Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 18 Haziran 2012 00:32

TAŞKESENLİ ZİYAEDDİN EFENDİ

GENÇ MÜRŞİD

TAŞKESENLİ ŞEYH ZİYAEDDİN EFENDİ

(1878 – 1914)

1878 yılında Bingöl’ün Karlıova ilçesinde Hacılar köyünde dünyaya geldi. Babası Erzurum’a yerleşerek müderrisi olduğu Caferiye Medresesi’nde okumaya başladı. Şeyh Ziyaeddin Efendi on yedi yaşında iken sarf, nahiv, mantık, fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerini tahsil ederek icazet aldı. Aynı zamanda babası tarafından Caferiye Medresesi Müderrisliği’ne görevlendirilen Şeyh Ziyaeddin Efendi, çok genç olmasına rağmen gerek Erzurum gerekse civar illerdeki ulema arasında büyük bir üne ulaştı. Mantık ve nahiv ilimlerinde medreselerde okutulan bazı kitapların çetin yerleri üzerine düştüğü şerh ve haşiyeler medreseler arasında elden ele dolaşarak okutuldu. Halen aynı kitaplar bu medreselerde beğenilerek okutulmaktadır. Özellikle Molla Camii, Hallülmeakid, Şerhülmüğni ve İstiare kitaplarındaki haşiyeleri çok meşhurdur.


Bir yandan müderrislik yaparken diğer yandan da babasının yanında irşad dersleri alan Şeyh Ziyaeddin Efendi’ye 25 yaşında iken mürşidlik izni verilir. Maddi ve manevi ilimler arasında herkesçe takdir edilen Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin ne kadar âlim olduğu, talebeleri tarafından Şeyh Ahmet Efendi’ye sorulur. Alınan cevap şöyledir:

“Ziyaeddin ilim adamı olmaktan ziyade Hak adamı, hakiki mânâda Allah’a kul olmayı tercih etmiş biridir. Ama ilmi Zemahşeri’den daha az değildir.”

Evet, Şeyh Ziyaeddin Efendi aynı zamanda Hak aşığı ve şairdir. Hakk’a ve mürşidine olan aşkını Arapça, Farsça ve Türkçe gazelleri ile belirtmiştir. Ziyaeddin Efendi’nin gazelleri halen birçok kişi tarafından söylenmektedir.

BEDİÜZZAMAN’DAN KARDEŞLİK MEKTUBU

Kitapların çetin kısımlarına düştüğü şerhleri gören Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri kendisini çok takdir etmiş ve bir mektup yazarak kendisiyle manevi kardeş olmak istediğini belirtmiştir. Şeyh Ziyaeddin Efendi de kendisiyle manevi kardeş olmaktan şeref duyacağını belirtmiş ve hiç görüşmedikleri halde iki manevi kardeş olarak mektuplaşmışlardır. Bediüzzaman Hazretleri iki kere Erzurum’a gelerek kardeşini ziyaret etmek istemişse de birinci gelişinde Şeyh Ziyaeddin Efendi Bitlis’te olduğundan, ikinci gelişinde ise vefat etmiş olduğundan görüşmeleri mümkün olmamıştır. Her iki gelişinde de Ziyaeddin Efendi’nin akrabaları ile görüşen Bediüzzaman Said Nursi manevi kardeşinin vefatından da çok müteessir olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseden tarihçe-i hayatında da bahsetmektedir.

İSLAMÎ HAKİKATLERİ YAYMA MÜCADELESİ

Şeyh Ziyaeddin Efendi yaşadığı müddetçe hep İslamî hakikatlerin yerleşmesi ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) örnek hayatını yaşamak ve yaşatmakla meşgul olmuştur. Daima ilim ve tasavvufla iştigal halinde olan bu zat, ömrünü irşada adamış ve çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. İnsanlar arasında saygı ve hürmete mazhar olan Şeyh Ziyaeddin Efendi aynı zamanda tevazu içinde bir hayat geçirmiştir. Öğrenci okuttuğu bir sırada talebeleri bu zatın küçük kardeşinden şikâyet ederek: “Hocam kardeşiniz Mehmet Sırrı (Taşkesenli Şeyh Sırrı Efendi) medresede rahatsızlık etmekte, okumamıza mani olmaktadır. Biraz azarlasanız daha iyi olacaktır.” dediklerinde cevaben, “Ben Mehmet Sırrı’yı azarlama selahiyetinde değilim zira o hem benim mürşidimin oğlu hem de benden daha asildir.” der. Bu cevap talebelerin şaşkınlığına sebep olur ve “Nasıl olur Hocam, aynı batından kardeşsiniz o sizden nasıl asil olur?” diye tekrar sorarlar. Ancak Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin verdiği cevap şaşırtıcı ve hayranlık uyandırıcıdır: “Evet, Mehmet Sırrı benden daha asildir. Çünkü ben annemin rahmine girerken babam yalnız molla idi. Yani ben Molla Ahmet’in oğluyum. O ise Mürşid ve Molla Ahmet’in oğludur.” Beraber yaşadıkları sürece kendisinden çok küçük olmasına rağmen kardeşine daima hürmet etmiş ve saygıda bulunmuştur.  Şeyh Ziyaeddin Efendi dine, din adamlarına saygıda kusursuz davranırmış. Mütevazı bir hayat yaşadığı söylenir. Öyle ki yazışmaların sonuna “Taşkesen Medresesi’ndeki talebelerin ayaklarının, tozu hademesi.” şeklinde yazarmış. Buradan da ne kadar alçakgönüllü olduğu anlaşılmaktadır.

GENÇ YAŞTA HAYATA VEDA ETTİ

Şeyh Ziyaeddin Efendi vatanının kurtulması için de mücadele vermiştir. Kasım 1914’deki Osmanlı – Rus Harbi’nde Sarıkamış Cephesi’nde talebeleri başında harbederken hastalanmış ve Erzurum’a dönmüştür. Erzurum’a geldiklerinden kısa süre sonra da 19 Aralık 1914’de 36 yaşında iken vefat etmiştir. Taşkesenli Şeyhler arasında en genç yaşta vefat eden zattır. Cenazesi Erzurum Taşkesenli Camii bahçesine defnedilen Şeyh Ziyaeddin Efendi, babası Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendi’nin türbesi yanında medfundur. Genç yaşta vefat etmesine rağmen yetiştirdiği çok sayıdaki talebelerinden bazıları şunlardır:

Tortum Müftüsü Muhammed Sıddık Efendi (Müftü Mehmet Bey), Varto Köşk köylü Molla Muhammed Efendi, Taşkesenli Molla Alaaddin Efendi, Şam Salihiye mahallesi’nden Molla Abdulkuddüs Efendi, Dağıstanlı Molla İlyas Efendi, Siirtli İsmail Hakkı Efendi, (Erzen) Erzurum’un meşhur imamlarından Hafız Ali Efendi, Tortumlu Molla Dursun Efendi ve Eleşkirtli Molla Şakir Efendi.

Bu bölümde üstadın zeki, bir o kadar da cesur talebesi Taşkesenli Molla Alaaddin Efendi’den bahsetmeden geçemeyeceğiz. İbrahim Taşkesenligil Bey, Molla Alaaddin Efendi ile ilgili bir hadiseyi şöyle anlatır:

“Şeyh Ziyaeddin Efendi o zamanlar Caferiye Medresesi’nde müderristi. Medresenin genç ve zeki talebesi Molla Alaaddin’in askerlik zamanı gelmişti. O tarihlerde medrese talebelerini imtihanla askere alıyorlardı. İmtihanda başarılı olanlar askere alınmazdı. Genç Alaaddin Efendi de imtihan komisyonunun huzuruna (askerlikten muaf olmak için) çıkmıştı. Komisyon üyeleri karşılarında ufak-tefek, üstü başı pejmürde, pantolon-ceketi üstünde bol duran bu talebeyi görünce içlerinden birisi yanında oturan diğer üyeye alaycı bir ifade ile: “Şalluhu yedillu ala hallihi” (Kılığı, halini ortaya koyuyor.) der. Ancak arkadaşı müdahale ederek: “Bunlar Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin talebeleri bunlara ilişme.” der Molla Alaaddin komisyondaki üyenin bu sözünü duyunca çok kızar. Kendisine sorulan bütün sorulara eksiksiz cevap verdikten sonra bu defa komisyondaki üyeye: “Soru sormak kolay, bakalım cevap vermek de o kadar kolay olacak mı?”  der ve bir iki soru da kendisi sorar. Ancak beklediği cevapları alamaz. Komisyon üyesini mahcup etmeyi başarır. Yanında oturan arkadaşı: “Sana bunlarla uğraşma dememiş miydim?” der.   

İLAHİ AŞKA YÖNELMİŞTİ

Şeyh Zeki Taşkesenligil Hocaefendi (Taşkesenli Kültür ve Eğitim Vakfı Müderrisi ve Nakşibendî Şeyhi) Şeyh Ziyaeddin Efendi'den şöyle bahsetmektedir:

“Şeyh Ziyaeddin Efendi benim anne dedem olur. O'nun ölümünden 17 yıl sonra ben dünyaya geldim. Kendisini hocam sayarım. Çünkü medreselerde okuduğumuz hemen hemen her kitapta O'nun haşiye ve şerhleri vardı ve biz istifade ettik. O zor bir medrese tahsilini 17 yaşında tamamlayarak icazet almıştır. Bize anlatıldığına göre daima şöhretten kaçınmıştır. Bu bakımdan kitap yazma yerine ilahi aşka dayalı beyit ve gazel yazmayı tercih etmiştir.

Taşkesen köyü ileri gelenlerinden Molla Şerafeddin (Aytuğ), Genç Mürşid Şeyh Ziyaeddin Efendi ile ilgili bir hadiseyi dedesinden şöyle duyduğunu anlatır: “I. Dünya Savaşı yılları idi. Sarıkamış Cephesi’nde askerlik görevimi yapıyordum. Savaş bütün hızıyla devam ediyordu. Uzun süren savaş sonunda asker ümitsiz, yorgun ve bitkin düşmüştü. İşte o sıralarda Şeyh Efendi talebeleri ile birlikte Sarıkamış'ta askerin yanında yer almak için harbe gelmişlerdi. Medrese talebelerini ve hocalarını yanında gören asker moral bulmuştu. Şeyh Efendi iki gece yanımda kaldı. Oradaki askere vatanın kudsiyetini anlatır ve şehadetin yüceliğinden bahsederdi. Vaaz ve nasihatları çok tesirli idi. Öyle ki asker kendisini bir an boş bırakmazdı. Erat adeta coşmuştu, o geldiğinden beri askerin çehresi değişmişti. Gönül adamıydı. O konu-şurken asker adeta kendinden geçerdi, can kulağı ile dinlenirdi. Bu vatan O’nun gibi zatların mücadeleleri ile kurtuluşa erdi.”

Yine bir gün sohbet ederken bir yüzbaşı Ziyaeddin Efendi’nin dini bilgisine, Arapça’yı mükemmel kullanmasına hayran kalıp babama (mecazî anlamda) şöyle bir soru sorar: “Bu zat Mekkeli mi Medineli mi?” der. Babam da “Ne Mekkeli ne de Medinelidir. Bu gördüğün zat Taşkesenli'dir, Taşkesen Medresinden yetişmiştir.” deyince Yüzbaşı: “Allah nazardan saklasın” der. (Şeyh Ziyaeddin Efendi askerden döndükten kısa bir süre sonra vefat eder.)

Şeyh Zeki Taşkesenli'nin muhterem zevcesi Hâce Sefiye Hanım baba dedesi Genç Mürşid Ziyaeddin Efendi ile ilgili şöyle bir hadise duyduğunu anlatır: “Dedem Ziyaeddin Efendi, hastalığının en şiddetli zamanlarında yemez, içmezmiş ve sürekli içinin alev gibi yandığını söyleyip dururmuş. Bir gün canı nar çeker. Bütün Erzurum’da nar aranır. Ama mevsimi olmadığı için bir tane bile nar bulunmaz. Yakın illere haber gönderilir. Ancak aranan nar dedem Ziyaeddin Efendi'nin vefatından bir gün sonra Erzurum'a ulaşır. Bu hadiseden sonra Ziyaeddin Efendi'nin hanımı Hatice Hanım, ömrü boyunca nar yememiş. Eşinin hastalığın pençesinde kıvranırken yiyemediği narı kendisi, bir ömür boyu yemek istememiş. Kendisine ikram edilen narı Ziyaeddin Efendi’nin sadakası niyetine çocuklara yedirirmiş...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 15 Haziran 2012 00:26

TAŞKESENLİ AHMED EFENDİ

TAŞKESENLİ ŞEYH AHMED EFENDİ

(1848 – 1909)

 

Ailesi, 1258 yılında Hülagü’nün Bağdat’ı işgal   ederek Abbasi Halifeli’ğine son verdiğinde Bağdat’tan Şam’a daha sonra irşat vazifesini yürütmek için çeşitli yerlere göç etmiş ve oralarda ikamet etmiştir. Daha sonra 17. yüzyılda Bingöl’ün Karlıova ilçesine bağlı Hacılar Köyü’ne yerleşmiştir. İşte gelecekte insanlara hayırlı hizmetler verecek ilim ve maneviyat insanlarının temeli buradan atıl-mıştır. Taşkesenli Şeyhleri’nin ilki, Erzurum havalisinde ilim ve irfanı ile tanınan Şeyh Ahmet Efendi, 1848 yılında babası Molla Mahmut Efendi’nin yerleştiği Hacılar Köyü’nde dünyaya geldi. Âlim ve fazıl bir aile silsilesinden gelen Şeyh Ahmet Efendi’nin dedesi Molla Abdurrahman ve ulu dedesi Molla Musa, yaşadığı dönemlerde çevresinde çok sevilen ve takdir edilen zatlarmış. Küçük yaşlarda iken ilme yönelen Şeyh Ahmet Efendi muhtelif medreselerde tahsil görüp mezun olduktan sonra, bulunduğu yerin en büyük âlimlerinden olan Molla Ahmet Kûki Hz.den fıkıh kelam, hadis, tefsir ve mantık üzerine birinci icazetini almıştır. Kendisi de birkaç tane mucaz (icazetli) yetiştirdikten sonra Bitlis’ten Bağdat’a kadar herkesin saygı ve sevgi duyduğu Şeyh Halidi Oleki’yi ziyaret ederek yanında bir süre kalmış ve bu süre içeri-sinde bu zattan fen bilimleri (astronomi, jeoloji, cebir, hendese) okuyarak ikinci icazetini almıştır.

TALEBELİKTEN İRŞAD HAYATINA

Şeyh Ahmet Efendi, Şeyh Halidi Oleki Hazretleri’nin yanında ders alırken ününü çok duyduğu Seyyid Abdulkadir Geylani Hz.nin torunu olan Seyyid Sibğetullah Arvasi Hz.ni Bitlis Hizan’da ziyaret ederek, kendisini manevi yönden yetiştirmek üzere bu zata teslim olur. Bu zattan irşad dersleri alan Şeyh Ahmet Efendi Seyyid Sıbgetullah Arvasi Hz.nin vefatından sonra da halifesi olan Şeyh Abdurrahman Taği’ye teslim olur. İrşadını bu zatın yanında tamamlayarak halifelik görevini alan Şeyh Ahmet Efendi, mürşidi tarafından irşatta bulunması için 1893 yılında Erzurum’a görevlendirilir. Babası ve dedeleri gibi o da irşad görevi için mekân değiştirme usulüne uyar ve Erzurum’un Sultanmelik Mahallesi Üç Kümbetler mevkiinde manevi dostları tarafından yaptırılan eve yerleşerek bu evde talebe yetiştirmeye başlar.

Erzurum’da irşat vazifesini yapmaya çalışırken mürşidi Şeyh Abdurrahman Taği Hazretleri’nin vefat haberini alır. Bu haber üzerine Bitlis Norşin’e giden Şeyh Ahmet Efendi, mürşidinin kabri başında ağlayarak irticalen şu beyti okur:

Evimin uzaklığından dolayı size geç geliyorum.
Bana iyilikten imdat eyle fakir ve katıksız olarak kapınızda durmuş, yüz sürmekteyim.
Tarafınızdan ricam ve kanaatim o dur ki irşat için gelenleri reddetmeyiniz.
Rahmet bulutları eksilmesin, türbenizin üstüne, mağfiret yağmuru yağdırsınlar ey hayırlı üstad.
Ben Ahmet’im kapınızda bir köpeğim. Uzak da olsa yerim imdadınızı yakında isterim.
Şeyh Ahmet Efendi, yaz aylarında Erzurum’a yaklaşık 45 km. uzaklıkta olan Taşkesen Köyü’nde ikamet edip talebelerini buradan okutmaya devam etmiştir. Amcası oğlu ve halifesi olan Şeyh İbrahim Efendi’yi Taşkesen’de ikamet ettirmiş ve böylece Erzurumlular tarafından Taşkesenli şöhretiyle meşhur olarak, Taşkesen’den yükselecek olan Altın Silsile’nin temellerini atmıştır. Erzurum’da yürüttüğü irşad faaliyetleri sonucunda 78 mezun hoca ve 4 büyük halife yetiştiren Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendi hayatı boyunca kendisini sûfiliğe vermiş ve halk tarafından bu yönü ile tanınmıştır. Şöhretin her türlüsünden hayatının her döneminde şiddetle kaçınan bu büyük zat, Erzurum ve çevresinde maddi ve manevi ilimleri ile insanlara üstün hizmetler vermiştir.


Dönemin valisi Mehmet Kamil Beyin hükümette verdiği raporda Şeyh Ahmet Efendi ile ilgili şu satırlara rastlamak mümkündür: “Şeyh Ahmet Efendi Hicri 1311 yılında (M.1895) Hınıs’tan Erzurum’a gelirken Ermeniler tarafından tehdit edilmiştir. Belgeler zamanın valisinin bilgileri doğrultusunda kayda alınmıştır. Bu olay üzerine halk galeyana gelmiştir.” Yöre halkının çok sevdiği şeyhleri, Ermeniler tarafından tehdit edilmesi yerli halkın Ermenilere karşı tepkisi ve ayaklanması ile son bulmuştur.

Bu olayı Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Tarih Eğitim Ana-bilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Muammer DEMİREL Erzurum’da Ermeni İsyanları (1890–1895) isimli makalesinde şöyle anlatır:

Ermeni ihtilalcileri, Hınıs’ta olay çıkarmak için aylar önce hazırlıklara başlamışlardı. Komiteciler türlü yollarla burada Müslümanları tahrik etmişler, halkın itibar edip saygı duyduğu dini hüviyeti olan kişileri bile öldürmekten çekinmemişlerdir. Şeyh Haydar Efendi sırf Müslümanları tahrik edip Ermeniler üzerine saldırtmak için Ermeni komiteciler tarafından katledilmiştir. Bu yetmemiş gibi Hamidiye alayı subaylarından Yüzbaşı Halil Ağa’nın kızı ve gelini ile aşiret mensubu Yusuf Ağa’yı idam etmek kasdıyla kaçırmışlardır. Ermeni militanları Müslüman köylere saldırıya başlamışlardı. Son olarak bölgede dini bir etkisi olan, saygı duyulan ve geniş bir aileye mensup Nakşibendî şeyhlerinden Taşkesenli Ahmet Efendi’nin Bitlis’ten Erzurum’a gelirken Hınıs’ta ermeni komitecileri tarafından yolu kesilip ölümle tehdit edilmesi, Müslüman halkın büyük bir heyecana kapılarak, adeta komitecilerin isteği doğrultusunda ermenilerin üzerine saldırıya geçmesine neden olmuş ve kanlı olaylar meydana gelmiştir. Bu olaylar üzeri-ne Şakir Paşa derhal Hınıs’a gelerek olayın kasabaya sıçramasına mani olmuştur. Bu olaylarda Müslümanlardan 50 ve ermenilerden 32 kişi ölmüş ve elli kişi yaralanmıştır. Ayrıca mal ve hayvanlardan da bir hayli zayiat olmuştur.

SULTAN ABDÜLHAMİD’LE MANEVİ KARDEŞLİK

Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendi’nin Sultan Abdulhamid’le hiç görüşmedikleri halde Abdulhamid Han tarafından tanındığı şu hadiseden anlaşılmaktadır.

Erzurum’un Pasinler ilçesi Tuylar Köyü’nden İsmail Usta adında bir er, askerlik görevi sırasında, Sultan Abdulhamid Han’ın ikamet ettiği Yıldız Sarayı’nda diğer bir arkadaşıyla nöbet tutarken. Abdulhamid Han bir ara balkona çıkar ve bunları yanına çağırır. Balkonun yanına gittiklerinde Sultan diğer nöbetçiyi hiç konuşturmadan bir miktar para atar ve hamama gitmesini söyler. (Bilahare anlaşılır ki bu asker gusül etme imkânı bulamadan nöbete gelmiştir.) Erzurumluya dönerek:
-Siz tarikat ehlisiniz, mürşidiniz kimdir? diye sorar. Erzurumlu:
-Taşkesenli Ahmet Efendi, diye cevap verince, Abdulhamid Han,
-Evet, O zatla tanışıyoruz, der ve içeri girer. Biraz sonra elinde bir Kur’an-ı Kerim ile gelerek Erzurumluya,
-Ben bu Kur’an-ı Kerim’i sana hediye ediyorum. Sen de götürür şeyhin olan kardeşime verirsen memnun olurum, der. Erzurumlu bir müddet sonra memleketine döndüğünde şeyhinin huzuruna varır. Şeyh Ahmet Efendi onu görünce: “Emaneti getirdin mi ?” diye sorar. Erzurumlu da hediye edilen Kur’an’-ı Kerim’i şeyh Ahmet Efendi’ye teslim eder… (Günümüze kadar büyük bir titizlikle korunan bu Kur’an-ı Kerim hala aile kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.)
Hatta Şeyh Ahmet Efendi vefatından birkaç dakika önce gözlerini açarak “Yazık oldu Sultan Abdulhamid’e yazık oldu” demiştir. Daha sonra 31 Mart Vak’ası neticesinde de Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesi vuku bulmuştur.

VE AYRILIK VAKTİ...

Erzurum’da çok sayıda talebe yetiştiren Şeyh Ahmet Efendi 61 yaşında iken 24 mart 1909 yılında Erzurum’da vefat etmiştir.

Halen Erzurum Merkez (Deli Ömer Tarlası Taşkesen Sokak) de bulunan Taşkesenli Camii bahçesinde bulunan türbesi kalabalık halk kitleleri tarafından ziyaret edilmektedir.

Nakşibendî şeyhi olan Şeyh Ahmet Efendi’nin yetiştirdiği halife ve mezun hocalardan bazıları şunlardır:

Şeyh Ziyaettin Efendi, Şeyh İbrahim Efendi, Erzurum Serçeme Köyü’nde Tabur İmamı Muhammed Nuri Efendi, Diyarbakır Lice’li Molla Ömer Efendi Ve Kağızman’lı Molla Hasan Efendi.

Not: Yazımız, Fuad Taşkesenligil’in “Silsile-i Âliye’nin Taşkesenli Halkası” isimli kitabından alınmıştır.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 16 Haziran 2014 15:09

SEHA, ALLAH’A (CC) GÜVENEREK VERMEKTİR

Seha Allaha cc Güvenerek Vermektir

 Seha, Allah'a (cc) Güvenerek Vermektir - Andelib

 

 

Seha, Allah'a (cc) Güvenerek Vermektir

 

Rızk için gam çekme gönül,
Cümlenin nasibini veren var.
İşlediğini kimse görmüyor sanma,
Kara karıncayı gece gören var.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Güzel manzara resimleri vardır… Evinizin en güzel yerinde asılıdır onlar. Bakmaya doyamazsınız. O resimlere her baktığınızda farklı bir huzur/mutluluk duyarsınız… Ashabı Kiramın hayatı böyle tablolar misali her karesinde farklı bir güzellik yansıtır bize…

Asırlarca solmayacak, güzelliğini kaybetmeyecek bir insanlık tablosu… Zaman: Asrı saadet… Mekan: Medinei Münevvere…

“Bir gün Hz. Peygamber’in huzuruna bir adam gelir ve açlıktan takatinin kesildiğini söyler. Peygamber Efendimiz (sav) onu kim misafir edecek, diye buyuruyor ashabına… Kendi evinde ikram edecek bir şey yoktur çünkü. Günlerce kendi evinde ocak tütmediği, yemek pişmediği olurmuş…

Ashabı kiramdan biri misafiri evine götürür. Evinde ikram edecek bir tas çorbası var. Çocuklar ağlamasın diye aç aç onları erkenden uyuturlar. Sahabe annemizin evinde bir tas çorba… Çocuklar aç, kendisi aç, kocası aç… Evine misafir geliyor. Kocasına itiraz etmiyor, onunla çekişmiyor. Çünkü biliyor ki gelen, Allah’ın (cc) misafiridir…

Çorbayı mumu söndürüp akşam karanlığında ikram ederler. Çorba bir kişiyi doyuracak kadardır. Kendisi akşamın karanlığında kaşığını çorbaya getirip götürür fakat misafir doysun diye bir şey yemez… Cenabı Hak (cc) kulunun bu davranışından razı olduğunu bize ayeti kerimeyle bildiriyor…

“Muhâcirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere saygı beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarını kendi öz canlarına tercih ederler Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.. “ (Haşr-9).

Sehavet/cömertlik sadece zenginlerin yapacağı bir şey değildir. Her zaman çok malla yapılmaz. Temiz bir niyetle, ihlasla yapılan infaklar, sadakalar maddi olarak küçük gözükse de manevi olarak çok büyüktürler… Allah’ı (cc) hoşnut eden müminin niyetidir.

Seha sahibi bir Müslüman bilir ki, bu nimetlerin asıl sahibi Yüce Mevlâ’dır. Kendisi emanetçidir… Yardım yapılan biri yardım edene ben senden almadım, demiş; o da ben de sana vermedim, demiş. Yardım alan yardımı Allah’tan biliyor, yardım eden de Allah için yaptığını biliyor… Ne güzel bir ticaret… Allah’tan al, Allah’a ver… Mümin niyetiyle bu ticaretten çok kâr elde edebilir… Müminin asıl kârı kulluk için olandır…

Sehavet gönlünü dünyadan çevirip, Hakk’a yönelmen içindir… Seha sahibi bir Müslüman dünyaya değer vermez.

Bir müminde sehavet olmazsa, bu dünya onu kuşatır. O kişi dünyaya dört elle sarılır. O, dünyalıklarından bir şey eksilse üzüntüsünden mahvolur… Dünyalık bir şey elde etmek için yapamayacağı şey yoktur. Eğer dininden taviz gerekiyorsa, hemen taviz verir. Çünkü seha sahibi olmayan bir Müslümanın kalbi dünyaya bağlıdır. Onun her şeyi dünyasıdır.

Vücuttaki damarların tıkanıklığı arttıkça insanının hayatî tehlikesi de artmaya başlar. Cimrilik insanda manevi tıkanıklara yol açar. Cimrilik, nefsi hırsların uçurumuna sürükleyen bir hastalıktır… Birr’e ve takvaya ulaşmaya engeldir cimrilik… “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe siz birre (iyiliğe) eremezsiniz, her ne infak eyleseniz şüphesiz Allah onu da bilir.” (Ali imran-92)

Kulluk yolunda seni istikametten alıkoyan en büyük engellerdendir… Yolunun önündeki cimrilik kayasını parçalamazsan, kulluk yolunda ilerleyemezsin…

Sehavet, Allah’ı(cc) unutmamaktır. Allah’tan ve O’nun rızık vericiliğinden şüphe etmemektir. Allah bana yeter demektir…

Hz. Musa Tûr’a çıkarken yolda bir abid görür. Mağarada inzivaya çekilmiş, mağaranın önünde akan bir ırmakta temizleniyor, abdest alıyor ve ibadetle meşgul oluyor… Oradaki bir ağaç her gün bir meyve veriyor, onunla da besleniyor… O gün ağaç misafir olduğu için iki meyve veriyor. Abid şaşırıyor, her gün bir meyve veren bugün iki verdi, yarın vermeyebilir endişesi ile birini saklıyor, diğerini misafiriyle paylaşıyor. Hz. Musa o kişinin halini Cenabı Hakk’a arz edince, Yüce Mevlâ’mız her gün bir meyve veren ağacın verdiği ikinci elmayı saklayarak Allah’ın (cc) rızık vericiliğinden şüphe ettiğini haber veriyor bize.

Sehavet/cömertlik, Allah’ın rızık sahibi olduğunu unutmamaktır. Nefsin, şeytan seni dünya ile korkutmaya çalışsa da sen Allah(cc) için harcamaktan geri durma kardeşim… Takvaya, birre(iyiliğe) ulaşmak için ver… Tertemiz bir niyetle, ihlasla ver… Verirken ölçüyü kaçırma… “Hem elini bağlayıp boynuna asma (cimrilik etme), hem de büsbütün açıp saçma (israf etme) ki, pişman olur, açıkta kalırsın.”( İsra Suresi-29)

Günümüzde birçok yardım kuruluşu insanları hayra teşvik etmektedir… Cenabı Hak samimi çalışanların işlerini kolaylaştırsın. Hem zenginlere infak yaptırılarak bir hayır işleniyor hem de bu yardımlar fakirlere ulaştırılarak hayır işleniyor. Böyle güzel hizmetler yaparken islamî ölçülere dikkat edilmesi gerekir.

Televizyonlara çıkıp reklam yapar gibi yardımlar İslamın özüne terstir. Türkiye’nin önde gelen yardım kuruluşlarından birisi Ramazan ayında bir etkinlik düzenlemiş. Zenginleri yardım yaptıkları evin iftar sofrasına götürmüşler… Zenginlerden para alacağız diye onların nefislerin okşayan ve nefislerini kibre sevk eden yöntemlerden vazgeçilmelidir. İnfak insanı temizler, ama fakiri inciterek yapacağınız yardımlar insanı temizlemekten öte daha çok kirletir. İnfak ibadet olmaktan çıkar, nefsi tatmin araçlarından biri olur. Dağlar kadar yardım da yapsan Allah için olmazsa bir kıymeti yoktur.

“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara-264)

İnfak ederken “sağ elin verdiğini sol elin bilmemesi” ilkesi Müslümanların şiarı olmalı…

Ya Rabbi! Sehavette(cömertlikte) Peygamber Efendimiz’e (sav) benzeyebilmeyi bizlere nasib eyle… O insanların en cömertiydi… YaRabbi, O cömertlik deryasından bir katre de bize düşsün…

Allah (cc) cömerttir ve Kendisi gibi cömertleri sever. Çölde susuz bir hayvana su veren günahkar birini affedip cennetine koyarken, evinde yemini/suyunu vermediği için ölen hayvanın sahibini de affetmeyip cehennemine atar…

Ya Rabbi, her şeyde Peygamber Efendimiz’i örnek aldığımız gibi cömertlikte de O’nun (sav) yolundan gidebilmeyi bizlere nasib eyle…
Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir… Amin…

Fâil-i muhtar olan O,
Derde giriftar kılan O,
Ervahı reftar eden O,
Merzuklara Râzıkımız…
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

 

Yazar:  Andelib

 

Ey Hâce uyma nefsine,
Kör şeytanın iğvasına,
Yapış Hakk’ın rızasına,
Gel gir âşıklar safına…
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Oruç ayı içerisindeyiz. Cenabı Hak oruçlarımızı kabul eylesin. Kadir gecesini en güzel şekilde ihya edebilmeyi ve bayrama hayırla ulaşabilmeyi bizlere nasib eylesin. Oruç sakınma, korunma ayı… Bedenin meşru ihtiyaçları olan yeme ve içmeyi bırakırken, bir taraftan da her türlü günahtan ve gafletten sakınmaya çalışır Müslüman. Bu ayda kavga etmeniz, sataşmanız istenmiyor. Biri size sataşsa ‘Ben oruçluyum’ dememiz emrolunmuş. Bu ayda kendini her türlü çirkinlikten alıkoymaya çalışmalısın.

Ramazan ayının son on günü itikâfa girilerek dünyadan tamamen el etek çekilir. Hakk’ın zikriyle, fikriyle ve ibadetlerle meşgul olur Müslüman… Gönül nefsi arzulardan kurtularak Yüce Mevlâ’ya yönelmeye başlar.

Oruçlar, umreler, haclar… insana sakınmayı, sabretmeyi, nefsin arzularını dizginlemeyi öğreten ibadetlerdir. Bu ibadetler insanı vera sahibi yapar. Vera, şüpheli şeylerden de sakınarak insanı kirleten her türlü günahtan, yanlıştan korumanın adıdır.

“Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli olan şeyler vardır. Bu şüpheliler Allah Teâlâ’nın koruluğudur. Çünkü koruluk etrafında koyun otlatanın sürüleri koruluğa dalabilir.” (Müslim) hadisi şerifi bize şüpheli şeylerden sakınmayı emreder.

Verası olmayan Müslümanlar, yani şüpheli şeylerden uzaklaşmayan insanlar, bataklık kenarında oynayan çocuklar gibidir. Annesi ne kadar temiz olmasını tembihlese de, o biraz sonra bunu unutur ve bataklıkta pislikle oynamaya başlar.

Kimileri için dünya oyun ve eğlenceden ibarettir, buyrulmuş. Ne zamana kadar dünya pislikleriyle oynayacaksın…  Sen bu dünyada hep oynamak, eğlenmek mi istiyorsun. Dünya bataklığına gönlünü kaptırırsan kalbin kararmaya başlar. Gönlün kararırsa/kirlenirse Hakk’tan uzaklaşmaya başlarsın. Şair öyle diyor:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Pâdişah girmez saraya hâne mâmûr olmadan

“Gönül sarayından Allâh’tan gayrı ne varsa hepsini çıkar. Zîrâ hâne mâmur olmadan pâdişah sarayı şereflendirmez.”

Dünyaya bakışın çok önemli. Evliyaullahtan bir zatın bir müridi bir zaman İstanbul’a gider. Dönüşünde ona gördüklerini sorarlar. O da İstanbul’da insanların hep günah işlediklerinden bahseder. Kötü yerlerin çok olduğunu söyler. Bir zaman sonra başka bir müridi İstanbul’a gider. Ona da gördükleri sorulur. O da İstanbul’un güzelliklerinden bahseder. Camilerin, dergahların, türbelerin çokluğundan bahseder. Sahabelerden, evliyalardan bahseder. İnsanın gönlü neyin sevgisini taşıyorsa oraya meylediyor.

Sana da sorarlar kardeşim… Sen bu dünyanın nelerini anlatacaksın. Bataklıkların, çöplüklerin etrafında dolaşırsan hep onlardan konuşursun. Gül bahçelerine gitmişsen oraları anlatırsın. Zikir, sohbet meclisleri dünyanın gül bahçeleridir. Camiler, dergahlar gülistandır.

Bir adam güzel kokuların satıldığı bir dükkânın önünden geçerken bayılır. Oradakiler ne yaparlarsa yapsınlar onu ayıltamazlar. Onu tanıyan bir adam onu ayıltacağını söyler. Bu adamın yıllarca kötü kokan bir yerde çalıştığını, güzel kokunun onu bayılttığını anlatır. Oradakilerden hayvan gübresi ister. Gübreyi adamın burnuna tutar, adam ayılır.

Vera, insanın bu dünya çöplüğünden uzaklaşarak gül bahçelerine gitmesi ve oradaki güzellikleri yaşamasıdır. Vera sahibi insanın isteği Hakk’ın rızasına kavuşmaktır. “İlahi Ente maksûdî ve rıdake matlûbî”(Ya Rabbî maksadım Sen’sin, arzum rızana ulaşmaktır.) zikrini dilinden düşürmez. Vera sahibi Müslümanın gönlü Allah (cc) ve Rasulü (sav) sevgisiyle doludur. Kamil müminlerle sohbetleşmek, halleşmek en çok hoşuna giden şey olur. Gönlü muhabbetle dolu olan bir mümin günahlardan nefret etmeye başlar.

Müslümanlar belki günahı terk ettiler, ama günahın sevgisini terk etmediler. Böyle olunca günaha çok çabuk düşme tehlikesiyle karşı karşıyalar. Ashab ve onların yolundan gidenler bir harama düşmemek için yetmiş helali terk ederken, bugünün Müslümanları hep dinlerinden taviz verir oldular.

Hâcegân dergahlarında zikirler yapılır. Zikirler hep istiğfarla başlar. Zikir meclislerinden birinde Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) “Günahtan nefret ederek istiğfar getirin.” buyurmuşlardı. Günahtan nefret et kardeşim… Rabb’inin çirkin gördüklerini sen de çirkin gör… Şeytanların üstüne basa basa tevbe et…

Vera, seni Rabb’inden uzaklaştıran şeylerden kaçmandır…  

Vera sahibi olursan günahları ve şüpheli şeyleri fark etmeye ve onlardan uzak durmaya başlarsın. Hz. Ebubekir (ra) misali içtiğin sütün temiz olmadığını anlayıp onu dışarı çıkarmaya çalışırsın. Yediği midesine değil, kalbine zarar vermişti…

İbn Sîrin, “Benim için veradan daha kolay bir şey yok. Bir şey gönlüme şüphe veriyorsa derhal onu terk ederim.” diyerek veranın kalpte oluştuğunu söylemiştir… Gafletle yenilen lokmalar bile insana zarar verirken, haramlardan sakınmıyorsak kalbimiz ölmeye başlamış demektir.

Günahlar ve şüpheli şeyler genelde hep yiyecek ve içecek olarak algılanmış. Yediğimiz, içtiğimiz şeylere dikkat ederken düşündüğümüz, tefekkür ettiğimiz bilgilere de aşırı dikkat etmeliyiz. Bugün Müslümanların önündeki en büyük tehlikelerin başında bilgi kirliliği, düşünce kirliliği gelmektedir. Haram lokma insanı gaflete sürüklerken, yanlış fikirler -Allah (cc) korusun- insanı dinden, imandan mahrum kılar.

Müslümanlar cehalet karşısında kendilerini iyi yetiştirmeliler. Sağlam bir imanla sahih kaynaklardan gelen tertemiz bilgilerle akidelerini kuvvetlendirmeleri gerekir. Bilgi zehirlenmelerine karşı uyanık olmaları gerekir.

Din adına öyle şeyler söyleniyor ki insanın aklı hayali almıyor. Birileri çıkıp şarkılı, türkülü, danslı gösterilerine –haşa- Peygamberimiz (sav) teşrif etti hezeyanlarıyla milyonları uyutmaya, kandırmaya çalışıyorlar. Sağlam akideli, vera sahibi bir Müslümana bunlar söylense, bunları söyleyenin isminin önündeki arkasındaki etiketlere bakmaz; profesör, hocaefendi farketmez… İmanı bütün bunları reddeder.  Şarkı türkü söyleyen kızlara bakıp maneviyatınız mı gelişiyor? İçkiyi zemzem mi sanıyorsunuz? Kendinizi kandırmaktan vazgeçin artık…

Vera, şüpheliden bile uzak durmayı gerektirirken, maalesef birileri bugün haramları meşrulaştırmaya çalışıyorlar.

Bediüzzaman Hazretleri’nin babası ineklerini otlatmaya götürürken, başkasının tarlasından, tumbundan ot yemesin diye ağızlarına çuval geçirirmiş. İmamı Azam’ın babası bir elmanın hakkını vermek için üç yıl hizmet eder.

Hassasiyet veranın nişanesidir… Hassasiyet imanın, ihlasın, takvanın korunması içindi. Hassasiyetler zayıflayınca bozulmaya başladı Müslümanlar… Duyguları değişti, fikirleri değişti… Kuranı Kerimler çeyizlere konulur, duvarlara süs olarak asılırdı eskiden… Zühd, takva, vera gibi kavramlar dinî kitapları süsleyen güzel kelime olsun diye değildir. Onlar senin hayatının olmazsa olmazı olmalıdır. Yaşamadığın din senin olmaz…

Ya Rabbi, ayaklarımızı dinin üzerine sabit kıl… Bizleri nefsimizle bir an dahi olsa baş başa bırakma… Vera sahibi Müslümanlar olabilmeyi bizlere nasib eyle…

Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir bizi de sevdiklerine sevdir… Amin

Gönülden sür sivâyı, ağyârı terk et,
Râhi Hakk’a râm ol, sıdkı elde et,
Gir tasavvuf deryasına esrarı fehm et,
Edhem gibi sana da hüddam olur semekler…
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 04 Haziran 2014 11:57

ZÜHD, FARZI AYNDIR

Dünya yok gözünüzde,
Kalp sahibiyle meşgul,
Sensin cihanda şimdi,
Rabbin en sevdiği kul.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Hz. Lokman (as) bir gün efendisiyle bahçede gezintiye çıkarlar. Efendisi bir ağaçtan meyve uzatır. Hz. Lokman bu meyveyi iştahla yemeye başlar. Efendisinin de canı çeker ve meyveden yemeye başlar. Isırmasıyla ağzında müthiş bir acı… “Bu acı meyveyi iştahla nasıl yiyorsun?” deyince, Hz. Lokman “Ben efendimin elinden öyle tatlı meyveler yedim ki bu meyvenin acılığını bana unutturdu.” der. Kulluğun işaret levhası olabilecek bir söz…

Müslüman her halükârda Allah’la (cc) barışık yaşayandır. Hz. Lokman misali öyle tatlı nimetlere ulaşmıştır ki, bunlar yaşadığı sıkıntıları bile tatlılaştırıyor. Hayata neresinden baktığınız çok önemli… Hep dünya penceresinden bakarsan ne görürsün? Dünyada eş, çocuklar, binekler, binalar, altınlar… gözüne çok tatlı gözüküyor. Âhiret penceresinden bakarsan bu nimetlerin birer imtihan vesilesi olduğunu unutmazsın…  Konfor ve kariyer putlarını terk et kardeşim. Hayata ahiret eksenli bakmalısın. Yarın mahşerde Rabbi’nin huzuruna çıktığında seni üzecek, seni zora sokacak, mahcup bırakacak şeylerden uzak durmalısın.

İnsanı insan yapan tercihleridir. Cenâbı Hakk’ın sana teklif ettiklerini mi, yoksa hevanı, nefsin arzularını mı tercih ediyorsun? Zühd, tercihlerini belirlemendir. Zühd, Arapça bir kelime olup, bir şeye rağbet etmemek, dünyaya ve dünyalık nimetlere karşı hırslı olmamak anlamına gelir. İslami bir terim olarak, kişinin kendi iradesi ile bilerek, şuurlu bir şekilde dünyadan ve dünyalıklardan yüz çevirmesi; nefsi, Allah’tan başka her şeye olan sevgi ve meyilden uzaklaştırmasıdır.

Zühd, Müslümanın hayata bakış penceresidir… Kısa başlıklarla bu pencereden bakmaya çalışacağız.

Zühd, İstikamet Üzere Yürümektir…

İnsan değer verdiği şeyleri korur. Zühd, kendini her türlü kötülükten korumanın adıdır. Zâhidâne bir yaşayış imanı, ihlâsı, takvâyı koruyan bir kalkan gibidir… Kalkanını kaybedersen düşmanların tarafından vurulursun.

Şüpheliden bile kaçınma düsturu hep korunmak içindir. Müslümanlar imanın, ihlasın değerini unutunca bırakın şüpheliyi haramlardan bile sakınmaz oldular. Zühd kendini koruma, inzivaya çekilmek değildir. Biz köşemize çekilmeyeceğiz. Biz dinimizi her yerde yaşamak istiyoruz. İslam gömleğini her yerde giyinmek istiyoruz.

Zühd, “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy.” anlayışı değildir. Zühd istikamet üzere yürümektir. Hz. Hüseyin (ra) misali yanında bir avuç Müslüman da kalsa zulme karşı çıkmaktır. Zahid Müslüman, köşesine çekilmez. Yaşadığı her yer ve mekânda Rabb’inin rızası doğrultusunda bir yaşayış içinde olmaya çalışır. Zühd yanış anlaşılırsa pasifleşir Müslümanlar. Zühd, dünyayı sevmeden dünyayı Allah’ın (cc) rızası doğrultusunda imar etmektir. Yoksa dünyadaki her şeyi terk etmek zühd değildir.

Zühd, Dünyadan Gönül Bağını Kesmendir…

Nakşibendî Hazretleri (ks) her yıl dergâhı, evini tamir ettirir, yıkıp yeniden yaparlarmış. Hem müridlerine bir meşgale olurmuş hem de onlara dünyanın geçici bir yer olduğu hissini kazandırmaya çalışırmış. Müslümanların dünyaya bakışları gün geçtikçe değişiyor. Sanki hiç gitmeyecekmiş gibi bir yaşam tarzı artmaya başlıyor. Peygamber Efendimiz (sav); “Dünyaya dünyada kalacağın kadar, ahirete de ahirette kalacağın kadar çalış.” buyuruyor. Bu dünyada “Ya bir yolcu, ya bir misafir ya da bir ölü gibi ol.” buyrulmuş. İnsanın elindekini bırakması ona çok zor gelir. Hicret dünya sevgisini gönülden çıkarmada Müslümanın yardımcısıdır.

Dünya dediğin nedir?
Bir misafirhanedir.
İnsanı sarhoş eden,
Acip bir meyhanedir.
Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)

Hâcegân cemaati, Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) latife bir sözüyle sanki hizmetin inşaat bölümüne seçilmiş gibidir. Her an her şey olabiliyor. İstanbul’dan İzmit’e, Erzurum’a yolculuklar devam eder. Bir dergâh İzmit’te, bir dergâh Aksaray’da yapılır. Erzurum’a doğunun incisi bir külliye yapılır… Yarın kim bilir nerelerde ne mescitler, ne dergâhlar yapılır… “Evinizi prefabrik yapın, taşınması kolay olsun.” buyuruyor Hâce Hazretleri (kuddise sırruh).

Cenâbı Hak, bir insanda iki kalp yaratmadı. Allah sevgisinin gönülde yer etmesini istiyorsak, dünya sevgisi gönülden atılmalıdır. Şair öyle diyor:

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Padişah konmaz saraya hâne mâmur olmadan

Gönlünde Allah (cc) sevgisinin yer etmesini isteyen, gönül evini temizlemelidir.

Zühd, Nimeti Vereni Unutmadan   Şükretmektir…

Yeryüzü insanın hizmetine sunulmuş. Nebatat, hayvanat, cemadat hep insan istifade etsin diye yaratılmış. Şükrünü eda ederek elde edeceğin nimetler seni Allah’tan (cc) uzaklaştırmaz. Eğer bilirsen seni Rabbin’e daha çok yaklaştırır. Soğuk suyu içen Peygamber’in (sav) Rabbi’ne şükrediyordu.

Zühd; aileni, çoluk çocuğunu terk etmen değildir… Onları Allah (cc) için sevmendir. Allah’ın emaneti olduğu için onlara değer vermendir. Sana ait diye benim diye seversen imtihanın olur da, Allah için seversen muhabbet olur, kemalât olur, yakınlık olur ona…

Evliyadan bir zât şeftaliyi çok severmiş… Şeftaliyi yedikten sonra, şeftaliyi yaratan Rabbi’ni unutmadan, şeftalinin tadını Rabbi’nden bilerek; “Şeftali Allah’ım” dermiş. Sen de yediğin içtiğin şeylerde Rabbi’ni unutma… Sana nimet vereni unutma…

Zühd Orta Yolu Takiptir…

Bir zâhid olmak çok zormuş gibi gösteriliyor. Böylece dinin yaşanılır kısımları her geçen gün azaltılmaktadır. Zühd bir Müslümanın yaşaması ve olması gereken hâldir. Fazlası ve azı zarardır. İki durumda da sınırlar aşılır. Ölçü Nebevî yaşamdır.

Bir arabayı yokuş yukarı zorlarsanız, araba hararet yapar, motor yıpranır. Tersi de problemdir. Bayır aşağı arabayı boşa atarsanız frenlerin boşalma ihtimali olur. Fren patlarsa her an her yere çarpabilir araba… Birileri takva ve zühd adına insanları ruhbanlığa sürüklerken, birileri de insanları rahatlatma adına her şeyi serbestleştiriyor. İki durumda da insan Allah’ın rızasından uzaklaşır. Kulluk hudutlarının dışına çıkmaya başlar. Allah’ın (cc) gönderdiği dini değil de kendi istediğini yaşamaya başlar. Bu kulluk değildir. Zühd, kulluğun en güzel yaşanmasıdır. Zâhidin Allah’a kulluktan başka bir gayesi yoktur…

Zühd, Farzı Ayndır…

Zühd, tasavvufla özdeşleşmiş bir kavram… Sûfilerin hayatları tarif edilirken hep zühd kavramı kullanılmıştır.

Zâhid portresi, genellikle halktan uzakta münzevi bir hayatla şekillendirilir. Bu hayat zor gibi gösterilip, sadece belli bir zümreden (sûfilerden) zühd hayatı yaşaması beklenir olmuştur. Zühd, farzı kifaye değildir. Bazı Müslümanların zâhidâne yaşaması diğerlerinin üzerinden bunun sorumluluğunu kaldırmaz.

Zühd, farzı ayndır… Herkesin yaşaması gereken bir hayattır. Kim dünya sevgisini gönlünden atmadan Allah’a (cc) kul olacağını düşünüyorsa bu onun yanılgısıdır. Ashabı tarif ederken hepsi zühd sahibiydi deriz. En güzel zâhid Peygamber Efendimiz’dir (sav). Kim, O’nun yolundan gitmeden, O’na benzemeden O’nun ümmeti olduğunu söyleyebilir…

Ya Rabbi, bizleri seni sevenlerin yanından ayırma… Onlarla birlikte razı olduğun kullarından eyle… Ya Rabbi, sevdiklerini bize sevdir, bizi de sevdiklerine sevdir. Onların elinde muhabbetle “Muhammedcik” şeklini alabilmeyi bizlere nasib eyle.  Âmin…

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort