Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 10 Temmuz 2012 03:19

ÇİFTLİKLİ VEHBİ EFENDİ

ÇİFTLİKLİ VEHBİ EFENDİ
1906 – 1969

1906 yılında Ilıca’nın Aşağı Canören köyünde doğdu. Aşağı Canören köyüne imam olarak gelen Abdulgani Efe’den ders aldı. Abdulgani Efe’nin Ilıca’nın Tebrizcik köyüne tayin olması nedeniyle onunla birlikte 1938 Yılında Tebrizcik’e geldi.


Abdulgani Efe’nin bu defa 1942 yılında Erzurum merkeze bağlı Çiftlik köyüne tayini  çıkması üzerine hocası ile birlikte Hacı Vehbi Efe de bu köye gelmiştir.
Hacı Vehbi Efe hocası Abdulgani Efe’nin tayininin Öznü köyüne çıkması üzerine onunla birlikte bu köye gitmek istemiş ise de hocasının kabul etmemesi nedeniyle Çiftlik köyünde kalmıştır.

Vehbi Efendi bir gün Çiftlik köyüne gelmiş, Tebrizcikli Mustafa Efendi ile beraber Tikkirli Asım Bey’e, konak sahibi zata misafir olmuşlar.  Asım Bey, Vehbi Efendi’nin manevi bir zat olduğunu hüsnü zannı ile bilirmiş. Öğle namazından sonra sofra kurulmuş yemek yemeye başlamışlar. Vehbi Efendi lokmaları büyük alırmış. Asım Bey de kalbinden “Bu adama evliya diyorlar ama lokmaları büyük alıyor.” diye geçirmiş. Vehbi Efendi Asım Bey’e dönerek “Kurban bazı adam lokmayı büyük, bazıları da küçük alır.” diyerek Asım Bey’in kalbini okumuştur.

Diğer bir hatırası: Erzurum zenginlerinden birisi fakir düşmüş, evde hiçbir şeyi kalmamış, kimsesi de yok, hanımı ile kendisi üç gün aç kalmışlar. Hanımı demiş ki “Bey bu intihar sayılır git, caminin avlusunda birkaç  kuruş topla da biz bu intihardan kurtulalım.” Efendi hanımına der ki; “Dilenme işini ben yapamam ancak çıkacağım çarşıya, Cenabı Hak, Hızır’ı  gönderir inşaallah bizi bu sıkıntıdan kurtarır.”

Adam Gürcü Kapısı’nda  Arif  Efendi’nin kahvesine gelir orada oturur. Vehbi Efendi’nin adeti her gün o kahveye gelerek oturur. O fakir düşen adamı görünce kahveciye der ki “Şu efendiye bir çay ver.” kahveci çayı getirir.  Vehbi Efendi kalkıp çayların parasını verirken elini fakir adamın cebine sokar “Kurban gerisi de inşaallah kolaydır.” der ve gider. Adam cebine el atar ki  bir aylık nafaka koyulmuş. Sevine sevine çarşıdan bir şeyler alarak evine gelir, “Hanım ben Hızır’ı gördüm, harçlığımı da verdi.” der Vehbi Efendi’yi tanımayan o adam ertesi gün gene o kahveye gelir Vehbi Efendi’nin oğlu Mürsel Efendi ile Talat Efendi otururlar, onları tanırmış. Onlara der ki; “Hızır buraya geliyor, ben size şimdi göstereceğim.” O arada Vehbi Efendi içeri girer işte Hızır geldi der. Oğlu Mürsel Efendi der ki; “Bu benim babam.”

Vehbi Efendi Tebrizcikli  Mustafa Efendi ile birlikte Cinis köyüne giderler. Cinis’te tarikata ve zikre çok karşı olan bir adam zikirde oraya gelmiş, kış, soba yanıyor. Vehbi Efendi o adam gelince şişi sobada kızdırır ve şişi yalamaya başlar, adam onu görünce düşer bayılır. Baygın halde tövbe tövbe diyerek bilahare uyanır.

Çiftlikli Vehbi Efendi  1965 – 1967 yıllarında iki kez hacca gitmiştir, altmış üç yaşında iken yakalandığı mide kanseri nedeniyle 1969 Yılında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

Hacı Vehbi Efe Ilıca’ya bağlı Öznü köyünde medfun hocası Abdulgani Efe’nin yanına defnini vasiyet etmiş  ise de köylünün ısrarı nedeniyle Çiftlik köyündeki Garipler Mezarlığı’na defnedilmiştir.

VEHBİ EFENDİ’NİN KENDİ DİLİNDEN BEYİTLER:

Yâre götür mektubu ey badi saba
Mühibbi sadığa arz eyle bugün
Selamı hürmetimi tebliğ eylesen
Derundan birgatı kaldırsın bugün

Dağlar güler ara yerde hayırdır
Herkes sevdiğine elbet mayildir
Düşmüşlere yardım etmek günüdür
Dert çekenlere derman yetiştir bugün

Gece gündüz her tarafı gözlerim
Gele dostlar yüzün göre gözlerim
Gitti ömrüm yad ellerde gözlerim
Yare yarenlere, haber ver bugün

Sılayı ahvalimden karadır yüzüm
Halim ifadeye tutmuyor yüzüm
Bir yana çıkmaya kalmadı yüzüm
Mürüvvet handere haber ver bugün

Yahşi zamanımda düştüm dillere
Zalim nefsim beni vurdu yerlere
Baykuş gibi düştüm viran ellere
Mimari dillere haber ver bugün

Lütfeyle keremi eyle kerimini
Rahmet et bizlere rahmani rahim
Her gaflet dilinden eyleye selim
Merhamet şanlara haber ver bugün

Garibi garbe eyledi bu gönül
Dert ile mihnete kaldı bu gönül
Bir ağyar edip saldı bu gönül
El tutan erlere haber ver bugün    


Hakk’ın dergahına doğru varanlar
Alır metlubunu döner pervane
Darığı pirane bende olanlar
Okur evradını döner pervane

Sivas evmini tutanlardanım
Mürşidi kamili ikrare salim
Niceler deruni anlamazlarım
Gider ihtiyarı döner pervane

Diyarı gurbette kalan biçare
Ahiret fırkatını yandırandır nara
Tutuşur can hadı bir ahuzara
Akar gözyaşı döner pervane

Adı şemile can hayat bulunca
Feyzi Muhammed’in nasibin alınca
Gönül sefinesin behre salınca
Açılır yelleri döner pervane

Aşkı muhabbetle  yanıp kül olan
Tecellisi divanında divana duran
Cemali dilberin nurunu gören
Uçuben cankuşu döner pervane

Umut kesme Vehbi kadir Rahman’ın
Vehmedip derdine  gelsin Lokman’ın
Yar olsa kuluna lütfi Mevla’nın
Gelir ihsan durmaz döner pervane

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 09 Temmuz 2012 02:04

TAŞKESENLİ MUHAMMED ZEKİ EFENDi

TAŞKESENLİ ŞEYH MUHAMMED ZEKİ EFENDi
(1931–2002)

1931 yılında Erzurum Taşkesen köyünde dünyaya geldi. Babası Taşkesenli Şeyh Abdulkuddüs Efendi, dedesi Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi’dir. Annesi Taşkesenli Şeyh Ziyaüddin Efendi’nin kızı, Taşkesenli Ahmet Efendi’nin de torunu Zeynep Hanımdır.

İlk tahsilini, Taşkesen köyü medresesinde dayısı, aynı zamanda kayınpederi de olan Taşkesenli Şeyh Şahabeddin Efendi’nin yanında yaptı. Bu tahsil dönemi adeta yer altı medreselerinde geçmektedir. Zira O dönemlerde medreseler yasak, Arapça tedrisat yasak, Kur’an okumak da yasaktı. Bu bakımdan dini tedrisat görenler ahır odalarında okutulmakta idiler. Bu gibi yerlerde hayvan yemliklerinin altından birer gizli çıkış yolu açılırdı ki, herhangi bir jandarma baskınında yakalanmadan tahliye olsunlar diye.
İşte ilk tahsil hayatı bu zorluklar içinde başladı. Daha sonra da aynı şartlar içinde; Horosan Yüzören köyünde amcazadesi Şeyh Muhammed Efendi, Taşkesenli Molla Alaüddin Efendi ve Karayazı Erenler köyünde Şeyh Yahya Efendi gibi zatlardan kelâm, hadis, tefsir, fıkıh ve mantık dersleri aldıktan sonra yine dayısı şeyh Şahabüddin Efendi’nin yanında tahsilini bitirerek icazet aldı.

Taşkesen medresesinde uzun yıllar müderrislik yaptı. Daha sonra Şeyh Abdurrahman Taği Hazretleri’nin torunu Şeyh Muhammed Maşuk Efendi Yan halifesi, Yüzören köyü imamı olarak meşhur olan Taşkesenli Şeyh Muhammed Efendi’den manevi ders alarak şeyhlik (hilafet) unvanı aldı.

Daha sonra Erzurum merkezde ikamete başlayarak Taşkesenli Kültür Eğitim ve Dayanışma vakfının kurucusu ve fahri başkanı oldu. Burada da yine maddi ve manevi ilimlerde müderrislik görevine devam etti. Kardeşi ve halen Taşkesenli Kültür Eğitim ve Dayanışma Vakfı müderris ve imamı Sibğetullah Taşkesenli Hoca Efendi, Erzurum Fatih Sultan Mehmet Camii emekli imam ve vaizi Hafız Neşet Hoca Efendi, yine kardeşi ve Taşkesen camii emekli imam ve vaizi Ali Haydar Taşkesenli Hocaafendi gibi maddi ve manevi ilimlerle mücehhez âlimler yanında, birçok hoca ve talebe yetiştirdi. Aynı zamanda dedeleri adına inşa edilen Taşkesenli Camiinde senelerce vaaz ve nasihatlerde bulundu. Çok sayıda cami ve hayır kurumlarının meydana gelmesine de yardımcı oldu.

Başta İstanbul olmak üzere, Bursa, Adana ve diğer birçok illerde bulunan dost ve müritleri tarafından davet edilerek vaaz ve nasihatlerinden istifade edilirdi. Sohbetlerinde daha çok iman ve ahlâk konularına ağırlık verir, “Zamanımız iman ve ahlâkın zaafiyet içinde olduğu bir zamandır.” derdi. Dostlarından hep haberdar olmak isterdi. Sık sık arar hal ve hatırlarını sorardı.

Vefatından 3-4 gün önce, Taşkesenli Camiinde, Cuma vaazını ve Cuma namazını kıldıktan sonra ani bir kararla Taşkesene gideceğini söyler. Kardeşi İbrahim Taşkesenligil, “Ağabey, ben de gelmek istiyorum bir iki günlük işim var dur pazartesi beraber gidelim” der, ancak kabul ettiremez. “Yok, gecikiriz, ben gidip anamın, babamın kabirlerini de ziyaret edip pazartesi dönmek istiyorum” diyerek hemen Taşkesene hareket eder. İki gün kaldıktan sonra pazartesi dönmeye karar verir. Kış mevsimi dolayısıyla 6-7 aydır O civarlara gidemediği için gerek Taşkesenliler gerekse çevre köylerden ziyaretine gelenler birkaç gün daha aralarında kalmasına ısrar ederlerse de kabul ettiremezler ve Erzurum’a hareket eder. Gelirken yolda Aras nehrinin kıyısında kalabalık bir insan topluluğunun ağlayıp sızladığını görür. Yanlarına giderek hadiseyi sorar. Üç gün önce yakın köylerden bir genç arabasıyla Aras’a düşerek kaybolmuş. Üç gün boyunca gencin anne baba ve akrabaları gece gündüz Aras’ın kıyısında, evlerine de gitmeden ağlayıp  sızlayarak cesedi aradıklarını öğrenir. Keder sahiplerinin perişan olduklarını, ikna ederek evlerine göndermeleri ricası üzerine, gencin anne, baba ve yakınlarını yanına çağırarak, nasihatlerde bulunur. Kendilerini teselli eder ve cesedi burada bulamazsınız siz evlerinize gidin birkaç genç. Aras’a inişe doğru gitsinler inşallah bulurlar der ve keder sahiplerini evlerine gönderir. Aras’ın akışını takip eden gençler, O gün 8-10 km. ötede cesedi bulurlar. O çevreden taziyesine gelen herkes, o günkü hal ve hareketini, sohbetlerini, o kederli aileyi nasıl teselli ettiğini ve cesedin bulunabileceği yeri adeta tarif ettiğini anlatarak dua ve rahmet okuyorlardı.

Taşkesenli Zeki Hoca Efendi’nin en büyük özelliklerinden biri de insanların dargın olarak yaşamalarına tahammül edemeyişi idi. İki kişinin dargın olduğunu duysa hemen çağırır barıştırırdı. Hele kan davalarına hiç tahammül edemezdi. Onlarca kan davasını tarafları barıştırarak devamını önlemiştir.

Hocaefendi çok latif bir zattı. İnsanlarla şakalaşmayı gönül almayı çok iyi bilirdi. Kız kardeşi tarafından yeğeni aynı zamanda Erzurum eski milletvekili Fethullah Taşkesenlioğlu’nun oğlu Nasır Bey, Hocaefendi ile ilgili bir anısını şöyle anlatır: “O yüzünde tebessümü hiç eksilmeyen, yerinde ve zamanında nükte yapmasını bilen ve seven bir kişi idi. Bir gün Horasan Eski Müftüsü M. Sıddık Efendi, dayım Şeyh Zeki Hoca Efendi ve bir grup müridanla birlikte Karayazı’nın Erenler (Çohreş) köyüne başsağlığına gidiyorduk. Yolculuk esnasında M. Sıddık Efendi rahat etmek için sarığını çıkarmıştı. Köye yaklaştığımızda abdest alıp namaz kılmak, biraz da dinlenmek amacıyla mola vermiştik. Bu sırada Müftü Efendi (M. Sıddık Hoca Efendi) elindeki bir sarığı başına geçirmeye çalışıyordu. Sarığın ön tarafında Arapça yazılar görünüyordu. Dayım Şeyh Zeki Hoca Efendi; yaklaşıp sarığın üstündeki yazılara bakıp M. Sıddık Hocaefendiye: “Ezğulam, ne yazıyor sarığın ön tarafına?” diye sorunca “Mebsusetü’l-ümera!” (Âlim, ümera’nın sarığı) şeklinde cevap verince, Şeyh Zeki Hoca Efendi de: “Olmaz mı hediyetü’l-fukara!” şeklinde latife yapar.

23 Nisan 2002 Salı günü, yani Taşkesenden döndüğünün ertesi günü sabah namazını kıldığı esnada Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi aynı gün öğle namazını müteakiben çok kalabalık bir cemaatle kılınan cenaze namazından sonra, tabutu omuzlarda taşınarak Taşkesenli Camii yanında bulunan dedelerinin medfun olduğu türbeye defnedildi.

Taşkesenli Zadeler hakkında Mehmet  KIRKINCI Hoca Efendinin görüşleri:

“Enbiya’nın askeri şarkta ve hükemanın ağlebi garpda gelmesi kader-i ezelinin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbidir, akıl ve felsefe değildir.”

Taşkesenli ailesi hakkındaki görüş ve düşüncelerimin beyanına Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin yukarıdaki veciz ifadesiyle başlamayı münasip gördüm.

Evet, garpta her fikrin kaynağı felsefe ise, Şarkta her faziletin membaı dindir. İslam dini öyle engin ve zengin bir hazinedir ki, iki dünyanın saadet ve selametini tevlid için sadece bir cevheri bile kâfidir. İşte bu cevherleri kitap ve sünnetlerden istihraç etmenin en güzel yolu medresedir. İslam dinin en muhteşem zamanları, medreselerin fevkalade teali ve tekâmül ettiği, âlem-i İslam’ın her köşe ve bucağına yayıldığı dönemlerdir.

Bu medreselerden yetişen ulema, hakikaten Veresetü’l-Enbiya, yani Peygamber (asm) hakiki varisleri olurlardı. Ümmeti Muhammed’in müşkülleri bu ulemalar sayesinde izale edilirdi. Dinin hikmetleri bu zatlardan talim olunurdu. Mü’minler arasındaki uhuvvet ve muhabbete ait fikirlerin kaynağı bu medreselerdi. İslam tarihinden itibaren bu medreselerde İmamı Azam, İmamı Şafii, İmamı Gazali gibi birçok müçtehitler, âlimler yetişmişler. İslam milletinin İslam ve tenvirinde ziyadar birer güneş olmuşlardır. İslam dinin inkişafında devam ve bekasında büyük gayret göstermişlerdir. Netice olarak tarihimize şeref veren müçtehit ve âlimlerin her birileri bu nurlu ve feyizli medreselerin meyveleridir.
İslam’ın terakki ve tealisine asırlarca hizmet eden bir diğer müessese de tarikatlardır. İslam tarihinde tarikat ve tekkeler, irşad vazifesinde çok mühim icraatlar yapmışlardır. Bu tekkeler, asrısaadetten bu yana tekemmül ederek birer feyiz ve irfan membaları, olmuşlar. Abdulkadir Geylani, Şahı Nakşibend, Cüneyd Bağdadi, Mevlana gibi büyük mürşitler ve evliyalar yetiştirmişlerdir buralarda. İnsanlara manen ubudiyet ve hüsnü ahlak gibi hakikatlere ziyade ehemmiyet verilirdi. Böylece hakaiki imaniyenin inkişafına hizmet edilirdi.

Tarikatlarının feyzin membaı olduklarını söylemiştik. Çünkü insanlar o zikir ve fikirden aldıkları feyizle gafletten uyanırlar, imanları taklitten tahkike yükselir. Evet, insan dünyaya ne zevk ne de yemek için gelmiştir; o, yalnız marifet ve muhabbeti İlahi için, ubudiyet için yaratılmıştır. Dünya marifet ve fazilet erbabında başka hakiki saadetin zevkini hissetmiş ve tatmış kim vardır?

Evet, Şarkta Tağiler, Arvasiler, Küfreviler ve Kilinkarlılar gibi fazilet ve feragat örneği ilim ve irfan abidesi birçok aileler ve şahsiyetler yetişmiştir. Bu ailelerden birisi de Taşkesenli ailesidir. Bu aile de, yıllardan beri insanların bir taraftan medreseler ile ilim ve irfanına, diğer taratan tarikat ve tekkeler ile irşad ve feyzine hizmet etmiştir. Bunların bu hizmetleri nesillerden nesillere intikal ederek günümüze kadar gelmiş ve bu milletin teveccühüne mazhar olmuşlardır.

Prof. Dr. M. Sıdkı ARAS, (Kasım 1996’ da yayınlanan “ERZURUM’UN MANEVİ MİAMARLARI” adlı kitabında Taşkesenli zadelerle ilgili şu satırları yazmıştır.

…Erzurum’un Çat ilçesinde Babadereli Şeyh Ahmed Efendi, Hınıs’ta Şeyh Said Efendi, Tekman’da Taşkesenliler, Pasinler’de de Kilinkarlı Şeyh Abdulkerim Efendi. Horasan da ise, şimdi burada yazımıza konu teşkil eden Şeyh Hacı Emin Efendi’nin kolları faaliyet göstermektedirler. Daha fazla hizmet edebilme aşkıyla mıdır bilinmez, maalesef bunlarda bazılarının arasında büyük bir rekabet ve sürtüşme bulunmaktadır...

Tekman’da ikamet eden Taşkesenliler, tarihin derinliklerine inen çok köklü bir soya mensupturlar. Bu ailede özellikle “Horosan Müftüsü olarak tanınan Şeyh Mehmet Sıddık Efendi’yi yakînen tanıma şerefine nail oldum.

Bu da Selahattin Efendi gibi babamın dostuydu ve bize gidip gelirdi. Yerine göre kibirli yerine göre mütevazı, latife etmeyi seven çok muhterem bir zattı. Özellikle hitabeti çok kuvvetli idi. Birçok kerametinden birisini, yeğenleri İbrahim Taşkesenli Bey şu şekilde anlatmaktadır: “Amcam kalp krizi geçirmiş, yataktan yeni kalkmıştı. İstanbul’a gitmek istiyordu. Ben de endişeliydim. Seyahatin sıkıntısına dayanamayabilirdi. Endişemi anlayarak, ‘Oğlum korkma! Eğer bir hafta öncesinden haber vermezler ise ayıp  ederler’ dedi ve gitti. Bir zaman sonra çok sıhhatli göründüğü bir günde beni çağırarak çeşitli vasiyetlerde bulundu. Ve bir hafta sonra yine bir kalp krizi sonucu Rahmet-i Rahman’a kavuştu.
Kilinkarlı Abdulkerim Efendi’ye maalesef yetişemedim. Ancak son yüzyılda çevremizin en büyük âlimlerden olması hususunda ittifak bulunmaktadır. Bir gün Horasan Müftüsü M.Sıddık Efendi Hocamıza son elli yılın çevremizin en büyük âlimlerini sorduğum zaman ilk ikisini, Ali Rıza Efendi ile Abdulkerim Efendi olduğunu belirtmişlerdir.

…Ve nihayet 27 yıl boyunca toprak altında kalmasına rağmen kefenini dahi çürütmeden koruyabilen bir Taşkesenli Şeyh İbrahim vardı.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 08 Temmuz 2012 04:27

TAŞKESENLİ MUHAMMED SIDDIK EFENDİ

TAŞKESENLİ ŞEYH
MUHAMMED SIDDIK EFENDİ
1914-1985

Daha ziyade Horasan Müftüsü olarak tanınan Taşkesenli Şeyh Muhammed Sıddık Efendi 11.12.1914 yılında Erzurum Sultanmelik Mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Taşkesenli Şeyh Ziyaeddin Efendi, dedesi de Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendidir. Annesi Hatice Hanım, Çokreş (Karaçoban Erenler Köyü) şeyhlerinden Şeyh İbrahim Efendi'nin kızıdır. Soyu, Baba tarafından Hazreti Abbas, anne tarafından Hazreti Ömer'e dayanmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nda dünyaya gelmiş, daha 2 aylık iken babasını kaybetmiştir. Ağabeyi Taşkesenli Şeyh Şahabeddin Efendi tarafından okutulmuş ve yetiştirilmiştir.

Tahsil hayatı çok zor bir döneme rastlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı, akabinde Erzurum'un Rus ve Ermeniler tarafından işgali, İstiklâl Savaşı ve daha sonra da ailenin tehcir edilmesi, tahsilini zorlaştırmıştır. Buna rağmen, Ağabeyi Taşkesenli Şeyh Şahabeddin Efendinin yanında, adeta yeraltı medreselerinde Arapça ve Farsça başta olmak üzere, fıkıh, kelâm, tefsir, hadis ve mantık ilimlerini okuyarak icazet almıştır. Medrese tahsili devam ederken ayni zamanda da ilk ve orta mektebi Erzurum'da okumuştur. Ailenin diğer fertleri gibi ve tehcir mecburiyetiyle, muhtelif köylerde imamlık ve vaizlik yapmıştır. Bilhassa dini tedrisatın yasak olduğu bu dönemde, hem halkı irşat hem de gençlere Kur’an ve fıkıh dersleri vererek insanlarımızın dini tecritten asgari derecede etkilenmesine gayret göstermiştir.

1952 yılında Müftü olarak Erzurum Tekman ilçesinde göreve başlamış, 1954 yılında Horasan Müftülüğüne, 1960 yılında da Erzurum Merkez Vaizliğine atanmıştır. Bilhassa Erzurum’da ki vaazları halk tarafından çok benimsenmiş ve vaaz verdiği camiler tıklım tıklım dolup taşmıştır. Halk tarafından Horasan müftüsü olarak tanıtılmış, böylece de meşhur olmuştur.

1960 ihtilalinde, Doğu Anadolu'daki birçok şeyh ve tanınmış şahsiyetler gibi bu zat da tutuklanarak Sivas'a gönderilmiş, 6 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır. Sivas'ta tutuklu bulunduğunda, beraberindekilere devamlı cemaatle namaz kıldırmış, gerek sabır gerekse fıkıh konularında irşad görevine burada da devam etmiştir. İlmi ile hemen dikkatleri toplayan Muhammed Sıddık Efendi'ye rütbeli bir subay, sinemanın haram olup olmadığını sorar, sinemayı görmediğini bunun için de herhangi bir şey söyleyemeyeceğim der. Subay, “Arzu ederseniz cezaevinde gösterilmekte olan bir filmi seyredelim.” teklifine olumlu cevap verir. Film seyredilir. Tarihi bir film gösterilmektedir, ancak filmin bazı yerlerinde öpüşme sahneleri vardır. Filmi seyrettikten sonra “Sinema yerine göre helal yerine göre haramdır. Bu bir alettir iyi yerlerde kullanılırsa helal, hatta faydalıdır. Kötü yerlerde kullanılırsa haram ve zararlıdır. Tıpkı İnsanın dili gibi. İnsanoğlu, dilini iyi olarak kullanırsa faydasını, kötü olarak kullanırsa zararını görür.” diye cevap verir. Sinema hakkındaki bu cevabı; o zamana kadar sinemaya, hiç bir yorum katmaksızın, haramdır diyen din âlimlerinin cevapları karşısında çok müsbet karşılanmış ve takdir toplamıştır.

1960’tan sonra bir yandan merkez vaizliği görevine devam etmiş bir yandan da Bitlis'te Şeyh Abdurrahman'i Taği Hazretleri’nin torunu Şeyh Taha Efendi’den irşad dersleri alarak halife unvanı almıştır. Şeyh Muhammed Sıddık Efendi, bu zaman zarfında bir yandan vaazlık görevine devam etmiş bir yandan da tarikat yoluyla halkı irşada devam etmiştir. Aynı zamanda, evinin alt katını medrese haline getirerek (Bbugün Taşkesenli Kültür ve Eğitim Vakfı olarak kullanılmaktadır) yüzlerce talebe okutmuş ve bir çoğuna icazet vermiştir. Mezun talebeleri arasında, aynı zamanda yeğeni de olan Taşkesenli Şeyh Muhammet Zeki Efendi, Tortum'un eski Müftüsü Merhum Hafız Yahya Efendi, halen Erzurum'un fahri vaaz ve müderrislerinden Eşref Hoca Efendi, Pasinler'in Keyvank köyünden Hafız Şuayb Efendi bulunmaktadır.

Şeyh Muhammed Sıddık Efendi son senelerinde kalp hastalığından muzdariptir. Aile fertleri çok ihtimam göstermektedirler. Çok yorulmamasını ve stresten uzak olmasını hep dile getirmektedirler. Bu hastalığıyla bir seyahata gitmek istemektedir. Seyahatten vaz geçirilmek istenmekte ise de başarılı olunamaz. Uçağa binmek üzere iken Yeğeni İbrahim Taşkesenligil'in, “Dayıcığım rahatsızsınız keşke bu seyahate çıkmasaydınız!” temennisine “Evladım,korkma bizi öyle habersiz götürmezler. En azından bir kaç ay önceden bize haber verir öyle götürürler.” diye cevap verir. Şeyh Muhammed Sıddık Efendi'nin vefatını, yeğeni İbrahim Taşkesenligil şöyle anlatır. “Dayım, vefatından birkaç ay önceden itibaren, sohbetlerini hep ayrılacakmış gibi yapardı. Bizlere tavsiyelerde bulunur, zaman zaman vasiyetlerini hatırlatır, keşke falancanın irşadını da bitirmiş olsaydım, keşke falan şeyin de düzelmiş olduğunu görseydim gibi arzularını dile getirirdi.” Gurubum geldi ey saki bana medle'e görünmez mi? Ölümüm geldi ey Mevla bana lütfun görünmez mi? diye başlayan kasidesini de bu dönemde yazmıştır. Yine vefat gününden bir gün önce (12 Şubat 1985 ) uzun bir dua kaleme almış, sanki o anda Allah'ın (cc) huzuruna gidecekmiş gibi tadarru ve niyazda bulunmaktadır. Duayı tamamlama imkânı olamamış yarım kalan bu dua birçok akraba ve dost evlerinde çerçevelettirilerek muhafaza edilmektedir. 12 Şubat'ı 13 Şubat'a bağlayan gece yarısı çalan telefonla, dayımın rahatsızlandığını ve beni istediği haberini verdiler. Gittiğimde, kalbinden çok muzdarip olduğunu ancak belli etmeyecek derecede sohbetlerine, tavsiye ve vasiyetlerine devam ettiğini gördüm. Hastaneye götürmeyi teklif ettik kabul etmedi. Zaman zaman kendilerini ziyarete gelerek sohbetlerinde bulunan Mareşal Çakmak Hastanesi kardiyoloji bölümü şefi Albay Dr. Sebahaddin Elçi’yi çağıralım teklifimizi kabul ettiler. Sebahaddin Bey gelerek muayene etti, muayene esnasında doktorla gayet iyi sohbet etmekte sorulan suallere gayet iyi cevaplar vererek şikâyetini dile getirmekte idi. Doktor, hayretler içinde bizleri bir kenara alarak "Müftü efendi tıbben şu anda şokta olması gerekir. Bu kadar zinde görünmesi ve bu kadar rahat konuşabilmesi ancak ve ancak iman kuvvetiyle izah edilebilir. Evde Yapabileceğimiz bir şey yok, hastaneye götürmemiz lâzım.” dedi. Doktorun da yardım ve ricası üzerine, sabah namazını kıldıktan sonra olmak şartıyla, hastaneye gitmeye razı ettik. Yakutiye Araştırma Hastanesi’ne götürdük. Mesainin başlamasıyla birlikte kendisini tanıyan doktorlar, personel, şehirde duyan halk, hastaneye akın etmeye başladı. Ziyaret eden doktorlar bağlı olduğu kalp aletlerinden anladıklarına bakarak, yaptıkları sohbet ve her gelenle ayrı ayrı ilgilenmesine ve kendileriyle sohbet etmelerine bakarak, hayretlerini gizleyememektedirler. Hastanenin çok tanınmış bir profesör doktoru, durumunu görünce hayretler içinde bana dönerek “İbrahim Bey Hoca’mın bu halde konuşamaması gerekir. Kendisine söyleyin kendini çok yormasın.” Ben de siz söyleyin, dedim. Bunun üzerine kendilerine yaklaşarak “Hocam kendinizi çok yormayınız sadece kelimei tevhid ile meşgul olunuz.” demesi üzerine tebessüm ederek bana döndü Kürtçe “Bu ahmaka bak, ben elli senedir o kelimeye hizmet ediyorum. Bir saniye dahi o kelimeden gafil olabilir miyim?” dedi. (Şüphesiz ki Allah dostlarının; konuşurken de, iş yaparken de kalplerinin zikrullah ile meşgul olduğunu; irşad ehlinin de görevinin, Hakk'ı tebliğ etmek yani sohbet etmek olduğunu, bu görevlerini yaparak çene kapamayı da vazife bildiklerini, ancak ve ancak erbabı bilir.)

Bu sohbetlerden bir kaç saat sonra yani 13 Şubat 1985 saat 13.30’da sekeratının farkına bile varılmadan ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Ertesi gün Erzurum Asri Kabristanında Amcası Taşkesenli Şeyh Muhammet Sırrı Efendi’nin türbesi yanına defnedildi. Cenâbı Hak şefaatlerine nail eylesin...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 30 Haziran 2012 20:40

TAŞKESENLİ MUHAMMED SIRRI EFENDİ

TAŞKESENLİ ŞEYH

MUHAMMED SIRRI EFENDİ

(1895 – 1954)

Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendi’nin küçük oğludur. 1895 yılında Erzurum Caferiye Mahallesi, Caferiye Camii yanındaki (şu anda yıkılmış olan) bir evde dünyaya gelmiştir. Annesi, aynı zamanda babasının amcası kızı Sariye Hanım’dır. Ailesi 1250’li yıllarda Bağdat’tan göç ederek Şam, daha sonra da ilim ve irşat vazifesi ile muhtelif yerlerde ikamet ettikten sonra 17. yüzyılda Bingöl’ün Hacılar köyüne, 1870’li yılların sonunda yine ilim ve irşat görevi ile Erzurum’a yerleşmiştir.

İlk tahsiline, Caferiye medreseleri müderrisi olan ağabeysi Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin yanında başlamış, fıkıh, kelâm, hadis, tefsir ilimlerini burada ikmal etmiştir. Ağabeysinin vefatından sonra mantık ve Farsçayı, Tortum Müftüsü (Büyük Müftü) aynı zamanda ablasının da kocası olan Muhammed Sıddık Efendi’nin (Mehmet Bey) yanında okuyarak icazet almıştır.

Bilahare, Babası’nın halifesi, (dayısı da olan) Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi’ye teslim olmuş ve irşat ilmini bu zatın yanında ikmal ederek halife unvanını almıştır.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi; 14 yaşında iken babası vefat etmiştir. 18 yaşında iken I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi üzerine ağabeysi Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin başkanlık ettiği, talebeleri ve müritlerinden müteşekkil milis birliği ile birlikte Sarıkamış cephesinde savaşa katılmış, genç yaşına rağmen büyük yararlılıklar göstermiştir. Bu savaşta, ağabeyi Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin hastalanarak vefat etmesi neticesinde, gerek ailenin idaresinin kendisine kalması gerekse de Erzurum’un Ruslar tarafından işgal edilmesi, tahsil ve irşat hayatında büyük güçlükler teşkil etmiştir. Babası, bilahare de ağabeysinin müderrisliğini yaptığı Caferiye Medreseleri dağıtılmış tahsile devam imkânı kalmamıştı. Ruslar, daha ziyade de Ermenilerin Erzurum merkezdeki zulmünden çok sıkıntı çektiklerinden medreseyi Taşkesen’e, dayısı Şeyh İbrahim Efendi’nin yanına nakletmek mecburiyetinde kalmışlardı. Bütün bu zorluklara rağmen hem tahsil hem de irşat vazifesine, talebeleriyle birlikte devam etmeye çalışmıştır.

1924 - 25 yıllarındaki din âlimlerine karşı yürütülen hareketlerde tutuklanarak Erzurum’da uzun müddet hapis yattıktan sonra tahliye edilmiş ancak Erzurum dışında ikamete zorlanmıştır. Bunun üzerine Pasinler Toparlak köyünde ikamete başlamış, çok zor şartlar altında Pasinler, Narman, Tortum ve Erzurum merkez ve köylerinde ilim ve irşat vazifelerine devam etmişlerdir.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi’nin devri istifadesinde tekke ve zaviyelerin kapatılması, medreselerin de ilgası ilmi sahada çalışmalarını engellemiştir. Buna rağmen çevresindekilere maddi ve manevi ilimlerle yardımcı olmaya devam etmiştir. Bu şartlara rağmen maddi ve manevi sahada onlarca ilim adamı yetiştirmiştir. Dayısının oğlu Şeyh Abdulkuddüs Efendi, büyük oğlu ve Güllü imamı Şeyh Abdurrahman Efendi, oğlu, aynı zamanda Ahkâm Tefsiri ve İbni Abidin’in mütercimi büyük âlim Mazhar Taşkesenli Hoca, amcazadesi Molla Said Efendi, bu dönemde yetiştirilmiş âlimlerden bir kaçıdır.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi; uzun müddet Erzurum’un muhtelif camilerinde, bilhassa Caferiye ve Kadana camilerinde merkez vaizliği yaparak da yine irşat görevine devam etmiştir. Çok sayıda görülmüş kerametleri müritleri tarafından nakledilmektedir. Müritlerinden Hacı Muhammed Gökdemir, beraberinde yaptığı bir hac seyahatini şöyle anlatmaktadır: 1950 yılında Hocam Muhammed Sırrı Efendi Hazretleri, Hacı Adil Sağlam Bey, eşi ve ben dört kişi Hacc’a gitmek üzere trenle İstanbul’a hareket ettik. Tren yolculuğumuzda, bitişik kompartımanda Erzurum 3. Ordu Komutanı tayinle İstanbul’a gidiyordu. Hocamla tanıştıktan sonra yol boyunca Hocamla hasbıhal eder ve Hocama çok hürmet ederdi. İstanbul’da Sabuncu Rıfat Evyap Bey bizi karşıladılar ve evlerine misafir ettiler. On dört gün burada kaldık. Rıfat Bey’in babası Abdurrahim Efendi büyük bir âlim idi. Erzurum’da noterlik de yapmıştı. Akşamları Hocamla ilmî sohbet ederlerdi. Daha yaşlı olmasına rağmen Hocamın karşısında devamlı dizde oturur Hocamın bütün ısrarlarına rağmen oturuşunu değiştirmez ve çokça hürmet ederdi.

4 Eylül 1950 günü “Yakub Kaptan” vapuru ile İstanbul’dan hareket ettik. İki yataklı bir odada ben ve Hocam kalıyorduk. Vapur seyahatimizin boş zamanlarında Hocam bizlere ve diğer yolcu arkadaşlara Mevlânâ Halid Hazretleri’nin Mektubât’ını okur ve bizlerle sohbet ederdi. Bize cemaatle namaz kıldırırdı. Yolculuğumuz on dört gün sürdü. Giderken Beyrut’ta bir gece kaldık. Beyrut’tan bizim vapurumuza Afganistan Şeyhülislamı ve ailesi de bindiler. Yolculuk boyunca zaman zaman Hocamla sohbet eder ve Hocama çok hürmet ederdi. Cidde’ye vardığımızda Hattat Molla Mustafa Efendi ile karşılaştık kendisi Mekke Üniversitesi’nde hocalık yapıyordu. Mekke’de kaldığımız müddette sık sık Hocamı ziyarete gelir bazen de bizi, kaldığı Beyt-i Muazzama’nın vakıf odasına davet eder hizmette bulunurdu. Mekke’de Seyyid Abdülhamid Enkavi’ye misafir idik. Arafat’a vakfeden sonra çok şiddetli bir rüzgâr çıktı ardından yağmur ve dolu başladı, yağmurun şiddeti ile ceviz büyüklüğündeki dolular tokmak gibi başımıza vuruyordu. Öyle ki bir arkadaşımızın vücudunda, doludan dolayı morluklar meydana geldi. Hac dönüşü kısa bir süre sonra vefat eden bu arkadaşımızın vücudunda o morluklar yeniden çıktı. Mina’da iki gece kaldık. Gerek Arafat’taki şiddetli fırtına ve yağmurdan gerekse hacılar içerisindeki salgın hastalıktan dolayı Hocam rahatsızlanmış idi. Mina’daki ikinci gecemizde Hocam iyice hastalandı. Namaz vakitlerinde muntazam namazlarını kılıyor sonra yatıyordu. Bu hastalığa yakalananlar Hocamdan daha çok aciz durumda idiler fakat Hocam hiç aciz duruma düşmedi. Hocamın anlına buz sürdüğüm bir sırada, diğer hastaların durumuna bakarak “Hocam da bu durumlara düşebilir mi, düşerse ben ne yaparım? Hatta vefat ederse benim halim ne olur.” diye düşünerek sessizce ağlamaya başladım. Gözleri yumuk olan Hocam: “Oğlum Muhammed neden ağlıyorsun? Benim öleceğimden mi kokuyorsun?   Korkma hastayım ama inşallah Cenâbı Hak şifamı verecektir. Ben iyileşeceğim. Ne zamanki ben sana vasiyette bulunursam yapılacak şeyler hakkında bir şeyler söylersem o zaman benim öleceğimden kork.” Bayramın 4. günü Hocam iyileşti. Kalan taşlarımızı atarak Mekke’ye indik. Sonra Medine’ye doğru yola çıktık yollar şimdiki gibi değildi. Derme çatma arabalarla toz toprak içinde üç günde Medine-i Münevvere’ye gelebildik. Hocam Türbe-i Saadet’i tarikatımıza yakışır şekilde ziyaret ederdi. Medine-i Münevvere’den ayrılırken Hocam çok üzgündü. Cidde’ye geldik Cidde’de bir-iki gün kaldıktan sonra vapura bindik. Süveyş Kanalı’nın çıkışı, Port Said limanında, vapur şirketinin geçiş için ödemediği para yüzünden bir hafta bekledik. Orada kaldığımız son gece Hocam aynen şöyle dedi. “Bu gece rüyamda Seyda Hazretleri’ni (Babaları) gördüm. Yolumuzun açıldığını bana müjdeledi. Bugün inşallah yolumuza devam edeceğiz.” O gün hareket ettik. Kıbrıs’ın güneyinden geçerek Rodos adasının yakınlarında, ikindi namazından sonra hava karardı. Çok şiddetli bir fırtına ile birlikte deniz dalgalanmaya başladı. Fırtına ve dalga ile aşırı derecede sallanan vapurda, kimse ayakta duramaz oldu. Deniz tutmasıyla da yolcuların çoğu kendinden geçmiş gibi idi. Hocam o gece sabah namazına kadar güvertenin etrafında okudu ve dolaştı. Sabah namazından sonra deniz sakinleşmeye, fırtına dinmeye başladı. O vakit Hocama: “Kimsenin ayakta duramadığı bir zamanda ayakta durmaya ve dolaşmaya nasıl tahammül ettiniz?” diye sordum. Aynen şöyle buyurdu. “Ben o kalbe kırk sene hizmet ettim, emek verdim. Beni bu kadar taşımazsa neye yarar.” Bir kaç gün sonra İstanbul’a ulaştık oradan da Erzurum’a geldik.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi’nin hayatında sıkça rastladığımız bir insan vardır ki ondan, onun takvasından ve mürşidine olan bağlılığından bahsetmeden geçemeyeceğiz. O adeta Şeyhine âşıktı. Görmeden duramazdı. Deli Molla lakabıyla meşhur Molla Mehmet (Güler)’den bahsediyorum. Deli Molla ile ilgili bir kerameti Taşkesenin yaşlılarından aynı zamanda müridi rahmetli Hacı Salih Koçak şöyle anlatır:

“Şeyh Efendi, Erzurum’dan kayınbabalarının da ikamet ettiği Tuzla köyüne misafirliğe gelmişti. Şeyhimin hizmetinde bulunmak için kendisiyle beraberdim. Sabah namazını cemaatle kıldıktan sonra Şeyhim vird çekmeye başladı. O anda Molla Mehmet içeri girdi, şaşırmıştım. Seher vaktinde birçok kimsenin dışarı bile cesaret edemediği şu anda, bu insanın içeriye girmesi bizleri fazlasıyla şaşırtmıştı. Nereden gelip nereye gideceğini sorduğumuzda da: “Şakşak’ta (Tekman’ın yaklaşık 20 km. güneydoğusunda bir köy) sabah namazını kıldıktan sonra dışarı çıktım Şeyhimin kokusunu alıyordum. Beni bu tarafa doğru çekiyordu. Onun hasretiyle yanmıştım. İstikametim Taşkesendi (Taşkesen köyü ile Şakşak köyü arası tahminen 35 km. dir.) Ancak Kırkgöze mevkiine geldiğimde bu defa o kokunun batıdan (Tuzla Köyü tarafından ) geldiğini hissettim. Allah’ıma şükür ki Hocamı burada buldum” dediğinde Şeyh Sırrı Efendinin de: “İşte bu ilahi bir keramettir.” diye söylendiğine şahit oldum.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi 7 Temmuz 1954 yılında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. 59 yaşında vefat eden Şeyh Muhammed Efendi’nin türbesi Asri Mezarlığı’ndadır

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi’nin, 7 erkek 1 kız çocuğu olmuştur. Oğullarından, Abdurrahman Efendi, Halid Efendi, Mazhar Efendi, Eşraf Efendi medrese tahsili ile sahalarında çok iyi yetişmiş birer âlim olarak çevrelerindekilere dini ve ilmi hizmetlerde bulunmuşlardır. Diğer oğulları Ömer Efendi ticaretle, Mustafa Efendi ziraatla, Fethullah Efendi siyasetle uğraşmışlardır. Fethullah Efendi (Taşkesenlioğlu) 1957-60 arası Demokrat Parti milletvekilliği, 1969-74 arası Adalet Partisi milletvekilliğini yaptı. Özellikle DP Milletvekilliği döneminde Erzurum Üniversitesi’nin kurulmasında çok büyük gayretleri olmuş, üniversitenin kuruluş kanununu teklif eden milletvekillerinden birisidir. 1960 ihtilâlinde Yassıada’ya gönderilen milletvekillerindendir.

Allah Teâla şefî-i ahir etsin.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Haziran 2012 02:47

TAŞKESENLİ ŞAHABETTİN EFENDİ

ŞAHABETTİN TAŞKESENLİ

1898-1956

 

1898 Yılında Erzurum’da doğdu. Babası Şeyh Ziyaettin Efendi annesi Çokreşi şeyhlerinden Şeyh İbrahim Efendi’nin kızı Hatice Hanımdır. Babasının amcası oğlu olan Şeyh İbrahim Efendi’nin kızı Zöhre hanımla evlenmiş, iki erkek beş kızları olmuştur. Babası Şeyh Ziyaettin Efendi’den ders alarak medrese tahsiline başladı.

Birinci Dünya Harbi esnasında babasının genç yaşta vefat etmesi üzerine ailenin müderrislerinden Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi, Hüseyin Efendi ve Abdullah Efendi Tortum Müftüsü Mehmet Bey veya Büyük Müftü olarak tanınan aynı zamanda halasının kocası ve babasının talebesi olan Muhammed Sıddık Efendi Arapça ve Farsça okuyarak devam etti. Aynı zattan kelam, mantık, hadis ve tefsir dersleri okuyarak icazet almıştır. Dedelerinin maruz kaldığı akıbete O da uğramış. Rus ve Ermenilerin Erzurum’u işgalinden ve daha sonra da şapka isyanından etkilenen ailesi ile birlikte Erzurum’un dışında ikamete zorlanmıştır. Bunun  üzerine Erzurum Pasinlerin Ketvan ve Kurnuç köylerinde uzun süre imamlık görevi yapmıştır. Bu yıllarda maddi ve manevi sıkıntılar içinde imamlık vazifesini yürüten şeyh Şahabettin Efendi, aynı zamanda çevre köylerde irşad faaliyetleri yürütmüştür. İrşad görevini yürüttüğü köylerde ve çevresinde büyük bir saygınlık kazanan şeyh Şahabettin Efendi, fıkhî meseleleri izah etmekle de ün kazanmıştır.

1918 yılında Pasinlerin Taşkaynak köyünde genç bir imam olarak görev yaparken Ermenilerin yaptığı katliamlara karşı köy halkını teşkilatlandırarak onlarla birlikte Ermenilere karşı göğüs göğüse mücadele vermiştir.

Taşkaynak köyü ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey ve köylülerle birlikte Ermenileri kovalayarak çok sayıda Müslüman’ın kurtarılmasını sağlamıştır. Ruslar Erzurum’dan çekildikten sonra Ermeniler büyük katliamlara başlamışlardı. Köylerden topladıkları erkekleri Hasankalesi’ne götürerek metruk binalara doldurup ya yakıyorlar veya kurşuna dizerek katlediyorlardı. Taşkaynak köyünün genç imamı Şahabettin Efendi, köyün ileri gelenlerinde Hacı Rıza Bey ve bulabildikleri köylüleri toplayan silahlı ermeniler, katletmek üzere Hasankale’ye doğru yola çıkarmışlardı. Yolda ermeni çetelerinin başı bunları Hasankale’ye götürmek üzere iki ermeniye teslim eder başka köylerden Türkleri toplamak üzere ayrılırlar. 18 yaşındaki genç imam “Bizi götüren iki kişi gelin bunları öldürüp kendimizi kurtaralım.” der. Tutuklulardan bazılarının  “Bizi öldürmelerine sebep olursun.” itirazına aldırmadan Hacı Rıza Bey’den de destek alarak ermenilerin üzerine atlar kısa bir arbededen sonra köylülerin de desteğiyle ermeniler öldürülerek kendilerini de köylüleri de kurtarmış olurlar. Ermenilerin silahını alan Şahabettin Efendi Hacı Rıza Bey köylerine dönerken yolda bir grup köylülerin yine ermeniler tarafından toplanarak getirildiklerini görürler. Hacı Rıza Bey ile birlikte oradaki bir bostan damında siperlenerek ermeni çeteleriyle muharebeye başlarlar.  Epey muharebeden sonra karşı siperde çete başının tepesi gözükür işte o anda ateş eder ve kalpağının havalandığını görür o esnada Hacı Rıza Bey “Hocam başlarını geberttin.” diye bağırır. Evet, çete başını öldürmüşlerdi. Aslında Hocaefendi o ana kadar eline silah almış da değil. Sonraki yıllarda bu hadiseyi anlatırken olanları, “Hepsi Allah’ın (cc) inayeti ile gerçekleşmiştir yoksa bizim maharetimiz değil.” derdi. Çete başının öldürülmesinden sonra, kalan ermeni çeteleri panikler bundan istifade eden köylüler de her biri bir yana dağılarak kendilerini kurtarmış olurlar. Ermeni çeteleriyle çarpışma devam ederken Hasankale’ye yaklaşmış olan Kazım Karabekir komutasındaki ordudan bir müfrezenin onlara doğru geldiğini gören ermeniler çaresiz teslim olurlar. Böylece zulüm eden ermenilerin bir kısmını imha ederek gazilik mertebesine ulaşmıştır. Birinci Dünya Harbi’nden sonra Pasinler’in Ketvan, Kavuşturan, Büyükdere köylerinde imamlık yaparken aynı zamanda kurduğu medresede ilim adamı yetiştirmeye de devam eder. 1925 – 1926 yıllarındaki din adamlarına karşı geliştirilen hadiselerde amcazadesi ve üstadı Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi ve amcası Şeyh M. Sırrı Efendi ile birlikte bir müddet hapis yatar. Daha sonraki yıllarda da muhtelif köylerde de imamlık yaparak medreselerinde ilim adamı yetiştirmeye devam eder. Babasının sağlığında, Erzurum Sultanmelik mahallesindeki çok iyi ve geniş evlerinde büyümüş ve babasının başında bulunduğu Caferiye Medreseleri’nde tahsil görmüş birisi olarak köy imamlığını da kendisi için büyük bir görev telakki etmiş, çok sıkıntılı ve yoksullukla dolu bir hayat çekmesine rağmen her halukârda medreselerindeki tedrisatı devam ettirmiştir. Aynı zamanda halka önderlik görevini de layıkıyla yerine getiren Şahabettin Efendi, bu fani dünyada dünya malına hiç meyletmemiş ve “vera” sahibi bir zat olarak hayatını sürdürmüştür.

Horasan Müftüsü olarak tanınan ve Erzurum’da uzun yıllar merkez vaizliği yapan küçük kardeşi Muhammed Sıddık Efendi, amcasının oğlu ve Yüzveren İmamı olarak tanınan Muhammed Efendi Hoca, yeğeni aynı zamanda damadı da olan Şeyh Zeki Efendi ve Ataullah Efendi gibi birçok tanınmış din âlimleri bu medreselerinde yetişmiştir. Fıkıh ve tarikatlar konusunda yazdığı eserleri, bir takım imkânsızlıklar ve bazı sebepler dolayısıyla yayınlanamamıştır.

1948 yılında oğlunu tedavi ettirmek maksadıyla İstanbul’a gittiğinde, Taşkesen Medresesi’nde bir müddet öğrenim görmüş olan zamanın İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen ile görüşerek dostluklarını yenilemiş ve büyük Âlim Ö. Nasuhi Bilmen’in takdirini kazanmıştı. Erzurum’a döndükten sonra da Bilmen Hoca ile irtibatı devam etmiştir. Ayrıca büyük âlim mütefekkir Seyyid Abdulhakim Arvasi, Eyüp Sultan Camii vaazı meşhur âlim Seyyid Şefik Arvasi, Üsküdar Müftüsü Seyyid Mekki Arvasi, Erzurum Müftüsü büyük âlim Solakzade Sadık Efendi gibi Erzurum ve diğer illerdeki tanınmış ilim adamları ile dostlukları, bilgi alışverişleri, hayatı boyunca devam etmiştir. Maddi ilimlerde olduğu gibi manevi ilimlerde (Tasavvuf) de çok ileri mertebelere ulaşmıştır.  Ancak amcası büyük âlim Şeyh Muhammed Sırrı Efendi’ye olan saygısından dolayı kendisini çok fazla izhar etmemiştir. Büyük oğlu Abdulhamid Efendi’nin vefatından sonra kalan tek oğlu Ataullah Efendi’nin maddi manevi ilimlerde iyi derecelere ulaşmasını sağlamıştır.

Bediüzzaman’a Hürmet

Dedelerinin yoluna çok bağlı ve daima İslamî   ilimler peşinde koşan Taşkesenli Şeyh Şahabettin Efendi, aynı zamanda büyük din adamlarına karşı büyük alaka gösteren bir şahsiyettir. Bediüzzaman Hazretleri’nin Şeyh Ziyaettin Efendi’yi ziyarete geldiğini, ancak bu zatın vefatından dolayı göremeyerek Palandöken’den Bitlis’e doğru gitmekte olduğunu öğrenir. Bu arada Şeyh Şahabettin Efendi Bediüzzaman Hazretleri’ni görmek için Taşkesen köyünden Erzurum’a gelirken Palandöken Dağları’nın zirvesinde karşıdan gelen 2 – 3 atlı ile karşılaşır. Daha onlara yaklaşmadan hemen atından iner, gelen atlıların önündeki zatın elini saygı ile öper ve “Siz Saidi Nursi değil misiniz?” der. O zat da “Evet, sen de benim kardeşim Ziyaettin’in oğlu değil misin?” der. Daha sonra ayrılırlar.

Bronşit ve göğüs ağrılarından muzdarip olan Şeyh Şahabettin Efendi, 11.01.1956 tarihinde vefat etmiştir. Taşkesenli Camii yanındaki dedesi Taşkesenli Şeyh Ahmet Efendi türbesinde babası yanına defnedilmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort