Gülzâr-ı Hâcegân
TESETTÜR ÖNCE KALPTEDİR
Kadınlarla görüşen
Her fitneye karışan
Medihlerle de şişen
Bigânedir bigâne
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)
Asr-ı saadetten bir manzara…
Peygamber Efendimiz (sav) Hz. Âişe (r. anha) annemizle oturmaktadır. Ashabdan Ümmü Mektum (ra) ziyarete gelirler. Gözleri görmediği için Hz. Âişe annemiz durumlarını değiştirmezler. Peygamber Efendimiz (sav) perde arkasına geçmesini söyler. “Onun gözleri âmâdır.” der Âişe annemiz. Bunun üzerine “Senin gözlerin görüyor.” buyururlar.
Onlar -bütün zamanların en efdali olanlar- böyle bir terbiyede yetiştiler. Onlar Peygamber mektebinin talebeleri… Bizlerin örnek alacağı nadide yıldızlar… Onlardan İslâmın şiarlarına harfiyen uymaları istenirken bize ne oluyor da isteklerimiz dinin önüne geçebiliyor.
Günümüzden bir manzara…
Bursa’da boyacılık yapan bir kardeşimize/ihvanımıza çalıştığı firmadan bir umre ziyareti hediye çıkar. Müslüman için en güzel hediyelerdendir umre. O beldelere gitmek, Peygamber Efendimiz’i (sav) ziyaret, Kâbe’yi görmek… Müthiş bir heyecan kaplıyor gönlünü…
Bir grupla yolculukları başlar. Kâbe’yi ziyaret ederler, umre yaparlar. Doyasıya o beldelerin tadını yaşarlar. Medine’ye giderler, Peygamber Efendimiz’i (sav) ziyaret ederler.
Umre şirketleri ziyarete götürdükleri umrecileri genellikle bir hurma bahçesine götürürler. Orada hurma hem doğal ortamı görülerek alınır hem de bahçe sahiplerinin hazırladığı büyük çadırlarda programlar yapılır.
Medine-i Münevvere’de umrecilere o çadırda yapılan program bir panel gibidir. Konuşmacılar üç erkek bir bayan hocadır. Bu hocalar Peygamber Efendimiz’in beldesinde O’nun (sav) hayatını anlatacaklar(!) Hem de bayan erkek karışık bağdaş kurup yan yana oturdukları bir mekânda…
Bursa’dan giden kardeşimizin içi daralır, sıkılır. Dışarı çıkar, hurma bahçesinde işçi olarak çalışan birisi dikkatini çeker. Sakalıyla, takkesiyle, şalvarıyla, kıyafetlerindeki uyumu çok hoşuna gider. Onunla tanışmak için yanına gider. İsimler söylenir, memleket faslında İstanbul geçince, cemaatten alıştığı kıyafetten dolayı “Hâcegân’dan mısın?”diye sorar. Hurma bahçesin- de çalışan işçi Hâce Hazretleri’nin (ksa) yakın zamanda Medine’ye taşınan ve orada çalışmaya başlayan ihvanlarından/arkadaşlarından biridir. Koyu bir sohbete dalarlar… İstanbul, Erzurum derken hasret giderirler. O kadar Müslüman içerisinde onu farklı kılan kıyafetiydi… Müslüman bir beldede, Peygamber şehrinde bile kıyafetiniz size bir kimlik kazandırır.
O paneli yapanları ve panelde bulunanları nefislerinin ürettiği hayalci bir dinden, İslâm’ın gerçek şiarlarına davet ediyoruz. Allah’ın (cc) emrettiği, Peygamberimiz’in getirdiği din, sizin yaşadığınız değil…
Tesettür İslâm’ın gerçeğidir. Batının yaygınlaştırdığı, insanların zihnini allak bullak eden, ahlâkı yozlaştıran şehvet binasını yıkan bir simgedir tesettür… İnsanı, aileyi, toplumu koruyan bir sığınaktır tesettür…
Bugün birçok kirlilik var hayatımızda: gürültü kirliliği, çevre kirliliği… Tesettür, bakış kirliliğini temizleyen bir filitre gibidir. “Zinaya yaklaşmayın.” Emri fermanının hayata geçirilmesidir. Birileri başörtüsü bir simgedir, diyorlar. Doğru söylüyorlar… Tesettür iffetin, özgürlüğün simgesidir. Çarşaf giyen bir bayanın “Çarşaf, bir bayanın hürriyetidir.” sözü gerçek özgürlüğü anlatır bize… Yüce Mevla’mız Kur’ân’da tesettürün düşük kadınlara benzemekten alıkoyacağını buyuruyor bizlere… Tesettür hayanın simgesidir. Haya imandan gelen bir duygudur. “Haya imandandır.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav).
Tesettürün azalması, iman zaafiyetindendir. Bir Müslüman Allah’ın (cc) huzurunda, O’nun razı olmadığı bir kıyafeti giyemez. İmanı ona bunu yaptırmaz. İman zayıflayınca, kalpteki boşluklar artınca orayı nefsin arzuları istila eder. Renkler cıvıl cıvıldır, ilgi çeker. Elbiseler daralır, vücut hatlarını belli eder. Kıyafetler İslâm’daki tesettürün ruhuna aykırı olmaya başlar.
Tesettür önce kalpte başlar. Kalp Allah sevgisiyle dolu olursa, bu hal dışına yansır insanın. “Her kap içini sızdırır.” buyurmuş Efendimiz. Şehveti, dünya sevgisi çok olan, Allah korkusu olmayan bir Müslümanın tesettürü kendi hevasına göre olur. Müslüman tercihini Hak’tan yana yapması gerekir. Ve bunu severek, isteyerek yapması gerekir. Bir Müslüman düşünün… Batı tarzı bir hayat yaşamak istiyor, onların giydiği kıyafetler çok hoşuna gidiyor, onlar gibi eğleniyor… Adı: Müslüman… Kendi: ….
“Kim bir kavme benzerse ondandır.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Yıllar öncesinden buyrulmuş,” Bir zaman gelecek İslâm’ın resmi, müslümanın adı kalacak.” Bugün müslümanın resmi nostaljik olmaya başladı.
Kalbini yokla kardeşim… Giydiğin kıyafetleri sorgula… Tesettüre uygun mu, değil mi? Ölçü belli; teni belli etmeyecek, vücut hatları belli olmayacak. Sakın dışarıdan fetva arama. (Ararsan isteğine göre bulabilirsin.) Kalbine sor. Sen kıyafetinle kimlere benziyorsun.
28 Şubat döneminde üniversitede öğrenciydik. Sınıfımızda çok sayıda başörtülü kız öğrenci vardı. Fakülte dekanı o dönemde imkânları ölçüsünde kıyafet yasağını engellemeye çalışıyordu. Derslere almama gibi uygulamalar daha başlamamıştı. “Başörtüsü teferruattır.” fetvasıyla o cemaat mensubu bütün kız öğrenciler başlarını açmışlardı. Hem de yasak başlamadan. O kızların iffetini, ahlâkını bozanlar bunun hesabını mahşerde nasıl verecekler? İnsanlar Hz. Ömer’in (ra) dediği gibi “İnandıkları gibi yaşamazlarsa, yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar.” Başlarda peruk takanlar, rahatsız olanlar, sonradan süslenmeye başladılar. Tesettür hâyânın simgesidir. Onu alırsanız, Müslümanlara birçok kötülüğün kapılarını açarsınız.
Sizden takva sahibi, ihlaslı, muttaki bir Müslüman erkeğin ve bayanın şeklini tarif edin deseler, nasıl bir tarif yaparsınız? Erkeğin kıyafeti bol, sakalı düzgün olur değil mi? Müslüman bayan mesture bir şekilde sade ve bol giyinmiş bir haldedir. Sıkmabaş, tunik bir elbise, altına bir pantolon düşünmezdiniz herhalde… Daracık kotları da erkeğe yakıştırmazdınız… Hayal ettiğiniz Müslüman şekilleri filmlerdeki derviş karakterler oynamasın. Siz kendi hayat filminizin takvalı, ihlaslı oyuncuları olun. Müslüman kimliğinize uygun olsun kıyafetleriniz.
Diyanetin bir seminerinde vaizlere konuşan bir yetkili, onlara şöyle der: “Hakim yaka gömlekli (yakasız), bol pantolonlu, sakallı imamlar görmeyi çok arzuluyoruz.” Biz de çok istiyoruz…
Kutlu Doğum Haftası geçen ay Türkiye’nin her tarafında çeşitli etkinliklerle kutlandı. Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatı, ahlâkı anlatıldı. Ahlâkımızı O’na benzetmeye çalıştığımız gibi, şeklimizi de benzetelim.
Bizler benim dedem sakallıydı, hacıydı; benim ninem de başörtülüydü masallarını dinlemek istemiyoruz. Bizler eşlerimizi, kızımızı başörtülü; oğlumuzu da sakallı kısacası tesettürlü görmek istiyoruz.
Ya Rabbi, bu fitne zamanında kalbimize ihlâs ver, takva ver… İçimiz güzelleşirse, dışımız da güzelleşir Ya Rabbi…
Ya Rabbi, Sen bizi sevdiklerine benzet… Onlar gibi yaşamayı bizlere nasib eyle… Razı olduğun tarzda giyinebilmeyi (tesettürlü olabilmeyi) bize sevdir ve kolaylaştır… Âmin...
Allah bizi affeylese
Günahlara rahmeylese
Cümlemize berat verse
Gelin bayrama bayrama
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
TASAVVUF, İSLAM’IN ÖZÜDÜR
Aşkın deryasına dalsak
Orda hazineler bulsak
Mürşid rengine boyansak
Hâcegânlar tekkesinde
Hâce Hazretleri (ksa)
Hâcegân yolunun parolası “İlâhî ente maksûdi ve rıdâke matlûbi (Ya Rabbi, maksadım Sensin, isteğim Senin rızandır.) zikridir. Mürid her ne yaşarsa yaşasın bu zikri dilinden düşürmez. Böyle bir mürid Yunus Emre’nin dediği gibi:
Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç hûri,
İsteyene ver Sen anı,
Bana Seni gerek Seni, der.
Bu sözleri ancak Hakk’ın rızasını, O’nun cemâlini, likâsını arzulayan kişiler söyler… İnsan bir şeyi ondan daha güzelini bulunca bırakır. Mürid olan gönül ehli insanlar, Hakk’ın rızasını, muhabbetini arzuladıklarından O’ndan gayri her şeyden vaz geçmişler…
Onlar; “De ki, benim namazım, ibadetlerim ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am-162) ayetini hayatlarına düstur yapmışlardır.
Tasavvuf imandır, ihlâstır, takvâdır, güzel ahlâktır… Dinin içinden bunları aldığınızda geriye ne kalır? Cansız bir beden yaşayamaz… Tasavvuf dinin özüdür/üsâresidir…
Tasavvuf yemeklerin sosu gibi değildir. Olsa güzel olur, ama olmasa da bir şey fark etmez kabilinden bir şey değildir. Tasavvuf dinin kendisidir… O olmadan din yaşanmaz… Din kuru bilgi değildir. Böyle olsaydı Cenâbı Hak ameli olmayan bilgi sahiplerini kitap yüklü merkebe benzetmezdi.
Bilginin amele dönüşmesi, amelin ihlâsla yapılması ve ihsâna ulaşılması tasavvufun gayesidir… Bu aynı zamanda bir mü’minin de gayesidir. İhlâsa ulaşmayan bir insan ne yaparsa yapsın ameline riya bulaştırır. Ahlâkı güzel olmayan bir Müslümanın ibadetleri de güzel olmaz.
“Tasavvuf kitabî değil, kâtibîdir.” buyuruyor Hâce Hazretleri (ksa). Kitaptan öğrenilmez tasavvuf, kâtipten (mürşid) öğrenilir… Tasavvufu kitaptan öğrenmeye çalışanlar, çok da başarılı olamamışlardır. Bilgi sahibi olmuşlar, hâl sahibi olamamışlardır.
Cevizin dışını yiyen bir insan ben ceviz yedim diyebilir mi hiç? Bugün tasavvuf üzerine araştırma yapanların çoğu cevizin dışını anlatmaktadır. Cevizin dışının tadı acıdır. İçini tatmayan bilmez… Tasavvufun yaşanmadan sözle anlatılması da bunun gibidir…
Tasavvufun en büyük gayesi Allah’a (cc) kul olmaktır. Tasavvuf deyince hep kerametlerin, makamların akla gelmesi bu yolun amacından uzaklaştığını gösterir. Bir Müslüman Hâce Hazretleri’yle (ksa) görüşüp tanışmak istemektedir. Hâce Hazretleri’nin arkadaşlarından birini aracı yaparak yola koyulurlar. Yolda telefon açıp izin isterler. Telefonda öyle güzel sözler söyler ki, ihvanları onun bu haline gıpta ederler. Gelip tanışırlar. Akşam hoş sohbetler, muhabbetler edilir… Ertesi gün o kişi beraber geldiği kişiye “Hani benim kalp gözüm neden açılmadı?” diye yakınmaya başlar. Bir gün önce söylenen o sözler hep menfaat için miydi?
Tasavvuf kitaplardan okununca, öğrenilince beklentiler de farklı oluyor…
Meşhur bir kıssadır. Tasavvuf kitaplarında çokça zikredilir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri (ks) medrese hocalığını bırakarak Hindistan’a, Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin yanına gider. Orada dergâhta hizmet etmeye başlar. Dergâha su taşır, dergâhın tuvaletlerini temizler… Bu işleri yaparken nefsi ona medrese hocalığını hatırlatarak onu etkilemeye çalışır. O da nefsinin üstüne gider ve tasavvufta simgeleşen halini ortaya koyar, “Eğer devam edersen sakalımla burayı temizlerim.” Abdullah Dehlevî Hazretleri gelir, “Tamam der, evladım oldu, var sen git, irşadına başla.” der.
Bu kıssayı okuyup ben de Mevlânâ Hâlid gibi olayım, onun makamına ulaşayım, şeyh olayım diye bırak sakalını, dilinle temizlesen oraları, bir sonuca ulaşamazsın. O bu sözü söylerken, neticenin böyle olacağını düşünmedi. O an ihlâsını, takvâsını bozan nefsine karşı savaşını veriyordu.
Ebu’l-Vefa Hazretleri (ks) bir gece boyunca “basal, basal” derken derdi şeyh olmak değildi. O Rabb’inin kelâmı Kur’ân-ı Kerim’i daha iyi anlamak ve daha iyi kulluk yapabilmek için bunu istiyordu…
Milyonlarca Müslümanın namazını, orucunu, zekâtını, zikrini… şekilleri aynı olsa da birbirinden farklı kılan amellerin içindeki ihlâstır, takvâdır. Tasavvufun gayesi budur. Mürid yapıp ettiği şeylerle Allah’tan (cc) maddi ve manevi bir şeyler beklemez. O Hakk’ın rızasını gözetir hep…
İmam Rabbânî Hazretleri (ks) bir duasında: “Ya Rabbi, yaptığım hiçbir amelime güvenmiyorum, ama dostlarını sevdim, ahiret için buna güveniyorum.” der.
Ashabı kiram cennette Cenâbı Peygamber’den uzak kalmanın korkusunu bu dünyada yaşamışlar. Allah (cc) ve Resûlü’nün (sav) sevgisi her şeyin üstündedir onlar için. Hz. Ömer; “Ya Resûlallah, Seni kendimden de çok seviyorum.” deyince imanı kemâl buldu. Tasavvufun Müslüman için gayesi Allah ve Resûlü’nün insana her şeyden sevimli gelmesidir… Meseleye böyle bakınca tasavvuf lüks bir ihtiyaç değil; ekmek, su gibi hayati ihtiyaçlardan olur. Nasıl ki ekmek, su olmadan hayat olmaz, tasavvuf da böyledir. Tasavvuf olmadan din kemâl bulmaz.
“İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir, o bozuk olduğunda bütün vücut ifsad olur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Mutasavvıf bu kalbi korumanın, kurtarmanın ve onu temizlemenin derdindedir.
Öyle bir gün gelecek ki, o gün sadece temizlenenler kurtulacaktır. “Gerçekten temizlenen ve Rabbi’nin ismini zikredip O’na kulluk eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (A‘lâ, 14-15) buyurur Yüce Mevlâmız. Mürid temiz bir kalbi sadece ahiret için istemez. Mürid bu dünyada da Allah’tan (cc) gafil yaşamayı istemez. Temiz bir kalp bu dünya için de gerekir.
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan, diyor şair.
“Gönül sarayından Allâh’tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zîrâ hâne mâmur olmadan pâdişah sarayı şereflendirmez.” Allah (cc) sevgisiyle dolu bir kalbi olan ve sevildiğini bilen bir mü’min huzur halini hep korumak ister. O mü’minler, Peygamber Efendimiz (sav) gibi nefisleriyle bir an dahi olsa baş başa kalmayı istemezler…
“Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir.” (Kaf, 16) düşüncesi o mü’minlerin gönlüne sürûr kaynağıdır. Allah’ın (cc) kendisine şah damarından yakın olduğunu bilen mü’min dünyasını da güzelleştirir. Huzur hâlini koruyan bir Müslüman evinde, işinde, sokağında hep Hakk’ın rızasını gözetir. Nakşibendilerin huzur halini muhafaza etmeye çalışması hep Yüce Mevlâ’nın hoşuna gitmek içindir. Onlar ahiret için, sevap olsun diye değil, sevildiklerinin farkına vardıkları için bu hâllerini korumaya çalışmışlardır. Müslüman kardeşim, Allah (cc) tarafından sevildiğini ne kadar hissediyorsun? Bu duygu iliklerine kadar işlesin…
Hâcegân yolu sevildiğini bilenlerin yoludur. Sevildiğini bilirsen seni seveni incitmekten çok korkarsın. Sana baktığında kötü bir şeyler görmesin diye sözlerini, davranışlarını düzeltmeye çalışırsın. İbadetlerini O’ndan bir şeyler koparmak için değil, sevginin şükrü olarak hediye edersin…
Ticaretinde yanlış yaptığında, ailene kötü davrandığında önce Rabbi’ni incittiğini bilirsin… O’nu incitmemek için çok dikkat edersin. Günahlardan küçük büyük demeden kaçarsın o zaman. Bir harama düşmemek için yetmiş helali terk edenleri anlamaya başlarsın… Sevildiğini bilirsen dünyada sana süslü gösterilen hiçbir şeye (nefsani arzulara, kadınlara, oğullara, altın ve gümüşlere…) aldanmazsın.
Sevildiğini unutmamalısın. Sevildiğini unutursan yaratılışını hatırla… Tasavvuf yolculuğun oradan başlasın. Allah insanı sevdi ve yarattı… Seni yaratan, seni seven Rabbin… O (cc) hiçbir şeye muhtaç değilken, seni kendine muhatap kıldı… Bunu anlayabilseydi insanlar ve sevildiğinin farkına varabilseydi… İşte o zaman; “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular.” (Beyyine, 8) ayetinin muhatabı olabilirsin. Cenâbı Hakk’ın (cc) Zâtı’na yaklaşsın, Zâtı’nı daha iyi tanısın diye dünyaya gönderildi insan. Cenâbı Hakk’ın Zâtı’yla ilişki olmadan iman olgunlaşmıyor, kemâle gelmiyor. Hakk’ı tanımadan Hakk’a kulluk olmuyor.
Ya Rabbi, marifetullah ve muhabbetullah kanatlarıyla Seni tanıyabilmeyi ve Seni sevebilmeyi bize nasib eyle. Bizi ihsâna ulaştır. Ya Rabbi, Muhammedî bir ahlâkla ahlâklanıp hoşnut olduğun, razı olduğun kullarının arasına ilhak eyle… Ya Rabbi, bizi bize bırakma…
Maksuduna erdirir,
Matlubunu bildirir,
Gönlün Hakk’a döndürür,
Hâcegân uluları.
Hâce Hazretleri (ksa)
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
İBADETLERİMİZ KULLUĞUMUZUN NİŞÂNESİDİR
Derd-i derûnuma derman arardım
Dediler ki; “Derttir dermanın senin.”
Dergâh-ı dildâre kurban arardım,
Dediler ki; “Canın kurbandır senin.”
Hz. Âdem’le (as) başlar insanlık tarihi… Cennette nimetler içerisindeki insan kulluk etsin, Allah’ı (cc) tanısın, O’na sığınsın diye yeryüzüne gönderildi. İnsan Hakk’ın yanındaki değerini bilmeyince, O’nu yeterince tanımayınca başka şeylere yönelir oldu.
Günümüz Müslümanlarının en büyük problemlerinden biri de Hakk’ı tanımayışları ve bir insan olarak Hakk’ın yanındaki değerlerini bilmeyişleri… İnsanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım, buyuruyor Cenabı Hak. Kulluk tanımayı, bilmeyi gerektirir. Allah’ı tanımayan ve bilmeyen, O’na kulluk yapamaz.
Müslümanların içi boşalınca ibadetlerin de içi boşalmış durumda. İslam’ın ismi Müslümanın resmi kalmıştır bu zamanda. İçi boşalan Müslümanlar bu boşluğu başka şeylerle doldurmaya başlamışlardır. Nefsin arzuları, dünya sevgisi Müslümanların kalbinde yer etmeye başlamıştır. Kalp nazargâh-ı ilahiydi. Yüce Mevlâ (cc) yere göğe sığmazken, mü’minin kalbine sürekli tecelli ediyor…
Hz. Âdem’den (as) sonra insanlığın önüne iki yol çıkmıştır. Habil’in yolunda gidenler, Kabil’in izindekiler… Allah (cc), Habil ve Kabil’in ürünlerinden sunmalarını istemişti. Bu onlar için yakınlık vesilesiydi, kulluk nişanesiydi.
Habil otlattığı koyunların en güzelini Yüce Mevlâ’ya sunarken, Kabil mahsul ettiği buğdayların kötüsünü sunuyordu Yüce Mevlâ’ya… Kulluktaki en temel noktalardan birisi, niyet… Habil’in niyeti tertemiz, Kabil karanlık bir çıkmazda… Birisi Yüce Mevlâ’yı dinlerken, birisi nefsini dinliyor. Yollar burada ayrılıyor. Kulluğa, vuslata açılan yol insanı Mevlâ’ya ulaştırır. Nefsin açtığı yol insanı zillete düşürür.
Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan bu olaylar birer levhadır Müslüman için, işarettir… Şeytan da bir işarettir… İsyan nasıl edilir, kibrin sonu nasıl olur? Şeytanın halinden öğrenir insan… Kabil nefsin insanı sürüklediği noktayı, sonunda kardeşini öldürecek derecede vahşileşen insanın perişanlığını, karanlığını gösterir bizlere…
Nemrutlar, firavunlar, bel’amlar nefsin ve şeytanın düştüğü çukuru/zilleti gösterir. Bunlar ibret alınması, ders çıkarılması gereken olaylardır. “Müslüman aynı delikten iki kez ısırılmaz.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Senden önce ısırılanlar da ibret olsun sana… İlla kendin ısırılmayı bekleme.
Kulluk yolu çetin bir yoldur. Bu yolda samimiyet, ihlas, muhabbet gerekir. Müslümanlar bir tercih bunalımı yaşamaktadır bugün. Allah’ın (cc) teklif ettikleri (kulluk, ibadet…) insana zor gelirken, nefsin tercihleri daha çok hoşa gitmektedir. Böyle bir insanın kulluğu Mevla’yı razı etmez… Şekilden, âdetten öteye geçmez bu kulluk…
“Seni seviyorum.” sözü kulağa hoş gelir. İnsanların çoğu bu sözü işitmekten hoşlanır. “Seni seviyorum.” sözünü söylemekle iş bitmiyor. Haliyle, duygularıyla, fikirleriyle de bunu yaşamalı insan… Samimiyetsiz, laf olsun diye söylenirse bu söz, güzelliğini çirkinliğe bırakır. Yeri gelir kötü bir söz gibi olur.
Allah’ı sevdiğini söyleyen bir Müslüman yaşantısıyla bunu göstermelidir. Allah’ın (cc) razı olmadığı, Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine zıt, İslama ters düşen fikirler Müslümanın zihninde yer etmez. Eğer bu fikirlere sempati varsa o Müslümanda problem var demektir. Hem Allah’ı (cc) seveceksin hem de O’nun hoşuna gitmeyen fikirlere sempati duyup onların peşinden gideceksin. Kendini kandırmaktan başka bir şey yapmazsın.
Misal bir kravat… Batıdan bize gelen, haçı temsil eden bir kıyafet… Müslüman din adamları zorunluluk olmadığı halde sakalı terk edip kravat takmaya özeniyorsa hangi sevgiden söz edilecek…
Peygamberi seviyorum deyip, O’nun hiçbir sünnetini yaşamamak, O’nun ahlakıyla ahlaklanmamak… Kendini kandırmamalısın…
Allah’a (cc) inanmayan (ateist) bir adam namaz kılan birini görür. Namaz namazdan başka her şeye benziyor… Hareketler, tavırlar… Ateist, Müslümana gelir ve ona kızar. “Ben Allah’a inanmıyorum. Ben bile senin yaptığın bu ibadeti kabul etmem… Allah nasıl kabul etsin?” der. Ateiste bile kötü görünen şey o ibadetteki samimiyetsizliktir.
İbadetlerimiz kulluğumuzun nişânesidir. Ameli, salih yapan da Müslümanın salih olmasıdır. Kulun Rabbi’yle gönül ilişkisi zayıflayınca amelleri kurulaşmaya başlar. Çoğu artık örften, âdetten olmaya başlar. Beş vakit kılmayan bir Müslümanın teravih namazını kılması gibi…
Oruç tutmayan bir Müslümanın bayram namazına gitmesi gibi… Bu şekilde bayram namazına gidene sormak lazım, “Sen bu namazı niçin kılıyorsun?” Rabbin için kılıyorsan O (cc) sana orucu da emretmişti, zekâtı da emretmişti… Emrolunduğun gibi dosdoğru olmanı istemişti. Allah seni bir şeylerden yasaklamıştı. Sevmediğin ve korkmadığın bir Allah’ın emirlerini ve nehiylerini göz ardı etmek çok kolay olur.
Birileri -kendilerine din âlimi diyorlar- bu dini kolaylaştırırken, dinin genleriyle oynadıklarını farkında değiller. Bugün Müslümana ne zor geliyorsa bıraktırıp terk ettiriyorlar. İş yerinde namaz kılmak mı zor, hemen cevap hazır: Kaza et… Tesettürlü çalışamıyor musun, başörtünü açabilirsin…
Başörtüsü teferruattır, kelamını edenler bu lafın altından nasıl kalkacaklar? Milletin imanıyla oynadıklarının farkında değiller…
Niye zorlanıldığında hep dininden terk eder insan? Şair öyle diyor:
Gam değildir gide dünya kala din
Gam odur ki kala dünya gide din.
Müslümanın gamı dünyanın gitmesi olmamalıdır. Dininin, imanının, ihlasının zarar görmesinden korkmalı ve bunun için üzülmelidir…
Bugün evi zarar görse, arabası zarar görse üzülen insan, dininden nice tavizler veriyor da bunun üzüntüsünü içinde yer etmiyor.
Ne oldu biz Müslümanlara? Kalplerimiz neden bu kadar katılaştı? Neden dünya bizim için bu kadar değerli oldu? Bu dünya bitmeyecek mi zannediyorsun? Rabbi’nin huzuruna çıkmayacak mısın? Aldığın her nefesi yaratan, seni rızıklandıran, seni yarattıkları içinde eşref kılan Rabbin’e kulluğun böyle mi olmalı… O her şeyi senin için, seni de kendisi için yaratmışken senin O’na yönelişin böyle mi olmalı…
Müslümanlar Allah’sız bir hayat yaşamayı ne çok ister oldular… Hayatlarının hiçbir alanında Rableri yok… İbadetlerinde bile Allah yok…
Oysa Yüce Mevlâ Hz. İbrahim’in dilinden sana: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir. O’nun hiçbir ortağı yoktur; böyle emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.” (En’âm, 6/162-163) buyurmuştu. Allah için yaşaman gereken bu hayatı nasıl yaşadığına bakmalısın…
Kurban bayramı yaklaşıyor. Müslümanlar kurban kesecekler. Kurbanlarını kesecek Müslümanlar kendilerini hesaba çekmeliler… Cenabı Hak neden kurban kesmemi istiyor? Kurban kesmemdeki muradı nedir? Bunu öğrenmeye çalışmalılar… Hâce Hazretleri’nin (ksa) kurbanla ilgili bazı görüşlerini naklederek kurbanın anlaşılmasına vesile olalım:
“Niçin kurban kesmek vaciptir?” konusuna değinilmiyor. Buraya değinilmediğinde de mevzu yarım kalıyor. Fiil işleniliyor ama sebebi bilinmeden. Bu sebeplere bakınca, Cenâbı Hak: “Ne bunların kanı ne bunların eti bana ulaşır.” buyuruyor. Burada Allah’a ulaşacak olan şey sizin takvanızdır. İbadet olan yönü aslında budur. Kesmek bir ibadet değildir. Kesmek fiili, fiil olarak zulümdür. Allah böyle bir zulümden berîdir. Hiç kimse böyle bir fiili Allah’a isnat edemez. İbadet olan kısmı, o kurbanla ulaşılmak istenilen takvadır. O takva nasıl elde edilir?.. Malum bütün semavî dinlerin üç temel esası var: Tevhid, risâlet ve ahiret. Bütün dinler, sacayağı gibi bu üç temel esas üzerine oturtulmuştur. Kurban kesme de tevhidle alakalıdır. Tevhidi tamamlayıcı bir unsurdur. İnsan bununla dinini tamamlar. Yani dinini kemâle erdirir. Bunu bugün de görüyorsunuz. İnsan kalbi Allah’tan uzaklaştıkça, Allah’tan gafil oldukça değişik şeylere yönelmekte ve yöneldiği şeyleri yönelişine göre bazen kutsamakta. Müslümanlara da bu sebepten dolayı kurban emredildi. Allahu Teâlâ: “Biz, her ümmete -(Kurban kesmeye uygun) Hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye- kurban kesmeyi gerekli kıldık.” (el-Hac:22/34) buyuruyor. Peki, niçin emredildi? Gönlünüzdeki şirki kesin. Allah’tan başka tapındıklarınızı, mukaddes saydıklarınızı, yöneldiklerinizi kesin. Yani onlarla ilişkiyi/alakayı kesin. Allah’ı dinleyin tevhide dönün... Kurbanın asıl amacı bu. İşte takvaya ulaştıran yönü burası. Allah’tan korkmayı, Allah’ı kâmil olarak tanımayı getiriyor. Bugün belki biz ineğe/öküze tapmıyoruz ama paraya tapıyoruz, dünyaya tapıyoruz, kariyere tapıyoruz… Biz de Samirîler gibi kendimize, kültürümüze, yaşam tarzımıza göre altın buzağılar üretip tapınıyoruz. Kurbana verdiğimiz para ile adeta bu duygulardan arınıyoruz, bu duygulardan temizleniyoruz. Kurban bunun için kesiliyor. Fakire/komşuya et vermek, bunlar tâli illetler. Kan akıtmak aslî sebepten değil. Aslî sebep: Sen içindeki zehrini akıt. Kalbinde biriktirdiğin masiva zehrini akıt… Çünkü mal, para senin kanın, canın gibi. Onları öyle benimsemişsin. Kalbinden bunları çıkar. Kurbandaki gaye bu. Bununla insan dinin temel esaslarından biri olan tevhide erişmiş, tevhidi tamamlamış oluyor. Bu ise çok yüce, çok ulvî bir maksat. Takvaya eriştirecek sebep, kurbanın isteniliş sebebi bu. İmanlara şirk tozu karışmış. Nasıl ki yiyip içtiğimiz besinlere kimyevî, sûni maddeler; sebze, meyvelerimize hormon karışmış… Bu kargaşada tevhidimize de bir şeyler karışabiliyor. Ve Müslümanlar Allah’tan gayri şeyleri kutsallaştırabiliyorlar. Onların etkisi, tesiri altına girebiliyorlar. Kurbanla bunların kesilmesi isteniyor. Allah’tan gayri, O’nun Zâtî muhabbetinin dışında her neyin etkisindeysek o etkilerden sıyrılmamız isteniyor. Ulaşacağımız takva bu… Allah’ın bizden istediği de bu… Kalanı teferruat.”
Cenâbı Hak hepimize Zâtî muhabbetini nasib etsin. O’nu gerçek manada sıfatlarıyla tefekkür edip Zâtı’nın, sıfatlarının ve ef’alinin tecellisine cümlemizi mazhar eylesin. Bizi sürekli Kitâb-ı Kadîmi’nde davet buyurduğu, ikaz ettiği takva diye tarif ettiği o hakikate, o gerçeğe, o iklime ulaştırsın. Şimdiden hepimizin kurban bayramları mübarek olsun. Kurbanlarımız bu gayeye uygun olsun. Makbul olsun inşaallah.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
MEVLÂ’DAN DAVET VAR SANA
Dünya bize gurbet yurdu,
Bu hasretlik yeter oldu,
Sultanımız dâvet kıldı,
Gelin dostlar siz de gelin.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)
Bir davet var sana Müslüman… Hazırlan Rabbi’ne gideceksin…
“İslam beş esas üzerine kurulmuştur: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in (sav), Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucu tutmak ve Kâbe’yi haccetmek!” buyuruyor, Peygamber Efendimiz.
Umre ziyaret (itimar’dan umre) demektir… Umre belli bir zamana sığdırılmayan Kâbe yolculuğu, tavaf ve say... Müslümana davet Rabbin’den gelmiştir:
“Bütün insanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yoldan gelen incelmiş develer üzerinde Sana gelsinler. Kendilerine ait bir takım menfaatlere şahit olsunlar; Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları kurban ederken Allah’ın adını ansınlar; siz de onlardan yiyin, yoksulu ve fakiri doyurun. Sonra kirlerini atsınlar, adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atik’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (Hac; 27-28-29)
“Onda açık alametler ve İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren güvenlik içinde olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkesin o İbadet Evi’ni ziyaret etmesi de Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim bu hakkı tanımazsa, Allah’ın kesinlikle ihtiyacı yoktur. O, bütün âlemlerden müstağnidir.” (Âl-i İmrân; 97)
“Hac ve umreyi de Allah için tamam yapın.” (Bakara; 196)
Sana davet Rabbin’den gelmiş ey Müslüman!.. Umre yolculuğun buradan başlasın. Nereye gidiyorsun, niçin gidiyorsun bunları tefekkür et. Tefekkürünle ibadetini ziyadeleştirebilirsin. Bir saatlik tefekkür yetmiş yıllık nafileden üstün tutulmuş. İbadetlerin sayısını, miktarını çoğaltırken tefekkürü unutmamalısın… Tefekkürünü unutursan ruhsuz, cansız bir amel yapmış olursun.
Tefekkürüne davetle başla… Kulunu seven Rabbi (cc), onu evine, beytine davet ediyor, kulu da “Lebbeyk!” nidalarıyla bu davete icabet ediyor.
“Lebbeyk! Allahumme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk! İnne’l-hamde, ve’n-nimete leke ve’l-mülk! Lâ şerike lek!”
Seven, sevilen buluşması… Kulluk sevildiğini bilmekle başlar. Sen sevilensin, istenensin, muradsın… Senin hürmetine yaratılmış kâinat. Sana hizmet etsin diye yaratılmış cümle mahlukat. Sana bu değeri Rabbin vermiş, seni yüceltmiş. Seni kendine, kendini sana en güzel dost eylemiş… Bu kapıyı ancak sana açmış…
Sen de gönül kapını açabilir misin Rabbine?.. Bedenin yolculuk yapsa da umre, gönül yolculuğudur… Bir hicrettir… Nefsinden, hevandan sıyrılıp Mevlâ’ya (cc) yönelmen, O’na gitmendir… Seni dünyaya bağlayan her şeyi arkana alıp O’na (cc) koşmandır… Aileni, evini, işini, tarlanı, bahçeni arkanda bırakmandır… Tarık bin Ziyad gibi arkandaki bütün gemileri yakmandır… “Sen bana yetersin Ya Rabbi!” demendir.
Parana, mevkine, soyuna, ailene, ismine güvenmiştin… Çıkar bütün bu elbiseleri üzerinden… Üzerinde dünya ziynetleri olmasın. Çünkü Allah (cc) dünyaya zerre kadar değer vermemiş… Dünyayı değerli kılan insandır. Seni Rabbin dünyasız istiyor. Oraya Abdullah (Allah’ın kulu) olarak git…
Umre bir hicrettir… Nefsin zilletinden kurtulup Hakk’a vuslattır. Vuslat niyetiyle yola çıkmalısın. Çölde kalmış birinin suyu arzulaması gibi Mevlâ’yı arzula…
“Her canlı ölümü tadacaktır.” buyuruyor Yüce Mevlâ. Mü’min bu dünyada iken ölüme hazırlanır. Umre, ölüme hazırlanmak, ölmeden önce ölmektir… İki parçadan oluşan umre kıyafeti kefendir mü’mine…
Kefeni (ihram) giydikten sonra bir ölü gibidir Müslüman. Saç taramaz, kıl koparmaz, koku sürünmez, ot koparmaz, hiçbir canlıya zarar vermez… Bedendeki azaların ölü gibi olması kalpteki şuuru, tefekkürü oluşturmak içindir. İnsanın gerçek dirilişi kalpte olandır… İhramla kefen giyip ölen mü’min, kalben dirilmeye başlar.
Aynı elbiseyi giyen milyonlarca Müslüman… Irk, soy, zenginlik, makam, mevki… Hiçbiri yok… Sadece iki parça beyaz elbise… İnsan dünyadan kurtulunca böyle temizlenir, bembeyaz olur. Elbisesinin beyazlığı gönlünü de nurlandırır.
Kâbe buluşma, kavuşma mekânı… Kalp titrer, dil zikreder…
“Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk! İnne’l-hamde, ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerike lek!”
Sana geldim buyur Allah’ım! Çağırdın, Sana geldim. Sana geldim, ortağın yoktur, koşup geldim, hamd ve nimet Sana ait, mülk de Senin’dir, ortağın yoktur Senin...
Rabbi ile buluşmanın coşkunluğuyla “Lebbeyk” nidaları yeri göğü inletir… Şevke gelir, aşka gelir mü’min. Oracıkta Rabbi’nin huzurunda secdeye kapanmak ister…
İnsan sevdiğine bakmaktan bıkıp usanır mı? Aşıklar Kâbe’ye öyle bakmışlar. Kâbe’nin üstündeki Altınoluk’tan bir damla aksın istemişler gönüllerine… Bu aşk şerbetinden içmenin arzusuyla yanıp tutuşmuşlar…
Kâbe’ye bakar bakar doyamazlar bir türlü… Bu öyle bir sevdadır ki, bunda kanmak (doymak) olmaz. Deniz suyu misali içtikçe daha çok susarsın…
Kâbe dünyanın, kâinatın merkezi, her şey onun etrafında dönüyor. Mü’min de bu dönüşe katılır.
Tavaf, bir hicret… Kutlu bir yolculuk… Nefsin, dünyevi sıfatlarından ayrılıp Allah (cc) ve Resûlüne (sav) yönelmendir tavaf… Bu kutlu yolculuk Haceru’l-Esved’le başlar. Tavaf niyeti orada yapılır. Niyeti amelinden hayırlıdır mü’minin. Ve ameli niyetine göredir. İbadetler maksad değildir, maksuda ulaştıran vesilelerdir.
Kâbe’nin etrafında kimi zaman mahviyetiyle bir zerre, kimi zaman yüceliğiyle güneş etrafında dönen yıldız gibi olur Müslüman… Ateşe yaklaşan pervane misali aşıktır Kâbe’ye. Tavafını bu aşkla yapar mü’min…
Kâbe sade ve güzel… Güzelliği sadeliğinde, siyah renginde ve Allah’ın evi oluşunda… İnsanı kendine çeken, kendine cezbeden bir yönü var.
Tavaf bir semâ gibi… Mevlânâ aşkından semâ edip dönmeye başlamıştı. Mü’min de aşkından Kâbe’nin etrafında döner.
Bir tavaf yedi dönüştür (şaft). Her dönüşte (şaftta) mü’min arşın katmanlarını çıkmaktadır âdeta. Tavaf vuslata vesile…
Kâbe insanlar için ilk mâbed:
“Doğrusu insanlar için kurulan ilk mâbed, kesinlikle Mekke’deki o çok kutsal ve bütün âlemlere hidayet olan İbadet Evi’dir.” (Âl-i İmrân; 96)
Kâbe ve tavaf seni Rabbin’le buluşturan vesilelerdir. Bu mekânda mü’minlerle berabersin.
Her zerresi kutsal olan bu mekân nice hatıralar barındırır içinde… Onu ilk Hz. Adem (as) yapmıştı. Hz. Adem’den bir iz bulursun Kâbe’de… Hz. İbrahim’le, Hz. İsmail’den izler bulursun Beytullah’ta… İkisi çalışıp beraber yeniden yapmışlardı Kâbe’yi… Makamı İbrahim şahittir buna…
Peygamber Efendimiz (sav) gelsin gönlüne… Âlemlerin Efendisi, iki cihan Sevgilisi bu topraklarda dünyaya geldi. Yeryüzü doyamadı Peygamber’e (sav), Kâbe doyamadı… Çocukluğu, gençliği burada geçti… Kabileler arasında anlaşmazlık olunca Haceru’l-Esved’i O koymuştu yerine… Haceru’l-Esved O’ndan izler taşır… Çektiği sıkıntılar gelsin aklına… Hicreti gelsin…
Ashabı kiram gelsin aklına… Onların dostluklarını, vefalarını ve dinleri için feda ettiklerini düşün… Dünya, onlar için Allah (cc) ve Resûlü’ydü (sav). Senin için ev bark olmasın… Kâbe’deki her zerreden ibret almak gerekir.
Tefekkür ufkunu, gönlünü açarsan Kâbe’nin her zerresiyle konuşursun. Kâbe sana Rabbini anlatır, sana Peygamberini anlatır, sana sevgiyi, kulluğu anlatır. Sohbetleşirsin Kâbe’yle…
Tavaf namazından sonra Sa’y’a geçilir…Sa’y, Safa ve Merve tepeleri arasında yürümektir, koşmaktır… Sa’y Hz. Hacer’in teslimiyetidir… Ondan mirastır Müslümanlara… Hani o çöl ortasında yapayalnız kalmıştı ve Rabbi’ne sığınmıştı… Allah (cc) emrettiyse, O bana yeter demişti… Hz. İbrahim’den azık bile almamıştı.
Çölün ortasında yapayalnız bir kadın Rabbi’ne sığınıyor, çocuğu ağlayınca ona su bulabilmek için Safa tepesinden Merve tepesine koşuyor… Onun bu hareketi kıyamete kadar mü’minlere ibadet oluyor…
Bugünün Müslümanlarına ne oldu da Rabbimiz’e sığınamaz olduk… Paralarımıza, mevkilerimize, iktidarlarımıza güvendik de Allah’a (cc) güvenemez olduk.
Teslimiyet dersini Hacer’den, İsmail’den öğren… Eğer teslimiyet dersini geçersen Hacerleşirsin, İsmailleşirsin… Onlara ikram edilen zemzem sana da ikram edilir. Yürü, koş Safa-Merve arasında… Bütün dünyayı ardında bırak. “Fefirrû ilallah-Allah’a firar edin!” hitabını duy ve Yüce Mevlâ’ya koş…
Tıraş olup çıkacaksın ihramdan. Saç masivayı temsil eder. Tıraşla mü’min fazlalıklarından arınır, temizlenir. Kesreti bırakıp vahdete ulaşır…
İhrama girdin, tavafını yaptın, sa’yini bitirdin. Tıraş olup çıktın ihramdan. Umre yolculuğunun sonuna geldin.
Bitiş zannettiğimiz şey, bizim için başlangıçtır aslında… Burada yaşadığımız maneviyatı bundan sonraki hayatımızda da muhafaza etmeye çalışmalı… Burada öğrendiğimiz şuuru unutmamalıyız…
Kâbe’de, Allah’ın (cc) evinde Hz. Âdem’le, Hz. İbrahim’le, Hz. Hacer’le, Hz. İsmail’le buluştun… İnsanın Allah (cc) yanındaki kıymetini anladın… Bunu anlayan bir mü’min kendisine rehber olacak bir insan arar… Salih, muttakî, muhlis, muhsin bir insan arar… Aradığı bunları kendinde cem etmiş bir insanı kâmildir…
Ya Rabbi! Bu dünyada Senin davetine icabet edip evini sık sık ziyaret edebilmeyi bizlere nasib eyle… Ya Rabbi! Sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir…
Sendeki senliği atmaya,
Âşıklığa el katmaya,
Nefsini dosta satmaya,
Da’vet eder, da’vet eder.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
KİMLİĞİMİZDEN UZAKLAŞIR OLDUK BUGÜN
Bu mâhda açılır ebvâb-ı rahmet
Neşrolur kalplere nûr-i hidayet
Nûr-i marifetle feyz-i muhabbet
Ramazan-ı şerif mü’mine devlet
Alvarlı Hâce Muhammed Lütfi Hazretleri
Anadolu’nun bir kasabasında büyüyen bir genç, batıya gider... Aylardan Ramazan’dır. Gördüğü manzaralar karşısında şoktadır âdeta. Bir an, yurt dışına gittiğini düşünür. Ben neredeyim Allah aşkına?.. Bu lokantalar, çayhaneler niye açık?.. Niye insanlar orada çay içiyorlar?
Kendi memleketini düşünür... Ramazan’ın gelişi aylar öncesinden konuşulmaya başlardı. Herkes hazırlanırdı Ramazan’a. Çocukların bile tutacağı oruç vardı. Onlar “tekne orucu” denilen bir oruç tutarlardı. Tekne orucunda öğleye kadar yenmezdi.
“Çocuğa yedi yaşındayken namazı öğretin.” buyuruyor Peygamber Efendimiz (sav). Tekne orucuyla da adeta oruç sevdirilmeye çalışılırdı çocuklara.
İftar sofralarının ayrı bir tadı vardı... Su bu kadar tatlı olur muydu hiç? Pide en güzel pasta gibiydi... Hiç doyulmayacak gibi bakılsa da sofraya, küçülen midelerle hemen doyulurdu. Şükür, en derin duygularla yaşanırdı.
Sahurun ayrı yeri vardı... Anne şefkatiyle hazırlanmış yemekler, uykulu gözlerle, muhabbetle yenilirdi... O sofrada aile birbirine kenetlenirdi. Yemek yemenin ötesinde manevi bir havanın hazzı duyulurdu. İbadet niyetiyle yenen bu yemekler insanlara muhabbet olurdu, nur olurdu... Sahur gecelerinde oruç için tertemiz niyetler edilirdi... İbadetlerin değerleri vardı, sallapati yapılmazlardı...
Sabır imanın yarısıydı. Oruç tutmak zor olsa da sabretmeyi öğrenirdik hayatımızda. Açlığa, susuzluğa katlanmakla başlayan sabrımız kulluğumuzla bütünleşirdi...
İftarlara komşular, akrabalar, arkadaşlar davet edilir, Ramazan’ın bereketinden beraber istifade edilirdi. Bu sofralar yemekle beraber kardeşliğin yaşandığı mekanlardı. Birileri kardeşliğin hep edebiyatını yapsa da iftar sofralarında kardeşlik yaşanırdı...
Teravih namazına gidilirdi yaşlısıyla, genciyle, çocuğuyla... Çocuklar teravih namazına gitmeyi çok severdi. Çocuklarımızın zevkleri de değişti artık. Futbolu sevdirdiğimiz çocuğumuza, namazı, orucu sevdiremez olduk. Çocuk ailede ne görürse o şekilde yetişir. Namazı muhabbetle kılsak, orucu severek tutsak bu çocuğumuza da yansır. Sevmediğin şeyi sevdiremezsin ve sen de onu kolay terk edersin.
Ramazan günleri Kur’ân-ı Kerim hatimleri yapılırdı. Oruç kadar önemiydi, yapılmasa oruç eksik olur anlayışı vardı. Okumayı bilenler hatim indirirdi. Bilmeyenler de dinleyerek hatim indirirdi. Her evin baş köşesinde asılı olan Kur’ân-ı Kerim artık asılmaz oldu. Her kızın çeyizine konan Kur’ân artık konmaz oldu. Hatta evlerde Kur’ân-ı Kerim bulunmaz oldu.
Bayramın yaklaşması hem hüzünlendirir hem de sevindirirdi. Ramazan’ın bitmesine üzülen Müslümanlar, bayramın gelmesine sevinirlerdi. Yaşlılar bir daha Ramazan’a yetişir miyim, hüznünü hep taşırlardı. Bayram günü dillerindeki dua; “Bir daha bugünleri göresin.” olurdu.
Bayram günleri ayrı bir coşku yaşanırdı. Bayram namazına yeni elbiselerle gidilirdi. Namaz sonrası bayramlaşmalarla tüm Müslümanlar kucaklaşır, birbirlerine hayır dualar ederlerdi. O gün birbirine dargın olanlar barışır, birbirleriyle kucaklaşırdı. Büyükler ziyaret edilir, elleri öpülürdü... Küçükler sevindirilirdi. Küçüklerin en mutlu günü bayramlardı. Yeni elbiseler, hediyeler onları çok sevindirirdi. Şimdi para ve şeker için büyüklerini ziyaret eden çocuklar, eskiden onların hayır dualarını da almak için ziyaret ederlerdi.
Ramazan bir kimliktir. Bir şehir Ramazan’la tanıtır kendisini. Ben Müslüman bir beldeyim, der âdeta... Müslümanların kimliğini kaybettiği gibi, şehirlerimiz de kimliğini kaybeder oldu. Ramazan etimize, kemiğimize, dokumuza işlemiş bir kültürdü, maneviyat deryasıydı... Ne yaptık da kimliğimizden uzaklaşır olduk bugün? Hatalarımız olsa da toplum olarak, dini duygularımız kuvvetliydi. Çocuğumuzun kulağına ezan okur, ona ilk “Allah” demeyi öğretirdik. Peygamberimiz’in adını, dinini sorar, aldığımız cevaplarla mutlu olurduk.
Dini duygularımız zayıflayınca günün şartlarını bahane ederek dinde bize zor gelen şeyleri terk eder olduk... Namazı, orucu, zekatı, haccı tek ettik... Bugün amelsiz bir din anlayışı oluşturulmak isteniyor adeta. Amelsiz, ibadetsiz bir Müslüman... Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede, kaç kişi namaz kılıyor, kaç kişi oruç tutuyor? Dini duygularımız zayıflarsa, gitgide dinden uzaklaşırız.
Yahudiler de öyle uzaklaşmıştı dinden. Hz. Musa ile firavunun elinden kurtuldular, Kızıldeniz’i geçtiler, firavunun orada boğulduğunu gördüler, gökten bıldırcın eti ve helva yediler... Onlara bu kadar mucize görmeleri yetmedi... Onlar Hz. Musa’nın getirdiği dini gerçekten sevmediler... Yolda putlarına sevgiyle tapan bir kavim gördüler, onlardan etkilenip buzağı yapıp ona tapınmaya başladılar...
Kendimize dönüp bir bakalım. Kalbimizi yoklayalım... Hayatımızda en çok neleri seviyoruz? Gönlümüz nelerin sevgisiyle dolu?
“Gad eflaha men zekkâhâ” buyuruyor Yüce Mevlâmız. Ancak nefsini temizleyen kurtulur... Kelime olarak temizlenme anlamına gelen “Ramazan” bir mü’minin kendini temizlemesi için bir fırsattır. Yağmurun yağıp yeryüzünü temizlediği gibi sen de bu rahmet ayında kendini temizlemelisin...
Dünya pis bir leşe benzetilmiş... İnsan hayatı boyunca dünyaya o kadar dalmıştır ki... Dünyaya kaptırdığın gönlünü Ramazan ayında temizleyebilirsin... Şeytanların bağlandığı, rahmet kapılarının açıldığı bu ayda Cenabı Hakk’ın (cc) razı olduğu bir kul olabilirsin...
Gönlün Yüce Mevlâ’nın aşkıyla yansın bu ayda...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



