Gülzâr-ı Hâcegân
SEYYİD HACI MEVLÜD BABA

Doğum yeri ve tarihi:
Hacı Mevlüd Baba, Hz.Muhammed’in (sav) Hüseynî nesebinden 29. torunudur. Nüfus kaydına göre doğum tarihi Hicrî 1312/Mîlâdî 1887’dir.
Seyyid Hacı Mevlüd Baba, 20 Nisan 1887 tarihinde, Cumartesi günü (Mevlit Gecesi) Erzurum ili, Horasan ilçesinin Sanamer (Hacı Ahmed) köyünde dünyâya gelmiştir . Anasının adı Nene’dir. Dünyaya geldiği bu ev Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın binlerce insanı irşad ettiği Rifâî tekkesiyle iç içedir.
Yöre halkı, Seyyid-i Saadat olan (peygamber soyundan gelen) bu neslin her erkek evladına izzet-i vasıf olarak "Baba", kız evladına ise "Ana" diye hitap etmişlerdir. Bu sözlü gelenek günümüzde de devâm etmektedir.
İsim ve künyesi:
1887 yılı Mevlit gecesi dünyâya geldiğinden, dedesi tarafından ona Mevlüd ismi konulmuştur. Manevî büyüklüklerinden dolayı isimlerinin ardından “baba” hitabı ile “Mevlüd Baba” olarak söylenilmiştir.
Eğitimi:
Mevlüd Baba, bir taraftan dedesiyle olan yakın münasebetinden dolayı şeriata ve tarîkata dâir ilk bilgileri hiç zorlanmadan öğrenir, diğer taraftan Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın müridlerinden köyün genç imâmı Abdulgani Efendi'den de Kur’ân-ı Kerîm dersleri alır. Aşır ezberler, Osmanlıca mevlit kitabı okur, inşâ dersleri alır. Arapça yazı dersleri alır, namaz vakitlerinde sırayla müezzinlik yaparlar. Hocası, Mevlüd Baba’nın, terbiyesi ve âdâbıyla olduğu kadar zekâsıyla da diğer talebelerden farklılık arz ettiğini görür ve yetişmesi için büyük gayret gösterir. Abdulganî Hoca, Sanamer’de yedi yıl kalır ve bu süre zarfında eğitim sonuna kadar devâm eder. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle Kayseri’nin Maksutlu Köyü’ne hicret etmek zorunda kalmıştır. İki yıl sonra tekrar Erzurum’a dönmüş, Hacı Ahmed Baba’nın bir halifesinin yanına yerleşerek, Erzurum’daki muhtelif medreselerde İslâmi ve Tasavvufî eğitim görmüştür.
Etkilendiği Kişi ve Eserler:
Mevlüd Baba, en başta şeyhi ve dedesi Seyyid Hacı Ahmed Baba’dan çok etkilenmişitir. Hocası Abdulgani Efendi’den de çok şey öğrenmiş ve bu öğrendikleri, yaşamının tümünde etkisini sürdürmüştür. Bunun yanında Seyyid Ahmed er-Rufai (ra) ve özellikle “el-Burhânu’l-Müeyyed” adlı eseri; Seyyid Abdulkadir-i Geylânî (ra) ve eserleri “Sırru’l-esrâr, Fethu’r-Rabbâni (İlahi Armağan)”; İbrâhîm Hakkı Hazretleri ve eseri “Mârifetnâme” Alvarlı Efe ve onun beyitleri, Hayyat Vehbi (Terzi Baba) gibi şahsiyetler etkilendiği isimlerin başında gelenleridir.
Tasavvufa Meyli ve Mürşidi:
Tasavvufa meyletmesinin en önemli sebeplerinden birisi âilesidir. Tasavvufî bir ortamda dünyâya gelip, dedesinin vefâtına kadar böylemanevî bir iklimde büyümüştür. Dedesinin vefâtı üzerine iki yıl da babası Yakub Baba’nın dergâhında tarikat ve tasavvuf bilgilerini öğrenmiştir. Daha sonra bu görevi kendi devâm ettirmiştir.
Mevlüd Baba, dedesi ile olan münasebetini zaman zaman şöyle anlatırdı:
"Beni hiç yanından ayırmazdı. Bazı geceler dergâhta beraber yatardık. Başımı mübârek göğsüne koyar, vücudunun tüm hücrelerinin Allâh’ı zikrettiğini işitirdim. Dedemden aldığım bu manevî feyizle Resulullah’a kadar olan "Silsile-i Rufai"deki dedelerimin isimlerini sayardım. Dervişlerin yanında bu feyizli hal bende cereyân edince, Seyyid Hacı Ahmed Baba bu halimi perdelemek istercesine 'Oğlum deli olmuş komşulardan Hab yağı getirin, içsin de kendine gelsin.' derdi".
Dönemin Büyük Zâtları ile Münasebetleri:
Dönemin büyük zâtlarından Alvarlı Muhammed Lütfî ve Vehbi Efendilerle, Hacı Zarîf Hoca, Râsim Baba, Çögenderli Hacı Sâlih Efendi ve Hacı Sâbit Hocalarla çağdaş olup görüşmeler yapmıştır.
Hayatı:
Dervişlerin büyük arzusuyla köydeki dergâha gelmiş ve yıkılan dergâhı yeniden inşa ettirmiştir. Yaklaşık bir asırlık irşad mekânının temeli de böylece atılmış oldu. Bu mekânda Seyyid Ahmed Baba’dan kalma bir de çilehane bulunmaktadır. Mevlüd Baba sadece köydeki dergâhta irşad faaliyetlerini yürütmemiş, özellikle bahar aylarında başta çevre köyler olmak üzere değişik mekânlarda irşad görevini sürdürmüştür.
1971 yılına kadar köyde yaşamış, aynı yıl Erzurum’a hicret etmiştir. Erzurum’da da müstakil bir ev almış. Üç odalı olan bu evin bir odasını dergâh yapmıştır. Şehir merkezinde bulunan bu ev de ahşap olup, hâlen özüne ve ruhuna uygun olarak kullanılmaktadır. Yüzlerce insanı irşad ettiği bu evin eski ve küçük olması nedeniyle başka bir eve taşınmıştır. 1994 yılına kadar da bu hanede irşad görevini yürütmüştür. Vefatlarıyla bu evi de Hacı Ahmed Baba Camii’ne vakfedilmiştir.
Mevlüd Baba’nın yaşadığı mekânlar, lüks ve gösterişten uzak, tasavvuf felsefesine uygun mekânlar olmuştur. Evlerinde tasavvufun inceliklerini ve sanatını gösteren eşyalar, tablolarda bulunmaktaydı.
Seyyid Mevlüd Baba, ilk önce Zekiye Hanım ile evlenmiş, Mustafa ve Abdulkadir isminde iki oğlu, Rukiye isminde de bir kızı olmuştur. Birinci hanımının vefatından sonra halasının kızı Fatıma Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden Talib, Yakub ve İlhami isminde üç erkek ve Dürdane isminde bir kızı olmuştur. Fatıma Hanım’ın vefatından sonra da Emine Hanım ile evlenmiştir. Emine Hanım’dan herhangi bir çocuk dünyaya gelmemiştir.
Kendisi sıhhatli bir yaşam geçirmiş, hiç doktora gitmemiş ve ilaç kullanmamıştır. Zaten yüz yedi yıl yaşam sürmesi de bunun bir göstergesidir. Mevlüd Baba, yüz yedi yaşına gelmişti. 29 Ekim günü evlatları ve dervişlerinin Kur’an tilavetleri arasında mübarek alınları terlemiş, gözleri yaşarmış, burun kanatları genişlemiş ve asırlık çalışan kalbi, kelime-i tevhid ile son kez atmıştır ve ruhunu Hak’ka teslim etmiştir. 1887
yılında başlayan hayat 29 Ekim 1994 yılında noktalanmıştır.
Mevlüd Baba’nın vefatı, müridleri ve yakınlarını derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Yurdun dört bir yanından gelen müridler, dervişler, büyük zâtlar ve yakınları artık Mevlüd Baba’ya son görevini yapmak üzere Erzurum’da toplanmışlardır. Cenaze namazı ikindi namazını müteakip Emir Şeyh Camiinde kılınmıştır. Büyük bir kalabalığın iştirak ettiği cenaze namazını Erzurum’un manevi dinamiklerinden Abdulğafur Has Hocaefendi kıldırır. Namazın akabinde binlerce insanın tefekkür ve tevhidleri ile cenazesi Hacı Ahmed Baba Camii bahçesine getirilerek tekbir ve gözyaşları arasında ebedi istirahatgahına uğurlanır.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
SOLAKZÂDE SÂDIK EFENDİ

Solakzade Müftü Sadık Efendi zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak 1302 – 1884 yılında Erzurum’da doğdu. Babası ulemadan Erzurum Müftüsü Muhammed Hamid Efendidir. (1332/1913) Büyük babası ise zamanın en büyük ilim ve fikir adamlarından olup sadr-ı a’zam Küçük Said paşa
(1333/1914) gibi devlet adamları yetiştiren ve Erzurum’da büyük hoca diye anılan Solakzade Ahmet Tevfik Efendi’dir. (1313/1895) Tarihçe-i Erzurum Müellifi Mehmed Nusret Efendi (1357/1930), bu zattan bahsederken: “Onu ilk defa gören kemal-i heybetinden ürperirdi. Sohbetine katılan ise saatlerce sohbetinden ayrılmak istemezdi. Bu iki fazilet Efendimiz’den ulemayı hassına mütevaris olan ahlak-ı aliyey-i maneviyedendir.” diyerek Ahmed Tevfik Efendi’yi tasvir etmeye çalışmıştır.
Müftü Sadık Efendinin doğum tarihi hakkında farklı görüşler varsa da, bu farklılığı ortadan kaldıran merhumun kendi notlarıdır. Muhammed Sadık Solakbay, kendi el yazısıyla yazdığı notlarında; “Büyük babam Ahmed Tevfik Efendi, 27 Şaban 1313 tarihinde Cumartesi gecesi vefat etti. O vefat ettiği zaman ben onbir yaşındaydım “ der. Bu itibarla 1313 den 11 çıkarılınca , onun doğum tarihinin 1302/1884 olduğu anlaşılır.
Bu aileye Solakzade denilmesinin sebebini ise Müftü Sadık Efendi şöyle açıklardı: “Dedem Ahmet Tevfik Efendinin babası Hacı Lütfullah Ağa 1237/1821 yarım kan Arabatı besler ve beslediği bu atlarla Erzurum ve çevresinin geleneksel atlı sporlarından cirit oyunlarına katılırmış, cirit sopasını sol eliyle tutup attığından kendisine solak çocuklarına da solakın oğlu anlamına Solakzade denilmiştir. 1934 tarihinde çıkarılan soyadı kanunundan sonra Solakbay soyadını almıştır.
HOCALARI
Müftü Sadık Efendinin yetişmesinde emeği geçen hocalarının sayısı fazla değildir . İlk hocası Salih Efendi diye bir zattır. Daha dört yaşında iken Kuran’ı Kerim’i okumayı ve yazmayı ondan öğrendi. İlim tahsilinde Hacı Derviş Efendi adında bir Hoca Efendiden de istifade ettiği söylenmektedir. Muhammed Sadık Efendinin esas hocaları dedesi Ahmet Tevfik Efendi ile babası Muhammed Hamid Efendidir. Sadık Efendi daha küçük yaşta Erzurum İbrahim Paşa medreselerinde fahri müderris olan dedesi Ahmet Tevfik Efendi’nin derslerine davam etti . Dedesinden çok istifade ettiğini ve sekiz - dokuz yaşlarında iken ilm’i mahivden Molla cami okuttuğunu merhumun kendisi anlatırdı . Akli ve nakli ilimleri hep dedesinden almıştır. 1985 de dedesi Ahmet Tevfik Efendi ölünce aynı medresenin müderrisliğine getirilen babası Hamid Efendinin derslerine devam etti . Eksik kalan tahsilini tamamlayarak babasından icazet aldı.
Sadık Efendiyi 1910 yılında 26 yaşlarında olduğu halde Erzurum müftü müsevvidliğine tayin edildiğini görüyoruz. O tarihte Erzurum Müftülüğü’nde merhumun babası Muhammed Hamid Efendi bulunuyordu ve Osmanlı Devletinin başı gailelerden kurtulamıyordu. Bunun neticesi olarak 1912 yılında Balkan savaşı patlak verdi. Yukarıda da söylendiği gibi adı geçen tarihte merhumun babası Erzurum Müftülüğünde, kendisi ise Müftü yardımcılığında bulunuyordu. İşte bu tarihlerde Şeyhu’l islamlık makamında bulunan Ahıskalızade Mehmed Esad Efendinin (1337/1918), Erzurum Valiliğine gönderdiği 17 Şubat 1912 tarihli bir yazıda, ulemanın ve halkın orduyu desteklemeleri isteniyordu . Merhum Sadık Efendi babası ile baş başa vererek halkın orduya her bakımdan yardımcı olmaları hususunda ellerinden gelen her türlü gayreti sarfetmişlerdir.
1913 yılında Erzurum Müftüsü Hamid Efendi vefat edince, babasının yerine Erzurum Müftülüğüne M. Sadık Efendi getirildi. Çok değerli alimlerin bulunduğu bu zamanda Erzurum Müftülüğüne Sadık Efendi’nin getirilişi onun ilmi kudretinin bir göstergesidir. M. Sadık Efendi, müftülük görevinin yanında babasının ölümüyle boşalan İbrahim Paşa medreseleri müderrisliğini de üzerine aldı. Yine bu sıralarda Erzurum’da mevcut olan Mekteb-i İdadi ve Mekteb-i Rüşdiye’de din dersleri verdi . Memleketine ve milletine her yönden hizmet aşkıyla yanan genç müftü Sadık Efendi’nin bu heyecanlı günleri fazla uzun sürmedi. Zira memleketimiz için her bakımdan felaket olan Birinci Cihan Harbi başladı . Bunun neticesi olarak da 16 Şubat 1916 yılında Rus’lar Erzurum’u işgal ettiler. Bu durumda Müftü Sadık Efendi içinde Erzurum’dan göç etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Daha önce verilen hicret izni sonucu kendisine tahsis edilen bir at arabası ile yola koyuldu. Ordumuzun art birliklerinin Erzurum’u terk ettiği bir sırada o da, çok sevdiği memleketi olan Erzurum’u gözyaşları ile terk etmek zorunda kaldı.
Batıya doğru hicret ediyordu, Erzincan ve Sivas üzerinden Kayseri’ye ulaştı. Bir müddet Kayseri’de kaldı. Oradaki hatıralarını zaman zaman anlatırdı. Kayseri’de ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Müftü Sadık Efendi Kayseri’de bir müddet kaldıktan sonra Konya’ya geçti. Biraz da orada kaldı. Konya’da kaldığı sırada Konya Müftülüğü teklif edildi. Tayin işlemlerine başlanacağı esnada gördüğü bir rüya üzerine bu tayinden vazgeçti.
Müftü Sadık Efendi ailesi ile sürdürdüğü bu göç yolculuğunun en sonunda İstanbul’a kadar uzandı . Daru’l hilafe’de dersler verdi, ilim çevreleri ile temasta bulundu . Bir yıl on ay on dört gün süren hicret yolculuğundan ve çok sıkıntılı geçen günlerden sonra, Rusların Doğu Anadoludan çekilmeleri üzerine 1917 yılının son günlerinde Erzurum’a döndü.
Müftü Sadık Efendi’nin unutulmayan çok önemli iki hizmetinden birincisi; babasından ve dedesinden kendisine intikal eden bir gelenektir. Bu da Kur’an-ı Kerim-i va’z-u nasihat yoluyla tefsir ederek ve camideki cemaate anlatarak hatmetme geleneğidir. Dedesi Ahmet Tevfik Efendi Kur’an-ı halka böyle anlatmış, babası Hamid Efendi aynı şeyi yapmış ve kendisi de aynı geleneği sürdürmüştür. Müftü Sadık Efendi dedesinin 3. hatmede ömrünün vefa etmemesi sebebiyle yarım bıraktığı ancak babasının da tamamlayamadığı hatmi bitirdikten sonra, Lala Paşa camii kürsüsünden cemaate anlatarak bu şekilde iki defa hatmetmeye muvaffak olmuş üçüncüyü ikmal etmeğe ömrü vefa etmemiştir. Bu çok önemli bir hizmettir. Bu tip va’z-u nasihatın özel bir cemaati vardı.
Merhumun ikinci hizmeti ise; Erzurum’umuzda hâlâ devam ettirilmeğe çalışılan Binbir hatim geleneğidir. Bu ulvi hizmet Pir Ali Baba adında Salih bir zat ‘arafından başlatılmış ve Erzurum’ da dini bir gelenek haline gelmiştir. Birinci cihan savaşı ve milli mücadele yıllarında kesintiye uğrayan Binbir hatim faaliyetleri Müftü Sadık Efendi’nin girişimi ile 1937 yılında yeniden başlatılmış ve halen devam etmektedir.
Müftü Sadık Efendi’nin en önemli özelliklerinden biri de talebe yetiştirmeye son derece haris olmasıdır. Hadis, Tefsir, Kelam, Sarf, Nahiv, Bedii, Beyan, Mantık ve İslami ilimlerin bütün dallarında yetiştirdiği bir çok talebeleri vardır.
Eser yazmaktan daha çok talebe yetiştirmeye önem veren Sadık Efendi’nin basılmamış feraiz konusunda Muhezzebu’l Metalib fil feraiz; Coğrafya konusunda, “Dini yönden coğrafya” adlı eserleriyle; mantıkla ilgili, Tasavvurat ve Tasdikat üzerine bir şerhinin varolduğu söylenmektedir.
Müftü efendi tamamen içinde olmamakla beraber, tasavvufa hep sıcak bakmış ve devamlı suretle sempati beslemiştir. Revnakoğlu üstadımız, bu vasıflarını şu şekilde dile getirmektedir; “Efendinin intisabı yoktur, lakin incizabı var.”
Sadık Efendi Efe Hazretlerinin dünyalarını değiştirmelerinden önceki hastalıklarında sık sık ziyaretlerine gitmektedirler. Birgün Efe hazretleri rüyalarında , zikir halkalarından bir ferdin eksilmiş olduğunu ve oraya bir şanslıyı aramakta olduklarını anlatırlar. Bunun üzerine büyük alimimiz ; “ Efendi hazretleri , inşallah o şahıs benimdir” cümlesini kondururlar.
Hocamız yaşamlarında Kur’an-ı Kerim’i rehber edindikleri gibi, sünnet’i seniyeye de harfi harfiyen riayet etmişlerdir. Birgün beli ağırır ve doktora gider. Kuşak bağlanması tavsiye edildiği zaman “Ömrümde tek sünnete riayet etmedim o da yüzüme çarpıldı” cümlesini kullanırlar.
3 Temmuz 1960 Tarihinde 65 yaşlarında iken Hakk’ın rahmetine kavuşmuş olan Sadık efendi asırlar boyunca müderris ve müftü yetiştiren, hatta Sultan Abdulhamid’in sadrazamlarından Küçük Said Paşa gibi büyük bir devlet adamı çıkarmış olan Erzurum’un soylu bir ailesine mensuptur.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
TİFNİKLİ FARUK EFENDİ

TİFNİKLİ FARUK EFENDİ
(1881 – 1953 )
İlmiyle âmil ismi ile müsemmâ gönül dostu bir zat,
İnsanlığa hizmeti, irşâdı unutulmaz bir hakikat,
Delalete düşülmemesi içindi; bütün gayreti derdi,
Ömür boyunca bu vuslata yürüdü Faruk Efendi
İslam felsefesinde, tasavvufta, tarikat neşe’sinde, hususiyle irşad ve içtihad işlerinde pek şayan-ı dikkat bir sima olan Pirimlerden Şeyh Ali Rıza Efendi’nin ezel fermanına rıza göstererek Hakk’a göçüşünden sonra ufacık tefecik boyunda umulmaz kıymetler taşıyan “Sığırlı’lı Küçük Faik Efendi Hoca için de” – sizlere ömür” dediler.
Arkadan üç beş gün geçmedi, çok efendi, terbiyeli, emektar bir mektebci, tertemiz samimi bir dost olan Muallim Servet bey de sessiz habersiz bu kafileye karışı verdi. Üçer beşer gün ara ile aramızdan, ayrılarak baki âleme göç ettiler. Yine o günlere yakın bir zamanda Tivnikli Hacı Faruk Bey Hoca’nın kısa bir rahatsızlıktan sonra Huzur-u Kibriya’ya çıktığı haberi bölgeye diğer acıları unutturarak büyük üzüntülere gark etmiştir.
“İlmiye”den bulunduğu halde, kişizâde beyzâde olması itibariyle, memleketinde “Bey” diye bilinen Hacı Ömer Faruk Bey, sadece doğup büyüdüğü Tivnik köyünün değil, bütün bir Erzurum’un kendisi ile öğündüğü ve pek çok sevdiği, eşi azalmış kıymetlerden biri idi.
On dört yıl kadar önce vafat eden Kolağası Halifelerinden Merkez Vaizi Tazegüllü Şeyh Ahmet Fevzi Efendi ( Vefatı: 26 Mart 1944 ) den sonra Erzurum şehri içinde, Rabbani Maarifi (Din kültürünü) gerçek manasıyla, tam bir liyakatla temsil ve teşkil edenlerin başında son olarak bir de Faruk Bey geliyordu.
Hacı Faruk Bey hakikaten bir varlıkdı. Şer’i ve nakli ilimlerin çoğunda, hele hadiste, kelamda, fıkıhta, tarih, siyer ve kavaid de mütebahhir denilecek kudrette idi.
Derslerinde mana ve mahiyetini izaha çalıştığı bir hadisi şerifi, şerh ve tahlil ederken haddesena hadesena ( Bize anlattı) diye bütün ravileri sırasıyla okur, sened ve mesnedlerini ezber olarak yerli yerinde birer birer söyler ve gösterirdi. Kafasının arşivinde bu şekilde, tertiplenmiş sıralanmış en aşağı yüzlerce hadisi şerif vardı. Bunun içindir ki “Benden kırk hadis belleyen şefaatime layık olur” mealindeki Peygamber sözünün verdiği büyük müjdeye fazlasıyla hak kazanmıştı. O’nu yakından tanıyanlar ve mevzuundaki iktidarını bilenler, “Kaadı tefsirini ezber okur …” derlerdi.
Memleketinin mahalli tarihini, yerli folklorunu ilmiye içinde O’nun kadar iyi bilen ve anlatan insana az rastlanır. Bu hususta çok esaslı olan bilgisinden, Erzurum için yazılmış bir takım eserleri haklı olarak beğenmeyecek, haklı olarak eksik ve kusurlu görecek dereceye gelmişti.
Mesela Hazreti Ömer (Ra) zamanında Erzurum’a gelen kumandanlardan İlyaz ibni Ganem’in icraatından, onun idari ve askeri şahsiyetinden, köyünün meşhur menkıbesi “Altın bulak” hikayesine kadar her şeyi iyi biliyor, iyi tanıyordu.
Şehrinin ve köyün kabristanı ve buradaki meşahir kitabeleri evinin odası gibi idi. Memleket büyüklerini tarihe mal olmuş şahsiyetleri, kapı komşusundan bahseder gibi birer birer sayar dökerdi.
Sorulan ilmi meseleyi doyuruncaya kadar cevaplandırmazsa içi rahat etmezdi. Bunların hal tercümeleri ve hususi vesikalara dair verdiği malumat çok defa kitap olacak zenginlikteydi. Bildikleri toplana bilseydi şehrin iç tarihi için bulunmaz bir vesika olurdu. Bunlar arasında kendi hocası bulunan; Feyziyye Kurşunlu müderrisi Şavşıtlı Hacı Süleyman efendi ( Vefatı: 22 Teşrinievvel 1330–1914) den dört tertibde icazetname alan belli başlı ulemayı – O’nun tasnifine benzer şekilde – mesleki kıymet ve hüviyetleri ile sıralayacak dolayısıyla tarihe tanıtacak bir kimseye rastlanmazdı.
Tabiiyetiyle medreseden yetişmiş, medresede büyümüş kuvvetli bir “Hoca” olduğu halde dinin ve akidenin ince tarafı olan tasavvufu da – irfanla anlayışı ile hoş görmüş, hazmedebilmişti. Bundan dolayı seher vakitleri Hoca Faruk Bey’i, çok defa “ Tivnikli Derviş Faruk” mertebesine çıkaran tescillerle dolup taşmıştır…
İlk tahsilini köyünde yapmış, sarf’ü nahiv (gramer) , mantık, meâni ve “fenari” ye kadar ders görmüştü. 1315 (1899) da Erzurum’a geldi şehrin birinci sınıf tarihi medreselerinden Feyziyye Kurşunlu Darulerine girdi. Burada 15 sene okudu ve 1913 de son tertipten icazetname ( diploma) aldı . Tahsil esnasında talebe müzakereciliği yapmak suretiyle de hocası yanında “yardımcı” olarak vazife görüyordu. Ayrıca Erzurum Muallim Mektebine devam edip, 1906 da “Aliyulâlâ” derecede mezun oldu
Erzurum’un istirdadından sonra, kısa bir müddet ordunun, Belediye ve Vilayet işlerinde bulundu. İlk resmi ve ilmi vazifesi Erzurum Mektebi Sultanisi (Lise) ulum-i diniyye ( Din dersleri) ve Farisi muallimliğine tayin edildi. Sonra Dar-ul muallimin ( Muallim Mektebi) yine Din dersleri hocalığına getirildi. İlave olarak Kelam ve ruhiyyat dersleri de üzerinde idi.
Daha sonra Erzurum Kız Orta Mektebi’nin din dersleri ile beraber tarih- coğrafya ve İslam Tarihi okuttu. Aynı zamanda halka ve cemaate hitab edebilmek için “Ulu Camii” başta olarak Emir Şeyh, Gürcü Mehmed Paşa, Ayaz paşa, Bakırcı, Narmanlı gibi şehrin birinci sınıf Camilerine va’za çıktı. Yirmi beş sene nasihat etti.
1928 yılında biraz yorulduğundan bu hizmetleri bırakıp köyüne çekildi. Bununla beraber 1938 Ramazanından hastalığına kadar Erzurum Merkez vaizi olarak köyde ve şehirde halkı uyandırmağa devam etti. Ayrıca isteyenlere Arapça, Farsça okutuyor, içtimai ve İslamî bilgiler sunuyordu. Uzaktan ve civar köylerden gelen yol azığı, yiyeceği, yakacak da çok defa Faruk Bey Hoca’nın kerem hazinesinden çıkıyordu.
Faruk Bey hakikaten hanedan adamdı. Sofrasında garibden, misafirden veya talebesinden biri bulunmazsa gönlü rahat etmezdi. Ruhunun asaleti, O’nu yaşadığı toprağın üzerinde gönüllü olarak “fukara babası” yapmıştı. “İlim” “kerem” ve “Hilm” Faruk Beyin “Üçüzleri“, ölünceye kadar birbirlerinden ayrılmadılar. Kardeş gibi geçindiler, fakat nihayet aramızdan çekilip gittiler.
İstirdaddan sonra, Erzurum’da teşekkül eden “Türk ve İslam eserlerin tedrik Hey’eti’nde“ vazife aldı. Buradaki çalışmaları esnasında “Erzurum’da Âsâri Âtika tedkikleri” ismi ile kıymetli bir eser vücuda getirdi ise de, Dr. Duzinin “Tarihi İslamiyet“ine yazdığı mühim reddiye gibi, ne yazık ki bu da bastırılmadı, istifademize bırakılmadı.
Tabyalar’dan hala aşkının sesi duyulan Tivnikli Mâmi’ den askerliğe ve inkılâbımıza dair birkaç eseri elimizde bulunan Halil Kâmil Paşa’dan (Emekli Tüm General Koçer) sonra, Tivnik Köyünde doğmuş büyümüş, eser vermiş yahut bizzat eser olmuş, memleketin her manada üstün bir evladı Faruk Bey kalmıştı. Ne yazık ki O’nu da kaybetti. (Vefatı, akciğer kanserinden olmuştur. 6 Nisan 1953 Pazar, saat 10.45)
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
KETENCİZADE MEHMET RÜŞTÜ EFENDİ

KETENCİZADE MEHMET RÜŞTÜ EFENDİ
(1834 – 1916)
Ne İlmim var, ne amelim, ne malım
Ne hayr-u taata kaldı mecalim
Erişti “seksene”gafletle salim
Eceb rüz-ı cezada n’ola halim
Ketencizade Hacı Mehmet Rüştü Efendi 1834 yılında erzurumda doğdu. Hac farizasını yerine getirdikten sonra önce Bursalı şeyh Süleyman efendiye akabinde de Bitlisli şeyh Küfrevi hazretlerine intisab etti. Nakşibendidir.
Divanında yer alan güz destanında ki “kim güvensin bu cihanda bir tıfıl oğlum da yok” mısraından anladığımız kadarıyla oğlunun olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak iki kızının olduğu ancak bunların çocukları olmadığı bilinmektedir.
Hak bildiğini söylemekten çekinmeyen Ketencizade haramdan son derece çekinen,gönül ehli, hazır-cevap hoşsohbet bir insandır. Âlim hatip ve şairliği ile de şöhret bulan bu kamil insan, mutasavvıf ve mütefekkirliğinin yanı sıra hafızdır ve hattattır“Mevlid”i ve “Divan”ı vardır.1
Ketencizade’nin ağır ağdalı şiirleri,gazelleri, mevlitleri belki çoğumuzun belleğinde mevcut değildir. Ama onun “Güz Destanı “nı bilmeyenimiz, duymayanımız yok gibidir.Güz destanı; Erzurum’un bir yaşam biçimini, bir töresini kendi içinde mezcederek şiirleşmiş bir yapıttır.
Cemalettin Server Revnakoğlu, Ketencizade için diyor ki: “… Ketencizade Erzurum’un edebiyat tarihinde, içtimai ve maşeri hayatın tetkik ve tahlillerinde bilhassa yerli folklor araştırmalarında ve geçmiş olaylara ve vesika bulmak işlerinde, kendisinin bir kaynak kıymeti taşıyan orijinal eserleri üzerinde önemle durmamız lazım gelen cidden çek değerli bir Erzurum evladıdır. Onun mahsulleri üzerinde incelenecek, belirtilecek bir çok noktalar ve vasıflar vardır.
Edebi şahsiyetinde en hakim olan taraf, yarım asrı aşan bir zamandan beri durmadan şiir söylemesi ve bu şiir manzumelerini, kaleme alırken de daima memleket tarihi ile ilgili olaylara temas etmiş bulunmasıdır. Ketencizade , hiç aksamadan söylediği tarih manzumeleri ile Erzu-rum fikir hayatımızda sanki bir “Vak’anüvis” çalışmış insandır. Onun, bu tükenmez milli ilhamı, cidden çok velüd olan kabiliyeti, müstesna irfanı ve hakikaten çok hudutsuz olan aşkı ve bilhassa yanıp kavrulduğu yurt sevgisi, bunlara ilaveten şahsiyetinin ayrı bir özelliği olan tasavvufi çehresi ve bu vadide verdiği ayrı ayrı veriler türlü yönlerden incelenecek değerdedir”
Ketencizade Mehmet Rüştü efendinin 1914 yılında, Envar’ı şarkiyye matbaasında basılan mevlidinin sonundaki yazımızın başında alıntıladığımız dörtlüğünden anlaşıldığına göre 1834 ( 1914’te seksen yaşında olduğunu söylüyor) yılında Erzurum da doğmuştur.
Rize’den Erzurum’a gelen bir ailenin oğlu olan Ketencizade Erzurum medreselerinde sonra bir süre Kavak camiinde müezzinlik yapmış daha sonraları Ulu cami’ye imam-hatip olmuştur. Uzun yıllar burada görev yaptığı için “Ulu camii imamı” olarak tanınmıştır.,
Anıtlar ve kitabeleri Erzurum Tarihi yazarı İbrahim Hakkı Konyalı’nın tespitine ve diğer araştırmacılarımızın yazdığına göre Ketencizade Mehmet Rüştü efendi Erzurum Rus işgalinde iken 25-051916 tarihinde vefat etmiştir. Mezarı bilahare Kars kapı dışındaki Asri mezarlığa Belediyece ayrılan “Meşhurlar suffesi “ ne 1962 yılında nakledilmiştir.
Nakil dolayısıyla hazırlanan “Mezar Taşına” şöyle yazılmıştır.
HÜVEL BAKİ
Kalbi mahzun, ciğer hun, bülbül-veş dildadedir
Sönmez aşkın sebebi bir badedir
Hem Hafız Rüştü derler idi hem hatip
Uslubu gayet akıcı, lisanı hoş - sadedir
Tam seferberlik içinde gitti ukbaya
331 yılında ölüme amadedir
1962 yılında nakleden Şairi ( Mağfur hüve ) bizzat Ketencizade’dir
Ketencizade’ yi bütün yönleriyle tanıtmak, bir makalede anlatmak elbetteki imkansızdır. O; her dem halkın içinde, halkla bütünleşen bir şair olduğu kadar bir gönül adamı bir sevgi yumağıdır. Çoğu kez beyitlerini doğaçlama olarak ta söylemiştir.
Örneğin; Erzurum çarşılarında bir demircinin önünden geçerken;
Yaşamda ocak gibi gamım eylemem izhar
Sokma beni ateşler ey arh-ı cefakar.
Tanıdığı veya dostu bir leblebicinin dükkanını seyrederken, ona takılmak için;
Nevcivanlar ekle derse leblebi
Pir olanda istemez kuvvet habi
Yine saray önündeki bir kunduracıya;
Ayağan bak, başına hak, mür’ği devlet kondura
Halkı istihsa idüp geyme( alayetme) beğim gey kundura
Kahveciler için de;
Hali dünya guyiya bir kahvane sevdiğim
Halka bak bir bir gelir; bir bir giderAlem bu ya
Ketencizade bu beyitleri hep yerli tabir ve cinaslarla süslemiş, kısmen nasihat yollu ifadeleri usta bir dille örgü örgü süslemiştir.
Bugün elde mevcut bir divanı vardır ama onun güz destanı halkla bütünleşmiş adeta halkın malı olmuştur. Şehrin kültür tarihinde adetlerimi-zi, ananelerimizi dile getirdiği için her okunuşunda Ketencizade’ye başka bir sevgi başka bir saygı duyulmaktadır.
Dilerseniz, Güz destanından birkaç satır okuyup O’nu yad ederek yazımızı bitirelim.
Elde para yok ise eşyaları ahzetmeye,
Eyleyip daimleri temin biraz ihmal da al.
Kim güvensin bu cihanda bir tıfl oğlumda yok,
Dedi Sıtkı ile hüdadan isteyip etfal da al.
Dedim ikbalim olsa idi gelmezidim cihana,
Dedi ömründe yalan söyleme , ikbal da al.
Ah dedim halin yaman dediki tut rah rıza,
Lütfü hak, ba himmeti Peygamberi hoş hal da al.
Bildiği halde gönül o rahatı almaz dedim,
Hakka yalvar dedi, hak kılsın anı meyyal da al.
Ey civan ergenliğin bil kadrini rahat yaşa,
Ben de bir iş isterim dersen bi bahre dalda al.
Bulmak istersen (Rüşdi) metai izzeti,
Kendini kanaat içre kıl ithal da al.
Lutfuna mazhar buyur yarab ketencizadeyi,
Yüzü,kalbi, defteri amali daim ağ ola.
ÖMER NASUHİ BİLMEN

Asrın Büyük Âlimi ve Mütefekkiri
ÖMER NASUHİ BİLMEN HAZRETLERİ
Vücudundur senin timsâl-i hikmet Ya Resûlallah,
Kûdumün kâinata verdi müshet Ya Resûlallah,
Muattar ravzanı pür feyzine ben iştiyakımdan,
Emin etmekteyim artık inâyet Ya Resûlallah.
Günahkârım peşîmânı bir kulum gayet perişanım,
Niyaz etmekteyim Senden Şefaat Ya Resûlallah...
Türkiye Cumhuriyeti’nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olan, zamanının değerli din âlimlerinden Ömer Nasuhi Bilmen 1883’te Erzurum’un Salasor köyünde doğdu. Babası Hacı Ahmet Efendi, annesi Muhibbe Hanım’dır. Küçük yaştayken babasının vefat etmesi üzerine, Erzurum Ahmediyye Medrese’si müderrisi ve nakibüleşraf kaymakamı olan amcası Abdürrezzak İlmi Efendi’nin himayesine girdi. Amcasının ve Erzurum Müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi’nin rahle-i tedrisinden geçti.
İki hocası da yakın aralıklarla ölünce, 1908’de İstanbul’a giderek, derslerine devam ettiği Fatih dersiâmlarından Tokatlı Şakir Efendi’den icazet aldı. Ders Vekâleti’nce açılan imtihanı kazanarak 1912’de dersiâmlık şehadetnâmesi aldı. Bu arada okumakta olduğu Medresetü’l kudat’ı da bitirdi. 1912 yılının eylül ayında Beyazid Medresesi dersiâmı olarak göreve başladı. 1913’te Fetvâhâne-i Âli Müsevvid Mülazımlığına tayin edildi. Bir yıl sonra baş mülazımlığa terfi edildi. 1915’te Heyet-i Te’liffiyye üyesi oldu, 1922’de bu dairenin kaldırılması üzerine dersiâmlığa devam etti.
1943’te İstanbul Müftülüğü’ne getirildi. 30 Haziran 1960 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı ve daha bir yılını bile doldurmadan emekliye ayrıldı. On ay gibi kısa bir sürede görevinden ayrılmasının nedeni, dönemin yöneticilerinin Türkçe ezan ve daha birçok konuda Diyanet İşleri Başkanlığı’nı politik amaçlarına alet etmek istemesiydi.
Uzun bir aradan sonra Diyanet reisliği, hakikaten tam bir ehline hem de ehlinin en iyisine, en mükemmeline kavuşmuştu. Artık yerinde sessiz sedasız oturan bir figüran, suflör’den aldığını tekrar eden bir acemi aktör, bir kukla veya korkuluk değil, bu makama her mânâda yetkili ve değerli bir Hâkim-i Kâmil-i İslâm gelmişti. Bu adam Bala’dan gelen emirle konuşmayacak, ilmin ve selahiyetin kuvvetiyle iş yapacaktı. Halk boşuna sevinmiyordu. Yıllarca bunun susuzluğunu çekmişti.
Ömer Nasuhi Bilmen de, selefleri gibi dini meseleler konusunda asla taviz vermeyen bir yapıya sahipti.
Nitekim 1960’lı yıllarda dinde reform gerekliliğini savunan ve bunun için çabalayanlara: “Bozulmayan bir dinde reform mu olur!” diyor ve İslam’ın ortaya koyduğu iman, ahlâk, ve hukuk ilkelerinin orijinalliğini, evrenselliğini kendinden beklenen liyakat ve cesaretle savunuyordu.
Uzun memuriyet hayatı boyunca öğretmenlik hizmetinde de bulunan Ömer Nasuhi Bilmen, Darüşşafaka Lisesi’nde yirmi yıla yakın bir süre ahlâk ve yurttaşlık dersi okuttu. İstanbul İmam Hatip Okulu’nda ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde usûl-i fıkıh ve kelâm dersleri verdi. Hayatının sonuna kadar ilmi çalışmalarını sürdürdü ve sekiz ciltlik tefsirini emekli olduktan sonra yazdı.
Ömer Nasuhi Bilmen, İstanbul Müftülüğü’ne tayin edildiği tarihten itibaren vefat edinceye kadar gerek ilmi ve ahlâkî otoritesi, gerekse samimi dindarlığı ve tevazuu ile dîni konularda ülke insanının başlıca güven kaynağı olmuştu. Ehl-i sünnet mezhebini şahsında tam bir liyakatla temsil ettiği için herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Bunda şüphesiz, yaşadığı sürece aktif politikanın dışında kalmasının da önemli bir rolü vardır. Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, bir ara Fransızca’ya da merak sarmış ve bu dili de tercüme yapabilecek kadar öğrenmişti. Kendisi Erzurum ağzı ile konuştuğu halde eserlerinde kullandığı üslûp ağdalı fakat mükemmel denebilecek kadar sağlamdır. Gençliğinde yazdığı Türkçe ve Farsça şiirlerinde de duygu, düşünce ve ölçü açısından oldukça başarılıdır. Hayatının büyük bir kısmını telifle geçiren Ömer Nasuhi Bilmen, temel İslamî ilimler alanında çok sayıda eser verdi.
Bilenler biliyorlar ki 1908 de, elindeki icazetname ile Erzurum’dan İstanbul’a gelen ve o tarihte müzellef sakallı, taze bir molla olan Ömer Nasuhi Bilmen, o zamandan beri ömrünü ilme, kitap ve kütüphaneye; ömrünün son gününe kadar da kendi te’liflerine vererek bir veli sessizliği içinde durmadan ve sezdirmeden çalışmış, cami duvarı gibi ciltler vermiş, sesini, şerefini şarka ve garba duyurmuş, adını ve şahsiyetini kendi çalışmasıyla değerlendirmiş, fazilet tarihinin hürmetine layık olmuştur.
Zamanımızda Rabbanî mefkûrenin, Îlahi maarifin en kuvvetli bir temsilcisi olarak biliniyor. Eskiler ‘Hocalık’ta ilerlemiş bu çeşit kıymetlere, asrın Allâme-i Yegâne’si, Dehr’in Ferîdi derlerdi.
Yine herkes biliyor ki son asrın birinci sınıf bilginleri, fikir ve fazilet adamları içinde, bir eşi gelmez insanlardan biri de Ömer Nasuhi Efendi’dir.
Erişilmez ilmi, faziletleri, herkesi imrendiren yüksek ahlâkı ile aramızda insanlık numûnesi olarak yaşayan Ömer Nasuhi Efendi, seleflerini her bakımdan büyük bir liyakatla devam ettirdiği gibi Peygamber meziyetlerinde bulunan ve utandıran tevazuu, manevi kemâli ve bulunmaz halleriyle onları özleten üstünlükler de göstermiştir. Bunun içindir ki zamanımızın ariflerinden Mehmet Nüzhet Ortanca’nın vücûda getirdiği san’atlı, değerli tarih beytinde pek yerinde olarak şöyle deniliyor.
Sülüsle Yazıldı Bu Tarih-i Tâm,
Tealeyte İlmen Bi alel Mekaam
“İlmin en yüksek makamına ilmin ile yükseldin”
Eserleri
Latin harflerinin kabulünden sonra Türkiye’de İslam Hukuku alanında kaleme alınmış ilk ve en muhtevalı eser olan ve o dönemde akademik çevrelerde büyük yankı uyandıran Hukûk-ı İslamiyye ve Islahât-ı Fıkhiyye Kâmusu; mezhepler arası mukayeseli, sistematik bir İslam Hukuku kitabıdır.
Onun Türkiye çapında tanınmasını sağlayan diğer önemli bir eseri de Büyük İslam İlmihali’dir.
Diğer Eserleri: Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Tefsiri, Büyük Tefsir Tarihi, Kur’an-ı Kerim’den Dersler ve Öğütler, Sûre-i Feth’in Türkçe Tefsiri, İ’tilâ-yı İslam ile
İstanbul Tarihçesi, Hikmet Goncaları, Muvazzahı İlm-i Kelâm, Mülahhas İlm-i Tevhid, Akaid-i
İslamiye, Yüksek İslam Ahlâkı ve Dini Bilgiler’dir.
Ömer Nasuhi Bilmen’in ayrıca gençlik yıllarında Farsça olarak yazıp Türkçe’ye çevirdiği Nüzhetü’l ervah adlı bir divançesiyle, İki Şükûfei Taaşşuk adlı bir de romanı vardır.
12 Ekim 1971’de İstanbul’da vefat eden Ömer Nasuhi Bilmen, Edirnekapı Sakızağacı Şehitliği’ne defnedildi.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



