Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 11 Şubat 2014 10:11

ŞEYH YAHYA ÇOKREŞÎ (KS)

1886 Yılında bugün Erzurum’un Karaçoban ilçesine bağlı o gün için Hınıs ilçesine bağlı imiş olan Erenler köyünde Molla Muhammed Emin ve Gülnaz Hanım’ın çocuğu olarak dünyaya geldi. Üç hanımla evli olan babasının Gülnaz adındaki eşinin ilk çocuğu olarak dünyaya gelen Yahya Efendi, henüz çocuk yaşta annesini kaybetmiştir. Babası Molla Muhammed Emin, birlikte yaşadığı, ilim ve irşadla meşgul olan kardeşi, Şeyh İbrahim Efendi’nin ve Şeyh Esat Efendi’nin de ev işlerini yürütmekteydi. Babasına ev işlerinde yardımcı olmak rolü verilen Yahya Efendi’nin yüreğinde büyük bir ilim aşkı tutuşmaktaydı. Köyde kalması halinde ilim tahsilinden yoksun kalacağını anlayan Yahya Efendi bir hayli mesafe katetmiş kıdemli bir medrese öğrencisi olan Molla Ethem’in yardımıyla ailesinden habersiz bir şekilde köyden ayrılarak yaklaşık bir yıl süren ilk ilim hicretini gerçekleştirmiş ve bu süre zarfında yaklaşık iki yıllık normal eğitim süresine denk gelecek bir öğrenim mesafesi katetmiştir. Bu kısa ayrılık döneminden sonra köye dönen Yahya Efendi’yi karşısında gören ve o güne kadar yaşadığından bile haberi olmayan babası kısa bir yoklamadan sonra oğlunun ilim için hicret ettiğini ve kısa sürede büyük bir ilerleme kaydettiğini  görünce sevinç gözyaşları dökmüş, aile büyüğü olan amcası Şeyh Esat Efendi’ye göndermiştir. Amcası, yeğeninin ilim aşkını ve kabiliyetini tespit edince, artık yeğeninin tamamen ilimle meşgul olması gerektiğini  ev işleriyle  yükümlü tutulmaması gerektiğini belirtmiştir. Yahya Efendi bu hüsnü teveccühten cesaret alarak ikinci kez ilim seferine çıkar. Eski ismiyle ‘Toraka’ köyünde bulunan medresede eniştesi Molla Alauddin’den bir süre ders alır. Toraka köyünde yaşadığı ilginç bir olayı anlatmakta fayda var. Bir gün abdest almak için dışarı çıkan Yahya Efendi bir barınaktan bağırışların geldiğini duyar, bacadan içeri bakınca kadın-erkek karışık oyun oynayan bir grup görür, bir anda  bayılır. Onu bu halde gören köylüler birisinin vurmuş olmasından korkarak onu baygın bir şekilde köy ağasının evine taşırlar. Ayıldığında, ağa, başına neler geldiğini sorar. Yahya Efendi, karma düğünde oynayan bir grubu görünce onların olduğu yerin bir anda ateş topuna dönüştüğünü gördüm ve bayıldım, der. Bunun üzerine ağa bir daha köyde karma düğün oyunlarına izin vermeyeceğini belirtir.    

Toraka köyünden dönünce bir yandan zahiri ve batıni ilimlerde üstadı olan amcası merhum Şeyh İbrahimin Efendi’nin oğlu Abdurrahman Efendi’den mantık dersleri alır, diğer yandan aile medresesinin müderrisliğini yapar. Abdurrahman Efendi belli sürelerde tassavvuf eğitimini tamamlamak için Hazret namıyla meşhur Şeyh Diyaüddin’i ziyaret ettiğinde Yahya Efendi medrese sisteminde bulunan kitapları bitirebilmek için beş-altı km. mesafede bulunan bir köye, Molla Ömer’den ders almak için bir aydan az olmamak üzere her gün  gider ders alır ve dönerdi. Yol boyunca daha önce ezberlediği sıralı kitapların metinlerini tekrar ederdi. Üstadının sülukta olduğu bir sefer Yahya Efendi Göksu nahiyesinde imamlık yapan amcazadesi Abdurrezzak Efendi’nin yanına gider ve ondan meşhur belagat kitabı “el-Mutavval” dersleri alır. Bu sırada Hazret’in yanında sülukta bulunan Abdurrahman Efendi’nin hastalandığı haberini alır. Zaman geçirmeden köyüne döner, gerekli hazırlıkları yapar, birkaç kişiyle birlikte atlı olarak akşamdan yola çıkar, yolda sabah namazını kıldıktan sonra gün ışıdığında Hazret’in Demirci köyüne varır. Hazret onları kapıda karşılar ve Yahya Efendi’ye abdestinin olup olmadığını sorar. Abdesti olduğunu anlayınca da onları ‘Divan’a (Tekke) gönderir, seccadesinin arkasında oturmasını buyurur. Az sonra cemaatle beraber divana gelen Hazret ‘Teveccüh’e başlar. Bu sırada Yahya Efendi’nin başını dizine dayayarak üstünde Nakşibendî silsilesini okur. Yahya Efendi’nin daha sonra iki kez de kendi köyünde Hazret’in bu iltifatına mazhar olarak ondan büyük bir feyz alır. Zaten şahitlerin şehadetiyle sabittir ki Yahya Efendi Hazret’ten çok kez ders almasının dışında adeta ona aşıktı. Nitekim Hazret de onu çok sevmiş ve ondan ilgisini esirgememiştir.   

Üstadı Abdurrahman Efendi’den zahiri ilimlerde icazet alan, tassavvuf dersleri de almaya başlayan Yahya Efendi askerlik görevini yapmak üzere Sarıkamış’a gider. Seferberlik başlar, ailesi ve akrabaları Isparta’nın Eğridir ilçesine göç eder. Ordu çekildikten sonra adeta bir mucize eseri olarak ölümden kurtulmuş, çok meşakkatler çekerek gidip ailesine katılmıştır. Ailece, tafsilatını anlatmanın uzun süreceği çok sıkıntılı bir dönemden geçmişlerdir. Bu mecburi ikamet yıllarında babası vefat etmiş ve Eğridir’de defnedilmiştir. Daha önce nişanlandığı üstadı Abdurrahman Efendi’nin kızı Revzete ile evlenmiştir.

1918 yılında savaş sona erdikten sonra Isparta ahalisinin burada kalmaları yönünde ısrarlı taleplerine ve mekan ve arazi tahsis etme tekliflerine teşekkür ederek memleketine dönüp manevi ocağı sürdürme kararlılığındaki üstadı Abdurrahman Efendi ile beraber Erzurum’un Erenler (Çokreş) Köyüne döner. Bu sırada bir yandan üstadının yanında tasavvuf eğitimini tamamlarken diğer yandan medrese müderrisliği yapmaya devam eder. Cumhuriyetin kuruluşuyla beraber kapatılan medreselerin aksine yeraltında çocukları ve akrabalarına dersler vermeye devam eder. 1929 yılında vefat eden Abdurrahman Efendi’nin ardından sürekli tarassut altında bulunmalarına rağmen çevreden gelen talebelerle gizli bir şekilde medrese eğitimini sürdürür. Aynı zamanda irşad faaliyetlerini de sürdürmüştür. 1945 yılında çok partili hayata geçildikten sonra medreseler üzerindeki baskı hafiflediğinden artık tamamıyla yetişmiş olan oğlu Abdurrahim Efendi’nin müderrislik yapacağı köy camisine bitişik bir medrese yaptırır. Sayıları yetmişi bulan talebelerle tahsil sürdürülür. Talebelerin iaşelerini köylülerin de yardımıyla tamamen kendisi üstlenir. Bizzat kendi evinden sıcak yemeğin yanı sıra günde elli-altmış ekmek medreseye göndermekteydi. Medresede Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi dini ilimleri iyi anlayabilecek bir altyapı sağlayan Arapça kelime ve cümle bilgisi, Belagat ve Mantık ilimleri öğretildikten sonra dini ilimlere geçilirdi.

Yahya Efendi medrese eğitimi sorumluluğunu oğlu Abdurrahim Efendi’ye  bırakarak mesaisini daha fazla irşad faaliyetlerine ayırır. Çevre bölgelere belli sürelerle davet ve irşad seyahatleri düzenler ve birçok insanın düşünsel ve ruhsal aydınlanmasına vesile olur. Bu tasavvufi eğitimiyle ilgilenip tekamülüne yardımcı olduğu özel talebeleri de vardır. Üstadının oğlu Abdulbaki Efendi, oğlu Abdurrahim Efendi, Molla Reşit Efendi, Molla Ahmet, halen hayatta olan Hakim Hikmet Bey’in de aralarında bulunduğu bir çok kişi bu özel halkada bulunur. Bu özel talebelerine verdiği tasavvuf sohbetlerini seçkin talebesi Molla Reşit Arapça olarak kaleme almıştır. Ölümünden önce bir yıl süresince gerçekleşen vefat işaretlerini ise oğlu Abdurrahim Efendi yine Arapça olarak kaleme almıştır. Bu iki eserin yanı sıra Erzurum’un Karayazı ilçesi hakimi iken üstadı Yahya Efendi’yle tanışan ve sohbetine aşık olan Hakim Hikmet Bey’in Evliyalar Ansiklopedisine verdiği, hatıratından oluşan bir röportaj da yayınlanmıştır. Daha sonra hayırsever bir seveni tarafından ilk iki kitap Türkçe’ye tercüme edilerek Hakim Hikmet Bey’in hatıratıyla birlikte tek bir kitapta basılmıştır.

Ölümünden yaklaşık altı ay önce  kendisini ziyarete gelen seveni ve müridi başka bir köyde ikemet eden Hacı Sıddık’a, artık zamanın daraldığını ve mümkün olduğunca daha sık görüşmelerinin uygun olacağını, söyleyince Hacı Sıddık, artık her hafta mutlaka üstadını ziyaret edeceğinin söyleyerek gözyaşı döker. Görevi gereği Karayazı’dan ayrılarak Konya’ya gönderilen Hakim Hikmet Bey ölümünden önce üstadını son ziyaretinde kendisine der ki: “Üstad! Biz gurbetteyiz, her zaman ziyaretinize gelemiyoruz. Lütfen bizi unutmayın!” Yahya Efendi Arapça bir beyitle mealen; “Garip (gurbette olan) ne Şam ne Yemen garibidir/Asıl garip kabir ve kefen garibidir.” diyerek bir kez daha ölüm işareti verir ve bu özel öğrencisi gözyaşlarına boğularak üstadın çocuklarına hitaben: “Üstadımla bir daha görüşemeyeceğimiz anlaşıldı.” der. Ölümünden önceki son iki ayı büyük oranda hasta yatağında geçirir. Bu süre zarfında da ibadetini, zikir ve evradını da eksiksiz yerine getirmeyi sürdürür. Vefat günü yanında bulunan çocuklarının yardımıyla abdest alır, akşam namazını kılar. Vakit darlığından yatsı namazını kılamayabileceği endişesini dile getirerek yatsı nazmını da Abdurrahim Efendi’nin telkiniyle birlikte akşamla cem’ ederek kılar. Dilinde tehlil ile birlikte şehadet parmağını uzatarak sağ elini üç kez havaya kaldırır, indirir ve emanetini Rahman’a teslim eder. Allah cenneti âlâda refikine refik etsin.

Her ne kadar biz Yahya Efendi diye kendisinden söz ettiysek de üstadın sevenleri ve çevre ahalisi tarafından İslam ilimlerine hizmetinden ve yetiştirdiği çok sayıda âlimden dolayı üstad anlamına gelen ‘Seyda’ lakabıyla meşhur olduğunu belirtmekte fayda vardır. Seyda ikisi kız yedi çocuk babasıdır. 2006 yılında vefat eden en büyük çocuğu ve onun zahiri ve tasavvufi bakiyesinin varisi Abdurrahim Efendi’nin yanı sıra daha önce kızları ve zahiri ve tasavvufi ilimlerdeki eğitimini bitiren Muhammed Said Efendi genç yaşta, 1980 yılında vefat etmiştir. Hayatta olan üç oğlu ilim hizmetini sürdürmeye çalışmaktadır. Seyda Yahya Sami Efendi 1964 Yılında kendi köyünde Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

KİŞİSEL ÖZELLİKLERİ:

1. Sabır ve Kararlığı: Ailesinden habersiz bir şekilde henüz çocuk yaşta ilim için hicret eder ve tüm meşakkatlere dayanır. Ruslar karşısında Erzurum’a kadar geri çekilen askeri birlikle beraber  Pasinler bölgesine geldiklerinde köprüden geçmeye çalışırken buz tutmuş suya düşer, buz kırılır, suya düşer. Bir şekilde kıyıya çıktıktan sonra silahı elinden alınarak yalnız bırakılır. Ruslardan kaçan bir muhacir topluluğuna katılarak bir şekilde Erzurum’a ulaşmayı başarır.
2. İslam İlimlerini Öğrenme ve Öğretme Kararlılığı: Medreselerin yasaklandığı dönemde medrese eğitimini gizli bir şekilde aralıksız sürdürür. Talebelerin iaşesini büyük oranda kendisi finanse eder. Hemen her hafta talebelere bir küçükbaş hayvan ikram etmiştir.
3. Merhamet ve Yoksulları Gözetmek: Yoksul köy ahalisini kendi imkanlarıyla doyurur hatta bazen fakirleri doyurmak için çocuklarını aç yatırarak tam bir nebevi yöntem izlemiştir.
4. Tevazu ve Mahviyet: Bazen yabancı misafirlerine mükellef sofralar hazırlandığında o işçilerle birlikte aynı kaptan yemeyi tercih ederek, bazen de mükellef sofra dururken sadece lor ekmek yemeyi tercih ederek nefis terbiyesini aralıksız sürdürmüştür. Makam ve mevkii ne olursa olsun bütün Müslümanlara eşit düzeyde değer vermesi belirgin sıfatıdır.
5. Davet ve İrşad, Islah Edicilik: Sıklıkla çevre bölgelere ve illere uzun süreli davet ve irşad seyahatleri düzenlemiş, Müslümanlar arasında sulh ve selameti tesis etmeye çalışmıştır.
6. Hal Ehli Oluşu: Muhatabının halini  gözler haline uygun bir lisanla sohbet eder ve kalplere nüfuz ederdi.
7. Hayatta Tek Kılavuzu Şeriat İdi: Bu konuda asla taviz vermezdi. Çocuklarına ve etbaına son tavsiyesi de “Şeriat… Şeriat…Şeriat” olmuştur.

MENKIBELERİ:

Üstadın irşada gittiği bir sırada eve bir misafir gelir. Mekke’den geldiğini söyler ve mutlaka Yahya Efendi’yi görmesi gerektiğini belirtir. Hemen misafire bir rehber verilir ve üstadın bulunduğu köye gönderilir. İkisi baş başa uzun bir süre görüştükten sonra misafir oradan tekrar yola koyulur. Üstad eve döndükten sonra eşinin misafirin kimliğine ve ne amaçla geldiğine ilişkin ısrarlı sorularına karşılık:

“Ehlullahtan bir zattı. Bitirmesi gereken bir hizmeti vardı. Hizmetini tamamladı ve gitti.” der.
Köyde pek çok kişinin kış boyunca hayvanlarını besleyecekleri bir arada bulunan ot yığınları bir gece vakti yakılmıştır. Mağdurlar şüphe ettikleri kişilere yönelik bir bela çıkarmak üzeredir. Üstad mağdurları çağırır. Maraza çıkarmamaları için gerekli nasihatlerde bulunduktan sonra çözüme herkesin razı olması durumunda olayı ortaya çıkaracağını söyler. Mağdurlardan söz aldıktan sonra köylüleri toplar ve tek tek olayın faili olmadıklarına dair yemin etmelerini ister. Sırayla yemin etmeye başlayan köylülere özellikle iki kişiyi sorar. Birinin başka bir köye gittiğini diğerinin ise tarlasına gittiğini söylerler. Tarlada bulunan şahsın yemine çağırılmasını ister. Adam gelir ve Yahya Efendi’nin karşısında yemin pozisyonu alır. Yahya Efendi: “Yemin mi edeceksin?” der. Adam: “Evet!” der.  “Sen gerçekten yemin mi edeceksin?” diye tekrar sorar Yahya Efendi. Adam cevap vermez. Bunun üzerine üstadın çocukları adamı dışarı çıkarır, olup biteni sorarlar. Adam başka köye giden kişiyle birlikte otları yaktıklarını, otları yakmaya çalışırken Seyda’nın, yapmayın sesini işittiklerini, korkudan dönüp söndüremediklerini itiraf eder. Bunun üzerine Seyda mağdurların hakkını adamlardan tahsil eder. Suçlulardan biri de köyden göç eder ve olay sulh yoluyla çözülür.

Seyda’nın buna benzer pek çok menkıbesi vardır. Anlatması son derece uzun süreceğinden bu kadarıyla iktifa ediyoruz.

Ezcümle Seyda kelimenin tam anlamıyla ilim, amel ve ihlas adamıydı. Diğer bir ifadeyle o tarikat ve şeriatı hayatında mezcetmiş nadir insanlardandı. Allah ondan razı olsun ve makamını cennet etsin.

Bu yazı Yahya Efendi’nin torunlarından İsmetullah Sami Efendi’nin katkılarıyla hazırlanmıştır. Kendilerine teşekkür ediyoruz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Erzurum’un Tortum ilçesinin Aşağı Katıklı Köyü’nden Arif Ağagil soyundan Hoca Ali Efendi’nin oğlu Yusuf Saim’in İmam-Hatiplik görevi nedeniyle, Çat’ın Çögender Köyü’nde 1918 yılında dünyaya geldi. Annesi Çat’ın Çögender köyünden Murteza Ağanın kızı Muteber Hanımdır.

Sekiz yaşında hafızlığa başlayıp dokuz ayda tamamladı. Aynı köyde üç yıl ilkokula giderek oradan mezun oldu.

Akabinde babasından, aklam-ı sittenin dört çeşidinde yazı öğrendi ve o günün meşhur kitaplarından, Muhammediye, Ahmediye, Babadaği, Mevkûfât vb. kitapları okudu.

On altı yaşında Çögender Köyüne İmam-Hatip oldu, iki yıl bu görevi sürdürdükten sonra akabinde görevden ayrılıp, Sefkarlı müderris Abdurrahman Efendiden, sarf ilminin sıra kitaplarını ve nahiv ilminin de Molla Cami’ye kadar olan sıra kitaplarını okudu. Daha sonra Molla Cami isimli kitabı, dönemin meşhur müderrisi Babadereli Ahmet Has Efendi’den okumaya başladı. Kısa sürede bu eseri tamamladı. Bu esnada zaman zaman ziyaretine gittiği dönemin Nakşibendi tarikatının büyüklerinden olan Muhammed Lütfi Efendi´nin meclisinde bulunduğu bir sırada, ikram edilen şerbetin yarısının kendisine verilmesi halinde intisap etmeye karar verir.

Muhammed Lütfi Efendi şerbeti biraz içince dönüp “bak bakayım yarı oldu mu?” der ve şerbeti kendisine uzatır. Ardından Hocamız intisap eder.

Askerlik sonrasında, tekrar Babadereli Ahmet Efendi’nin medresesine döndü ve orada klasik medrese usulündeki tahsilini üç yıl gibi kısa bir sürede tamamlayarak icazet aldı. Bu esnada Farsçayı da kendi gayretiyle öğrendi.

O dönemde aşırı halsiz bırakan bir hastalığa yakalandı. Yattığı yerden ayağa kalkacak hali yoktu. Bir gün ders arkadaşları yanında iken odasından içeriye hocasının babası Molla Resul Efendi girer, Halis hocamız aşırı rahatsızlığından ve halsizliğinden dolayı ayağa kalkamayınca: Resul Efendi “Allah’ın “Vedud” isminde şifa vardır. Onu zikret” der ve dışarı çıkar. Hâlis hocamız Vedûd ism-i celilini birkaç defa tekrar edince üzerinden âdeta bir rüzgârın geçtiğini hisseder ve ayağa kalkar. Yanındaki arkadaşları da bu duruma hayret ederler.

Hocamız İcazeti müteakip iki yıl Çat’ın Kızılhasan Köyü’nde, dört yıl Yavi Köyü’nde ve altı yıl da Çögender Köyü’nde İmam-Hatiplik yaptı.

Bu esnada eski medrese usulünde olmak üzere, yılda 20-30 civarında talebe okuttu.

Akabinde 1957 yılında açılan müftülük sınavına, Erzurum’da dönemin il müftüsü Muhammed Sadık Solakzade Efendi’nin huzurunda girdi. Yazılı, sözlü ve mülakatta üstün başarı göstererek Çat ilçesine müftü olarak atandı. Sonra feraiz imtihanı için Ankara’ya çağrıldı ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu ve Feraiz ilminde mahir olan Başkan Yardımcısının huzurunda üstün başarı gösterdiğinden kendisine il müftülüğü görevi teklif edildi. Ancak anne ve babasının hizmete muhtaç olmaları nedeniyle bu teklifi kabul etmeyerek, Çat’ta ikamet eden ailesinin yanına dönmek için Çat müftülüğü görevini sürdürmeyi tercih etti. Bu görevinde dört yıl kaldı. Bu esnada talebe okutmaya devam etti. 27 Mayıs 1960 ihtilalinde, sekiz ay hapis yattı.

Beraat edip çıktıktan sonra Erzurum Merkez Güzelova Köyü’nde beş yıl İmam-Hatiplik yaptı. Diyanet İşleri Başkanlığının ikinci bir emriyle Erzurum Merkez vaizliğinde istihdam edilmek üzere görevlendirildi.

Bu esnada 1967-68 yıllarında dönemin müftüsü Osman Bektaş tarafından görevlendirilerek Trabzon’un Of ilçesinin Uğurlu Köyü’nde Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca’dan aşere okuyarak icazet aldı. Erzurum’a döndükten sonra aşere ilminde üç grup talebe okuttu.

Vaizlik görevine on sekiz yıl devam ederek, ardından 1982 yılında emekli oldu.

Emekli olduktan sonra da Muratpaşa Camii´nde, bitişiğindeki Ahmediye Medresesinde, Yukarı Mumcu Camii’nde, kısa bir süre Rize’nin Kendirli Köyü Merkez Cami’nde ve kendi evinde aralıksız olarak talebe okutmaya devam etti.

Ayrıca Dadaşkent’te Yukarı Vehbi Efendi namına mâil-i inhidam olan küçük bir cami yerine büyük bir cami yaptırdı.

Halis Efendi Hocamız defalarca hacca gitti. Ayrıca, üç dönem uzun süreli Mekke’de bulunduğu esnada Suudlu ve Suriyeli talebelere Muhtasaru’l-Meânî ve Beydâvî Tefsiri’nden dersler verdi. Bunun yanında Fethu’l-Kadîr gibi eserlerden de fıkıh dersleri mütalaa ettirdi. Bu sürede Vehhâbilikle ilgili görüşlerini kaleme aldı. Ancak bu notları daha sonra derlemedi.

Hocamız ders okumaya başladığı andan itibaren klasik medrese sistemindeki Arapça, Mantık, Belağat, İlm-i Arûz, Fıkıh, Fıkıh Usulü, Kelam, Tefsir, Hadis, Feraiz vb. derslerin yanında Marifetname gibi bazı eserleri de okutmaya da başladı.

Tedris faaliyetine vefatından bir hafta önceye kadar devam etti. Bu sürede yüzlerce talebe yetiştirdi. Bu talebelerinden bir kısmı halen İlahiyat Fakültelerinde ve diğer fakültelerde öğretim üyeliği yaparken, kırkın üzerinde talebesi de Diyanet İşleri Başkanlığının il veya ilçe müftülüğü başta olmak üzere çeşitli üst kademelerinde görev yapmaktadır.

Erzurum’un çeşitli camilerinde vaaz etmesinin yanında, Peygamberimize (sav) yazdığı Na’t ve Hz. Ebubekir’in (ra) “Cud bi Lütfike” kasidesini Arapça olarak tahmis etmiştir. Ayrıca kendisine mahsus birkaç şiiri de bulunmaktadır. Dokuz erkek ve bir de kız çocuğu bulunmaktadır.

Hâlis Efendi hocamıza Allah Teâlâ’dan rahmet, yakınları başta olmak üzere tüm Müslümanlara sabır diliyoruz.

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn...

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 05 Şubat 2014 09:30

KİLİNKARLI ŞEYH ZAHİD EFENDİ

Şeyh Zahid Efendi, Erzurum ili Pasinler ilçesine bağlı, eski adı Kilinkar, yeni adı Kayabaşı olan köyde 1911 yılında dünyaya gelmiştir.

Babası Şeyh Abdulkerim, annesi Rahime Hanım’dır. Çocukluğu, gençliği ve orta yaş dönemi bu köyde geçmiştir.  İlminin tamamını medresede tahsil eden Zahid Efendi, babası Şeyh Abdulkerim Efendi’nin halifelerinden Molla Fethullah Bozkoç’un yanında eğitime başlamış-tır. Kur’an-ı Kerim ve Arapça eğitiminin büyük bölümünü Molla Fethullah’tan okuduktan sonra babası Şeyh Abdulkerim’in yanında fıkıh, tefsir, hadis dersleri almaya başlamıştır.

Babaları 1947 yılında bu köyde (Kilinkar) kurduğu medreseye, amcası Çokreşli (Kara-çoban ilçesine bağlı Erenler köyü) Şeyh Esad Efendi’nin ulûm-i Arabî’de mezunu olan Molla Muhammed Özbilici’yi müderris olarak atamıştır. Şeyh Zahid Efendi yaklaşık üç buçuk yıl Molla Muhammed’den usûl-i fıkıh, usûl-i kelam ve diğer ilimlerin talimine devam etmiş, on iki ilmi tamamlamış ve ilim icazetini almıştır. 1950 yılının sonlarında babasının vefatıyla tasavvuf ilmini, Bitlis’in Güroymak ilçesinde -Eski ismi Norşin- bulunan Şeyh Abdurrahman-ı Tâhî Hazretleri’nin torunlarından Şeyh Maşuk Efendi’den almıştır. Altı yıllık tasavvuf hiz-metinden sonra Nakşibendî icazeti alarak halife tayin edilmiştir.

Halifeliği süresince irşadda bulunduğu bölge, babasının da irşadda bulunduğu Pasinler, Karayazı, Horasan ilçeleri ve bu kazaların köyleri olmuştur.

Zahid Efendi, yanında yedi yıl süreyle eğitim aldığı ve bu süre zarfında sürekli beraber kaldığı günlerin sonunda, babası Abdulkerim Efendi’nin Karayazı ilçesi Payveren köyüne gitmesine çok üzülmüş ancak kendisi Kilinkar’da kalıp Şeyh Abdurrahman Taki’den derslerine devam etmişler. Şeyh Maşuk Efendi’ye intisab ederek manevi olarak da kendisini yetiştirmek istemiştir. Bu yılların devamı süresinde evleri adeta bir medrese gibi, günlük otuz-kırk kişinin misafir olduğu ve irşad halkalarının dolup taştığı bir mekân haline gelmiştir. Bu yoğunluklarına rağmen zaman zaman da hizmetkârları ile birlikte Nurşin’e gidip ziyaretlerde bulunurlarken, Siirt Baykan’da bulunan Mazhar Taşkesenli Efendi ile de görüşür, yanında kaldığı günler olurmuş.

Şeyh Zahid Efendi, babasının vefatından sonra kendinden küçük iki kardeşiyle yedi yıla yakın birlikte yaşadıktan sonra 1957 yılında Karayazı’nın Payveren köyüne yerleşti. Burada medrese kurarak çevre köylerden hatta diğer vilayetlerden gelen talebeleri yetiştirmeye başladı.

Şeyh Zahid Efendi, 1965 yılında Horasan eski Müftüsü Muhammed Sıddık Efendi, Çokreşli  Abdurrahman Efendi’nin oğlu Şeyh Abdurrahim Efendi ile karayoluyla Cilvegözünden geçerek Halep yolu ile Ürdün’e varırlar ve kum fırtınasına yakalanarak kaybolurlar. Yol üzerinde han yok, otel yok. Hep otobüslerde ikamet etmekte ve bir hayli meşakkat çekmektedirler. Bunu duyan oğlu Bahaeddin Efendi diyor ki; “O zorluğu görüp duyduktan sonra; ‘Ben bu şartlarda hacca gitmem, çantamı elime alır, kolayca giderim der.’ ve düşündüğü gibi hacca gidişleri o kadar kolay olur ki, Ankara’dan uçakla Cidde’ye giderler. Yanında Horasan Tüdüveren köyünden Molla Muhammed Efendi vardır. Mekke’ye girişte görevliler tarafından bırakıl-mazlar. Mekke eşrafından Şeyh Ömer Enkavî’yi göreceklerini söylerler ve yollar açılır. Şeyh Ömer Enkavî ile tanışıklık ve irtibatlarının, Osmanlı dönemindeki tasavvuf büyüklerinden kalma olduğu ve kaynağının tâ buradan geldiğini hatta Mekke eşrafından Selim Paşa’nın, Abdulkerim Efendi ile Şeyh Masum Efendi’ye Kâbe kapısını açarak iltifatta bulunduğu rivayet edilir.

Zahid Efendi bir gün Diyarbakır eski müftüsü Molla Hanifî Efendi’ye misafir olur, muhabbet derinleşir. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: “Kişi sevdiği ile beraberdir, onunla haşr olacak. Amma eğer onun yolunda ise…”

Zahid Efendi on sekiz/yirmi yaşlarında iken bir kaza sonucu attan düşer ve kolu kırılır. Köyde bulunan sınıkçı (Kırık-çıkıktan anlayan köy hekimi) kolunu yanlış bağlar ama çok acı çekmektedir. Bunun üzerine amcaoğlu; “Mani-sa’da iyi bir sınıkçı var, oraya götürün.” diye tavsiyede bulunur ve Manisa’ya götürürler. Manisa’daki sınıkçı, Zahid Efendi’nin kolunu yeniden kırarak düzgün bağladığını ifade eder.

Payveren köyüne geri dönerler. 1986 yılında buradan Erzurum’a hicret zorunluluğu hâsıl olur ve Kazım Yurdalan Mahallesi’nde ikamet ederler. Bir gün yine merdivenden iner-ken düştüklerinde kolları yeniden kırılınca Erzurum Sanayi Mahallesi’nde bulunan sınıkçı Hacı Sabahattin Efendi’ye götürülür. Sabahattin Efendi; “Daha önce bana neden getirmediniz.” diye kabul etmeyince mecburen hastaneye götürülür ve kırık yer alçıya alınır. Zahid Efendi bir yıl sonra aynı evde  bir kaza daha geçirir, bu defa kalça kemiği kırılır. Hastaneye gittiğinde ameliyat önerilir fakat çok yaşlı olduğundan bu operasyon gerçekleşmez. Ancak ayak askıya alınır, ortopedik yatak temin edilerek otuz dokuz gün askı ile çile çeker, “of” bile demez.

Yattığı süre içerisinde abdest, ezan ve namazdan başka bir şeyle meşgul olmaz. Sabah namazında ayağa kaldırılmasını talep eder ve kaldırılır. Ayakta ezan okur, kamet getirir ve namaz kıldıktan sonra tesbihatını da yapıp tekrar yatar. Vefatından bir saat önce, hasta yatağında sağ tarafına, kıbleye dönük vaziyette, yatar iken gözlerini açıp cemaate dönerek; “Ben Şeyh Abdulkerim Efendi’nin büyük zat olduğunu bilirdim ama bu kadar büyük olduğunu bilmi-yordum.” buyurur. Sekarât halinde iken zem zem suyu ile dudakları ıslatılır, o anda eliyle sakalını sıvazlaması dikkat çekmiştir. Bu hali uzun sürmez ve kuşluk vakti Hakk’ın rahmetine kavuşur.

Yüce Rabbim, kendilerine rahmet eylesin. Bizleri de bu dünyada iken büyüklerimizin izinden kıl kadar ayrılmayıp ahirette de onların şefaatlerine erişebilen zümreye dahil eylesin inşaallah… Âmin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’nin amcası Muhyeddin Efendi’nin oğlu ve halifesi olan Şeyh İbrahim Efendi, 1855 yılında Bingöl’ün Karlıova ilçesi, Hacılar köyünde dünyaya geldi. O da 1258’de Bağdat’tan Şam’a ve daha sonraki yıllarda da irşad vazifesi için değişik yerlere hicret eden ve son olarak Karlıova ilçesine yerleşen bir ailenin mensubudur. Daha küçük yaşlarda iken ilme karşı büyük bir ilgi gösteren Şeyh İbrahim Efendi, gençliğinde çeşitli medreselerde tahsil gördü. Esas tahsilini amcası oğlu Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’nin yanında alan Şeyh İbrahim Efendi, aynı zamanda bu zata teslim olmuştur. Şeyh Ahmed Efendi, mürşidinin emriyle Erzurum’a yerleşince, Şeyh İbrahim Efendi de beraberinde Erzurum’a gelmiş, hocasının görevlendirmesi sonucunda da Erzurum Taşkesen köyüne yerleşmiştir.

SAVAŞ İÇİNDE GEÇEN İRŞAD YILLARI

Şeyh İbrahim Efendi irşad vazifesini yürütürken 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Harbine Kafkas Cephesi’nde talebeleriyle birlikte katıldı. Sarıkamış yakınlarında savaşırken bir şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak gazi olmuştur. Hem yaralanması hem de aynı cephede talebeleriyle savaşan amcazadesi Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin hastalanması nedeniyle beraberinde Erzurum’a dönmüştür. Bu harpte aldığı yaradan dolayı topal kalan İbrahim Efendi, bunun için bazen “Topal Şeyh” olarak da anılmıştır. Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nı müteakip, Erzurum ve havalisinin işgal edildiğinde birçok ailenin Anadolu içlerine göç etmesine rağmen Şeyh İbrahim Efendi efradı ile Erzurum’da kalarak halkı hem irşada hem de cihada davet etmiştir.

Osmanlı-Rus Harbi sonucunda Ruslar Erzurum’dan çekilirken on yedi yaşındaki oğlu Zülküf’ü de esir olarak götürdüler. Şeyh Efendi ve hanımı bu duruma çok üzülürler. Günlerce üzüntüden perişan olurlar. Bu hal tam iki sene sürer. Sibirya’ya götürüldüğü anlaşılan Zülküf; hasta ve bitkin düşer, Ruslar toplama kamplarında verimlilik göstermeyen esirleri kampın dışına atıp kaderleriyle baş başa bırakırlarmış. Zülküf’ün Sibirya’dan buralara kadar geldiği de bilinmez.

Bir gün Seyda (Şeyh Ahmed Efendi)’nın Üç Kümbetler mevkiindeki evlerinde, evin hizmetçi kadını çeşmeye su almaya gider. Bir de bakar ki; çeşmenin yanında üstü başı perişan, bitkin hasta olduğu her halinden belli bir delikanlı, sırtını çeşme duvarına dayamış, olduğu yerde yatmaktadır. Hemen evin hanımına haber verir ve bu yabancı kişinin kaybolan Zülküf olabileceği söylenir.  Çeşme yanına vardıklarında hasta vaziyette yatan kişinin Rusların kaçırıp götürdüğü, iki yıl boyunca kendisinden haber alınamayan, Şeyh Efendi’nin uğruna aylarca gözyaşı döktüğü, ancak artık umutların kesildiği oğlu Zülküf’ten başkası değildir.

Taşkesen köyünde bulunan Şeyh İbrahim Efendi’ye haber gönderilir. Eşi Muhsine hanıma : “Ben gitmeliyim, sen de peşime gelirsin.” der ve Muhsine hanımı bile beklemeden koşarcasına oğlu Zülküf’e giden Şeyh Efendi, eve vardığında oğlunu perişan bir halde görülür. Hemen orda oğluna sarılır, başını göğsüne koyar. Zülküf, o an gözlerini kısa bir süre açar ve Şeyh Efendi’ye bakar. Henüz birkaç dakika önce kavuştuğu ve hayatında en çok istediği bu kavuşma anını kısa da olsa yaşadıktan sonra, olduğu babasının kollarında vefat eder.

Bu kadar sıkıntının içerisinde ve bütün olumsuzluklara rağmen savaş, zulüm ve işgalin yaşandığı yerde hayatını sürdüren Şeyh İbrahim Efendi, bu ortamda dahi irşad vazifesini îfâdan ve talebe yetiştirmekten geri durmamıştır.

70 YAŞINDA İKEN ŞAPKA TAKMADIĞI İÇİN SÜRGÜN EDİLİR

Şapka inkılâbı Şeyh İbrahim Efendi için de bir eza ve cefanın başlangıcı olur. Şapka giymediği gerekçesi ile sürülen din adamları kervanına Şeyh İbrahim Efendi de katılır. Şapka giymediği için 1925 yılında tutuklanan ve önce Hınıs Mahkemesi’ne çıkarılan Şeyh İbrahim Efendi, daha sonra Harput (Şark İstiklal) Mahkemesi’ne sevk edilir. Kafkas Cephesi’nde aldığı yaradan dayı ayağı topal kalan zat, buna rağmen şubat ayının çetin kış şartlarında Bingöl dağlarından yaya olarak Elazığ’a getirilir, daha sonra da Elazığ İstiklal Mahkemesi’nce İzmir’de mecburi ikamete tabi tutulur. Kendisi Elazığ’a gönderilen Şeyh İbrahim Efendi’nin evi, eşyası, kütüphanesi, kom ve ahırı ise hayvanları ile birlikte birileri tarafından ateşe verilerek yakılır. Oldukça varlıklı bir aile olan Şeyh İbrahim Efendi’nin hanımı, dört kızı ve on beş yaşındaki oğlu Abdulkuddus Efendi ile birlikte perişan, parasız ortada kalır. Kendi köylerinde dahi ikamet edilmesine izin verilmeyen bu çileli aile, Erzurum ve Pasinler’deki akrabalarının yanına sığınmak zorunda kalırlar. 1945 yılına kadar da muhtelif köylerde ikamete mecbur tutulurlar. Halkın kendilerinin tesiri altında kalmaması için en fazla iki yıl bir köyde kalabilecekleri, daha sonra bir başka köyde ikamet edilebilecekleri söylenir.

Torunu İbrahim Taşkesenligil, bu olayı şöyle anlatıyor; Şeyh Said, Şeyh İbrahim Efendi’ye, yapmış oldukları kıyamda kendileriyle birlikte hareket etmeleri için haber gönderir. Şeyh Efendi;  “Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmanın doğru olmadığını, kendisinin de böyle bir isyandan vaz geçmesi gerektiğini” söyler.

Daha sonra Şeyh Said isyanı sona erdiğinde; hükümet doğudaki bütün ileri gelenleri (şeyhleri, ağaları) isyanın sorumlusu olarak tutuklama kararı almıştır. Bunun üzerine (dedem) Şeyh İbrahim Efendi bir süre teslim olmama kararı ile köyünü terk eder. Bu esnada jandarma kuvvetleri köye  (Taşkesen) gelerek şeyhin hanımına: “Çocuklarını al evden çık.” der. Daha sonra şeyh, köydeki evi, kütüphanesi, ahırı komu, malı davarı yakılır.

Parasız pulsuz, evsiz barksız kalan şeyh ve ailesine Taşkesen köyünden Sehel Kansu isimli komşusu bir keçi hediye eder. Bir süre bunun sütüyle idare eder. Daha sonraki bir hafta içerisinde Pasinler’in Keyvank köyünden o yörenin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey, öküz arabası ile gelerek şeyhin ailesini yanına alıp uzun bir süre misafir eder. (İleriki yıllarda Hacı Rıza Bey Ziyaeddin Efendi’nin iki kızını, oğulları ile nikâhlayarak akrabalık kurar.)

Jandarma ,bu aramaları sürdürürken bir gün köye (Taşkesene) gelir. Şeyhin küçük kardeşi, evinin de idarecisi ve ayrıca caminin hizmeti ile ilgilenen “Haddo” lakaplı Hasan Efendi’yi yakalarlar. (Şeyh kendisini ilme ve ilim adımı yetiştirmeye adadığı için evinin idamesini Hasan Efendi yapardı.) Asker, Hasan Efendi’ye şeyhin nerede olduğu sorduğunda bilmediğini söyler. Hasan Efendi’yi zorla konuşturmak isteseler de buna muvaffak olamazlar. Öyle ki, Hasan Efendi’nin öldüğünü sanarak köyün ortasına bırakır, giderler. Hasan Efendi adeta bir ceset gibi kendinden geçmiş bir halde olduğu yerde yığılır kalır. Yöre halkı Hasan Efendi’yi o günkü şartlarla tedavi etmeye çalışır. Ancak doksan beş yaşında iken vefat eden Hasan Efendi’nin yaraları hala iyileşmemiştir. İltihaplı yaralarından dolayı her gün çamaşır değiştirmek zorunda kalan Molla Hasan, oğlu Zümrüt Efendi ve yeğenlerinin bütün ısrarlarına rağmen doktora gitmeyen İbrahim Efendi, “Ben bu yaralarımla Allah’ın huzuruna çıkıp: ‘Senin yolunda hayatını ortaya koyan veli kulların incinmesin, üzülmesin diye haksızlığa maruz kaldım. İşte bu yaralar da şahidimdir.’ diyeceğim.” der.  Hasan Efendi’nin o günden sonra ağrı ve sızıdan zaman zaman bağırdığını, yakınlarındaki evlerde dahi bu sesin rahatlıkla duyulduğunu anlatırlar.

Hasan Efendi’nin torunu Mehmet Kızılkaya, babası Zümrüt Efendi’den işittiği bir olayı şöyle naklediyor; “Dedem, Allah’a ve O’nun mabedine hizmeti kendine görev edinmiş, caminin her türlü temizliğini yapar ve ezanı da okurmuş. Gür ve yanık bir sese sahipmiş. O zamanlar hoparlör olmadığından ezanı minareden okurmuş. Çevre köyler Hasan Efendi’nin bu yanık sesiyle “sabah namazı için kalktıklarını” söylerdi.

MÜCADELELERLE GEÇEN BİR HAYAT

İzmir’de mecburi ikamete tabi tutulan Şeyh İbrahim Efendi, Erzurum’da olduğu gibi İzmir halkı tarafından da çok kısa sürede sevilmiş, yepyeni bir cemaat, yepyeni bir irşad ve hizmet ortamı doğmuştur. Etrafındaki bu cemaat her geçen gün biraz daha artmış ve İbrahim Efendi’ye gösterdiği teveccühten endişe duyan yetkililer, bu sefer de İbrahim Efendi’yi Manisa’nın Demirci kazasına sürgün etmişlerdir. Ama bu sürgün de Şeyh İbrahim Efendi’ye olan bağlılığı ve sevgiyi kesememiş, Demirci’de de kendisine sevgi duyan ve bağlanan geniş bir kitleye sahip olmuştur. Demirci’de ömrü fazla sürmeyen Şeyh İbrahim Efendi 3 Kasım 1926 yılında, yetmiş bir yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve Demirci’de defnedilmiştir.

Şeyh İbrahim Efendi yetmiş bir yıllık hayatı boyunca İslamî hayatını titiz bir şekilde yaşamaya hayret göstermiştir. Dinini anlatma ve öğretme adına karşısına çıkan bütün zorluklara göğüs germiş ve vefatından sonra arkada dinin ulvi mesajlarını yayacak çok sayıda insan bırakmıştır. Sahasında uzman din adamı ve mezun hoca yetiştiren Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi, yaşadığı hayatı boyunca hep inancının mücadelesini vermiştir.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi, Şeyh Şahabeddin Efendi, Horasan Çamurlulu Şeyh Hacı Hasan Efendi, Göynüklü Molla Ahmed Efendi ve Malazgirtli Muhammed Emin Efendi gibi büyük insanları da yetiştiren Şeyh İbrahim Efendi’ye yaşadığı dönemde bölge haklı hep saygı ve hürmet göstermiştir. Tasavvuf sahasında derinliği ile bilinen Şeyh İbrahim Efendi’nin çok sayıda kerametleri olduğu halk tarafından anlatılır.

TAM 27 YIL TOPRAK ALTINDA ÇÜRÜMEYEN CESET

Bu arada vefatından sonra Şeyh İbrahim Efendi Hz. İle ilgili anlatılan hadisleri nakletmekte fayda görüyoruz.

1926 yılında Manisa Demirci’ de vefat eden ve aynı yerde defnedilen Şeyh İbrahim Efendi’nin kabri Demirci’deki dostları tarafından türbe haline getirilmiş ve yıllar boyu daima ziyaret edilmiştir. 1954 yılında türbenin bulunduğu yerden yol geçeceği gerekçesiyle türbenin başka tarafa nakli gerekir. Bu olay yıllar önce Şeyh İbrahim Efendi’nin sürgünde bulunan [Madraklılı (Geçit Köyü) Selim bey ile Söylemezli Agit Efendi’ye] arkadaşlarına dediği “Endişe etmeyin siz yakında evinize dönüp ailenize kavuşacaksınız. Ben de geleceğim ama ne zaman ve nasıl geleceğimi söyleyemem.” sözünü doğrulamıştır. Demircili dostları türbenin başka bir yere nakli için oğlu Şeyh Abdulkuddüs Efendi’den müsaade isterler. Ancak babasının cesedini Erzurum’a nakletmek istediğini söyleyen oğlu, hemen Demirci’ye hareket eder. Oğlu ve kalabalık bir cemaat topluluğu kabristanı açarlar ve hayretler içinde görürler ki daha bir saat önce defnedilen ceset gibi en küçük bir çürüme dahi yok.  Yirmi yedi yıl toprak altında yatan Şeyh İbrahim Efendi’nin kefeninde dahi en ufak bir leke, çürüme ve bozulma yok. Hatta yıkanırken taranan sakalları dahi bozulmamıştır. Ceset bir tabuta konularak Erzurum’a getirilir. Olay gerek Demirci’de ve gerekse Erzurum’da çok büyük bir yankı uyandırır. Ancak cenazenin teşhirinin büyük bir izdihama sebep olacağı düşüncesi ile yalnızca vali, şehrin ileri gelenleri ve aile efradı tarafından ziyaret edilir. Kendi halifesi ve mürşidinin oğlu Taşkesenli Şeyh Muhammed Sırrı Efendi’nin nezaretinde büyük bir cemaatle Erzurum Taşkesen köyünde defnedilir.

Şeyh Zeki Taşkesenli Hocaefendi bir hadiseyi şöyle anlatır: “Dedem, Şeyh İbrahim Efendi, Erzurum Numune Hastanesi’nde hasta yatarken küçük kardeşi ve mürşidi Molla Hüseyin yanında refakatçi kalıyordu. Şiddetli bir deprem olur ve herkes kaçışmaya başlar. Bu arada Şeyh İbrahim hasta olduğu için Molla Hüseyin’e “Molla sen de kaç kendini kurtar.” deyince (Molla Hüseyin her haliyle çok cesur, atılgan bir insandı.) “Ben sizi bu hasta halinizle bırakıp şuradan şuraya gitmem.”  karşılığını verir. Bu hal karşısında Şeyh Efendi : “…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever.” mealindeki ayeti kerimeyi okur.

Bir defasında da Bediüzzaman Said-i Nursi Erzurum’a gelmiştir. Şeyh İbrahim Efendi, küçük kardeşi Molla Hüseyin’in kanser (Pençşir) hastalığına yakalanmasından dolayı mürşidi Şeyh Ahmed Efendi’nin; Üç Kümbetler mevkiindeki evinde misafir bulunuyordu. Bediüzzman, şeyhin ziyareti için haberci gönderir. Şeyh Efendi, böyle bir ziyaretten memnun olacağını ifade eder. Bediüzzman’ın geleceğini duyan Molla Hüseyin, biraz kızgınlık birazda sitemle: “Buraya geldiğinde kendisine; Sultan Abdulhamit Han’ın halli’ne  (Tahtan indirilmesine) neden cevaz verdiğinin hesabını soracağım.” der.” Şeyh, misafire karşı kırıcı olmamasını, böyle bir davranışta bulunmaması gerektiğini anlatırsa da Bediüzzman eve geldiğinde Molla Hüseyin bu durumu münasip bir lisan ile Hazrete sorar. Bediüzzman Said-i Nursi de: “ O Said öldü. Karışınızdaki yeni Said’dir.” şeklinde cevap verir. (Hadiseyi o mecliste hazır bulunan Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin damadı Hacı Zahit Bey nakletmiştir.) Molla Hüseyin yakalandığı amansız kanser hastalığından kurtulamayarak 20 Rumi 1240’da vefat eder. Şeyh İbrahim Efendi’nin tek oğlu Abdulkuddus Efendi’dir, dört tane de kız çocuğu olmuştur.

Not: Fuad Taşkesenligil’in “Silsile-i Âliye’nin Taşkesenli Halkası” isimli kitabından alınmıştır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Tevrücüklü (Tebrizcik) Hacı Mustafa Efendi, 1890 yılında Erzurum’un Tevrücüklü (Tebrizcik) köyünde dünyaya teşrif etmiştir. Babası Şevket Efendi, Dedesi Molla Dursun Hocaefendi’dir. Küçük yaşlarda Dedesi Molla Dursun Hocaefendi tarafından fıkıh, tefsir, tasavvuf gibi ilmî konularda ders alarak yetiştirilmeye başlanmıştır. Askerlik dönemine kadar Dedesi Molla Dursun Efendi’nin gözetiminde derslere devam etmiştir.

Görev sonrası Tevrücüklü (Tebrizcik) köyüne dönüp burada hem kendi köyünden hem de civar köylerden gelen birçok insana ders vermeye başlamıştır. Bu kutsî yolda birçok din adamı yetiştirmiştir. Bunların yanı sıra bölgede sağlık ocağı bulunmadığından, bazı hastaların da hastalığı ile ilgilenmiş, Allah’ın (cc) izni, kendilerinin duası bereketine o hastalar şifa bulmuşlardır. Tarikat hocası Abdulgani Efendi Tevrücüklü (Tebrizcik) köyüne imam olarak geldiğinde Hacı Mustafa Efendi henüz yirmi beş yaşındaydı. Abdulgani Efendi’nin yanında bulunup Rufaî tarikatının müridanı olarak hocasının gözetimi altında yetişmeye başlamıştır. Bir gün Hacı Mustafa Efendi rüyasında tarikat hocasının kendisini çağırdığını “Gel Mustafa!” diye seslendiğini görür. Hocasının istirahatgahına vardığında, Abdulgani Efendi ona; “Gel, yanıma otur.” diyerek söze başlar: “Bak Mustafa! Herkes çalışarak ve hak ederek bir yerlere geliyor. Allah sana kutsî bir görev verdi. Bundan sonra Rufaî tarikatının şeyhi olarak bu görevi sana veriyorum.” demiş. Hocası Abdulgani Efendi vefat ettikten sonra bu önemli görevde hizmete devam etmiştir.

Hacı Mustafa Efendi bir gün, abdest alırken bir yalan beyandan dolayı göreviler tarafından nezarete alınmıştı. O gün bir görevli rüyasında Hacı Mustafa Efendi’yi görüyor. Rüyasında, nezarette bulunan Hacı Mustafa Efendi’nin yanına gelmiş; “Baba, bir ihtiyacın var mı? ” diye sormuş. Efe Hazretleri; “Bir ibrik su verir misin?” demiş. Görevli; “Suyu ne yapacaksın?” diye sorduğunda, “Namaz için abdest alacağım.” buyurmuş. Rüyadan etkilenen görevli, araştırma sonunda kendisinin iyi bir hoca olduğunu öğrenince onu serbest bıraktırır.

Hacı Mustafa Efendi’nin gelir kaynağı pek kısıtlıydı ve bunun yanı sıra da ziyaretine birçok kişi gelip giderlerdi. Bundan dolayı bazı kişiler hoca bu kadar kişiye ne yedirip ne içiriyor diye söylemler ile uğraşıp duruyorlardı.

Bir gün hanımı hocaya; “Efe, ben tenekeden yağ alıyorum, ertesi gün bakıyorum ki yağ hiç eksilmemiş gibi duruyor.” demiş, bu işin hikmetini merak etmiş. Hocaefendi de güzel bir cevap vermiş:
“İzzet ve ikram sahibinin işine karışılmaz.”

Hacı Mustafa Efendi’nin hali ve yaşamış olduğu diğer hususları, Erzurum’un büyük âlimlerinden Veli Velioğlu Hocaefendi’den dinleyelim. Hacı Hoca lakabı ile tanınan Ardahanlı Hüseyin Efendi, o günün uleması içersinde hem zahiri hem batını ilimlerde büyük bir zât olduğu için Tevrücük (Tebrizcik) köyüne getirilmiş. Burada Osmanlı tarafından müsaade edilen bir medrese kurulmuş. Bu medresede Ali Hoca, Abdurrahman Hoca, Hamdi Hocalarla birlikte çok sayıda âlim ve talebe yetişmiştir. Hacı Mustafa Efendi de bu zatlardan istifade etmiş ve Abdulgani Efendi’nin halifelerinden en mükemmeli olmuştur. Halakasına giren adam akşamdan girse şafak atıncaya kadar, yılmadan halakaya devam eder, feyzinden istifade ederdi. Bizzat ben de o anları yaşadım. Hikmetlerinden birisini şöyle anlatayım:

Bende müzmin bir bronşit olmuştu. Ne kadar doktora gitsem de çare bulamadım. Öksürük çok şiddetli idi ve ızdırap veriyordu, boğulur gibi oluyordum. O günlerde bir gün, ziyaretine gittim. Aşırı derece öksürüğümü görünce “Veli Efendi! Neden böyle çok öksürüyorsun?” dedi ve cebinden fındık tanesi kadar şeb (soda) çıkardı, bana verdi. “Yut bunu.” dedi. Onu yutmamla bronşit ve öksürük anında kesildi. Ondan anladım ki hikmet şebde değil, veren eldeydi.

Yine zaman zaman şahit olduğum, ayak ve bel ağrısı ile sızlanan kişilerin rahatsızlıklarının hemen iyi olması. Yürümeye mecali olmayan hastaların, İstanbul’dan başkasının sırtında hocamın ikametgahına gelip şifa bulması dilden dile anlatılır.

Hacı Mustafa Efendi’nin yanında ve hizmetinde bulunmuş müritlerinden, İsmail Hakkı Çetrez Hocaefendi’den dinlediğimiz bazı gazel ve sohbetlerini de sizlerle paylaşmayı da gerekli görüyoruz:

Hacı Efendi yine bir bahar, ot biçme mevsiminde, çayırlarını biçtirmek için hazırlık görür. Çalıştıracak ırgatları dört-beş kişiden ibarettir ve onlarla yaklaşık yirmi gün çalıştırmak üzere sözleşir. Evde hazırlık yapılır, ertesi gün ot biçimine başlanacaktır. Mustafa Efendi düşünür, “Şeyhim, Abdulgani Efendi’yi bu zaman zarfında göremeyeceğim. Bu gece Öznü’ye gidip şeyhimi görüp geleyim, yarın işe başlarız.”der. Öznü’ye geldiğinde Abdulgani Efendi’nin elini öper, tazimde bulunur. Abddulgani Efendi; “İyi ki geldin Mustafa. Bizim yoncayı biçte öyle git.” der.

Mustafa Efendi itiraz etmeden baş üstüne der ve yoncayı dört gün süreyle biçer. Abdulgani Efendi, beşinci gün “Hadi Mustafa, şimdi gidebilirsin.” der. Hacı Mustafa Efendi beş gün sonra köyüne geldiğinde, köyde ne ırgat kalmıştır ne de çalışan insanlar. Bir müddet bekleyip gitmişler. Evde hanımından çok şiddetli bir azar işitir; “Hazırladığım ekmekler küflendi, sen nerede kaldın?” Bunun yanında köy halkı da; “Adamın otları kurumak üzere, bu gitmiş, Abdulgani Efendi’ye hamallık yapıyor.” diye alay ederler.

İşte bu sıkıntılı saatler devam ederken bakar ki üç-beş kişi uzaktan kendisine doğru gelir ve selam verir. Mustafa Efendi’ye; “Bizler çalışmak istiyoruz, ihtiyacı olan var mı, çalışalım.” diye sorarlar. Hocaefendi de; “Evet benim otlarım biçilecek.” der. Ama “Kaç liraya biçersiniz?” diye sorar. Çalışacak kişiler çayıra bakarlar ve “Elli liraya üç-dört güne bitiririz.” derler. Mustafa Efendi, daha önce ırgatlarla anlaştığı fiyatın üçte biri bir fiyata ve on beş güne bitecek işin de üç dört güne biteceğini duyunca “Gençler bir yanlış yok değil mi?” diye sormadan edemez. Gençler; “Hocam pahalı olduysa yine düşebiliriz.” derse de Efendi; “Yok pahalı değil.” der ve işini gördürür. Böylece hem zamandan hem paradan kazancı olur.

Bir de Tevrücüklü (Tebrizcikli) Mustafa Efendi’nin ömür boyu pişmanlık duyduğunu bildirdiği bir hadiseyi nakledelim:

Abdulgani Efendi’nin Öznü köyünde imamlık yapacağı ilk yıllarda köy halkı ev yapması için bir miktar arsa ve birkaç tane kavak ağaç veriler. Abdulgani Efendi hazırlattığı kerpiçlerle 1,5 metre yüksekliğinde bir odalı bir hane yaptırır ve müridi Mustafa Efendi’yi çağırarak; “Gel gel! Mustafa şu kavak ağaçlarını kes, kalın olanı boylu boyunca uzat. Dallarını da mertek yap, yapraklarının üstüne ört, toprak çek” der. Mustafa Efendi; “Efendim, bu duvar olmamış. Önce bunu bir metre daha yükseltelim, örülen dört duvarın ortasından bir duvar daha yapalım iki gözlü olsun, daha sonra kavakları da kestikten sonra kabuğunu soyalım beyaz olsun öyle kapatalım.” dediğinde Abdulgani Efendi’nin rengi solar, hüzünlenir, sıkıntısı her halinden anlaşılır ve Mustafa Efendi’ye dönerek; “Bu iş dursun, gel seninle bir kabristana gidelim.” der. Kabristanda bir müddet okur, dua ederler ve Mustafa Efendi’ye şöyle seslenir; “Bak Mustafa! Bu kabirler bizim yapacağımız evden daha mı yüksek, daha mı geniş?” der ve şu şiiri okumaya başlar:

Şehri kabristanı seyreyle gönül
Tuttuğu dünyayı atanlara bak
Elvan nakış giyip gafil gezenler
Çürüyüp toprakta yatanlara bak

Zikri der kan ağlar didelerimiz
Günde yedi kılar dilgüdarımız
Akıbet göç eder korukanımız
Bizden evvel konup göçenlere bak

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort