Ziyaret esnasında  Ğavs Hazretleri Hazret’in (ks) peşinden camiye gider. Mevsim kıştır ve yerler de karla kaplıdır. Hazret önde Ğavs Hazretleri arkada camiye doğru giderler. Ğavs Hazretleri, Hazret’in arkasından giderken içinden; “Allah’ım benim yolumu onların izinden ayırma!” diye dua eder ve adımlarını Hazret’in ayak izine denk gelecek şekilde atarlar.

Daha sonra namaz için camiye gelen imam efendi camide iki kişi gördüklerinde çok şaşırır ve sorarlar:
-Efendim dışarıda bir ayak izi var ama camide siz iki kişisiniz. Hazret (ks),
-Evet, biz farklı bedenlerde tek bir ruh gibiyiz, vücutlarımız farklı olsa da biz tek bir kişiyiz, buyururlar.

Bu menkıbe bize bir İslâm cemaatinin nasıl olması gerektiğini çok güzel bir şekilde açıklıyor. Cemaatler, lisan-ı halleri ile sürekli Cenâbı Hakk’a (cc) kendilerinin istikametini Efendimiz’in (sav) ayak izinden ayırmaması için yalvarmalılar. Ve O’nun (sav) hayatını, anlayışını, Rabbi’ne kulluğunu en ince ayrıntılarına kadar talim etmeli, tatbik etmeli ve ellerinden geldiği kadar tebliğ etmeli.

Bunda muvaffak olan bir cemaat de Efendimiz’in ruhunun yansıması mesabesinde olacaktır. Yine böyle olan bir cemaat Allahu Teâlâ’nın ayeti kerimede buyurduğu “insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet” olacaktır.

Cemaatlerin Hizmet Anlayışları
Yukarıda da değindiğimiz üzere Hak üzere olan cemaat, Efendimiz’in yolunu, izini kavli, fiili, takriri bütün sünnetlerini elinden geldiği kadar hayatına aksettiren cemaattir. Yine bu manada Hz. Ali efendimize cemaatten sorduklarında: “Hak, hakikat, hayır üzere bir araya gelen kişilerdir. Velevki sayıları az olsun.” buyurmuşlardır.

Bu yüzden cemaatler hizmet şekillerini, plan programlarını da Nebevî bir metot üzere kurmalılar. Bu Nebevi metot ise kişilerin öncelikle şahsi tekâmülleri üzerinde yapılması gereken bir çalışmayı içeriyor. Çünkü Efendimiz (sav) Mekke döneminde bunu yapmıştır. İslâm tarihi kaynaklarımız Mekke dönemini gizli tebliğ dönemi, Medine dönemini de açık tebliğ dönemi olarak isimlendirse de Hâce Hazretleri (ksa) buna pek sıcak bakmaz ve Mekke Dönemi özel tebliğ, Medine Dönemi genel tebliğdir, buyururlar. Efendimiz (sav) Mekke’de İslâm binasının temel kolonları mesabesinde olan Hz. Ebubekir, Hz. Ali, Hz. Ömer gibi sahabe efendilerimizi yetiştirmiştir. Bu kişiler Hz. Bilal, Hz. Sümeyye örneklerinde olduğu gibi ne kadar büyük zorluklar altında kalsalar da İslâm’dan en küçük bir taviz bile vermemişlerdir. Medine döneminde ise genel tebliğ ile kurulmuş bu İslâm binasının tuğlaları mesabesinde olan sair sahabe efendilerimizin imanıyla, Efendimiz’i kabul edişleriyle bu bina tamamlanmıştır.

Her fert ve her cemaat bu evrelerden geçmek zorundadır. Şahsi tekâmülünü gerçekleştiremeyenler dünyanın, nefsin yağlı ketelerine eninde sonunda kanacaklardır.

Hâce Hazretleri (ksa): “Bütün insanlık toplansa, cinler, melekler de katılsa, düşünseler, düşünseler, düşünseler... belki kâinatın var edilişinden bugüne kadar düşünseler, Allah’ı hoşnut etmek için, Allah’ı en güzel şekilde zikretmiş olmak için namaz gibi bir ibadet, namaz gibi bir hizmet, namaz gibi bir yakınlaştırıcı vesile bulamazlar.” buyurdular. Bakınız hizmet denilince ne anlamamız gerektiğini Hâce Hazretleri (ksa) bize gösteriyor.

Yine Hâce Hazretleri (ksa) sohbetler geç saatlere kadar uzayınca “Bugünlük bu kadar yeter. Şimdi sohbetle bir kulübe inşa edeceğiz diye sabah bize verilecek olan köşkü kaybetmeyelim, kalkalım ki herkes sabah namazına rahatlıkla uyansın.” buyururlar.  

Bizler bugün hizmetlerimizi sıralarken namazı hiç düşünüyor muyuz? En büyük hizmet namazdır. Fakat biz Allah adına, kulluk adına, İslâm’ın gelişmesi adına, hizmet adına namazımızı terk edebiliyoruz. Hatta bizlere “Rengini belli etme, namazını orta yerde kılma, git, akşam evinde hepsini kaza edersin!” gibi telkinlerde bulunuyor cemaat büyüklerimiz. İşte bu gibi boşluklar Mekke dönemini kendimizde tam anlamıyla yaşayamadığımızı gösteriyor.

Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de Rabbimiz (cc): “…Bunlar, o hikmetli kitabın âyetleridir. O, güzellik ve iyilik yapanlar için bir hidayet ve rahmettir. Onlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, âhirete de kesin olarak inanırlar. İşte bunlar, Rableri tarafından bir hidayet üzeredirler. Kurtuluşa erecek olanlar da işte onlardır.” (Lokman: 2-5) buyurmuştur. Yine Mü’minun Sûresi’nde kurtuluşa eren müminin vasıflarını sayarken Cenâbı Hak ilk başta: “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler.” buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de daha birçok yerde görebileceğimiz bu gibi ayetlerde Cenâbı Hak öncelikli hizmetimizin ne olması gerektiğini bizlere gösteriyor.

Hâce Hazretleri (ksa) buyururlar: “İslâm tavandan gelmez, tabandan gelir.” Birileri İslâm’ı hayatımıza getirmek için illa devlet olmamız gerektiğini ve bütün gayretlerimizi bu yöne teksif etmemizi anlatır dururlar. Peki, madem öyle neden Efendimiz Mekke’de hemen devlet kurma yoluna gitmedi? Ferdi tekâmülünü gerçekleştirmemiş bireylerin kuracağı bir devletin sonunu Afganistan örneğinde görebiliyoruz.

Hizmetteki Maksadımız
Hâce Hazretleri (ksa) hizmetteki maksadımızın: “Allah’ı hoşnut etmek, Allah’ı en güzel şekilde zikretmek” olması gerektiğini buyururken bizler acaba kimleri hoşnut etmek için hizmetler yapıyoruz?

Hiç kimsenin yaptığı hizmeti, çalışmaları küçümsemiyoruz. Fakat hizmette önceliklerimizin neler olması gerektiğini çok iyi belirlemeliyiz. Ehem mühim sıralamasına çok dikkat etmeliyiz.

Hâcegân yolunda hizmet insan eksenlidir. Öncelik her zaman insanın zatına verilir. İnsanın Hakk’ı hoşnut etmesine vesile olacak ve bunu kolaylaştıracak kurumsal yapılar ancak bir araç mesabesindedir. Öncelikli amacımız okul, kurs, cami, yurt… yapmak değildir. Hâce Hazretleri (ksa) bir cemaat kurs işini güzel yapıyorsa bütün cemaatler birleşip çocuklarımızı o kursa gönderelim; bir cemaat eğitim hizmetlerinde başarılı ise çocuklarımızı o eğitim kurumuna gönderelim, buyururlar. Asla şunların kursu var biz de kurs açalım, bunların okulu var biz de okul kuralım gibi bir düşüncemiz olmamıştır. Var olan kurumları, şer-i şerife muhalif, ehl-i sünnet anlayışına muhalif herhangi bir durum söz konusu değilse, destekleriz.

Bütün bu hakikatler belki sürekli dillendirilse de  bunların günlük hayata uygulanması sırasında ciddi problemler yaşayabiliyoruz. Yine bu hususta da  Hâce Hazretleri (ksa): “Sürekli kardeşlikten bahsediyoruz. Kardeş olmamız gerektiğini her konuşmamızda vurguluyoruz. Fakat kardeşlikten önce birbirimizi tanımamız gerekir. Evvel tearuf, sonra teavun.” buyurarak meseleye nasıl başlanması gerektiğini bizlere göstermişlerdir.

Cenâbı Hak cümlemizi  rızasını kazanmaya yönelik hizmetleri yapmada muvaffak eylesin. Asıl ve öncelikli hizmetin kendimizi Hakk’ın muradı üzere, Efendimiz’in müştak olduğu hal üzere olmaya gayretin olduğunu unutmamayı ve bu uğurda gayret gösterebilmeyi cümlemize nasib etsin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 23 May 2014 14:46

VE İLÂHUKUM İLÂHUN VAHİD

Günümüzde tıp ilminin de ortaya koyduğu gibi her insanın parmak izi kendine hastır, başka hiçbir canlıda aynı parmak izini göremeyiz. DNA’ları aynı olan tek yumurta ikizlerinde dahi aynı ortamda yetişmiş olmalarına rağmen bir çok farklılıklar müşahade edebiliyoruz. Belki çok dikkat etmeyiz ama her insanın suratının farklılığı bile Cenâbı Hakk’ın azametini anlamaya küçük de olsa katkısı olabilecek mahiyettedir. Hak Teâlâ bugüne kadar dünyaya gelmiş  ve kıyamete kadar da gelecek olan insanların yüzlerinin hepsini birbirinden farklı yaratmış, ortalama 20 cm’lik bir alandan milyarlarlarca farklı çeşit ortaya çıkarmıştır.

Bütün bu çeşitliliğe rağmen Cenâbı Hak bize bu sûni farklılıkların çok önemli olmadığını asıl dikkati nazara vermemiz gereken yönün: “İlahınız bir tek Allah'tır. O'ndan başka ilah yoktur. O, Rahmandır, Rahimdir.” (el-Bakara 2/163) fermanı ilahisi olduğunu buyurmuştur. Bu kaide hayatımızın her alanında; kendimizle baş başa kaldığımız anlarda, tanıyalım veya tanımayalım günlük hayatta muamelede bulunduğumuz insanlarla ve insanın dışındaki sair canlılarla olan münasebetimizde sürekli hatırlamamız, hiç unutmamamız gereken bir düsturdur.

Tek bir ilahımız olduğu gibi Allahu Teâlâ Hz. Âdem’den günümüze genel kapsamı itibarı ile tek bir dini, İslam dinini göndermiş; özelde de bizleri “Muhammed (sav) ümmeti”ne mensub olarak yaratmıştır. Ümmet kavramı Efendimiz’den kıyamet gününe dek gelecek bütün Müslümanların en büyük şemsiyesi, kapsayıcısıdır. En üst kimliğimiz “Muhammedî” olmaktır.

Fakat yukarıda da bahsedilen farklılıklarda da görüldüğü gibi insanlar değişik fıtratlarda yaratılmıştır. Bu farklılığı Efendimiz (sav): “İnsanlar, altın gümüş madenleri gibidirler.” (Buhari, Enbiya 2) buyruğuyla ifade etmişlerdir. Hâce Hazretleri de (ksa), insanların memleketlerinin doğdukları toprakların, sahip olduğu madenlerin kişilerin  fıtratlarını etkiledeğini ifade buyurmuşlardı. Sert bir madeni göğsünde barındıran bir memleketin insanının asabi olduğu, inatçı olduğu tecrübe ile de görülmüştür.

İşte bu fıtrî çeşitlilik İslam/ümmet kümesi içinde birçok alt kümeler oluşmasına sebep olmuştur. Hatta bu alt kümelerin   “Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir” kelamıyla insan sayısına eş bir miktara kadar dahi olabileceği buyrulmuştur.

İşte bu alt kümelere İslam literatüründe cemaat adını veriyoruz. Aynı maden üzere yaratılan insanların bir araya gelmesiyle oluşan insan topluluğu...

Fakat günümüzde Müslümanların içine çekildiği en büyük girdaplardan birisi de cemaat anlayışımızın, cemaatimizin önceliklerinin, düsturlarının ümmet olmamız hasebiyle Cenâbı Hakk’ın bizi yükümlü kıldığı önceliklerin, düsturların, ümmetliğin sorumluluklarının önüne geçmesidir. Bu konuda Hâcegân yoluna mensup kişilere Hâce Hazretleri (ksa) sürekli buyururlar ki: “Elhamdülillah Nakşibendiyim. Bir tarikata mensubum. Ama hiçbir zaman “tarikatçı” olmadım, olmayacağım da.

Ben Risâle-i Nur’ları okurum, onlardan istifade ederim. Ama hiçbir zaman “nurcu” olmadım, olmayacağım da.

Cenâbı Hak Kur’ân-ı Kerim’de: ‘… O sizi Müslüman diye adlandırdı…’ (el-Hac: 22/78) buyurmuştur. Nakşidendi olabilirim, Hanefi olabilirim, farklı İslâmî eserleri çokça mütalaa edebilirim lakin “Müslüman” isminden başka bir ismi asla kabul etmem.”

Biz de bu ayki makalemizde “cemaat” kavramını işlemeye çalışacağız. Ehemmiyetine ve etrafını cami olmasına binaen iki bölümde işlemeyi tasarladığımız konunun ilk bölümünde “Cemaat kavramını”,  İslâm’da cemaatin ve bir cemaate devamlılığın önemini, gerekliliğini işlemeye gayret ederken; ikinci bölümde ise günümüzde kendilerine “cemaat” adı verilen grupların, toplulukların İslâmî manada, Hak (cc) nazarında da bir cemaat olup olmadıklarını, yaptıkları hizmetlerin Allahu Teâlâ’nın katında da, Rabbimizin bizden gerçekten istediği, yaptığımızda memnun, hoşnut olduğu hizmetler mi olduğunu ilk bölümde ortaya koymaya çalıştığımız numune çerçevesinde işlemeye gayret edeceğiz.
Gayret bizden tevfik ve inayet Kerîm olan Rabbimizdendir…

Cemaat Kavramı ve İslam Cemaatinin Özellikleri
Sözlükte tefrika ve ayrılmanın zıddı olan “içtima”dan türemiş olabilir. Yine insanlar topluluğunun adı olan “el-cem”den türemiş olabilir. Ve ittifak ve sağlamlaştırmak demek olan “icmâ”dan gelmiş olabilir. (Bk. Lisanu’l-Arab, cemea maddesi, 8, 53-57)

Cemaat kelimesi toplanmak, cem olmak, bir araya gelmek anlamlarına gelir. Her hangi bir meselede toplanıp bir araya gelen insanlara cemaat adı verilir.

İslamî ıstılahda ise cemaat kısaca Hak üzere toplanmak ve tefrikaya düşmemek, ayrılıp dağılmamak şeklinde özetlenebilir.

Hâce Hazretleri’ne (ksa) “Cemaate tabi olun, firkatten uzak durun. Şeytan muhakkak ki, bir kişiyle beraberdir, iki kişiden uzaktır. Her kim cennetin ta orta yerini istiyorsa cemaate tabi olsun.” hadisi şerifinde geçen “cemaat”ten kastın ne olduğu sorulduğunda,

Bu cemaati merhum Elmalı ‘Hak üzere olandır’ diye terif etmiş, buyurdular ve imanın tadını tadacak kâmil müminin özelliklerinin anlatıldığı “Allah ve Resûlü’nü herkesten fazla sevmek, sevdiğini Allah için sevmek ve Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.”    (Buhârî, Îmân 9) hadisi şerifini naklettiler. Bu özelliklerin kâmil müminde olduğu gibi bu müminlerin bir araya gelerek oluşturduğu cemaatin de taşıması gereken nitelikler olduğunu belirtmişlerdi.

Hâce Hazretleri (ksa) devamla bu cemaatin özelliklerini naklederken: “Cemaat, müstakim olmalı, bilgi üzere, sevgi üzere, takva üzere olmalı ve cesur olmalı.” buyurdular ve günümüz için bir cemaat hakkında çok daha pratik bir ölçü olarak bir cemaatin iki özelliğine bakılması gerektiğini vurguladılar. Bu özellikler, o cemaatin Efendimiz’in sünnetine ahlakına yaşantısına bağlılıkların nasıl olduğu; ikincisi ise o cemaatin bir araya geldiklerinde hangi mevzular üzere konuştukları, nelerden çokça bahsettikleri, meşguliyetlerinin neler olduğuna dikkat edilmesi gerektiğidir. (Ayrıntılı bilgi için Hâce Hazretleri’nin (ksa) Tevzîhu’l Hakâik- Hakikatlerin İzahı isimli eserine müracaat edebiliriz.)  

Cemaate Devamın Gerekliliği
Cenâbı Hak ayeti kerimede: “Ey inananlar, Allah’tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın...” (Âl-i İmrân, 3/102-103). buyuruyor. Efendimiz de hadisi şeriflerinde cemaat olmanın önemini vurgularken: “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır.” buyurarak bizleri azap ile uyarmıştır.

Günümüzde birçok meselenin naehil insanlar tarafından yorumlanıp çarptırıldığı gibi cemaat olma meselesinde de En’am suresinin 159. ayeti de çarptırılmaktadır. Ayet meali: “Dînlerini parça parça edenler, ayrı ayrı fırkalar olanlar yok mu? Sen hiç bir vech ile onlardan değilsin. Onların işi (cezası) ancak Allah’a âiddir…”  şeklindedir. Ayette geçen “parça parça edenler” bölümünü alıp istedikleri gibi yorumlayarak bu ayette kastedilen cezanın günümüzdeki cemaatler için olduğunu söylüyorlar.

Hâlbuki ayette kastedilen manayı açıklarken Elmalı’lı merhum: “Muhakkak ki dinlerini parçalayıp ayıranlar, dinin bazı hükümlerini tanıyıp bazısını tanımayarak parçalayan veya dinlerini gerçek tevhidde toplamayıp çeşitli emeller, mabudlar, metbûlar (kendisine uyulan) ve türlü türlü yollarla çatallandıran veya ‘Din insanın iç dünyasına ve ruhuna aittir, dışına ve cismine karışmaz. Din insanın filan işine hâkim ise de filan işine karışmaz. Din başka, millet başkadır…’ demek gibi bir tavırla dinlerini birçok işlerinden ayıranlardır.” buyurmuş ve ayeti nasıl anlamamız gerektiğini açık bir şekilde belirtmiştir.

Cemaat olmak yazımızın başında da belirttiğimiz gibi ümmet olmanın bilinci, şuuru kaybedilmeden olmalı. Cemaatimizin öncelikleri, amaçları ümmetimizin zararına işler yapmaya bizi sevk etmeyecek bir anlayışı da beraberinde getirmelidir. İslam ümmetini bir bedene teşbih edersek cemaatler bu bedenin farklı uzuvları mesabesindedir.

Bu noktada dikkat etmemiz gereken önemli bir husus da şudur ki günümüzde mevcut olan cemaatlerde çokça gördüğümüz bir yanlışlık da her cemaatin kendisini bu bedenin beyni olarak görmesi sair oluşumları bu beynin hizmetçileri gibi algılamasıdır. Kişinin bağlı olduğu cemaatine sadakati, cemaat hakkındaki hüsnü zannı  hizmetlerinde kalitenin artması için bu şekilde olabilir, olmalıdır da. Fakat asla bu diğer cemaatleri küçük görme, kendilerini diğerlerinden üstün görme anlayışına kapı açmamalıdır.

Bu konuda sûfilerin çok latif bir misalleri vardır ki bu konuda bizlere örnek olması açısından çok değerlidir. Şazeli büyüklerinden Ebu Abbas el-Mürsî (ks) öyle buyurur ki “Velilerin kerameti, o velinin kendisine tabi olduğu Peygamberin mucizesidir.” Yani her cemaatin yaptığı hizmet, edindiği nusret Efendimiz’in (sav) büyüklüğündendir, O’nun kerametidir. Hizmetimizi bu niyet üzere yapmak hem ferdi planda nefsimizin bize kibir, riya, benlik gazlarını pompalamasını engeller hem de diğer kardeşlerimizden kendimizi üstün görme tehlikesine düşmemizi engeller.

Bu hususta istisnalar kaideyi bozmaz hemen hemen cemaatlerin çoğunda bulunan bağlılarını tecrit, sair cemaatlerle kaynaşmalarını “kalbini çalarlar” hezeyanıyla engelleme hareketine karşın Hâce Hazretleri (ksa) bizlere Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat anlayışına uygun, Şer-i şerife muhalif fiil, beyan ve halleri olmayan bütün cemaatlere devam etmemizi tavsiye buyururlar. Ve bizlere herhangi bir cemaatin sohbetine gittiğimizde “Kime bağlısınız? Hangi cemaattensiniz?” diye sorduklarında tefrika çıkarmayın ve deyin ki “Biz de bu tekkenin mürşidine, bu cemaatin hocasına bağlıyız.” buyururlar. Onlar size sorsalar ki “Siz aynı cemaatten olduğumuzu söylüyorsunuz ama biz sizi tanımıyoruz, sizleri daha önce hiç görmedik?”, Siz onlara deyin ki: “Biz tembel müritleriz çok gelip gidemiyoruz.” O insanların mürşidlerini, hocalarını methedin ki onların bağlılıkları kuvvetlensin.”

Hâce Hazretleri (ksa) bizlere çok küçük yaşlarımızdan itibaren sürekli cemaatin içinde olmamızı boş kalan bütün vakitlerimizi cemaatle birlikte geçirmemizi tavsiye buyururlardı. Çünkü sürüden ayrılan koyunu kurtlar kapar. Nefis toplum içinde bize yaptıramadığı birçok yanlışı tek başımıza iken veya çevremizde bizi uyaracak kimselerin olmadığı zamanlarda, mekânlarda yaptırır.

Yine bu manada Hâce Hazretleri (ksa): “Öyle kişilerle arkadaşlık yapın ki siz Allah dediğinizde o sizden daha  şevkli Allah desin. Siz Hakk’ın rızasına muhalif bir iş yaptığınızda sizi uyarsın. Siz günahlarınıza ağladığınızda o sizden çok ağlasın.”

Aynı konuda İbn-i Ataullah el-İskenderî Hazretleri Hikem-i Ataiyye’de: “Hali seni uyandırmayan ve sözü seni Allah’a (cc) teşvik etmeyen kişiyle arkadaşlık etme.” ve “Hali senden kötü kişiyle arkadaşlık etmen, kötü olmana rağmen çoğu kere sana kendini güzel gösterir.” buyurarak kişinin nefsini arkadaş edinmiş insanlarla birlikte olmasının kendisine vereceği zararı bildirmiştir.

İnsan sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayamaz. Bunun en bariz örneği Hz. Âdem’in cennette yanına arkadaş istemesi ve Cenâbı Hakk’ın da ona Hz. Havva’yı lutfetmesidir.

Madem ki insan arkadaşsız, kendini toplumdan tecrit etmiş bir şekilde yaşayamayaz öyleyse kendisine sürekli Hakk’ı hatırlatan, hakikati yaşayan ve paylaşan insanlarla birlikte olmalı. Bir islam cemaati ile beraber hareket etmek, onların tarif buyurduğu şekilde bir sulûk ikmaline çalışmak, Efendimiz’in (sav) “İki günü birbirine denk olan ziyandadır.” hadisi şerifi gereğince her geçen gün Hakk’a bir adım daha yaklaşmak ancak kâmil bir mürşid ve onun oluşturduğu bir cemaat ile mümkündür.

Devam edecek...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 22 May 2014 12:19

HAKK’A HİZMETİN TEMEL ZEMİNİ AHLÂK

Her Amelin Başı Güzel Ahlâk

Hâce Hazretleri (ksa) ile dergimizin aylık mevzularını istişare ederken Mart ayı için “İlim, amel ve ihlâs ilişkisi” konusunu incelememizi uygun gördüler. Bir yandan mevzu ile ilgili araştırma yaparken bir yandan “acaba niçin bu mevzuyu uygun gördüklerini” tefekkür ediyorduk. Derken İhya’da geçen bir hadisi şerife rast geldik: “İlmi çoğaldığı halde ahlâkı düzelmeyen, Allah’a uzaklıktan başka bir şey elde edemez.” (İhya-i Ulûmid-Dîn, C. 1, Hadis No: 133, S. 151)

Ahlâk… Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbetlerinde sürekli üzerinde durduğu ve günümüz Müslümanları için temel nokta, en çok bahsedilmesi, işlenilmesi, anlatılması gereken mevzu...

Takip edebildiğimiz kadarıyla İslamî oluşumların temel olarak kabul ettikleri hususlar dünyevileşme eğiliminde olan topluluklar -özellikle cemaat kavramını kullanmıyoruz- için para ve temeli para üzerine inşa edilmiş hizmet anlayışı; modernizm hastalığına tutulmamış ama zamanı iyi okuyamayan, çağın hastalıklarına geçmiş dönemlerden kalma tedavi yöntemleri ile derman olmaya çalışan ve bu uğurda uygulanan eğitimin içeriğini tabulaştırıp aksi yorum ve tekliflere kapatan ve ortaya çıkan ürünün yetersizliğinden kendisine pay çıkarmayan ilim/medrese anlayışı… Bu gibi hizmet anlayışlarının üzerine ise Hâce Hazretleri (ksa) her şeyden; ilimden de, amelden de, maddi hizmetlerden de önce “güzel ahlâk”ın Müslüman bireylerde ve dolayısıyla İslam toplumunda temekkün etmesinin gerekliliğini sürekli vurgularlar.

“İlim, amel ve ihlâs” açısından bakarak niçin “ahlâk” diye düşündüğümüzde yine başka bir hadisi şerif karşımıza çıkıyor: “İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler helâk oldu âmil olanlar, ilmiyle amel edenler müstesna. İlmiyle amel edenler de helâk oldu, muhlisler müstesna... Onlar da büyük bir tehlike içindedirler.” (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2:415)

Muhlisleri, âmilleri, âlimleri tehlikeden kurtaracak olan yegâne zemin güzel ahlâktır. Ahlâkı kâmil olmayan bir âlimde, istisnalar kaideyi bozmaz, kibir, benlik, duygusu, “en iyi ben bilirim” düşüncesi muhakkak olacaktır. Fakat Cenâbı Hak ayeti kerimede: “Doğrusu Allah kibirlenenleri sevmez.” (en-Nahl: 16/23) buyurur.

Hadisi şerifte Efendimiz (sav): “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete giremez!”buyurmuştur. (Müslim, İman 147). İmam Ahmed b. Hanbel’in de talebelerine: “Kibir taşıyan kafada, akla rastlayamazsınız.” buyurduğu rivayet edilir.

Peki, biz Allah’ın “sevmediği”, Efendimiz’in “cennete giremez” buyurduğu, büyüklerin “akılsız” diye tarif buyurdukları kişileri âlim diye tesmiye edebilir miyiz? Elbette ki hayır. Bunların isimleri İslam ıstılahında ulemâ-i sû olarak isimlendirilirken ayeti kerimede Cenâbı Hak aynı ahlâk üzere olan yahudi âlimlerini: “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (el-Cuma:62/5)

Cenâbı Hak (cc) böyle bir durumdan cümlemizi muhafaza buyursun. İnsanı bu konumdan kurtarıp muhlis konumuna getirecek vasıf güzel ahlâktır. Ahlâkı kemale ermeyen âlim, yabani ot gibidir. Tadı acı olur, yenmez. Bu hususta Hâce Hazretleri’nin (ksa) talebelik yıllarında yaşadığı bir hadise meselenin daha net anlaşılması açısından çok önemlidir.

Hâce Hazretleri (ksa) ilim tahsili için Güneydoğu Bölgesi’nde bulunduğu yıllarda Feraiz ilmini tahsil için bölgenin meşhur âlimlerinden birinin yanına giderler. Hocaefendi’nin yanına vardıklarında kendisinin sakal traşı olduğunu görürler. O tarihlerde sakalsızlık günümüzdeki kadar revaçta olmadığı ve bilhassa Güneydoğu ulemasının sünnet-i seniyyeye ittibada çok hassas olduğunu bilen Hâce Hazretleri (ksa) bu duruma çok taaccüb ederler ama yine de tedrisat için Hocaefendi’ye talebe olurlar. Fakat kısa bir zaman içinde Hocaefendi’nin bazı anlayışları Hâce Hazretleri’nin gönlüne yatmaz. Hocaefendi Kürt milliyetçiliği yapar ve ırkçı bir anlayışa sahiptir. Bunun üzerine Hâce Hazretleri: “Sen sütü çok bereketli bir âlim olabilirsin. Fakat senin sütün zehirlidir. Sende İslam akîdesine uymayan belli anlayışlar var. Bu anlayışınla sen ilim tahsili için yanına gelen insanları zehirlersin.” buyurarak orayı terkederler. Rabbim İlmimi Artır…

İslam insanları hedefleriyle değerlendirir. Kasdettiğimiz hedefin İslam ıstılahındaki karşılığı niyettir. Efendimiz’in: “Ameller niyetlere göredir.” (Muttefekun aleyh) ve “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli de niyetinden hayırlıdır.” (Câmiü’s-Sağîr,4/3810) hadisi şerifleri bize hedefimizi yani niyetimizi ciddi manada tashih etmemiz gerektiğini bize hatırlatır.

İlim tahsiline niyet eden bir talebenin öncelikle hedefini belirlemesi lazımdır. Eğer hedefimiz Cenâbı Hakk’ın zatını sevmek, sıfatlarını tanımak, ef’alini anlamak ve bunların tazyikiyle Hakk’a ibadet etmek değilse hiç o tahsile başlamayalım daha iyi. Çünkü aksi takdirde Efendimiz’in (sav) “Âmil olan âlimler de helâk oldu.” hitabıyla karşılaşırız.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) her sohbetinden önce okudukları dua ilim tahsiline niyet eden talebenin hedefini bize gösterir mahiyettedir: “Rabbi zidnî ilmen ve fehmen ve elhıknî bi’s-salihîn. Allah’ım ilmimi ve anlayışımı ziyadeleştir ve beni salihlere ilhak et, beni de o salihlerle beraber kıl…”

İlim ve anlayış Cenâbı Hakk’ın “Onlar ne güzel arkadaştır.” (en-Nisa: 4/69) diye taltif buyurduğu ve “Kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, salihlerle” birlikte olmak için; yine Allahu Teâlâ’nın: “Onlar için bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır” (el-Yunus: 10/62) buyurduğu velilerden olabilmek için tahsil edilmelidir.

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbette Medine-i Münevvere’ye ilim tahsili için giden bir kişiye: “Eğer senin Efendimiz’in (sav) ruhaniyetinden haberin yoksa okuduğun ilimlerle, yaptığın amellerle O’nunla bir irtibata geçemiyorsan bırak kalsın o ilimler, ne Medine’ye git ne de ilim tahsil et. Bu senin için daha hayırlıdır.” buyurmaları asıl istikametimizi bize göstermesi açısından gayet manidardır.

İlmin maksadı el-Âlim (cc) ile ve en hayırlı muallim olan Efendimiz ile (sav) irtibat kurabilmek, Onlar’ın rızasını, likasını, muhabbetini doyasıya tatmaktır. İmam-ı Âzam Hazretleri “İlim, ezberlenilen şey değil, kendisinden faydalanılan bilgidir.” buyurmuştur.

Yine hadisi şerifte Efendimiz (sav): “Kimin hicreti Allah’a ve Resûlü’ne yönelmek için olursa, onun hicreti Allah’a ve Resûlü’ne olur. Kimin hicreti de dünyayı elde etmek için olursa o dünya nimetlerini elde eder…” (Muttefekun aleyh) buyurmuştur.

Eğer bizim ilim tahsilinde niyetimiz rıza ise karşılığında Cenâbı Hakk’ın rızası, likası, muhabbeti olacaktır. Ama biz ‘ene’mizin peşine koşup; “İnsanlar bana âlim desin, en çok bilen ben olayım.” sevdasında isek de sonucunda yine hedefimize ulaşırız. Fakat bu isteğin sonucunda Cenâbı Hakk’ın yanındaki değerimiz yukarıda da geçen yahudi âlimlerden farklı olmayacaktır. Hazreti Mevlânâ da: “İnsana, aradığı şeye bakarak değer verilir.” buyurmuştur.

Efendimiz (sav) bir gün mübarek başını göğe kaldırıp bir süre tefekküre daldıktan sonra şöyle buyurur: “İlim sizden çekilip alındığı zaman haliniz nice olur?” Orada bulunan sahabiler biraz şaşkınlıkla şöyle derler: “Ya Resûlallah! Bizler Kur’ân’ı okuduğumuz ve ev halkımıza öğretip durduğumuz halde ilim bizden nasıl çekilip alınır?” Efendimiz (sav): “Tevrat ve İncil yahudilerin ve hıristiyanların elindeyken onlara bir fayda sağladı mı?” (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, İbn Mace) buyururlar.

İşte bu hadisi şerif bize gerçek ilmin, faideli ilmin, bize salihlerle beraberliği getirecek ilmin adresini gösteriyor. O adres, ilmini ahlâkı hamide süzgecinden geçirmiş Allah dostlarıdır. İlmin bizden alınması bizim için çok ciddi bir tehlikedir. Fakat Cenâbı Hak ayeti kerimede: “…Hâlbuki Sen içlerinde iken Allah, onlara azab edecek değildi..” (el-Enfal: 8/33) Biz de varis-i Nebi olan Allah dostlarının meclislerinde, onlarla birlikte olursak Cenâbı Hak bizi her türlü azabtan, tehlikeden koruyacaktır…

Niyet Hayır, Âkıbet Hayır…

Hadisi şeriflerinde Efendimiz (sav): “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” buyurmuşlardır. Hâce Hazretleri de (ksa) bizlere sürekli “Niyet hayır, akıbet hayır.” sözünü hatırlatırlar. Açılan bu pencerelerden hayatımızı kontrol edersek hayatımızın sağlamasını yaparak yaşarız. Bu anlayış bize Hakk’a giden yolda emin adımlarla yürümemizi sağlar. Eğer herhangi bir işimizde muvaffak olamıyorsak en önce niyetimizi/hedefimizi kontrol ve tashih etmemiz gerekir.

İlmimiz olduğu halde amelimiz yoksa biz o ilmi Allah’ı sevmek, tanımak, O’nun rızasını kazanmak için tahsil etmemişiz demektir. İşte bu ilim Efendimiz’in Allah’a sığındığı “Fayda vermeyen ilimdir.” Eğer ilmimiz var ama amelimiz yoksa Allah muhafaza Cenâbı Hakk’ın yine yahudi âlimleri hakkında buyurduğu: “..İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” (el-Bakara: 2/44) ayetinin muhatabı oluruz.

İlim ve amel ilişkisini en güzel ve özlü şekilde hadisi şerifte Efendimiz (sav) açıklamıştır: “Bildiği ile amel eden kimseye Yüce Allah bilmediğini öğretir ve amelinde onu muvaffak kılar da cenneti hak eder. Buna karşılık bildiği ile amel etmeyen kimse hem bildiğinde şaşar hem de amelinde muvaffak olmaz ve böylece cehennemi hak etmiş olur.” (El-Munkizu mine’d-Dalal, 60)

Ihlâs,“İyyake n’abudu–Yalnız Sana ibadet ederiz”in anlaşılmasıdır…

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde Ğavs Hazretleri’ne (ks) bir gün bir zatın gelip teheccüd namazı kıldıklarını söylemesi üzerine kendilerinin o kişiyle aralarında geçen konuşmalarını nakletmişlerdi.

Ğavs Hazretleri teheccüde kalkan kişiye:
“Işıkları yakıyor musunuz?” diye sorar.
-Hayır, yakmıyoruz.
-Ayaklarınızı sertçe yere vuruyor musunuz?
-Vurmuyoruz.
-Abdest alırken suyu çok açıyor, sesinizi işittirmek için aksırıp, öksürüyor musunuz?
-Yok.
-Peki, hiç kalbinize geliyor mu ki şu insanlar gaflet uykusunda iken ben Allah’a ibadet için uyandım.
-Bu düşünce kalbime geliyor…

Bunun üzerine Ğavs Hazretleri o zata “Madem ki ibadetiniz size millete karşı üstünlük duygusu veriyor yatın uyuyun, boşuna yorulmayın, zahmet çekmeyin. Bu daha hayırlıdır.” buyuruyorlar…

Hâce Hazetleri (ksa) bu kıssayı naklettikten sonra kendilerine soruldu ki: “Efendim bu düşünce hepimizin gönlünde hangi ibadeti ifa edersek beliriyor. Halimiz bu. Bizler de mi yaptığımız bütün ibadetleri terk edelim? Bu kıssayı nasıl anlamamız gerekir?

Cevaben buyurdular: “Burada kastedilen mana ibadeti terk edin değil. Eğer teheccüdü sekiz rekât kılıyorsanız on altı rekâta çıkarın. Ama şu düşünce hiçbir zaman kalbinizden eksik olmasın: Terakki, Cenâbı Hakk’a yaklaşma, O’nun rızasını kazanma benim yaptığım amel ile değil. Eğer bu düşüncelerle amel edersek bu ibadetler de bizi Allah’tan perdeler. Bizim için ağyar olur. Biz amellerimizde ihlâsa ermek istiyorsak yaptıklarımızı Allah’a satmak yerine O’na hediye etmeliyiz.”

Nasıl ki her ilim, sanat, zanaat… ehlinden ahzedilirse ihlâs da sadece muhlislerden öğrenilir. Müslümanlar şunu çok iyi bilmeliler ki ihlâs kitaptan öğrenilmez. Bir kitabı on beş günde bir değil günde on beş kere dahi okusanız muhlislerden olamazsınız.

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde Abdussamed Ferhendî Hazretleri’nin (ks) Ğavs Hazretleri’ne (ks) intisabını nakletmişlerdi...

Abdussamed Efendimiz’in babaları, dedeleri hep âlim imişler. Nesiller boyu ulema yetiştiren bir aile olmaları hasebiyle Abdussamed Efendimiz de çok büyük bir âlimdir. Kendi düşünceleri o imiş ki; “Ben Allah’ın takdir ettiği kadar bir ilme sahibim.

Çok şükür bu ilmimle de âmilim. Babamdan öğrendiğim ezkâru evrada da düzenli devam ediyorum. Daha benim bir mürşide bağlanmaya ihtiyacım yoktur…”

Bu düşüncelerle hayatlarına devam ederlerken Ğavs Hazretleri Silvan’a teşrif ederler. Müntesibleri Hz. Ğavs’ı ziyarete giderken Abdussamed Efendimiz’den de sohbete gelmelerini rica etmişler. Mübarek de kırmayıp sohbete iştirak ederler. Ğavs Hazretleri’nin sohbeti baştan sona hep Abdussamed Efendimiz üzerinedir. Onun hastalıklarını, içinde bulunduğu halleri ve bu hallerin sebeplerini, çıkış yollarını açıklarlar. Abdussamed Efendimiz mutmain olmuştur lakin yine de içinden öyle düşünür ki “Ğavs bana doğrudan ders teklif etsin ben intisab edeyim. Yoksa etmeyeceğim.”

Kısa bir zaman sonra Ğavs Hazretleri ayağa kalkar ve Abdussamed Efendimiz’e dönerek: “Molla ben abdest alacağım, sen bana yardım et…” buyurur. Abdesthaneye doğru giderlerken Ğavs Hazretleri Abdussamed Efendimiz’i bir odaya çeker ve ona buyurur:

-Molla sen anlamadın mı? Sohbetin başından beri Şah-ı Hazne hep sana konuşuyor.

-Anladım kurban.

-Peki, neden hala müteredditsin ve beni alenen davet etsin istiyorsun? Sen ağaçları niçin aşılarlar bilir misin? Ağaçlar belki yeşildir, meyvesi de vardır ama daha çok meyve versin, meyvesi daha lezzetli, daha bereketli olsun diye onlara aşı yaparlar. Âlimler de böyledir. Belki onlar yemyeşil ağaçlar gibidir, belki meyveleri de vardır ama onlara tasavvuf aşısı yapılırsa daha kâmil olurlar, daha doğurgaç olur, daha bereketli bir hale gelirler. Bu söz üzerine Abdussamed Efendimiz intisab ederler...

Müslümanlar! Her ne olursak olalım; ister âlim, ister âmil, ister muhsin olalım. Efendimiz’in (sav) buyurduğu: “Büyük bir tehlike içinde” olmaktan yalnızca Allah dostları, mürşidi kâmiller ile kurtulabiliriz. İnsanı kâmil bizi Efendimiz’in (sav) tamamlamak üzere gönderildiği güzel ahlâka ulaştırır. Bu ahlâk ile yaptığımız ibadetlerin, kemmiyyet açısından az bile olsa, Hak Teâlâ’nın yanındaki kadru kıymeti nice çok amellere galib olur.

Cenâbı Hak (cc) bizden her zaman kaliteli ameller istemiştir. Alelade yapılan fiilleri değil salih ameli beklemiştir. Hâce Hazretleri (ksa) buyururlar: “Salih amel salih kişinin yaptığı ameldir. Ameli salihe ulaşmak istiyorsak salihleşmeliyiz. Aksi takdirde amele Salih oluruz.”

Ancak dostları sayesinde Hakk’ın istediği, beğendiği, hoşnut olduğu salih amelde muvaffak olarak Allah’ın “halife”si ve Efendimiz’in kıyamet günü iftihar edeceği “ümmet”lerden olabiliriz.

Cenâbı Hak cümlemize muhtaç olduğumuz bu irşada kavuşmayı nasib etsin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Erkek ve Kadının Yaratılış Gayesi Aynıdır
İnsan her ne kadar Cenâbı Hakk’ın ilmi ezelisinde proje halinde mevcut olsa da bir ürün olarak yaratılma serüveni Hakk’ın kendinden kendine tecelli etmesi ve bu tecelliden de hoşnut olmasıyla başladı. Bu murad ayeti kerimede: “Biz yeryüzünde bir halife yaratacağız…” (el-Bakara: 2/30) şeklinde ifade edilirken sanki bu ayetin tefsiri bağlamında da Cenâbı Hak hadisi kudside: “Biz gizli bir hazine idik. Bilinmekliğimizi murad ettik, mahlûkatı halkettik.” (Keşfu’l-Hafâ, 2, 132. h. 2016) buyurmuştur. Cenâbı Hakk’ın bu muradında günümüzde var olan sınıfların, insan kategorilerinin hiçbiri yoktur. Cenâbı Hakk’ın indinde sadece “kul” mefhumu vardır ve halifem diye yaratmayı istediği varlık kuldur.

Allahu Teâlâ baştaki muradını yani “kendi bilinmekliğini” tahsil için yaratacağı “kul”a insan adını verdi; yakınlık, dostluk kurabilen, kendisiyle dostluk yapılabilecek varlık anlamında. Dostuna yaratılış maksadına ulaşabilmesi için gereken bütün altyapıyı/zemini eksiksiz yaratan Mevlâ ondan sadece; “Kendisini merak etmelerini, meraklılara çok yakın olduğunu; yeter ki O’na koşulsun, O’na iman edilsin, O’na dua edenlerin dua ve niyazlarını kabul edeceğini” (el-Bakara: 2/186)  belirtti. Kendisinin seçmiş olduğu, diğerlerine üstün kıldığı insanlar vardı ama onları da yine Kendisini bulmada rehber/imam olmaları için seçmişti.  

Bütün bu serüvende insan tekil manada kuldu Cenâbı Hakk’ın gözünde. “Erkek-Kadın” diye bir ayrım vardı ama bu da yine aynı amaç uğruna iki yol arkadaşı olmaları, eksiklerini birbirlerinden tamamlamaları içindi. Yani Allah’a kul olmada, Hakk’ı tanımada, sevmede eşit bir konumda/durumda idiler. Fakat Cenâbı Hak onları farklı alanlara kabiliyetli kılarak yaratmıştı. Kula yakışan da kendisini var edenin bu tercihine rıza gösterip yaratılış gayesini hiç unutmadan hareket etmesiydi. İşte bu manada Hâce Hazretleri (ksa): “Kulun piyangosu Rabbi’nin onu görmek istediği yerde olmasıdır.” buyurmuştur. Erkeğin, erkek olarak olması gereken yerde, kadının da Hakk’ın ona lütfettiği kadınlık rolünde Hakk’ı tanımaya çalışması gerekir. Aksi takdirde toplumda karmaşa ve karışıklık oluşur. Efendimiz (sav) adeta bu karışıklığı önlemek adına: “Allah, (kendilerini) erkeklere benzeten kadınları ve kadınlara (kendilerini) benzeten erkekleri lanetlemiştir.” buyurmuştur. Bu hadisi şerifi Hâce Hazretleri (ksa) ile mütalaa ettiğimizde, hadisi şerifte kastedilen ‘benzetme’den sadece kılık kıyafetin kastedilmediğini; erkeğin kadın rolünü üstlenip kadın gibi davranmasının,  kadınlaşmasının; kadının da aynı şekilde kendisini erkeğin konumunda görüp erkekleşmesinin, erkek gibi hareket etmesinin lanetlendiğini buyurmuşlardı. Erkeğin kadınlaşmasını meseleler karşısında erkek gibi durmayıp pasifleşmesi, dönekleşmesi, ayeti kerimede “…Yeminlerinizi aranızda aldatma vasıtası yaparak, ipliğini sağlamca eğirdikten sonra onu söküp bozmaya çalışan kadın gibi olmayın.” (en-Nahl: 16/92) buyrulduğu gibi müennesleşmesi ve ahdini yerine getirememesi olarak; kadının erkekleşmesini ise haddini aşması, kendini erkek gibi görmesi şeklinde açıklamışlardı. Erkeğe benzeyen kadına aslî vazifesinin fazlalık ve yük geldiğini, evde duran erkeğin sıkılıp dışarı çıkmayı arzu etmesi gibi fıtratını tağyir eden kadına da evinde kalıp ev işleriyle ilgilenmenin zor geldiğini buyurmuşlardı. Asıl lanetlenen de bu hallerdir. Kılık kıyafet zaten bu halin en son zahire yansıyan görüntüsüdür.

Cenâbı Hak kadını genel kulluk şemsiyesinin altında “anne” olarak yaratmıştır. Tabiri caizse aile devletinin “İçişleri Bakanı”dır kadın. Bu görevini tam manasıyla icra edemeden farklı disiplinlere yönelen kadın, görevini ihmal ve tahfif etmiş sayılır. Günümüzde kadınların “ev hanımlığı”ndan sıkılmalarının yegâne sebebi bunun ne kadar ulvi bir görev olduğunu anlayamamalarıdır. İnsanların Hakk’ın muradı doğrultusunda hareket edebilmelerinde annenin görevinin ne kadar büyük ve önemli olduğu hepimizin malumudur. Çocuğunun özellikle bebeklik/gelişme döneminde annelik görevini tam olarak yerine getiren bir kadın, her zaman duyarlı, ilgili bir babadan çok daha önemli ve gereklidir. Öyleyse bizler de kadın ve erkek olarak görevlerimizi çok iyi anlamalı/bellemeli ve gerekliliklerini yerine getirmeliyiz.

Cenâbı Hakk’ın (cc) ve Resûlullah Efendimiz’in (sav), bu hayati önemi bulunan görevlerini ihmal eden kadınlara çok ciddi ikaz ve tazirleri vardır. Ayeti kerimede Cenâbı Hak: “Evlerinizde vakarla oturun. Önceki, cahiliyye kadınlarının teberrucu gibi teberruc yapmayın (bedenlerinizi ve ziynetlerinizi teşhir ederek dolaşmayın). Namazı kılın, zekâtı verin.     Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin.” (el-Ahzap: 33/33)

Efendimiz (sav) ise hadisi şeriflerinde: “En kötü kadınlarınız, hayâdan yoksun, (ailesine karşı) dili uzun, ağzı bozuk olup temizliğine dikkat etmeyen, inatçı ve (kocasına karşı) asi olan kimsedir.”


Toplumsal Hayatta Kadın
Hâl böyleyken Efendimiz (sav), genel toplumsal algının aksine kadını tamamen de evin içine hapsetmemiş, kadınlığının getirdiği özelliklere göre kendisine toplumda belli görevler de vermiştir. Mesela Efendimiz (sav) zamanında sebze, meyve, hububat gibi sadece hanımların ihtiyaçlarının satıldığı pazar yerlerinde kadınlardan bazılarını kalite kontrol memuru olarak görevlendirmiş ve pazarları denetleme görevini kadınlara vermiştir.

İslam toplumunda en büyük eksiğimiz Efendimiz’i (sav) istenilen manada anlayamamamız, tanıyamamamızdır. Bugün bazı kesimler hadis ilmi çerçevesinde sadece metinlerini okuyup hadislerin sahih mi, mevzu mu olduklarını araştırır olmuşlar. Araştırılan hadisi şerifi Efendimiz söylerken muradı ne idi, tam manasıyla araştırılmıyor. Örneğin bir öğretim üyesi Efendimiz hakkında “Ben, kadınlara yönelik şiddeti savunan ve onları aşağılayan bir peygamberin olamayacağına inanıyorum.” diyor ve özellikle Diyanet’in hadislerin ayıklanması çalışmasına alkış tutuyor. Tabiri caizse dertleri üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olduğu için kadınları güya kısıtlayan hükümlerin niçin emredildiğini çok fazla inceleme gereği duymuyorlar. Gözden kaçırdıkları nokta şu ki Efendimiz’in herhangi bir mahlûku aşağılaması, onlara karşı şiddeti savunması mümkün değildir. Çünkü O (sav) yaratılış ve dünyaya gönderiliş amacıyla bir “Rahmet”tir. Ümmetine Rauf’tur, Rahim’dir. Dolayısıyla bu tip özelliklerin O’nda olması mümkün değildir.

Zaten Efendimiz’in de bu gibi hadisi şeriflerde aşağıladığı, hakir gördüğü nokta kötü fiildir. Doğrudan herhangi bir kişinin şahsı değildir. Şiddet kadına veya erkeğe değil, yanlışadır. Şiddet gibi görülen aslında rahmettir. Ve bu kötü fiilin icrasında kadın ve erkek müsavidir. Kim böyle bir kötülük işlemişse ona İslam’ın uygun gördüğü hadler zaten uygulanacaktır. Hiç zina eden, harama bakan, hanımını aldatan erkeğe ‘Helal olsun, iyi yapmış, ona günah yoktur…’ gibi bir hadis var mıdır? Elbette ki yoktur. Zaniye uygulanan hadlerin ‘erkek’ diye uygulanmaması gibi bir olay vaki midir? Cenâbı Hak erkek ve kadınların gözlerini bile haramdan sakınmalarını emrediyor. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu hususta da kadın ve erkek eşittir.

Hâcegân yolunda bakış hep enfusîdir, tümdengelimcidir. Eğer toplumda Efendimiz’e (sav) karşı bu bakış eğriliği düzelirse birçok hastalığımızın düzeleceği şüphesizdir.

Tek Sorun Başörtüsü mü?
Toplumda özellikle 28 Şubat dönemi ve sonrasında bazı güruhların İslam’a ve İslam ahkâmına yönelik vermiş oldukları zarar, fetva adı altında sarf etmiş oldukları hezeyanlar, kadınlara yukarıda bahsettiğimiz “annelik” duygusunun ve görevinin yetmemesine ve kendilerini farklı alanlarda tatmin etmelerine sebebiyet vermiştir. Bu uğurda verilen tavizler de bittabi Müslüman şahsiyetinin, İslâmî toplum anlayışının, aile kültürünün, kadın-erkek ilişkilerinin de inkıtaa uğramasına yol açmıştır. Dün sadece İslamî kaygılardan dolayı okumak isteyen ve bu uğurda tesettürden vazgeçen kızlarımızın bugün geldikleri noktada, istisnalar kaideyi bozmaz, hiç de İslamî bir kaygı taşımadıklarını, sadece ekonomik özgürlük adına üniversite kapılarında süründüklerini gözlemliyoruz.

Kız öğrencilerin en büyük ve belli kesimler tarafından da sanki tek problemi olarak gösterilmeye çalışılan başörtüsü sorunu halledildi diyelim. Günümüz üniversiteleri (hatta ilkokul ve liseleri) ne kadar ergen bir kız çocuğu ve bir bayan için uygun. Hayatımızın her alanında, televizyonlarda, gazetelerde, billboardlarda vs. bulunan şehvet içerikli uyaranların bu kadar yaygın olduğu bir toplumda acaba akıl baliğ olmuş erkek ve kızların aynı mekân içinde tahsil görmeleri şer’en uygun mu? Üniversitelerde güya kültür seviyelerini yükseltmek, onlara sanat şuuru sağlamak için ders geçme kıstasını dönem içinde en az üç kere tiyatroya gitmek olarak belirleyen ve biletlerini dahi kontrol ettiren anlayış, kızlarımız için ne kadar uygun, ne kadar İslamî? Günümüz eğitim sisteminde gittikçe daha yaygınlaşan öğrenci merkezli eğitim dolayısıyla yapılan sunumlar için oluşturulan kızlı erkekli gruplarda ders/sunu hazırlamak maksadıyla okul sonrası topluca bir kafeye veya bir bekâr evine gitmek ne kadar İslamî? Varsın başörtülü olsun, ders anlatırken arkadaşlarının ve öğretmenlerinin karşısına güzel çıkmak ve etkili bir sunum yapmak için süslenen, makyaj yapan, diz üstü etek giyip diz altını da çizme ile satreden(!) kızımız İslam’ı savunmak için mi okuyor sizce? Yazdıklarımız hayal ürünü değil bizzat yaşadığımız/şahit olduğumuz vak’alar. Kızlarımızı ve tabi erkek çocuklarımızı gayri İslamî bütün ortamlardan uzak tutmalıyız.
DNA’ya Yapılan Tasarruf

Bir gün Hâce Hazretleri’ne (ksa) bir sohbette sordular: “Efendim bazı zatlar var insanı nazar/bakış ile bir anda irşad ediyorlar. Bu metot belki ilk anda çok etkili oluyor ama o insana nazardan sonra sohbetle, tasarrufla devamlılık sağlanamadığı için kısa süre sonra eski haline dönebiliyor. Bir sarhoş nazarla kısmî de olsa düzelebiliyor ama bulunduğu ortamdan uzaklaşınca yalnız kalınca yine eski hallerine dönebiliyor. Böyle bir metot uygun mudur ve Hâcegân yolunda irşad nasıl oluyor?”

Cevaben Hâce Hazretleri (ksa) buyurdular ki: “Hâcegân yolunda insanın DNA’sına tasarruf edilir. DNA’sı tabiri caizse irşad edilir. O insan ister cemaat içinde olsun, isterse tek başına olsun Hakk’ın muradı üzere olur. Allahu Teâlâ’nın Hz. İbrahim hakkında buyurduğu gibi ‘Tek başına bir ümmet’ olur. Ehlisünnet çerçevesinin dışında hiçbir akım, fitne ona tesir edemez. Ve DNA’sı irşad olmuş, kemale gelmiş bireylerin izdivaçları ile de otomatik olarak neslin irşadı gerçekleştirilmiş ve toplum ıslah edilmiş oluyor.”

İşte bu irşada erkek, kadın bütün insanlık muhtaçtır. Yanlış olan inançlarımız, örflerimiz bayanların bu hakkını ellerinden alamaz.

Efendimiz’in (sav) ve daha sonra sahabe efendilerimizin uygulamalarıyla kadınlarla istişare edilebileceğini görmekteyiz. Efendimiz (sav) “Kendilerini alâkadar eden hususlarda hanımlarla istişâre edin!” (İbn-i Esir, Üsüdü’l-ğâbe, IV, 15) buyurmuştur. Yine Hudeybiye Muahedesi’nde annemiz Ümmü Seleme’nin (r.anha) görüşüne göre hareket ederek kurbanını kesmiş ve mevcut problem bu görüş ile çözülmüştür. Hz. Ömer efendimiz de kadınlara verilen mehir miktarını sınırlandırmak istediğinde, kadının biri; “Yüklerle mehir vermiş olsanız dahi, ondan hiçbir şeyi geri almayın…” (en-Nisa: 4/20) ayetini delil göstererek itiraz etmiş ve sınır koyamayacağını söylemişti. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra): “Ömer yanıldı. Kadın isabet etti.” buyurmuştur.

Bizler de istişare ettiğimiz zaman onlardan güzel karşılıklar alabilmek için ahlakı Peygamberî’yi örnek alarak eşlerimizin/kızlarımızın/bacılarımızın ilmen, fikren, ahlaken yetişmiş, dini mübini güzelce tahsil etmiş olmalarını sağlamalıyız. Onları evlliyaullahın sohbet meclislerinden alı koymamalıyız. Cenâbı Hak erkekleri bu dünyaya marifeti tahsil için gönderip de kadınları onlara hizmet etsin diye göndermemiştir. Kadınlar da erkekler gibi “ilmi billah”ı talime mecburdur. Ve erkekler de kadınların sorumluları olarak üzerlerine farz olan bu ilmin tahsilinde onlara yardımcı olmak zorundadırlar.

Şüphe yok ki Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaat eden erkeklerle itaat eden kadınlar, sadık erkeklerle sadık kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, mütevazı erkeklerle mütevazı kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkeklerle ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkeklerle Allah’ı çok zikreden kadınlar var ya, işte onlar için Allah bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. (el-Ahzap: 33/35)

Cenâbı Hak bizleri her türlü aşırılıktan, ifrat ve tefritten muhafaza edip İslam şeriatı ve ahlakı üzere hareket edebilmeye muvaffak eylesin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Hâce Hazretleri (ksa) Umre ziyareti maksadıyla Medine-i Münevvere’de bulunmaktadır. Mescid-i Nebevî’nin avlusunda oruçlarını açarlar. Yemeğin menüsü pilavdır. Sofrada bulunan diğer kişiler sünnet üzere pilavı elleriyle yerler. Fakat pilav oldukça yağlı olduğu için, elle yiyen kişilerin dirseklerinden elbiselerine yağ akar. Hâce Hazretleri’nin (ksa) kaşık ile yediğini gören diğer kişiler karşılarındaki insanın açığını yakalamanın verdiği sevinçle: “Ya Hac, biyedihi sünneh – Elle yemek sünnettir.” diyerek sözümona tebliğde bulunurlar.  Hâce Hazretleri (ksa) ise hiç tavırlarını bozmadan: “En-nezafetu farzun – Temizlik ise farzdır.” buyururlar. Bu cevabın karşısında diyecek bir şey bulamayan kişi sessizce yemeğine devam eder…

Hâce Hazretleri (ksa): “Vücudumun bütün kılları sayısınca başım olsa Resûlullah Efendimiz’in (sav) tek bir sünneti için hepsini feda ederim.” buyururlarken bu sünnetlerin illet-hikmet ilişkisi bilinmeden/anlaşılmadan, körü körüne yapılmasına da karşı çıkarlar. Yukarıda naklettiğimiz menkıbe de bunun güzel örneklerinden biridir.

Hâce Hazretleri’nin hayatında temizlik ve intizam kendi ifadeleriyle: “Hastalık noktasındadır.” Bu yüzden “Din temizlik üzerine kurulmuştur.” buyuran bir Peygamberin sünnet-i seniyyesini işlerken bu esasa riayet edilmemesini kabul etmemişlerdir.

Yazılarımızın öncelikli muhatabının genç kardeşlerimiz olduğunu ilk makalemizde belirtmiştik. Hâce Hazretleri Cibril Hadisi’ni genç kardeşlerle sohbetleşirken onların dikkatini Cebrail’in (as) temizliğine çeker: “Cenâbı Hak temizliği o kadar seviyor ki meleklerini tertemiz bir surette gönderiyor, örnek olsunlar diye. Demek ki iç temizliğine dikkat ettiğimiz kadar dışımızın temizliğine de dikkat edeceğiz. Üstümüz, başımız, elbisemiz, oturup kalktığımız yer temiz olmalı.” buyururlar.

Biz de bu ayki yazımızda İslam’ın temizliğe verdiği önemi kısaca hatırlatmaya çalışacağız.

Gerek ayeti kerimelerde, gerekse hadisi şeriflerde temizliğin önemi sıklıkla vurgulanmıştır. Cenâbı Hak ayeti kerimede mealen: “Orada temizlenmeyi seven adamlar vardır. Ve Allah, temizlenmiş olanları sever.” (et-Tevbe: 9/108) buyurur. İslâm’ın ilk dönemlerinde inzal olan surelerden Müddessir Sûresi’nde Allahu Teâlâ, Efendimiz’e hitaben: “Elbiseni de temiz tut.” buyurmuştur. Elmalılı merhum bu ayeti kerimeyi açıklarken: “ ‘Siyab’ (giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak üzere ‘kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâklan’ diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın da kastedilmesine engel olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda gerek bedenin gerek elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş olmasına aykırı olmaz. Çünkü "taharet" ve "nezafet" kelimeleri dilimizde temizlik mânâsına gelmekle birlikte taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve manevî temizliği kapsar.” buyurur.

Efendimiz de (sav) meşhur hadisi şeriflerinde: “Temizlik imanın yarısıdır.” ve “Namazın anahtarı temizliktir.” buyurarak konunun ehemmiyetini çok açık bir dille ifade buyurmuşlardır.

Yine Efendimiz’in (sav) misvağa ve dolayısıyla diş temizliğine verdiği önem hepimizin malumudur. Efendimiz ashabına: “Niçin sararmış dişleriniz ile huzuruma giriyorsunuz? Misvak kullanınız.” buyurmuşlardır.

Ğavs Hazretleri (ks) biraz da esprili bir dille: “Yemekten önce el yıkamak sünnettir, ama yemekten sonra farzdır.” buyurarak temizlik konusunda ne kadar hassas olduklarını belirtmişlerdir.

Hâce Hazretleri (ksa) temizlik mevzusunu işlerken Efendimizin suyun çok önemli olduğu, su uğruna savaşların yapıldığı ve kendilerinin de: “Ya Rabbi Seni soğuk sudan daha çok sevebilmeyi bize nasip et.” diye dua buyuracak kadar suyun önemli ve kıt olduğu bir dönemde ashabına temizliğin önemini vurgulamış ve her fırsatta onlara yıkanmayı emir buyurduklarını; günde beş kere namaz abdesti, guslü gerektiren bir hal vuku bulduğunda, Cuma/Bayram günleri gusl abdesti… almalarını emir ve tavsiye buyurarak onları temizliğe teşvik ettiklerini bizlere anlatmışlardır.

Anlatılanlar belki malumun ilamı olabilir. Fakat bunları naklederken bizim öncelikle dikkatlerinizi çekmeyi amaçladığımız husus Cenâbı Hakk’ın, Efendimiz’in ve Büyüklerimizin her meselede amaçlarının Müslüman şahsiyetin, İslâmî vizyonun Müslümanlarda oluşmasını ve kökleşmesini sağlamak olduğudur. Yani Müslümanın her konuda kendine has bir duruşu/tavrı vardır. Müslüman başkalarını taklit edemez, sadece Allah’ın istediği hale bürünebilir. Temiz olmayan hiçbir hal, davranış Müslümana yakışmaz. Bugün bazı kişilerin sırf özentiden, İslâmî kimlik ve kişilikten utandıklarından, toplumda farklı görünme adına gayri İslamî düşüncelere saptıklarını görüyoruz. Bu sapkınlık da onların davranışlarına, giyim kuşamlarına, saç stillerine dolayısıyla temizlik anlayışlarına varana kadar etki ediyor ve kendilerini İslâm’da olmayan pis bir görünüme büründürüyor. Bizim Peygamberimiz kendisini gören bir Yahudi çocuğunun: “Anne bak saçlarını babam gibi taramış.” demesi üzerine hemen saç şeklini değiştirecek kadar gayri İslâmî bir durumdan uzak duran bir şahsiyet. Biz de eğer o Peygamberin ümmetiysek hiçbir halimiz, İslâm mefkûresinin haricinde bir anlayıştan neşet etmemeli.

Bugün bazı kesimlerin güya İslam adına şekle önem vermeyip bizleri şekilcilikle suçlamalarına biz de şu soruyla cevap veriyoruz: Neden küfür sarık yerine şapka giyilmesini mecbur etti ve giymeyen binlerce Müslümanı katletti? Neden bir şekiller manzumesi olan alfabeyi değiştirdi? Bunlar da şekilcilik değil mi? Demek ki özü muhafaza için şeklin de önemi var. Cemaatinden üniversitede öğrenim gören öğrencilere tavsiyelerinde Hâce Hazretleri (ksa): “Sakın sözüm ona İslâm’a hizmet edeceğim diye İslâmî duruşunuzdan taviz vermeyin. ‘Şalvarı çıkarıp pantolon giyersem, sakalımı kesip kravat takarsam daha çok kişiye ulaşırım’ hikâyelerine sakın kapılmayın. İslamiyet ya hep ya hiçtir. ‘Hiç olmazsa’ anlayışının İslâm’da yeri yoktur. Özünüzle birlikte şeklinizi, giyim kuşamınızı da İslamîleştirmelisiniz.” buyurmuşlardır.

İşte bu yüzden zaten toplumda önyargıyla yaklaşılan İslâmî anlayışın ve Müslüman şahsiyetin göstergesi olan kıyafetlerimizin, sakal-sarığımızın temizliğine, düzenine renk uyumuna çok dikkat etmeli, özen göstermeliyiz. Asla dervişlik taslayacağım diye kirli, pejmurde, uyumsuz kıyafetler giyinmeyeceğiz. Büyüklerimiz “Taşlayan bizdendir, taşlatan bizden değildir.” buyurmuşlardır. Hiçbir zaman yolumuza laf getirecek bir davranışta bulunmamalıyız.

Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbet esnasında kullandıkları havluyu katlarken gösterdiği özen birçok insanı irşad etmiştir. Kendileri havluyu o kadar dikkatle, uçlarını birbirine tam sıfırlayarak katlar ki, insanlar bu davranıştan çok etkilenir. Ve bu Hâcegân yolunda Allah’ın mahlûkatına verilen değerin anlaşılmasına bir nebze de olsa yardımcı olur. Bir havluyu katlarken gösterilen bu özen; insana, insanın irşadına, tekâmülüne ne kadar özen gösterildiğini bize anlatır.

Yine elbiselerindeki uyum, birçok insanı etkilemiştir. Çorabından takkesine kadar kıyafetleri o kadar ahenk içerisindedir ki görenleri kendilerine ve o İslâmî kıyafete hayran bırakırlar.
Sakalları o kadar temiz ve düzenlidir ki her abdestten sonra dakikalarca tararlar. Bu halin sebebi kendilerinden sual edilince “Allah’ın en büyük ayeti olan insanın karşısına çıkıyorum. Onların karşısına düzensiz çıkmam Allah’a karşı edepsizlik olur.” buyururlar.

Yaklaşık yirmi yıldır Hâce Hazretleri’nin (ksa) sohbetlerinde bulunuyoruz elhamdülillah. Bugüne kadar hiç kimseyi sakal bırak, şalvar, cübbe giy, sarık sar diye icbar ettiklerini görmemiş, duymamışızdır. Fakat etrafındaki insanların hemen hemen tamamı İslâmî kıyafetleri giyer, Efendimiz’in sünnetlerini yaşamaya-yaşatmaya çalışırlar. Bunun sebepleri ise Hâce Hazretleri (ksa) bize öncelikle Efendimiz’i (sav) tanıtır. O’nun sevgisini gönlümüze nakşeder. İnsanlara O’nun güzel alışkanlıklarını, hallerini illet-hikmet ilişkisi içerisinde anlatır.
İkinci sebeb ise kendilerinin mükemmel bir rol model olması ve bu güzellikleri kendi üzerinde titizlikle sergilemesidir. İnsanlar da hem o sevginin tazyikiyle, O’na benzeme adına hem de hakkel yakin görerek, Efendimiz bugün yaşasa nasıl bir hal üzere olur, ne giyinir, ne yer ne içer, nasıl yaşar, bunu müşahade ederek onun giyim kuşamıyla bezenir. Sohbetlerle insanın özüne işlenen Peygamber muhabbeti gün be gün kişinin haline ve nihayetinde kabuk mesabesinde olan kıyafetlerine yansır.

Bizler de her halimizi Müslümana yakışır hale getirmemiz lazım. Toplumda örnek olmak istiyorsak, İslâm’ı, Müslüman’ı sevdirmek istiyorsak temizliğimize çok dikkat etmeliyiz. Çünkü “Din temizlik üzerine kurulmuştur.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort