Gülzâr-ı Hâcegân
ABDUL GANİ EFENDİ (ÖZNÜLÜ )

Rufai tarikatı şeyhlerinden Abdulgani Efendi Oltu’nun Ardos köyünde (bugünkü ismi Çamlıbel) dünyaya geldi. Hayta lakabı verilen sülaleden Hayta Mustafa’nın oğlu olan Abdulgani ilk medrese tahsilini o yıllarda Ardos köyünde müderris olan Molla Mustafa’dan aldı.
O dönemde Ardos köyünde beyler hâkimiyeti vardır. İnsanları çalıştırıp haklarını tam olarak vermezler. Hayta Mustafa beylerin bu haksızlıklarına karşı koymaya çalışır ama fazla etkili olamaz. Oğlu Abdulgani’nin okuyup köyde görev yapmasını ister. Fakat beyler buna da karşı gelmektedir. Abdulgani’nin hocası Erzurum’a göndermeyi düşünür ama babası Mustafa köyden dışarı çıkmasını pek razı olmaz. Yinede hocası Abdulgani’yi Erzurum kurşunlu medreselerine gönderir. Abdulgani ilim tahsiline burada devam eder.
O dönemde Horasanın Sanamer köyünde bulunan Rufai şeyhlerinden Hacı Ahmed Baba kurşunlu medreseleri müderrisine bir mektup yazar ve yaşlandığını, köylerinde imamlık ve hizmet yapabilecek birisinin gönderilmesini talep eder. Müderris efendi Abdulgani’ye molla hazırlan seni Sanamer köyüne hizmet için göndereceğim der.
Abdulgani Efendi de efendim ben biraz daha okumak istiyordum diyerek gitmek istemez. Müderris Efendi derki; Evladım ben sana gereken tahsili okuttum, benim öğretemeyeceğim hususları da Ahmet Babadan öğrenirsin diyerek Sanamer köyüne gönderir.
Abdulgani Efendi’nin Sanamer Köyüne geldikten sonra, Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya intisabını Abdulgani Efendi’nin yakın müridlerinden İsmail Hakkı (Çetrez) Hocamız anlatıyor:
“Şeyhim Hacı Mustafa Efendi, kendi şeyhi Abdulgani Efendim’den dinlemiş ve bize anlatmıştı. 1900’lü yılların başında Abdulgani Efendi, Sanamer’e imam olarak gider.
Bir süre sonra Rufai dergâhının ziyâretçilerle dolup taştığını görür. Kendince ümmî bir adam olarak gördüğü Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya karşı insanların bu denli teveccühüne bir anlam veremeyen köyün genç imâmı ziyârete gelenlere:
- Bu ümmî adamda ne buluyorsunuz?” diye çıkışır.
Gelenler:
- Onun huzurunda, beşeriyetin hırs ve ihtirasından arınıyoruz. Bizi bir edep kaplıyor. Gönlümüz huzurla doluyor. Dertlerimize şifa buluyoruz. Daha da ötesi kalbimizden geçenleri biliyor.
Bu cevap karşısında Abdulgani Efendi:
- Ben de sizinle geleceğim. Kalbimde bir şeyler tutacağım. Eğer bilirse, kendisine intisap edeceğim. Aksi takdirde aleyhindeki düşüncelerim, kat kat artarak devam edecektir, der.
Bu niyetle dergâha varır. O sırada Seyyid Hacı Ahmed Baba, ziyârete gelenlerle sohbet etmektedir. Hoca kalbinden şu düşünceleri geçirir:
- Bu adam, evlenmeden önce hanımının gizli benlerini bilmiş. Benim hanımımın da çokça beni var. Bakalım onları da bilecek mi?
Tam o esnada Seyyid Hacı Ahmed Baba sohbeti keserek yönünü Abdulgani Efendi’ye döner ve hocanın sırrını şu sözleriyle ifşâ eder:
- Deginan oğul Abdulganî! Senin hanımın benim evlâdımdır. İnsan evlâdını tanımaz mı? Ne diye böyle düşünüyorsun?!
Bu durum karşısında bedenini bir lerze (titreme hali) bürür.
Abdulgani Efendi köylüler tarafından zaman zaman davetler çağrılır. Abdulgani Efendi’nin davet edildiği her eve aynı zamanda Seyyid Hacı Ahmed Baba da davet edilir. Hane sahipleri, Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya ziyadesi ile hürmet gösterip başköşeye oturturlar. Abdulgani Efendi, hocalık ilmi ile bu hürmetten pek rahatsız olur. Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya hangi hocada ve ne okuduğunu sorar. Aldığı cevapla ümmî olduğunu ve kimseden ders okumadığını öğrenince rahatsızlığı kat kat artar.
Abdulgani Efendi, sabah namazlarına her gidişinde Seyyid Hacı Ahmed Baba’yı kendinden önce gitmiş ve caminin kapısı önünde bekler halde bulur. Bir seferinde boy abdesti alıp sabah ezanına geç kalmamak için telaşlanır. O esnada tüm soruların önemini yitirip, sır perdelerinin kaldırıldığı ve tüm cevapların verildiği bir âlem olur. Kendisine gösterilmek üzere sırlar ayân olup, gönül gözü açılmıştır. Bulunduğu yerde, evle camii arasına giren duvar mânen kalkar ve câminin önü görünür. Bakar ki Seyyid Hacı Ahmed Baba yine caminin önünde beklemektedir. Yanına Ricâl-i Gayb’dan iki kişi gelir. Kendi arkadaşlarının vefat ettiğini ve yerine göreve kimi getirmelerinin gerektiğini sorarlar. Seyyid Hacı Ahmed Baba de; “Bu saatte herkes uykuda, ancak (eli ile hoca efendinin evini işaret ederek) hoca efendi uyanıktır, onu yazın” der.
Böylece Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya duyulan tüm öfkeler bitmiş, yerini sevgi ve muhabbete bırakmıştır. Sabah namazını kılarlar. Hoca Efendi, câmiden çıktığında Seyyid Hacı Ahmed Baba’yı farklı duygularla takip eder. Cemaat hoca efendinin takibini yanlış anlar ve onlar da arkalarından yürürler. Dergâha gider ve hemen orada bugüne kadar ki hal, hareket ve tavırlarından dolayı özür diler. Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın ayaklarına kapanır, tüm iradesini teslim ederek ders alır ve dervîş olur.
Bu manevi durum, vakanın her iki muhatabı tarafından da karşılıklı olarak görülmüş ve duyulmuştur. Demek ki Ricâl-i Gayb’lar her seher uyanık olan Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın fikri üzerine Rical-i Gayb’ların görev listelerine isim ekliyorlar.
Hıristiyan Misyonerlerinin Isrârı:
Hıristiyan misyonerlerinin her tarafta kol gezdiği 1900’lü yıllarda, Rufai dergâhında insanlara İslam Dini öğretilmekte, Kur’ân-ı Kerîm okutulup, kâmil Müslümanlar yetiştirilerek manevî cihad devam etmektedir.
Misyonerler yöre halkını Hıristiyanlaştırmak için Rufai dergâhını kendilerine hedef seçerler ve Seyyid Hacı Ahmed Baba’ya gelerek şöyle derler:
-Bizim dinimiz Hıristiyanlık, sizin dininiz İslâmiyet'ten üstündür. Bizim peygamberimiz Hz. İsâ sizin peygamberiniz Hz. Muhammed’den (sav) üstündür. Zira o, ölüleri diriltir hastaları ilâçsız tedâvî ederdi.
Seyyid Hacı Ahmed Baba:
- Ben, Rasûlullah (sav) Efendimiz’in ümmeti ve evlâdı olarak sizin peygamberinizin yaptıklarından yapacak olursam siz bizim dinimiz İslâmiyet'e iman eder misiniz? Diye sorar.
Misyonerler:
- İddiânızı isbât ederseniz kesinlikle îmân ederiz, derler.
Rufai mürşidi olan Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın dergâhında "burhân" malzemeleri mevcuttur. Duvarda asılı olan kılıcı eline alıp kendi müridlerine dönerek:
- İçinizden biri çıksın keseceğim, der.
Henüz üç gün önce Hacı Ahmet Baba’ya intisâb eden köyün genç imâmı Abdulgani Efendi, meydana çıkar. Şeyhi tarafından karnından beline kadar kesilir. Bir müddet zikir devam eder. Daha sonra Baba, kesilen beli eliyle mesheder. Abdulgani Efendi, eskisi gibi sapa sağlam bir şekilde ayağa kalkar. Papaz ve beraberindekiler, derhal şahâdet getirerek İslâm Dini ile şereflenirler.
O günden sonra Abdulgani Efendi, Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın halifeleri arasında yerini almış, hatta sır kâtibi olmuştur. Abdulgani Efendi’nin yakın müritlerinden olan İsmail Hakkı (Çetrez) Hocamız şöyle anlatıyor:
“Abdulgani Efendim’in vefatında Tebrizcikli (Tevrücük) Hacı Mustafa Efendi, belindeki (ameliyat izi gibi) kırmızı çizgiyi hazırda bulunan cemaate göstermiştir”.
Abdulgani efendi bundan sonra Hizmet için Erzurum ovasına gönderilir. İlk olarak Çağdarış köyüne gider ve burada imam hatiplik ve irşad hizmetlerine devam eder. Bundan sonra sırası ile Zerdige köyüne buradan da Ağaver köyüne gider. Burada iken Tevrücüklü Hacı Mustafa gelir Abdulgani Efendiye intisab eder.
Buradan Hasankale’nin Karaveled köyüne oradan Ilıca Söğütlü köyü Sonra Erzurum Çiftlik köyüne ve nihayet Öznü köyünde görevde iken altmış üç yaşında Hakkın rahmetine kavuşur ve Öznü köyüne defnedilir.
Bir çok el yazması kitap ve şiirlerinin olduğu biliniyor. ancak sahip çıkan olmadığı için neşredilmemiş ve birçoğu kaybolmuş durumdadır. Günümüze kadar ulaşan birçok gazel türünde eserleri müridleri tarafından ezberlenmiş ve söylenmektedir.
Dört erkek ve dört kız çocuğu olan Abdulgani efendinin şu anda en küçükleri olan Abdulkerim OĞUZ isimli oğlu zahide ve Muhsine isimli kızları hayattadır.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
ABDULGAFUR HAS HOCAEFENDİ

Abdulgafur HAS Hocaefendi 1936 yılında Çat ilçesi Babaderesi köyünde dünyaya geldi. Soyu silsile-i tahireden olup otuz ikinci dedesi Hz. Hüseyin (ra) Efendimiz’dir. Anne ve babası tarafından seyyid olan Hocaefendi; dedesi seyyid Molla Resul Efendi (1835–1950), babası seyyid Ahmed Efendi ve annesi Seyyide Hazime Hanımdır.
O dönemde Babaderesi, Ağaköy, Hacı Yusuf Bey gibi köylerde medreseler çok iyi faaliyette idiler. Bu medreseler bölge bölge ayrı olarak bir yerden idare ediliyordu. Hocaefendi okurken babası Efe Hazretleri’nin talebesi olan Hafız Ahmed Aslan Hocaefendiye, Abdulgafur’a ders vermesi için talimat verdi. Birkaç gün ders verdikten sonra Hafız Ahmet Efendi Efe Hazretleri’ne giderek; “Hocam, ben Abdulgafur’a ders veremiyorum.” demiş. “Neden?” sorusuna: “Beraber okuduğumuz dersleri bir sonraki gün bütün metinleriyle beraber ezberliyor. Ben karşısında etkisiz kalıyorum. Diğer talebelerden büyük bir farklılık gösteriyor. Ancak siz ona ders verebilirsiniz. Hem talebeler hem de dışarıdan ders dinlemeye gelen yakınlar; ‘O küçük çocuk sana ders mi veriyor?’ diye tepkilerini alıyorum. Bunda ilahi bir zekâ var hocam. Benim fikrimi sorarsanız, müsaade edin de talebeleri o okutsun.” cevabını veriyor. O zaman Efe Hazretleri dedi ki: Hacı Yusuf Bey köyündeki talebelerin derslerini Abdulgafur versin. Ve o günden sonra o medresedeki talebelerin okumalarını Hocaefendi sağlamıştır. Çok zor şartlarda, çetin günlerde okuyordular. Yol ve ulaşım çok zordu. Elektriğin olmadığı evlerde su da yoktu. Fiske fitili dediğimiz lambalarla çok zor şartlarda okuyordular.
O dönemlerde evlerde kurulan sofralar için, ekmek tahtası vardı. Akşamları bu tahta odanın ortasına konur, etrafına okunacak kitaplar getirilir, tahtanın ortasındaki lambanın aydınlığında da saatlerce, konuşmadan mütalaa yapardılar. Her ev bir talebeye bakıyor, onun yemesi içmesi gibi sorumluluğu üstleniyordu. O günün medreselerini, ders verilen günlere göre tayin edilen evler oluşturuyordu. Perşembe günleri tatil günlerini oluşturuyordu. Bakın Hocaefendi o günleri nasıl anlatıyor: “Peygamberi olmayan sahabe hayatı gibi yaşıyorduk. Gelecekten kaygımız, yarınlardan endişemiz yoktu. Sessiz bir gemi misali yolumuza devam ediyorduk. Yasaklı günlerdi o günler. Dini eğitim yasaktı. Çevre köylerin o zamanki ileri gelenleri, devlet kademelerinde sözü geçen komşularımız, bize destek veriyorlardı. O günün şatları ile tahsil görüyorduk. Ve bu şartlardan dolayı, Ağaköy ve diğer köylerde bulunan her medresenin, köyün girişinde bekleyen bir nöbetçisi olurdu. Köylere yabancı birileri geldiği zaman işaret ederlerdi. Bunun üzerine kitapları saklardık ve talebeler köye dağılırdı. Ta ki o yabancı köyden çıkana kadar”. Hatta talebelerden birkaçı hapis hayatını da yaşamışlardı.
O dönemdeki beraber okuduğumuz Hocaefendiler; Ahmet Efendi, Emekli Çat Müftüsü Halis Emek Hoca, Mihrali Kara Hoca, Yavi’li Muhammed Yıldız Hoca, Şeyh Abdullah Yıldız Hoca, Muhammed Sofıoğlu Hoca, Halit Budakoğlu Hocaefendi, Abdüsselam Kaçuş Hocaefendi, Şevket Hocaefendi, Selahattin Hakan Hocaefendi, Muhammed Dursun Hocaefendi, Abdulgafur Hocaefendi’nin ağabeyi Seyyid Zeki Efendi, kardeşleri; Seyyid Abdülcelil Efendi, Seyyid Cevat Efendi, Seyyid Mazhar Efendi, Seyyid Said Efendi, Seyyid Muhammed Efendi. Bu hocaefendilerle beraber isimlerini yazamadığımız, yüzden fazla, icazet alan, müderrislik makamında, çevre illerle beraber yüzlerce talebe yetişmiştir. Bingöl, Elazığ, Diyarbakır, Konya, Tercan, Kiğı, Tekman’da da o dönem medreseleri devam etmiştir. Sonra tekrar Babaderesi köyüne çağrıldığında on sekiz yaşındaydı ve artık babasından icazet almıştı.
1961’de Çat’a bağlı Taşağıl köyüne imamlık için gönderilmişti. Bu köyde de hem imamlık hem de müderrislik görevini yüklenerek dört noktada medrese açtı. Çevre köyler ve diğer illerden çok sayıda talebeleri oldu. On altı yıl boyunca ilim ışığını yaymak, insan yetiştirmek ve topluma kazandırmak için büyük bir çaba harcadı. Tekrar, uzun ince bir yolun başlangıcı sanki onu bekliyordu.1976 yılına kadar imamlık, müderrislik yaparak çok sayıda âlim yetiştirdi. Taşağıl köyündeki görevi bitince 1976’da Erzurum merkeze bağlı Güzelova köyüne imam olarak gitmek hâsıl oldu. Güzelova (Tufanç)’da on altı yıl boyunca irşad ve ilim ışığını yaymaya devam etti. Ve tam bir yıl sonra 1977 de babası Seyyid Ahmed Efendi darü’l-fenadan darü’l-bekâya irtihal etmişti.
1985’de Erzurum’a gelerek aynı yıl “Babadereli Ahmed Efendi Kültür ve Eğitim Vakfı”nı kurdu. Ağırlıklı olarak okuma, okutma ve sosyal yardımlaşma noktalarında hizmet veren vakıf, halen çalışmalarına devam etmektedir. Erzurum’da kaldığı süre içerisinde babası Seyyid Ahmet Efendi adına Abdurrahman Gazi mahallesinde bir cami (Babadereli Ahmed Efendi Camii) yaptırdı. Daha sonra dedesi Seyyid Molla Resul Hocaefendi adına Çat ilçesi Şeyh Hasan köyünde cami yaptırdı. Dedesinin de medfun olduğu köyde türbe ve külliyesini yaptırdı. Daha sonra Erzurum Yenişehir semtine bağlı Mehmet Akif Ersoy mahallesinde yukarıda bahsettiğimiz vakıf binasını inşa ettirdi.
İlimde bir derya olduğunu çevresindekiler daha küçük yaşlardayken fark etmişlerdi. Arapça, Fıkıh, Tefsir, Hadis, Nahiv, Sarf, Mantık, Usul, Tasavvuf, Tarih ve bu ilimleri destekler mahiyette diğer eserlerden dersler vererek çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Ayrıca Arapça dili başta olmak üzere Osmanlıca, Farsça ve Türkçeyi iyi düzeyde gramer ölçülerinde kullanmaktaydı. Maddi manevi sıkıntıda olan, tanıdığı tanımadığı insanların yüzüne bakarak sorunlarını çözerdi. Sorunu olan herkesin sorununu giderene kadar rahat etmezdi. Asla ilgisiz kalmazdı. Abdulgafur Hocaefendi’nin, ilimle sehaveti birleştirmesi de dillere destandı. Bir gün en küçük kardeşi Seyyid Muhammed Efendi’yi kitap almak için Erzurum’a göndermişlerdi. Kütüphanede kitabı araştırırken Solakzade Sadık Efendi ve Osman Bektaş Hoca’da orda bulunmaktaydılar. Küçük bir çocuğun tefsir kitabını incelediğini gördüklerinde onun yanına giderler ve bu kitabı ne yapacağını sorarlar. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Efendi; “Hocam bana bu kitabı okutacak.” der. Orada bulunan Solakzade Sadık Efendi şaşırır ve “Bu kitabı sen nasıl okursun.” der. O da “İsterseniz okuyabilirim.” diye cevap verir. Osman Bektaş Hoca kitabın bir bölümünü rastgele açar ve “Hadi bakalım, oku.” der. Açılan o sayfayı hatasız bir şekilde okur ve bitirir. Hayretler içerisinde kalan Sadık Efendi ve Osman Bektaş Hoca bir süre sessiz kalırlar. Daha sonra Solakzade Hocaefendi: “Maşaallah, maşaallah. Sen talebeyken bu durumdasın, seni okutan hoca nasıldır kim bilir?” der ve hemen sorar: “Kimdir senin hocan?” Bunun üzerine Muhammed Efendi cevap verir: “Ben Babadereli Ahmed Efendi’nin oğluyum. Hocam da ağabeyim Abdulgafur Hocaefendi’dir.” deyince Solakzade Hocaefendi: “Tamam şimdi oldu, hiç şaşırmadım.” der.
Seyyid Ahmed Efendi’nin bir vasiyeti vardı. O vasiyet, Türkiye’ye 1530 yılında gelen dedelerinden beri devam edegelen bir vasiyetti. Bu vasiyet şöyleydi: Dört Halife döneminde İslam ahlâkını tebliğ etmek için Asya ve Afrika’nın pek çok bölgelerine giden Müslümanlar olmuştur. Bu tebliğ yolculukları bilhassa Hz. Ömer, Hz. Osman zamanında iyice yoğunlaşmıştır. Kur’an ahlâkını tüm insanlara anlatmak için yola çıkanların arasında pek çok seyyidler de olmuştur. Bu seyyidler çoğunlukla gittikleri yerlerden geri dönmemişler.
Yaşadığı hayatı boyunca her gün Peygamber Efendimiz’in âline, ehli beyte, ashabına, tüm üstadlarına, büyüklerine, dünyadaki evliyaullahın isimlerini zikrederek, dostlarına, yakın tarihte yitirdiği dostlarına, sevdiklerine her gün devr okur, ruhlarına atfederek hediye eylerdi. Sünneti seniyeyi bütün hayatına nakşetmiş, adeta onunla bütünleşmiş bir zâttı. Bu dünyadan ahirete irtihal etmeden bir ay önce talebelerine ders vermekteydi. 21 Ocak 2007 Pazar günü yatsı namazının vitr-i vacibinde Hakk’a yürüdü. Vefatı büyük bir üzüntüyle karşılandı. Cenaze namazını kılmak üzere görülmemiş bir kalabalık toplandı. Cenaze namazını kardeşi Seyyid Muhammed Hocaefendi kıldırdı. O kadar insan toplanmıştı ki araçlar şehre giremiyordu. Ancak akşama defnedilebildi. İnsanlar büyük kalabalıklar halinde ziyaretine geldiler. Bu ziyaret aylarca devam etti.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
BABADERELİ SEYYİD AHMED EFENDİ HAZRETLERİ

Ehl-i Beyt-i Resulûllah (sav) Efendimiz’in, Hz. Hüseyin (ra) koluyla silsiley-i tayyibesinden, 27.batın torunu olan Babadereli Ahmed Efendi Hazretleri. 1890 yılında ailesinin Bingöl’ün Sevkar köyünden Hınıs’ın Akgelin köyüne hicreti esnasında validesi Ahmed Efendi’ye hamiledir. Doğum belirtileri başlar. Hemen çadır kurulur, validesi çok sıkılır haya eder ve Rabbine niyazda bulunur: “Ya Rabbi şu insanları benden uzaklaştır.” Yüce Rabbimiz duasını kabul eder ve olay şöyle gelişir:
Vadinin birisinden imdat sesleri gelmeye başlar. Hemen sese doğru giderler, sesin nereden geldiğini ararlar ama hiç kimseyi bulamazlar ve dönerler. Döndüklerinde Molla Ahmed Efendi dünyaya gelmiştir ve binlerce kuşun çadırın etrafında uçuşunu görürler ve hayret ederler. Babası Seyyid Molla Resul Efendi, Rabbine şükreder ve şöyle der: “Bu çoçuk çok büyük insan olacak ve insanlara çok büyük faidesi olacak Yüce Allah uzun ömürler versin.”
Elbetteki Yüce Rabbimiz’in veli kullarının dünyaya teşriflerinde bir takım alametleri zuhur etmiştir. Künyesi ile birlikte asıl adı Seyyid Ahmed Hafuziddin’dir. Babası Seyyid Molla Resul Efendi Hazretleri Bingöl’ün Sevkar köyünde mukim, ehl-i hal, ehl-i ilim ve ehl-i irşat sahibi bir zat idi.
Babadereli Seyyid Ahmed Efendi Hazretleri yedi yaşında iken babası ona yeni elbise alır ve Ahmed Efendi o elbiseyi giyinir ve köyde dolaşmaya başlar o esnada köyde kavga eden çocukların darbesiyle Ahmed Efendi Hazretleri’nin ayağı kırılır ve giyinmiş olduğu o yeni elbiseyi çıkarır ve bir daha o elbiseyi giyinmez. İlim tahsiline başlar. Batınî ve zahirî ilim derslerini yedi yaşından itibaren babası Seyyid Molla Resul Efendi Hazretlerinden alarak otuz yaşında icazet almıştır.
Seyyid Ahmed Efendi Hazretleri Erzurum’un Çat ilçesine bağlı Ağa köyü, Saltaş köyü; Yavi beldesinde Karaşeyh köyü, Şeyhhasan köyü ve Babaderesi köyünde irşad ve ilim ışığını yaymaya devam ettiler. Elli beş yıl süreyle ilim tedris eylemiş Arabî ilimlerde çok sayıda mücaz yetiştirmiştir. Babadereli Molla Ahmed Efendi Hazretleri’ nin yetiştirdiği talebelerden bazıları yurdun değişik bölgelerinde ve yurt dışında hizmete devam etmişlerdir. Bunlardan bir kısmının isimlerini zikretmek gerekirse:
Seyyid Molla Hatip Efendi
Erzurumlu Havace Muhammed Said Efendi (Suriye)
Bingöllü Havace Muhammed Efendi
Bingöllü küçük Havace Muhammed Efendi
Molla Hüseyin Efendi
İsmail Efendi
Yavili Hafız Osman Mihrali Efendi
Muhammed Halis Efendi (Eski Çat Müftüsü)
Budaklar köyünden Molla Halıt Efendi
Yavili Molla Muhammed Efendi
Köselerli Molla Necmettin Efendi
Köselerli Molla Muhammed Efendi
Yavili Hafız Ahmed Efendi
Ağa köylü İsmail Efendi.
Doğum anı dahil olmak üzere pek çok keramet ve fevkalede hali görülen bir zat idi. Bunlardan bir kaçı şöyle: Seyyid Ahmet Efendi Hazretleri Babaderesi köyünden Erzurum’a geliyor ve aynı gün Alvarlı Muhammed Lütfü Efendi Hazretleri de Erzurum merkeze bağlı Dutcu köyüne davetli olarak gelmiştir. Yemek için sofra kurulacak. Ev sahibi Alvarlı Efe Hazretleri’ne; “Efem sofrayı kuralım.”der. Efe Hazretleri: “Biraz daha bekleyelim gelen misafirimiz var.” der. Aynı dakikalarda Babadereli Molla Ahmed Efendi Hazretleri de şoförüne; “Biraz daha hızlı sür, bizi bekleyen var.” diye seslenir. Ve Dutcu köyüne yaklaşırlar. Babadereli, Efe Hazretleri şoföre Dutcu’ya gidelim, der. Alvarlı Efe Hazretleri’nin misafir olduğu eve giderler ve ordaki cemaat, “Demekki misafirimiz Babadereli Ahmed Efendi imiş.” derler. Babadereli Molla Ahmed Efendi’nin yanındakilerde, “Demekki Alvarlı Efe Hazretleri bekliyormuş.” diye içlerinden geçirirler.
Babadereli Molla Ahmed Efendi oğlu Abdulgafur Hocaefendi ve birkaç talebesiyle birlikte Bingöl’e gider ve güzergahı Karlıova’ya bağlı bir köyden geçmektedir. O köy halkı Efe Hazretleri’ni görürler ve köylerine davet ederler. Efe Hazretleri gitmemek için kararlıdır ama çok ısrar ederler. Oğlu babasına; “Efem eğer biz bunların davetini kabul etmezsek küserler.” diye ricada bulunur. Efe Hazretleri; “O zaman ben hiçbir eve girmem, köyün içinde açık bir alanda otururum.” diye şart koşar. Onu seven dostları hemen köyün içinde açık bir alana halı sererler. Efe Hazretleri hemen vaaz etmeye başlar. Efe’nin köye geldiğini duyan sevenleri ve köy halkı o an dışarıdadırlar. Efe’nin vaazını dinlerler. Yüce Mevla’nın emriyle zelzele olur, toz duman birbirine karışır. Oğlu Abdulgafur Hocaefendi babasını aramaya başlar. Efe Hazretleri, “Korkma Abdulgafur. Ben buradayım.” diye seslenir oğluna. Toz duman çekildikten sonra Efe Hazretleri şimdi kimin evi musaitse eve gidelim, der. Bir iki saat sonra yakın çevre köylerden ölüm haberleri gelmeye başlar. Ama Efe Hazretleri’nin misafir olduğu köyden hiçbir insan ölmemiştir. Bu zelzele Varto zelzelesidir.
Babadereli Molla Ahmed Efendi Hazretleri ömrünü ilme ve talebe yetiştirmeye adamıştı. En son ikamet yeri olan ve maruf ismini aldığı Çat’ın Babaderesi köyünde 3 Haziran 1977 senesinde vefat etmiştir. Vefatı yakınlarını ve sevenlerini derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Yurdun dört bir yanından gelen büyük zatlar, yakınları, müritleri ve sevenleri Babadereli Molla Ahmed Efendi’ye son görevlerini yapmak için Babaderesi köyüne akın etmişlerdir. Cenaze namazını oğlu Abdulgafur Has Hocaefendi kıldırdı. Cenazesi Babaderesi camiinin avlusuna defnedilmiştir.
Ahmed Efendi Hazretleri’nin talim ve irşad sahibi olan erkek çocuklarının isimleri şöyledir:
Seyyid Muhammed Zeki Efendi
Seyyid Abdulcelil Efendi
Seyyid Muhammed Said Efendi
Seyyid Abdulgafur Efendi
Seyyid Muhammed Mazhar Efendi
Seyyid Muhammed Cevat Efendi
Seyyid Muhammed Baba Efendi
Evlatlarından yalnız Muhammed Baba Efendi hayatta ve Bursa’dadır.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
RASİM BABA (PLATİN)

Saadeddin Altınışık Hocaefendi, Rasim Baba Hazretleri’ni şöyle anlatıyorlar:
Hacı Rasim Baba Hazretleri’nin hayatını kısaca zikredeceğim. Kadiri tarikatından üveysî meşrepli Rasim Baba diye tesmiye edilen Hacı Rasim Platin Hazretleri takriben 1910 yıllarında Erzurum’a bağlı Uzunahmet köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Hüseyin Efendi annesi Hatice hanımdır. Dedesi Yusuf Efendi Suriye’nin Şam tarafından Tortum taraflarına gelmiş ve burada imamlık görevi yapmıştır. Halk arasında âlim, zahid bir zat olarak tanınan Yusuf Efendi daha sonra Uzunahmet köyüne nakletmiş ve burada da imamlık görevini yürütmüştür. Rasim Baba Hazretleride burada dünyaya gelmiştir. Rasim Baba Hazretleri’nin soyu/nesli Peygamber Efendimiz’in (sav) amcası Hz. Abbas’a dayanmaktadır. Buna dair şecereleri ceylan derisine yazılı olarak mevcutmuş, fakat seferberlik yıllarında köyde ninesi tarafından tandıra düşürülmüş ve yanmıştır. Fakat kendilerinin Abbasî nesli olduğu kesindir. Rasim Baba Hazretleri’nin seferberlik yıllarında babası vefat ediyor. Uzunahmette uzun süre kaldıktan sonra annesi kendisi ve iki kardeşiyle beraber Erzurum’un Kuloğlu Mahallesi’ne gelip yerleşiyorlar. Yine o zamanlarda kardeşinin birisi esir olarak gidiyor, diğer bir kardeşi Cemal Efendi, İstasyon Mahallesi’ne yerleşiyor. Orda kalıyor. Rasim Baba Hazretleri küçüklükten beri Hacı Haşiizade Ali Efendi (Halk arasında Hacı Haşıl Efendi olarak bilinir.) Hazretleri’nin tekkesine çok gider orya hizmet edermiş. Orda zikrullaha katılırmış, Hacı Haşıl Efendi Hazretleri, Rasim baba dünyaya gelmeden üç, dört sene önce vefat etmiş fakat Rasim Baba onun tekkesine çok hizmet etmiş. Hacı Rasim Baba Erzurum’daki diğer tekkeleri de ayırmaz onları da her zaman ziyaret eder, sohbetlerinde, zikirlerinde bulunurmuş. Küçük yaşından beri sürekli bu, maneviyatın bol olduğu, yerlerde hizmet etmeye gayret edermiş. Bir gün şöyle bir rüya görüyor:
Rüyasında bir meydan kurulmuş, Erzurumdaki tüm meşayıh ve müridler halka şeklinde toplanmışlar, Hacı Haşıl Hazretleri de orada Hacı Rasim Baba’ya kendi hırkasını çıkarıp giydiriyor ve “dön” diyor. Hacı Rasim Baba hırkayı giydikten sonra dönmeye başlıyor. Oradaki hazır bulunan zevata Hacı Haşıl Hazretleri buyuruyor ki; “Bu zat benim manevi evladımdır.” Rasim Baba Hazretleri bu rüyanın üzerine evini tekke yapıp hizmetini, zikirlerini biraz daha artırmaya ve yanına gelenlere ders vermeye başlıyor. Bu şekilde Rasim Baba’nın şeyhlik evresi başlamış oluyor.
Daha sonraları Rasim Baba Hazretleri gerçekten kâmil mürşitlere yakışır bir hayat yaşamıştır. Böyle manevi bir vazife aldığı için kendisini halka karşı daha fazla mesuliyetli görerek hizmetini devam ettirmiştir. Onun sohbetinde bulunanlar onun çok kerametlerini görmüşlerdir. Fakat onların kerametlerine fazla da önem vermek doğru değil. Yaşadığı dönemdeki İslam’a karşı olan davranışlar ve düşüncelerden etkilenmemiş, kendisinin İslam’dan taviz vermeden yaşaması, onun için en büyük kerametti. Şeriat-ı Ahmediyye ölçüleri içerisinde taviz vermeden yaşaması gerçekten büyük bir kerametti.
Rasim Baba hakkında Hacı Halis Emek Hocaefendi’nin görüşleri:
Allah’ın veli kulları iki türlüdür. Biri var ki ilim okumuştur, Kur’an’ı, hadisi, fıkhı bilir; bir de Allah’ın veli kulları vardır ki Kur’an okumasını bilir, namaz surelerini bilir fakat manalarını bilmez, Arapça ilmi de yoktur. Fakat Cenab-ı Hak ona öyle bir ilim verir ki-Âdem (as) verdiği ilim gibi o her şeyi bilir. Şimdi Rasim Baba Hazretleri’nin Arapça ilmi yoktu, fakat hiç ağzından ham söz çıkmazdı. Hep o velilerin sözü “Elifi okudum ötürü, dersi aldım götürü/Yaradılanı severim Yaradan’dan ötürü”. Bir gün bir Daştan Bey vardı burada. Oğluna ceza verdiler. Bana yalvardı ki “Rasim babayı bir ziyaret edelim de oğluma dua etsin.” Dedim ki “Bak gideceğiz ama Rasim Baba’nın işine karışmayacaksın. Yok, bu yanlış, bu doğru demeyeceksin.” İkindi namazından sonra gittik. Rasim Baba bir mevlit okudu. Mevlitten sonra akşam namazına yakın kalktı bize iki rekât namaz kıldırdı. Hâlbuki o zaman namaz mekruhtur. Hem de aşikâre okudu. Bu Daştan Bey bana “Hocam olur mu?” dedi. Ben dedim; “Karışmak yoktu. Öyle anlaşmıştık.” Allah’ın hikmeti. Geldik o duadan sonra adamın oğlu kurtardı. Yani Rasim Baba o Arapça ilmi okumadan ilmi ledünden payını almış bir zat idi. Çok sabırlı, tahammüllü, affediciydi. Bu da insandaki kemalin en büyüğüdür, yani affedici olmak. Biz bir yemeğe gittiğimizde yetecek kadar yerdi ve her yemeği yemezdi. Yani meşayıha yakışan her hal onda mevcut idi.
Veli Velioğlu Hocaefendi de Rasim Baba’yı şöyle anlatır:
Rasim babayı bir ehli hal olarak tanıdık. Onun gençlik zamanı, benim çocuk zamanımdı. Bir gün Muratpaşa’dan çıktım. O zaman da Rasim Baba’yı ben tanımıyorum. Bir zat yeni bir palto giyinmiş. Ama o yeni paltonun göğüs kısmına bir yama yamatmış. Tabi benim o zaman dikkatimi çekti. Palto yeni acaba bu yamayı niye yamatmış. Bunu ben kendi kendime çocuk olduğum için çözemedim. Bunu bir büyük zata sorunca “nefs-i emmareyi öldürmek için” buyurdular. Orayı yamalamış ki; “Ey nefsim! Sakın, kabarma palto taze diye. Buna güvenip kibirlenme.” O günden tanıdığımız Rasim Baba’nın bilahare bir tarlanın verimli tarla olduğu ekininden belli olurbirkaç ileri gelen müridiyle biz karşılaştık, ahbab olduk. Hatta Tikkir köyünde İzzeddin Efendi var, halen hayattadır. Allah afiyet versin. Bu insan ilmi yok ama tam bir tekâmülü var. Hatta Hafız Polat’la beraber, Hacı İzzeddin Efendi hacca beraber gitmişler. Döndükten sonra Hafız Polat –benim medrese arkadaşımdır dedi ki ya hu bu sizin köydeki İzzeddin Efendi o kemâlâtı nasıl almış. Hayran oldum, taaccub ettim. Dedim efendim o bir terbiyeden geçmiş, o terbiye vasıtasıyla o kemale ermiş. Hakikaten de öyledir. Rasim Baba’nın diğer hallerine gelince; biz zaman zaman ziyaretine gittik. Yanında bulunduğumuz zaman dünya bir tarafa kalıyordu. Zaten bir ehli halin ehli hal olduğunun en büyük işareti, görüldüğü zaman dünyayı unutturup ahireti hatırına getirtmesidir. O zaman şehadet edersin, anlarsın. Zaman zaman Yahya Baba’yla beraber olduk. Ben Tikkir’de imamken Yahya Baba Evrenili olduğundan Tikkir’de kız kardeşi vardı. Gelir giderdi. Yahya Baba aşk ile dolu mükemmel bir insandı. Allah rahmet eylesin, makamı cennet olsun. Onun haline de baktığımızda anlıyoruz ki Rasim Baba’ya bir şeyler verilmiş ki oda böyle zatlar yetiştirmiş. Bize de Cenab-ı Hak ikram etti, cenazesini ben kaldırdım. Cenazenin yıkanma, kefenlenme esnasında bazı insanlar değişir. Bakarsın ki o kadar güzellik olmayan adam teneşirde başka bir güzelliğe sahip olur. Dolayısıyla da biz Rasim Baba’nın mükemmel bir insan olduğunu buradan tasavvur etmişiz. Allah makamını cennet eylesin.
Yine, Saadeddin Altınışık Hocaefendi anlatıyor:
Rasim Baba Hazretleri sohbet ederken kendisini ziyarete gelen insanlardan, kapıdan girdiği zaman sohbeti hemen o insanın durumuna göre değiştirir ve o insanlar da sohbetten istifade ederlerdi. Mesela sigara içen biri geldiğinde hemen Rasim Baba Hazretleri başlardı sigaranın zararlarını anlatmaya. İşte sigara dumanı içinde olan insanların ahrette de duman içinde olacağını, Peygamberimiz’i sisli görür veya göremez. Bu şekilde anlatmaya başlardı ve sigara içen kişi hayret ederek o nasihatten pay alırdı. Kendisi ayetleri böyle metin olarak değil ama manalarını çok güzel anlatır, izah ederdi. Peygamberlerden, onların kıssalarından bahsederdi. Peygamber Efendimiz’i zikrederken gözleri yaşarırdı. Ona çok aşırı bir sevgisi vardı. İşte böyle bir durumda Rasim Baba Hazretleri, insanların İslam’dan uzaklaştığı bir zaman da tekkesinde insanlara İslam sevgisi aşılardı.
Bu güzel yaşantıdan sonra 9 Eylül 1990 tarihinde doksan yaşlarında aramızdan ayrılmıştır. Dutçu köyündeki Hacı Haşıl Efendi Hazretleri’nin bulunduğu kabristana defnedilmiştir. Kendisinden kırk gün sonra kendisini çok seven halifesi Evrenili Yahya Baba Hazretleri onun ayrılığına dayanamayarak ardından ebedi âleme göçmüştür.
Cenab-ı Hak hepsinden razı olsun ve rahmet eylesin.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
ÇAMURLULU HAFIZ MUHAMMED SIDDIK ŞANLI EFENDİ

Muhammed Sıddık, her yıl onlarca nâzende
Fidanı evinin izbe köşelerinde yetiştirip
Hazreti Muhammed’in ( sav) bahçesine
Diken usta bir bahçıvanımız
Müftü Sadık Efendi
M. Sıddık Efendi, 1337–1921 yılında Erzurum’da doğar. Hafızlığını babasının yanında yapar. Arapça dersleri okumaya fırsat kalmadan yetim kalmıştır. Ancak sanki gökten kimseler kulağına bir şeyler fısıldamışçasına elini rahatlıkla Kur’ân-ı Kerim’in derinliklerine uzatabilmektedirler.
Damatları Hafız Cahit Bey anlatmaktadırlar; “Molla Cami’ye kadar okumuşumdur. Bir gün bir ayeti kerimeye meal vermede zorlanıyordum. Farkında olur olmaz hemen manayı çözdüler. Arapça okumamış olduklarını hatırlatmam üzerine; “Doğru, ben Arapça okumadım ama bilmediğimi sana kim söyledi.” cümlesini kondurdular.
Evinin bir köşesinde jandarmanın, polisin takiplerine aldırmadan her yıl onlarca hafız yetiştirir. Bunları yedirir, içirir. Bir köşesi köyden kentten gelen hasta hısımların reviridir. Bir bölümü ise konak odalarının köyden şehre taşınmış halidir. Her gün beş, on misafirin erzaklanıp yatıp kalktıkları mekândır. Hastane hastane gezer, kat kat, oda oda dolaşır. İhtiyaçlı hastaları tespit eder, imkânları dâhilinde ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. En uzaktan tanımış olsa bile tüm ölülerin başucunda Yasin-i Şerif okuyucu veya mezar tanzimcisidir. En az üç gün müddetle hafızlarını toplayıp ölünün evinde her gün asgari bir hatim okutur. Ne kendileri ne de talebeleri bu süre içerisinde çay dâhil hiçbir ikramı kabul etmezler.
Dünya tarihini didik didik etmiştir. Efendimiz’in ( sav) Veda Hutbeleri’nin insan hakları evrensel beyannamesine etkilerini irdeleyecek derecede şuur ve kapasiteye sahiptir. Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin “Fütühatu’l-Mekkiye”si gibi rumuzlu eserlerin perde arkalasını kurcalayacak kadar üstün bir zekâya sahiptir.
Hafız M. Sıddık Efendi’nin hazırlamakta olduğu takvim ve diğer hususiyetlerini de onu yakından tanıyan, A.Ü. Ziraat Fakültesi dekanı Prof. Sıtkı ARAS hocamızdan dinleyelim;
“Geliştirmiş olduğu takvim en az on bin yıl sonrasının aylarını, günlerini kapsamaktadır. Bunu hazırlarken yerli olarak daha çok Ahmet Cevdet ve Ahmet Muhtar Paşalar’dan yararlanmış olduğunu belirtmiştiler. Londra’da bir kütüphanede bulunan bir rasat kaydının 150 yıllık sonuçlarının getirilmesi için değerli arkadaşım Ruhi Esengün’le beni görevlendirmiştiler. Maalesef emirlerini yerine getirememiştik. Takvimin eksik kalmaması için, Londra’nın, Paris’in New York’un kütüphanelerini inceletecek kadar araştırıcıdır. Yetmiş yaşının üzerinde ve hasta halinde hatimle teravih kılacak derecede muttakidir. Dünya çapında derece alabilecek güzellikte Kur’ânı Kerim okur. Herhangi bir beyti, herhangi bir darb-i meseli merak edenler, en doğru şekliyle onun beyin arşivinde bulurlar. İşte bütün bunlar Merhum M. Sıdık Efendi’nin ruhi portresinin kırıntılar halinde de olsa bir tasviridir.”
Şimdi bunları kısaca açmaya çalışalım; Erzurum’da Cennet zade Camii’nin Taş ambarlar karşısına düşen çıkmaz sokağın bitiş noktasında eski, köhne bir yapı ile karşılaşılır. Bu, yetim hocanın gözde talebelerinden büyük Âlim Hacı Hasan Efendi’nin tek evlatları olan M. Sıddık Efendi’ye intikal etmiş olan evidir. Dış kapıdan birkaç basamakla loş bir hole inilir. Bunun bitişinde yan yana yer alan ve birbirlerinden oldukça iyi tecrit edilmiş olan bacadan pencereli birkaç oda göze çarpar. Çevreye kulak kabartacak olanlar en diptekinden Kur’ân sesleri duyarlar. Burası Hafız adaylarının mekânıdır. 1949’dan sonra dini faaliyetlere biraz rahatlık gelmesi üzerine, hafızların bazılarını Mahalle başındaki dükkânına taşımıştır.
Mahalle başındaki dükkânı oldukça mütevazıdır. Zaten buranın dükkânlığı hafızları dinlemek için bir vesiledir. Fazla işlemez her hafta en az iki gün buradan çantasına hastalara lüzumlu olacak malzemeleri doldurur. Görüş günlerinde hastaneleri oda oda gezer ve ihtiyaçlı olanlara dağıtır.
Evinin odalarının birisinden hasta iniltileri işitilir. Burası revir bölümüdür. Doktora gelen, ayakta tedavi görenlerin veya hastaneden çıkıp nekahet devresini geçirenlerin otağı burasıdır. Odanın birisinden erkek sohbetleri duyulur. Burası konak görevi yapan kısımdır. Hocamız, Erzurum doğumludur. Ancak merkezin Toparlak, Çeperli, Tivnik (Anneleri Tivnik’ lidir.) ; Tekman’ın Taşkesen , Pasinler’in Mindivan, Horasa’nın Çamurlu köyleriyle ilgisi vardır. Kendilerini büyüten üvey anneleri ve hanımları Çamurlu’ludurlar. Bu akrabalık bağı çok kuvvetli olmalıdır ki, kendilerine hiç ilgisi yokken “Çamurlu”luk unvanını kazandırmıştır. Bu köyler başta olmak üzere merkezin, Tekman’ın, Pasinler’in, Horasan’ın tüm köylerinin hacet
kapıları Hafız Efendi’nin hanesidir. Hastanede veya diğer bir devlet dairesinde işi olanlar hep ona başvurmakta ve hanesinde günlerce haftalarca yiyip içmekte; yatıp kalkmaktadırlar.
Önceden de bahsetmiş olduğumuz gibi, Hoca Efendi çok üstün bir zekâya sahiptir. Verecekleri mesajları elmadaki vitaminler misali, muhatabının direkt haberi olmadan beynine enjekte edebiliyordu. Bir yakınımla ziyaretine gitmiştik. Arkadaşımın sabah namazını kılmadığını biliyor ve bundan rahatsızlık duyuyordu. Direkt olarak ikaza yüksek nezaketleri el vermiyordu. Ancak arkadaşım şu sorularıyla bir vesile etmişlerdi. Sualleri şöyleydi; “Hocam koyunlar her yıl bir hem de çok kere bir adet doğururlar. Köpeklerse en az iki kez veya dört, beş adet eniklerler ( Köpekler için doğurmak.) . Buna rağmen her köyden birkaç koyun sürüsü çıkıyor. Köpeklerse birkaç sayının üzerinde değil, bunun sebebi ne ola?”. Tabiî hocamız bunun sebebini çok iyi biliyorlardı. Ancak onun yüksek zekâsı doğan fırsatı değerlendirmek peşindeydi ve taşı gediğine şu şeklide koydular; “Koyunlar şafağa kadar uyur. Sabah namazında kalkarak meleşirler. Bu, bir nevi ibadettir. Bunun için rızıkları da dölleri de bereketli olur. Köpeklerse aksine şafağa kadar havlar. Sabah namazı vakti düşüp uyurlar. Dolayısıyla, rızıkları da nesilleri de kısıtlı olur”. Tabi arkadaşım alacağını almıştı.
Hocamız üstün bir takvaya sahiptiler. Bir gün bir mezarlıkta birlikte bulunmuştuk. Bir kış günüydü. Şiddetli bir soğuk ve diz boyu kar vardı. O zamanlar ben henüz elli yaşının altında idim. Kendileri ise yetmiş civarında idiler. Gerek üşümem ve gerekse ayaklarımın ağrıması dolayısıyla Yasin-i Şerif süresince on kez kalkıp oturmama rağmen, hocam Kur’an’ı Kerime saygısızlık olur.” diye bir defa bile tavrını değiştirmemişlerdi. Yine damatları Hafız Cahit Bey’e göre, ölümünden önceki hastalığında bile kendilerini eve çağırıp, teravih namazını cemaatle ve hatimle kılıyormuş.
M. Sıddık Efendi, Mevlana Hazretleri’nden M. İkbal’e kadar tüm İslam âlimlerinden yararlanmışlardır. Safahatı ezbere bilmektedirler. Özellikle Bediüzzaman Hazretleri’ne çok hürmet etmektedirler. Üniversite talebeliğim yıllarında bir yakınına beni şitayişkarâne cümlelerle tanıtmışlardı. Muhatabının “İnşallah böyle devam eder.” temennisine karşılık, Bediüzzaman Hazretlerini kastederek “Devrin imamını tanımıştır.” cevabını verdiler. Erzurum’un da tüm velilerini, âlimlerini yakinen tanırlar. Sadık Efendi, babasının arkadaşıdır. Dolayısıyla onunla özel bir ilgileri vardır. Yazımızın ser levhasına aldığımız gibi, Sadık Efendi kendilerine “usta bahçıvan” demektedirler. Hatta bazı şakalar da yapmaktadırlar. Mesela, bir defasında hafızlarının sayılarını öğrenmek için mahalli bir tabirle ; “Hafız bu yıl kaç tane gurt düzdün?” sualini sormuşlardır (ki ana tavuğun civcivlerine “gurt” denilir) . Yine görgü şahitlerine göre, Hafız Efendi içeri girdiği zaman, Sadık Efendi bu oğlu yaşındaki muhatabına toparlanırmış. Sebebini soranlara “Çocuklar, bu bacaksızın hafı beni basıyor cevabını vermişler.”
Yukarıda da belirtmiş olduğumuz gibi hafızaları adeta bir bilinmeyenler arşiviydi. Merak ettiğim her beyti, darb-i meseli veya herhangi bir tarihi olayı hep ondan öğrenirdim.
Oğulları Hasan Nuri Bey anlatmaktadırlar ; “1993 yılı kurban bayramıydı. Kurban keserken bunun son kurbanımız olduğunu söyledi. Her yıl kestiğimizi söyledim ve son olmasının sebebini sordum. Bundan sonra benim bu görevi ifa edeceğimi buyurdular”.
Bir kaza kurşununa kurban giden kıymetli gazetecimiz Kamil Koşapınar, Hocamızın mürididirler. Sık sık ziyaretine gelirler. Hastalığında da yalnız bırakmazlar. Hep başucundadırlar. Bir gün gazeteciliği tutar ve “Efe hele bir şeyler söyle yazayım.” der. Hocamızın cevapları ; “Sabret üç gün sonra sana yazacak çok malzeme vereceğim.” şeklindedir. Hakikaten üç gün sonra zaman gazetesinde Kamil’in makinesinin objektifinden çıkmış Hoca Efendinin cenaze merasiminin boy boy resimleri vardır.
26 Ocak 1994 yılında Beraat Kandili gününde ve 73 yaşlarında çok arzu etmiş oldukları daru’lbekâya göçerler. Oğulları Hasan Nuri Beye göre, Efendimiz’den ( sav) fazla yaşadıklarından dertlidirler ve utandıklarını beyan ederler. Dolayısıyla gidişleri de hayatta yaşamış oldukları gibi uçarcasına olmuştur. Cenazesinde bende bulunmuştum. Tebriz kapı dolup taşmıştı. Erzurum’un maskotu, ihtiyarı (Hacı Atığ) namaz kılınırken bağırıyordu;” Er kişi iseniz sizlerde böyle kandilde ölünüz. Sizinde bu kadar cemaatiniz olsun”.
Rabbim ruhunu şad etsin.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



