Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 30 Nisan 2014 13:40

ÜSTAD ŞEYH ABDURRAHİM EL ÇOKREŞİ -2-

Üstadın ayrı bir özelliği de hiçbir zaman kendi çocuklarını cemaatin içerisinde ön plana çıkarmamasıydı. Özellikle kendi akrabalarının yanında hiçbir zaman çocuklarından bahsetmezdi. Bu ayrımı hiç yapmıyordu, hatta akrabalarını çocuklarından daha üstün tutuyordu. Öyle bir edebe sahipti ki kendinden yaşça küçük olanların yanında bile çocuklarının isimlerini söylemiyordu. Ziyaretine gelenlere büyük bir meltefetle hal ve ahvallerini sorardı. Âlim insanların karşısında çok saygılı bir şekilde dizüstü oturuyordu. Hiçbir zaman insanları tenkit etmiyor, sürekli beşaş ve hafif tebessümle milletle hasbihal ediyordu. Şer’î fetvalar yanına geldiği zaman hiçbir şekilde kitaplara bakıp kaynağını görmeden cevap vermezdi.

Üstad son iki sene bazı işaretlerle artık ömrünün sonuna geldiğini belirtiyordu. Bir gün Üstad ve Raşid amcam ile beraber kabristanlara ziyarete gitmiştik. Şu an defin ettiğimiz yere bakıp parmağıyla işaret ederek buraya bir sur çekin, aile mezarlığı için. Yakında bize lazım olur, dedi. Ondan sonra ilhahla bir kaç defa aynen söylemişti. 2004’te hastalık belirtileri başladı. Dört sefer arayla Erzurum Numune Hastanesi’ne yatırdık, iyileşip taburcu oluyordu. En son 2006 yılının beşinci ayının başında tekrar rahatsızlanınca Araştırma hastanesi, Dr. Recep AYGÜL Bey’in yanında yatırdık. Bir hafta tedavi gördükten sonra gözlerini açtı ve bir rüya gördüğünü söyledi. Bizlere anlattı;

“Rüyamda baktım ki büyük bir ulema topluluğu beni aldılar. Kabristanlara hazır eşilmiş bir mezarın başına beni götürdüler ve dediler ki; ‘Senin zamanın geldi, burası da senin yerindir.’ Ben itiraz ettim, dedim ki; ‘Beni büyüklerimizin metfun olduğu surun içinden niye ayırdınız? Orada olmak isterdim.’ Onlardan bir tanesi dedi ki; ‘Sizi buraya defnedeceğiz ki, bazı Müslümanlar etrafınızda defnolsunlar, sizden menfaat alsınlar.’ Ondan sonra baktım ki başka bir grup geldi, sordular; ‘Siz niye Abdurrahim’i getirdiniz? Daha zamanı var.’ Evvel ki grup dediler ki; ‘Verdiğimiz sarığın görevi bitmiştir, bunu almamız lazım.’ Sonradan gelen grup ufak bir sarığı başıma koydular, evvelki sarığı diğer gruba teslim ettiler. Dediler ki; ‘Daha zamanın var, bundan sonra bu sarık başında olsun.’ Beni bırakıp gittiler.”
Bu rüyadan sonra Seyda tamamen iyileşti ve biz onu köye geri getirdik. Üstad köyde iki ay kaldıktan sonra tekrar rahatsızlanınca yine Recep Bey’in yanında yirmi gün yatırdık. Bu sefer yarı iyileşerek taburcu oldu. Köyde bir ay kadar kalınca daha ağır bir şekilde rahatsızlandı. Tekrar Recep Bey’in yanına, Araştırma Hastanesi’ne götürdük. Bu sefer hastalığı tamamen değişik bir şekil almıştı. Üstad tamamen dünyayı bırakıp manevi bir şekilde büyük zatlarla hayatını sürdürüyordu. Konuşması, hareketleri tamamen değişik bir şekildeydi. O durumdayken ziyarete gelenlerin hal ve hatırlarını sorardı. Hiçbir zaman rahatsızlık duymazdı, onlar dışarı çıktıktan sonra gene aynı eski haline dönerdi. Sanki dünyadan haberi yok gibiydi.

Bir gün Karayazı ehlinden Hacı Sabit isimli bir şahıs, Üstad’ı ziyarete gelmişti. Üstad onun hal ve hatırlarını sorduktan sonra, sizin bir davanız vardı, ne yaptınız diye sordu. O an Hacı Sabit gür bir sesle ağlayarak odayı terk etti ve bize dedi ki; “Şeyhim bu durumda bile davalarımızı soruyor.” İki gün sonra Karayazı ilçesi Halk Eğitim Müdürü Faik Hoca, Üstad’ın ziyaretine gelmişti. Üstad’ı ziyaret edince Üstad, Faik Hoca’dan sordu; “Senin kardeşin hasta idi ne oldu, durumu nasıl?” Faik Hoca; “Şeyhim, elhamdülillah durumu iyidir.” dedi. Üstad tekrar sordu; “Sen ameliyat olmuştun, senin durumun nasıldır?” “Ben de iyiyim.” dedi ve kendini tutamayarak ağlayıp odayı terk etti. Bu konuşmalardan sonra Üstad eski haline dönüyordu. Sürekli büyük zatlarla konuştuğuna şahit oluyordum.

Bir gün kalkmak istediğini gördüm. “Kurban ne yapıyorsun?” diye sordum. Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri’nin büyük bir cemaat ile içeri girdiğini söyledi ve bana dönerek “Oğlum, cemaate karşı ne yaptınız?” diye sordu. “Emriniz neyse onu yapalım.” dedim. “Cemaate yemek verdiniz mi?” diye sordu, “Verdim!” dedim. “Peki, bizde hakları vardı, onu da verdiniz mi?” dedi.  Verdim, dedim. “Yoksa vermedin mi?” diye sordu. Verdim, dedim. “Elhamdülillah! Kimsenin hakkı bizde kalmadı.” dedi ve gözlerini kapattı. Doktor Recep Bey bu sözleri duyunca Üstad’ı özel odasına götürdü. Dedi ki: “Üstad bugün bayram yapmamız lazım, sizin için Mevlânâ Halid hastanemize gelmiştir, biz ne yapalım?” diye sorunca Üstad iki sefer tebessümle “he he” dedi ve sustu.

Başka bir gün Hastane odasında Üstad’ın yanındaydık. İki doktor Üstad’ı muayene ediyorlardı. Üstad’ın gözleri kapalıydı. Kalbini muayene etmeye çalıştılar, kızarak oraya karışmayın; “Orada Kelâm-ı Kadim vardır.” dedi. Başka bir sefer de aynen muayene zamanında kalbine dokununca yine kızarak; “Orası iman yeridir, orada iman vardır, oraya karışmayın.” dedi.

Başka bir zaman Üstad’ın yanında konuşurken gözlerini açtı, “Konuşmayın, beş altı kişi Kur’ân-ı Kerim’i okuyorlar, siz de dinleyin.” dedi ve gözlerini kapattı. Etrafımıza baktık ki bizden başka hiç kimse yoktur. Başka bir gün yanı başındaydım. Baktım ki gözlerini açtı, pencereye doğru baktı, dedi ki; “Bak orada ne güzel bir köşk var görüyor musun?” Evet, dedim ama bir şey görmüyordum. “O köşk Seyda-i Şeyh Abdurrahman tarafından Şeyh Abdülkerim Efendi’ye verilmiş. Bak yanında başka bir köşk daha var, görüyor musunuz?” buyurdu. Evet,  de-dim. “O da Seyda-ı Şeyh Yahya’nındır.” dedi. Biraz durduktan sonra gülümseyerek; “O güzel iki odayı da görüyor musunuz?” O da Şeyh Yahya tarafından dayım Abdullah Efendi’ye verilmiştir.” buyurdu. Sonra da mahzun bir şekilde dedi ki; “O diğer köşk de benimdir, ama ben bir ortak arıyorum.” Bunu deyince eşi Miran hanım dedi ki; “Kurban kimi kendine ortak yapacaksın?” Tekrar bana döndü, parmağını uzatarak; “Vallahi, kim okursa onu ortak yapacağım.” dedi.

Bu hallerden sonra sürekli Kur’ân-ı Kerim’i okumayı emrediyordu. Genellikle ikindi namazından sonra akşam namazına kadar sürekli Kur’ân-ı Kerim okuyordu. Vefatından iki gün önce beni çağırdı. Okuduğum yere bir kağıt koyun, kağıdın üzerine yazın nereye kadar okuduğum belli olsun.” dedi. Ben kağıdın üzerine yazdım. Saffat Sûresi’nin başına geldiğini söyledim ve ondan sonra Kur’ân-ı Kerim’i eline alıp okuyamadı. Ezbere ayetleri okumaya başladı. Hastalığının son günlerinde konuştuğu zaman dilinde bir ağırlık vardı ama Allah’ın hikmeti Kur’ân ayetlerini okuduğu zaman sağlığındaki gibi net bir şekilde okuyordu. O arada bize hep; “Okuyun, okumayan kişi vallahi bu sevaptan mahrum kalacaktır!” diyordu.

Ayrıca doktoru Recep Bey’i çok seviyordu ve sürekli doktoruna Mehmet Bey diye hitap ediyordu. Bir gün dedim; “Kurban, doktorunuzun doçentlik sınavı var. O kadar sizinle ilgileniyor ki sınava hazırlanamıyor, siz de dua edin, sınavı kazansın.” dedim. Gülümsedi, cevap vermedi. İki gün sonra ben ve Mehmet Selim amca oturuyorduk. Üstad gözleri kapalı bir şekilde; “Mehmet Bey sınavı kazandı.” dedi. O anda doktor içeri girdi, bu sözleri duyunca; “Şeyhim, bize güzel haberler veriyorsun.” dedi ve Üstadın ellerini ziyaret etti. Üstad gözlerini açtı tebessümle doktoruna baktı ve tekrar gözlerini kapattı. Allah’ın emri, doktoru zorluk görmeden doçentlik sınavını kazandı.

Yeğeni Muhammed Raşid’in oğlu Metin üniversite sınavlarına girmişti. Sonuçlar belli olmadan Metin’e dua edin, demiştik. Metin’in yerini Van ilinde yapmışım, dedi. Sınav sonucu açıklandığında Metin Van’daki Üniversiteyi kazandı.

Üstad ölümünden bir gün önce defalarca; “Beni köye götürün, yarın misafirlerimiz çok olacak, misafirlerin tedarikini göreyim, yoksa siz bu tedariki göremezsiniz, perişan olursunuz.” dedi. Meğer kendi taziyesinin misafirlerini işaret ediyormuş da biz anlamadık. 11. 09. 2006 pazartesi sabahı saat 7.30’da Allah’ın rahmetine kavuşup, Allah’a emanetini teslim etti.

Erzurum’dan Erenler köyüne getirdiğimiz süre içinde çok büyük bir insan topluluğu oluştu. Üstad’ın cenaze namazı iki defa kılındı. İlkini Üstad’ın divanında Kardeşi Molla Şemseddin kıldırdı. Cemaatin çok olması nedeniyle dışarıda o kalabalıkla beraber Seyda-i Taği’nin torunlarından Şeyh Muhsum’un oğlu Şeyh Nurettin Efendi kıldırdı ve Üstad’ın teçhizini yaptı.

Allah onları af ve mağfiret etsin bizi de onların çizdiği yoldan ayırmasın.

Seyda Hazretleri’nin yeğeni ve hizmetkârı; Hikmet SAMİ Efendi’ye bu değerli bilgileri okurlarımızla paylaşmasından ötürü teşekkürü borç biliriz. Cenabı Hak onu bu salih neslinden hem bu dünyada hem de dâr-ı ukbâda ayırmasın inşaallah.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 30 Nisan 2014 12:06

ÜSTAD ŞEYH ABDURRAHİM EL ÇOKREŞİ -1-

1928 yılında dünyaya geldi. Üstad Yahya el-Çokreşinin büyük oğludur. Henüz altı yaşındayken Kur’ân-ı Kerim’i öğrenerek öğrenim hayatına başladı. Medrese tahsili aralıksız olarak 21 yaşına kadar devam etti. Öğreniminin büyük bölümünü babası Üstad Yahya Efendinin yanında tamamlamakla birlikte büluğ çağından itibaren genellikle yazları, babasının telkiniyle, Norşinde Şeyh Taha Hazretlerinin yanında bazen de Muş’un meşhur ilim merkezlerinden birisi olan “Ohin” köyünde Şeyh Alaaddin’in yanında teberrüken dersler almıştır. Klasik medrese eğitim sisteminde yer alan Arapça Sarf ve Nahiv bilgisi, Mantık ve Belagat’ın yanısıra Temel İslam İlimleri içinde yer alan Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Kelam dersleri alarak öğrenimini tamamlamıştır. 21 yaşındayken babası medresesinin tüm sorumluluğunu kendisine tevdi etmiştir. 26-27 yaşındayken babası Üstad Yahya Efendinin yanında tassavvuf eğitimini tamamlamış ve irşad iznine erişmiştir. O andan itibaren başta kardeşleri ve akrabaları olmak üzere memlektin dini aydınlanmasında ve yaşantısında büyük hizmetler deruhte eden bir çok alim şahsiyetin yetişmesinde başlıca pay sahibi olmuştur. Yetiştirdiği seçkin öğrencilerinin tassavvuf eğitiminde de üstadı olmuştur.

Kişisel Özellikleri
Babasından devraldığı İslama, ilme ve toplumsal barışa hizmet bayrağını ileri noktalara taşımıştır. İslam fıkhına vukufiyeti ve toplumsal barışı sağlamaya olan adanmışlığı, sabrı ve feraseti sayesinde memlekette yaşanan biçok kişisel, ailevi ve toplumsal sorunu İslam fıkhı çerçevesinde çözmesine vesile olmuştur. Engin anlayışı, şefkat ve merhametinin en büyük delillerinden birisi vefatı sırasında mahşeri bir kalabalığa şahitlik eden Çokreşi köyüne akın eden her kademedeki sevenlerinin adeta söz birliği etmişçesine söyledikleri, ‘Beni çok severdi’ sözüydü. İnsanların yaşadıkları sorunları, uğradıkları haksızlıkları ortadan kaldırmak onun en büyük mutluluk kaynağıydı. Müminlerin sorunlarına karşı duyarsızlığı, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” hadis-i şerifinin zecrine maruz kalmak olarak değerlendirirdi. Gecenin bir yarısında uzak yakın bir diyardan dertli bir müminin telefonla onu araması hoşgörüyle karşılanan sıradan olaylardandı. Muhatap olduğu zengin-fakir, vasıflı-vasıfsız, alim-cahil, akıllı-deli herkese hiçbir tasannuya meydan vermeden doğal, mütevazı ve ihtiramlı bir üslupla davranması “Alimler Nebilerin varisleridir’ hadisini ihtar ederdi.

Eserleri
Babası Şeyh Yahya Efendinin vefat işaretlerini kaleme aldığı bir eserinin yanısıra, İslam hukukunda Boşanma ve Cumanın Sıhhat Şartlarına ilişkin yayına hazırlanmakta olan risaleleri bulunmaktadır.

Önde Gelen İzinli Talebeleri:
Kardeşleri: Şemseddin Efendi, M. Emin Efendi, M. Said Efendi (merhum), Raşit Efendi
İbrahim Efendi (Dayısının oğlu, Şeyh Abdurrahman Efendinin torunu, Şeyh Abdulbakinin oğlu)
Molla Burhanettin (Dayısının oğlu, Şeyh Abdurrahman Efendinin torunu, Abdullah Efendinin oğlu)
Molla Muhammed (Akrabası, Karayazının Ağaçlı Köyünden, Molla Abdulaziz Efendinin oğlu)

Molla Bahtiyar (Karayazılı bir alim, merhum)
Molla Muhammed (Binpınarlı, Horasanda yaşıyor)
Molla Abdulaziz (Karaçoban Yoncalı Köyünden)

Bu bölüm Üstad Şeyh Abdurrahim El Faruki El Çokresi (ksa) Hazretlerinin kardeşinin oğlu ve uzun yıllar hizmetinde bulunan Hikmetullah Sami’nin hatıratlarından oluşmaktadır.
Rivayeten Hikmetullah Sami anlatıyor:

Üstadın küçük kardeşi Raşid amcam bana anlattı: “Babam Şeyh Yahya hayatta iken beni Karayazı ilçesi Elmalıdere nahiyesine bağlı Hasanava köyüne Ramazan ayında imamlık yapmam için beni gönderdi. Bir gün rüyamda babam Şeyh Yahya’yı gördüm. Rüyada benim teveccühümü yapıyordu, onunla beraber tövbe kelimelerini de söylüyordum, başımı kaldırdığım zaman bazen babamı bazen de ağabeyim üstad Şeyh Abdurrahim’i görüyordum. Sabah kalktığımda Çokreşi’den iki kişi gelmişti. Bana dediler ki; babanız çok hasta, senin için geldik. Hep beraber Çokreşiye geldiğimizde baktım ki babam çok hastadır. Bana dediler ki bir gün önce babanız Şeyh Yahya bütün komşu ve akrabaları çağırmış, tövbe ettirmiş, siz de tövbe edin. Ben bir gün önce gördüğüm rüyamı hatırladım onlara anlattım. Seyda benim tövbemi ettirdi ve bana gösterdi ki bundan sonra hizmetim abim Üstad Şeyh Abdurrahim’in yanında olacaktır, dedim. 20 gün sonra Babam Şeyh Yahya   Allah’ın rahmetine kavuştu. Ben anladım ki babamızın tek vekili abimiz Üstad Şeyh    Abdurrahim’dir. Bir süre sonra Seyda’ya teslim oldum. Tasavvuf derslerine başladım. Seyda’dan rica ettim, himmetiniz olsa sabah namazından önce hizmetlerimi yapmak isterim dedim. Uzun bir zaman istediğim vakitte kalktım, hizmetimi yaptım. Bir zaman sonra bazı geceleri uykudan kalıyordum, bakıyordum ki pencereden Üstad Şeyh Abdurrahim’in sesi geliyordu. Muhammed Raşid, Muhammed Raşid diye iki defa beni çağırıyordu. Ben kalkıp sağa sola bakıyordum. Üstad yok, taaccüp içinde kalıyordum ve bakıyordum ki tam ibadet yapacak zamandır. Bu olayı sekiz on defa gördükten sonra bir gün Üstada söyledim, siz her gece gelip beni çağırıyorsunuz. Üstad dedi ki; siz sâdâtı kiramlardan yardım istiyorsunuz onların ervahları da sizin yardımınıza geliyorlar, dedi. Üstad Şeyh Abdurrahim’in her sözü bize ilaç gibiydi, bize ne dediyse aynen öyle olurdu. Biz de tamamen Üstadın büyüklüğüne inandık ve Üstada teslim olmuştuk.

Hikmetullah Sami anlatıyor: Şeyh Yahya’nın halifelerinden Seyda-ı Molla Reşit vefat etmişti. Üstad bizi taziyeye gönderdi. Ben, amcam Muhammed Raşid, Seyda’nın büyük oğlu Şerafettin amca, Cemalettin ve M. Abdülhamit ile birlikte Muş’un Bulanık İlçesi Tırtop köyüne taziyeye gittik. Bir gece kaldık ve geri döndük. Van’ın Erciş ilçesinde kardeşim askerlik yapıyordu, onu ziyaret edip geri döndük. Dönüşte Karayazı tarafından köye gelirken Goma kumur tepesinde çok tehlikeli kaza geçirdik. Kazadan sonra kendimizi toparladık. Yavaş yavaş gece geç vakitlerde köye ulaşabildik. Aramızda bu gece Üstad Şeyh Abdurrahim’e kaza yaptığımızı söylemeyelim diye kararlaştırdık. Köye geldiğimizde baktık ki sofi Fayık geldi. Üstad sizi çağırıyor dedi. Divana gittik, Üstad halen mahzun bir şekilde bizi bekliyordu. Seyda’yı ziyaret ettikten sonra, bizlere bakarak Elhamdulilah sizler sağ salim geri döndünüz, arabanız nasıl oldu ? diye sordu. Gördük ki Seyda’nın bizim kaza yaptığımızdan haberi varmış gibi. Biz dedik ki biz kaza yaptık, bizde bir şey yok ama arabada hasar var. Elhamdülillah sizde bir şey yok ya, arabanın hasarı tamir edilir, dedi. Bundan sonra Üstadın rengi açıldı, bize yemek çay ikram etti. Ben eve geldiğimde baktım annem hala beni bekliyordu. Dedim: anne bu ne telaştır? Dedi ki: sabahleyin kalktığımızda Üstad Şeyh Abdurrahim’in sadaka dağıttığını gördüm, sordum bu ne sadakadır? Üstad dedi ki: çocuklarımızın önünde büyük bir felaket vardır, sadaka dağıtın, dua edin ki inşaallah hafif bir şekilde atlatırlar. O zaman anladım ki biz daha kaza yapmadan Üstadın bu kazadan haberi olmuştu.

Başka bir gün Vartolu Molla Muhammed ve Molla Vechettin divana misafirdiler. Yatsı namazından sonra Üstad misafirlere çay ikram etti. Birkaç dakika sonra ısrarla çaylarınızı alın dedi. Biraz gecikince bir daha Müslüman çaylarınızı alın, sonra başka misafirler gelir, çaylar ayak altında kalır, dedi. İki dakika dolmadan baktık ki Ulucanlar köyünden yirmi kişi arabayla geldiler, çaylar ayaklar altında kaldı. Molla Vechettin benden sordu: Seyda niye böyle yaptı? Ben de ona “Senin inancın az olduğundan dolayı böyle yaptı ki inancın biraz daha sağlam olsun” diye söyledim.

Hikmetullah Sami anlatıyor: Ova Yoncalı köyünden birisi Karayazı ilçesi Ulucanlar köyünden muhtarın kardeşini İstanbul’da öldürmüştü. Bu olay iki ay önceden olmuştu. Bir gün Üstad beni ve büyük oğlu Şerafettin’i çağırdı. Dedi ki: Siz hemen yarın Ulucanlar köyüne gidin, muhtarın evine misafir olun, öğle yemeği yiyin, selamlarımı söyleyin, geri dönün. Biz Üstada dedik ki: Yollar çamurludur, araba gitmiyor. Seyda kızarak arabayla gideceğiniz kadar gidersiniz, ondan sonra yaya gidersiniz, dedi. Sabah kalktık ve gittik. Arabamız yarı yolda kaldı, yolun kalan kısmına yaya olarak devam ettik. Çamur içinde çok zorlu bir yolculuktan sonra muhtarın evine misafir olduk. Baktık ki muhtarda bir tedirginlik var, ama bu tedirginliğin sebebini bizden gizliyordu. Telefona çağırıyorlar, eve çağırıyorlar, bir türlü rahat duramıyordu. Biz sorduğumuzda bize kaçamak cevap veriyordu. Israrlarımızın sonunda dedi ki: Bize haber geldi ki düşmanlarımızın büyüğü Erzurum’dan Karayazı İlçesine gelecekmiş, biz de adamlarımızı Karayazıya intikamımızı almak için gönderdik, onu bekliyorlar dedi. Düşman dedikleri yetmiş yaşında Seyda’nın halifelerinden Molla      Abdülaziz idi. Tabi ki biz bunu duyunca Üstadın niçin bizi Ulucanlar Köyüne gönderdiğini o zaman anladık. Uzun uğraşlarımızdan sonra onları Karayazı’dan olay olmadan geri köye getirdik. Çokreşiye geri döndük. Üstadın yanına geldiğimizde, neler yaptınız, onların durumları nasıl idi? diye bizden sordu. Biz böyle bir durumla karşılaştığımızı söyledik. Seyda:İyi ki siz gittiniz, büyük bir belanın def edilmesine sebep oldunuz. Allah hayrınızı kabul etsin dedi. Bundan sonra barış girişimlerine başladı, sonunda maktulün eşi ile oğlu köye geldiler. Üstada dediler ki: eğer siz söz verip, Allah’a dua edip, kanımızın yerde kalmamasını dilerseniz davayı size bırakırız Üstad da aşağıdaki (Kabristandaki) büyüklerimizin ziyaretlerine gidin, orda Allah’a dua edin inşaallah hakkınız yerde kalmayacaktır dedi. Bunu duyunca davalılar da davasını Seyda’ya teslim edip, İstanbul’a gittiler. Üstad da katilden İstanbul’da bir ev ile dört milyar lira diyet aldı ve onları barıştırdı. Bu parayı dört beş ay sonra maktulün kardeşi ve oğlu almak için Çokreşiye Üstadın yanına geldiler. Seyda bana emir etti. Ben o parayı getirdim, sayarak teslim edeceğim zaman kapıdan komşu köylerden birisi içeri girdi, Üstadı ziyaret etti. Üstad sordu Hınıs ve Karaçoban tarafından havadislerin neler var? O adam dedi ki: Şeyhim dün akşam Ova Yoncalı köyünden Ali’nin oğlu  (yani katil) ceza evinde ölmüş. Üstad gülümseyerek maktulün oğluna baktı. Allah’ın adaletine bakınız. Siz paranızı almadan Allah tarafından hakkınız icra edildi, dedi ve ben o parayı teslim ettim. Bunlar Üstaddan özür dileyerek ve neşeli bir şekilde divandan ayrıldılar.

Ben on beş yıl Üstadın hizmetindeydim. Üstad hiçbir zaman dünya malı için insanları sevmezdi, insan ayrımı yapmazdı, hatta çoğu zaman yaşlılar çocuklar ve delileri daha fazla sevdiğine şahit oldum. Bir zaman Üstadın büyük oğlu Şerafettin kızarak babam beni sabah erken çağırmış, git misafirlere kahvaltı ver, diyordu. Gelin misafirlerimizin kimler olduğunu görün. Ben gittim, baktım ki divanın içinde beş tane deli yatıyordu. Bazen deliler ve sahipsiz insanlar için özel muamele yaptığına şahit oldum. Hiçbir zaman herhangi bir insana kusurlarını yüzlerine söylediğini görmedim. Bazen aracılarla bazı insanları uyarıyordu. Hatta bir gün dedim ki, siz niye yüzlerine söylemiyorsunuz da aracılara söylüyorsunuz ? Kızarak, işlerime karışma, dedi. Üstad insanlara karşı mütevazı ve saygılıydı. Hiçbir zaman cemaatlerin içinde kendine ayrı bir özellik tanınmasına izin vermiyordu. Sürekli misafirlerle beraber aynı sofrada yemeklerini yiyordu. Hatta bazen misafir olmadığı zaman hizmetkârlarla beraber aynı sofrada aynı kapta yemek yiyordu. Üstad zalime karşı mazlumun hakkını kendi hakkıymış gibi savunurdu. Yanına gelen davaları barışı sağlamadan bir iki sene devam etse bile yarıda bırakmazdı. İlla ki o davayı barışla bitirirdi. Hatta bir sefer dedim ki; siz niçin bu kadar davalarla kendinizi yoruyorsunuz? Bizim bile tahammülümüz kalmadı. Dedi ki oğlum Allah’ın bana verdiği nimetleri Allah yolunda harcamasam Allah’ın huzurunda ne cevap vereceğim. Ölüme kadar bu yola devam edeceğim dedi, Öyle olmuştu ki memleketimizin davalarının yüzde sekseni Üstadın yanına gelip, burada hallolurdu. Üstadın ayrı bir özelliği de cemaatleri ve misafirleri çok seviyordu. Sürekli cemaatin içinde kalıyordu. Sabah saat dokuzda evden gelip divana geçiyordu. Yatsı namazı kılıp misafirlerle beraber yemek yedikten sonra eve dönüyordu. Sürekli milletle beraber, milletin içinde idi. Bir kişinin şikâyeti geldiği zaman onu sabırla dinler, muhakkak yol gösterirdi. Bir gün gene üç ayrı yerden “adam öldürme, arazi davası ve iki eş arasının bozulması” şeklinde ayrı davalar yanına gelmişti. Her üç davaya ayrı ayrı yerde müdahale ediyordu. O zaman yeğeni Dedeören köyünün imamı merhum Molla Asım’da hazır bulunuyordu. Gülerek bana dedi ki; dayı burası adliyeye benziyor, her türlü dava var. Dedim ki vallahi Üstadın durumu sürekli böyledir. Mahkemede sonuç bulmayan davaların bir çoğu buraya geliyor, burada Üstad yorulmadan, aciz olmadan halletmeye çalışıyordu. Sürekli söylediği bir sözü vardı: “Babam Seyda Molla Yahya’nın bize vasiyeti odur ki, Müslümanların davalarına müdahale ettiğiniz zaman Allah rızası için müdahale edin ki Allah da size yardımcı olur ve o dava hal olur. Hiçbir zaman Hakk’ı bırakıp haksızlığa yardım etmeyin, sürekli mazlumun yanında olunki,  Allah’ın rızasını kazanasınız.”
Seyda’nın yeğeni ve hizmetkârı
Hikmet SAMİ

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Seyda Şeyh Abdurrahman Hazretleri 1929 yılında Erzurum ili Karayazı ilçesi Çokreş köyünde dünyaya geldi. Babası Seyda Şeyh İbrahim el-Çokreşî’dir. Annesi Muş ilinin Kot köyünün imamı olan Seyda Molla Ali Kebîr’in kızı Züleyha Hanım’dır. Babası Seyda Molla Ali Küfrevî Hazretleri’nin halifesidır. Züleyha Ana zamanın saliha ve âlime hanımlarındandır. Öyle bir saliha ki tasavvufî derslerinin hepsini tamamladığı için Pir-i Tâhî Hazretleri bir gün icazete liyakati olanların derecesine çıktığı için icazet verilmesi lazım demiş. Seyda Şeyh Fethullah-i Verkânisî Hazretleri, Pir-i Tâhî’ye ‘Kurban!’ demiş, ‘Saâdatı kiram zamanında böyle bir şey olmadığı için tarikatımızda bid’at sayılabilir.’ Seyda Hazretleri bunun üzerine vazgeçer. O zamanın Rabia-yı Adeviyye’si olan Züleyha Ana keramet sahibi saliha bir hanımdır. Böyle bir ana ve babadan olan Seyda Şeyh Abdurrahman, elbette ki Pir-i Tâhî Hazretleri’nin müjdeli kerametine mazhar olur şöyle ki: Pir-i Tâhî Hazretleri Seyda köprüsü adı ile meşhur köprü inşa ederken o yörede köprünün yanında her halifesine mahsus birer küçük kol yaptırmış herkesi çoluk çocuğuyla oraya yerleşmiştişir. Bir gün Seyda Şeyh Abdurrahman’ın kayıp olduğu söylentisi çıkar. Herkes onu bulmak için aramaya çıkar. Pir-i Tâhî Hazretleri onu yukarıdan akan bi su üzerinde oturup zikrettiğini görür, meğerki akarsuyun zikrine uyarak zikir ediyormuş. Pir-i Tâhî Hazretleri onun kolundan tutar kaldırıp getirir. Bulunduğuna dair herkese haber verir. Herkesin içinde; “Ey Molla İbrahim, diyor. Benim bu oğluma sahip çıkın. Onun büyük halleri var. İleride inşaallah büyük bir insan olur.” Babası Seyda Şeyh İbrahim vefat ettiği sırada küçük yaşta yetim kalır. Amcası Şeyh Halil Efendi’nin terbiyesinde Seyda Şeyh Es’ad Efendi’nin rahle-i tedrisinde büyür. İlmi zahirideki icazetini ondan alır. Seyda Şeyh Halil Efendi, bir gün Şeyh Es’ad Efendi’ye; “Zamanın geldi, sülûka başla.” diyor. “Eğer başlamazsan yeğenim Molla Abdurrahman, bu genç yaş tam müsaittir ve yağı konulmuş, fitili konulmuş ateş bekleyen çıra gibi bu işe hazırdır.” Kıyamıyorum Şeyh Halil Efendi’nin vefatından sonra amcası Şeyh Es’ad Efendi’nin elinden tutmak ister. Şeyh Es’ad Efendi; “Ben seni Norşin’e gönderiyorum, Pir-i Tâhî’nin oğlu Hazret sana sahip çıkar.” der ve bunun üzerine Norşin’e gider. Şeyh Ziyaeddin Hazretleri’nin elinden tutar. O arada Pir-i Tâhî’nin oğlu Hazret, Ziyaeddin’in kardeşi şehit Şeyh Muhammed Sait ile Seyda Şeyh Abdurrahman arasındaki kardeşlik bağı -Seyda Şeyh İbrahim olan muhabbetinden dolayı- kurar. Herkes gibi Hazret de bu bağı bilir ve takdir eder. Bir gece Seyda Hazretleri Norşin’de sülûkta iken şehit Şeyh Muhammed Sait bir rüya görür. Rüyadan ayıldıktan sonra Hazret’in odasının kapısını çalar. O zaman teheccüd vaktidir ve üstad ibadetle meşguldur. “Ey Medine! bak, kimdir?” “Kurban, Şeyh Muhammed Sait’tir.” “Hayırdır kurban?” “Ben Molla Abdurrahman’ın kardeşliğinden çıkıyorum haberin olsun.” Hazret; “Neden?” diye sorar. Diyor ki: “Rüyamda bir dere kenarında bütün sofilerin bir işle meşgul olduğunu, Molla Abdurrahman’ın derenin ağzında boş oturup ayağını salladığını gördüm. Ayıldıktan sonra zannediyorum ki bi işe yaramadığını, kardeşlik umudumun suya düştüğünü anlayınca divana gittip kendisine kardeşliğinden ayrıldığımı söyledim. Burada da sana haber vermeye geldim.” Hazret (ks) “Aslında şimdi tam kardeşi olman lazım. Çünkü sen bize büyük bir müjde verdin.” Ne müjdesi, der. Hazret de; “Molla Abdurrahman’ın vazifelerinin bittiğini, icazetinin verilmesi zamanının geldiğini.” Hanımı Medine anaya diyor ki; “Varsa bir kete getir, Şeyh Muhammed Sait’e ver. Götürüp Molla Abdurrahman’la beraber yesin.” Şeyh Muhammed Sait gider, divanın kapısını açar der ki: “Cemaat ben yine Molla Abdurrahman’la kardeşliğime dönüyorum.” Seyda Şeyh Abdurrahman: “Bir kete yedirmezsen olmaz.” demiş. “Hem işin bitmiş, müjdesini alıyorsun hem de kerametini gösteriyorsun. Zaten kete elimde. Elbetteki keteyle geldim, hem de Hazret’in emri ile getirdim.”

Seyda Molla Yahya Hazretleri anlatıyor: Seferberlikte Ruslar’ın memleketimizi istilası sırasında Seyda Şeyh Abdurrahman Hazretleri bir kısım köylüsü ve akrabasını yanına alarak Isparta ilinin Eğridir ilçesinin İslam köyünde yerleşiyorlar. Ara sıra kasabası olan Atabey’e (Ağraz) gidiyorlarmış. Bir gün Atabey’den İslam köyüne dönerlerken yol arkadaşı ve müridi olan Molla Mustafa ile beraber yol üzerinde bulunan bir suyun üzerinde hem abdest tazelemek için hem de istirahat etmek için iniyorlar. İstirahat ederlerken bir şahsın ilahiler söyleyerek onlara doğru geldiğini görüyorlar. Selam ve merhabadan sonra: “Sizin kıyafetinizden hoca olduğunuzu anlıyorum.” der. “Doğrudur.” derler. “Ben de şu kasabada oturan Abdurrahman hocayım. Sizi sevdim, buyrun bana misafir olun.” der.  Seyda Hazretleri biz epey mesafe aldık, dönmeyelim. Bir daha ki sefere inşaallah size misafir olacağız.” deyip ayrılıyorlar. Ondan sonraki hafta Molla Mustafa ve amcası Şeyh Es’ad Efendi’nin oğlu merhum Molla Bedrettin ile beraber Abdurrahman hocaya misafir oluyorlar. Abdurrahman hoca seydanın ilmi derecesini anlamak için Kadı Beyzavi tefsirinden bazı sorular yöneltmek istiyor. Molla Bedrettin:  “O soruları bana sorun çünkü ben onun talebesiyim. Ben cevap veremesem ona sorabilirsiniz.” der. Abdurrahman hoca  zeki ve alim bir kişi olan Molla Bedrettinin cevaplarına hayran kalır ve der ki: “Talebe buysa hoca nasıldır acaba!” Onlara karşı hürmet ve sevgisi daha da artıyor. İki gün kaldıktan sonra yolcu oldukları zaman oradaki medrese müddeisi olan Süleyman Efendi’nin medresesinin kapısından geçerlerken Süleyman Efendi eniştesi olan Abdurrahman hocaya: “Misafirlerin midir? Onları tanıyamadım.”der. “Doğudan gelen muhacir, âlim insanlardır.” “Peki madem öyle neden bana haber vermedin. Sofranı mı delecektim?” diye sitem ediyor. Doğu kelimesini duyunca Süleyman Efendi heyecanlanıyor ve “Lütfen benim bir kahvemi için öyle gidin.” diyor. Neden heyecanlı? Çünkü hep bir mürşid arıyordu. Bir gece rüyasında Pir-i Tâhî Hazretleri’ni görüyor. Pir-i Tâhî ile birlikte ulema cemaatinde görüyor. İntisap etmek istediğinde sağ tarafında duran iki zatı gösteriyor: “Bu Çokreşli Şeyh İbrahim, bu da oğlu Molla Abdurrahman. Şarktan kalkıp sana gelecek ve seni bulacak, senin mürşidin o olacak.” Sonbahar mevsimi olduğu için seydanın başında kabalığı varmış o anda Molla Mustafa’ya yanaşıp; “Soba yanıyor. Sıcaktır. Hocanın kabalığını çıkarın.” der. Kabalığını çıkarır çıkarmaz tanıyor, eve doğru koşuyor bir bakıyorlar ki omzunda yastık ve minderle geliyor. Minderleri sererken: “Nereye gidiyorsun?” diyor. “Yıllardır seni bekliyorum.” diyerek elinden tutup intisap ediyor.  Kabul ediliyor. Dersler ve talimatlar başlıyor. Tabiî bu arada irşad ve intisaplar devam ediyor. Orada kalmaları uzayınca hanımı ve hane halkı merak etmeye başlıyorlar. Damadı olan Seyda Molla Yahya’ya: “Hocan dönmedi merak etmeye başladık.” der.  Molla Yahya der ki Atabey’e gittiğimde “O dediğiniz zat Süleyman Efendi’nin evinde.” dediler. Oraya vardığımda baktım ki herkes seydanın yanında adabıyla oturmuş dinliyorlar. Hocam beni görünce tebessüm ederek: “Korktular mı?” diye sordu. “Evet kurban.” dedim. Süleyman Efendi’nin ders ve talimatları bitince irşad icazeti verilecek ama üstadımızın üstadı Hazreti Ziyaeddin hayatta olduğu için adab gereği ona danışılıp izin alınması gerekir. Kendilerine mektup yazdırıyor mektup Norşin’e vardığında Hazret (ks) cemaatte bulunuyor. Şeyh Alaaddin’e uzatıyor. “Molla Abdurrahman’ın mektubunu oku!” diyor. Mektup okununca orada bulunan Halid-i Bako itiraz ediyor: “Üstadı sağken nasıl izin vermek istiyor?” diyor. Hazret (ks): “Halit Ağa! Saâdatı kiramın büyüklerinden böyle durumlar vaki olmuştur.” der. Yine itiraz ederek “Onlar büyüklerdendir.” der. Hazret (ks) buyuruyor ki: “Çokreşili Molla İbrahim’in oğlunun büyüklerden  olduğundan şüpheniz mi var? Bu seferberlikte, bu kıtlıkta herkes can derdine düşmüşken Anadolu’da muhacirliğin ağır şartları altında Nakşibendi nispetinin intişarı için canla başla çalışması büyüklüğünün işareti değil midir? Bu gerçekten ermişliğin alameti değil midir? İnanın ki danışmadan da izin verebilirdi ama adabın gereğini düşünmüş ona göre hareket etmiş.” Gelen mektubun cevabından sonra Süleyman Efendi’ye irşadın icazeti verdi. O zaman ikinci Süleyman Efendi, birinci Süleyman Efendi’yle beraber seydadan ders alıyordu. Onun dersleri bitmediği için Seyda Hazretleri memlekete dönmek üzere cemaatiyle beraber ayrıldığı zaman ikinci Süleyman Efendi’yi birinci Süleyman Efendi’ye teslim etmiştir. Birinci Süleyman Efendi 1950 yılında vefat ederken ikinci Süleyman Efendi o hizmeti devam ettirmiştir. Hala o yörede bu hizmetin zayıf da olsa bir kısmı devam etmektedir.
Meşhur olmuş bazı kerametlerini zikretmekte fayda görüyoruz:
1-Memleketimizin tanınmış ağalarından kolağası oğlu Kerem ağanın İran’da öldürülmesinin ertesi sabahı divana geldiğinde “Bu gece galiba Kerem ağa ölmüştür. Fakir ve talebeleri toplayın, parası benden olmak üzere ıskat devrini yapın.” der ve gerçekten bir hafta sonra gelen havadisler olayı doğrulamıştır.
2-İsyandan sonra memleketimizde zorbalıkla terör estiren ve tuttuğu muhbirlerle milleti ihbar ettiren yüzbaşı deli Kemal kendi muhbiri olan İbo Komlu Ahmet’e: “Bu gün artık senin şeyhinin sonu geldi. Oraya gideceğiz. Haydi Çokreş’e” der. Askerleri ile beraber Çokreş’i bastığı zaman Seyda Hazretleri divanın kapısındaki yerinde oturuyormuş. Hışımla gelen deli Kemal seydayı görür görmez atından derhal atlıyor ve iniyor. Ahmet: “Ne oldu?” diyor.  O: “Bizim bu şeyhle işimiz yok. Şeyhin her iki omzunda iki aslan görüyorum.” diyerek askerlere çekilme emri veriyor. Kendisi de seydayı ziyaret eder etmez geri dönmek istiyor. Seyda Hazretleri ne kadar ısrar ediyor ise de “Biz gideceğiz, askerlere biraz ekmek verirlerse döneceğiz.” diyor. Korkudan seydanın yanında bile durmuyor. Bunlar denizden birer katre olarak zikir edildi, anlayana bir işaret bile yeter.
Mezun ettiği izin verdiği onlarca âlim ve müritten ikisi mübarek çokreşi ailesinden, iki amcaoğlu seyda Şeyh Halil Efendi’nin oğlu Kinikarlı seyda Şeyh Abdülkerim Efendi; diğeri amcası seyda Molla Muhammed Emin Efendi’nin oğlu seyda Molla Yahya Efendi’dir.
Seyda Şeyh Abdurrahman Efendi elli dört yaşında Çokreş de vefat etmiştir. Kabri babası seyda Şeyh İbrahim’in kabri yanında olup beraber ziyaret edilmektedir.

Bu yazı Şeyh Abdurrahman Efendi’nin torunlarından Selim Efendi’nin katkılarıyla hazırlanmıştır. Allah kendilerinden razı olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çokreşli Şeyh İbrahim’in küçük kardeşi olan Şeyh Halil Efendi, Mollakentli Molla Abdurrahman’ın ikinci oğlu Piri Tâhî Hazretleri’nin ‘hepimizin annesi’ dediği Safiye ananın rüyasında gördüğü parlayan ışık saçan taşların ikincisi şerefine erişmiş büyük insan, Mollakente dünyaya gelmiştir. Babasının vefatından sonra ağabeyi Seyda Şeyh İbrahim’in rahle-i tedrisinde yetişmiş ve kendisiyle beraber Çokreş’e yerleştiği için kendisine Seyda Şeyh Halil-i Çokreşî denilmiştir. Ağabeyi Seyda Şeyh İbrahim genç yaşta yani 33 yaşında vefat ettiği için ailesinin maddi manevi büyüğü olarak, Çokreşî ailesinin ve yörenin hem büyüğü hem de mürşidi olarak Seyda Şeyh Abdurrahman Tâhî (Pir-i Tâhî) Hazretleri ona Nakşibendî tarikatının icazetini vererek görevlendirilmiştir.

Ağabeyi Seyda Şeyh İbrahim ile beraber Muş’ta okudukları zaman Seyyid Sıbğatullah Arvâsî Hazretleri’ne intisap etmiş, onun vefatından sonra Pir-i Tâhî Hazretleri’nin elinden tutmuştur. Seyda Şeyh İbrahim Hazretleri vefat ettikten sonra kendisine irşat vazifesi verilmiştir. Deniliyor ki Pir-i Tâhî Hazretleri Seyda Şeyh İbrahim Hazretleri’nin vefatını duyduğu zaman çok üzülür. Hem genç olduğu hem de üstadının oğlu olduğu için büyük umutlarla bu aileyi bu yöreye göndermiştir. Şeyh İbrahim Efendi’nin vefatıyla bu umutlar sönmüş. Bir yandan ailesi, diğer yandan yöre halkı büyüksüz kalmıştır. Pir-i Tâhî’nin hanımı üstada der ki; “Kardeşi Molla Halil’i getirip derslerle techiz ederseniz, icazet verip aynı vazife ile vazifelendirseniz bütün endişelerimizi gidermiş olursunuz. Hem siz hem ailesi bir nebze olsun rahat ederler.” deyince Üstad: “Nerede o günler!” diyor. “Yeni başlayacak, bitirecek o makama oturacak o sıkıntıyı giderecek.” Hanımı diyor ki: “Daha önceki saâdatlar himmetiyle kısa zamanda icazet verildiği olmuş, diyor. Pir-i Tâhî de şöyle diyor; “Nerede en az üç sene lazım!” Hanımı çok ısrar edince istimdattan sonra İnşaallah gelirse üç ayda olur, der. “Gelir ne demek? Molla İbrahimin hatırı için çağır gelsin ve daha kısa olsun. Üç aya karar kılınıyor. Himmetle üç ayda icazet alınıyor, irşad makamına oturması için izin veriyor, elhamdülillah makam boş kalmıyor. Ondan sonra Şeyh Halil Efendi kendisini ağabeyi Seyda Şeyh İbrahim Hazretleri’nin makamına kendisini münasip görmüyor; “En iyisi bir başka köye taşınmaktır.” diyerek ailenin diğer fertlerini Çokreş’e bırakarak Çokreş’e 12 km uzaklıkta bulunan yeni ismi Ağaçlı olan eski ismi ile Keme köyüne yerleşiyor. Orada bir müddet kaldıktan sonra Erzurum ili Pasinler ilçesi Kızılca köyüne evini götürüyor. Pasinler ve Horasan yörelerinde irşad vazifesini görüyor öte yandan Çokreşi de boş bırakmıyor, orada da ilim irfan dağıtmaya devam ediyor.  Bu arada küçük kardeşi (Seyda Molla Es’ad) ilmi zahiri de çok ilerlemiş, onun da tasavvuf  mesleğine başlamasını çok arzu ediyor. Küçük kardeşi zahiri ilimlerde çok ilerde olduğu için onun elinden tutmak yerine maksadını başka yerlerde aramaya başlamış, zahir de üstadı olan Seyda Şeyh Fethullah Verkânisî Hazretleri’ne halini arz eder. Şeyh Hazretleri önce kabul eder. Sabah gelir; “Ağabeyiniz Şeyh Halil sizleri bize bırakmıyor. Oraya dön!” diyor. Ondan sonra Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’ye gider. Ertesi gün Şeyh Ahmed kendisine: ‘Ağabeyiniz sizi kimseye yar etmiyor. Ondan başkasını aramanız boşunadır. Ona dön!’ diyor. O da kabullenerek dönüyor Keme’ye geldiği zaman Seyda Şeyh Halil Hazretleri cami tamiratıyla uğraşıyormuş. Keme, dere içinde olduğu için Çokreş ve Koçan tarafından gelen yolcu fark edilir. Kim bu gelen, diye soruyorlar. Şeyh Halil Efendi: “Eninde sonunda buraya razı olan bizim Molla Es’ad’dır.” buyuruyor. Hakikaten yaklaştıkça o olduğu fark edilir. Gelir, gelmez Seyda Şeyh Halil Efendi’nin önünde diz çöker, elinden tutar. Görevi, caminin en ağır işi olan sepetle toprak taşımaktır. Sepeti alır, toprağı taşımaya başlar. Baş maksadına erişmek için birinci basamak olan tevazu yani nefsini görmekten başlar. Seyda Şeyh Halil Efendi’ye: “Gönlümüz Molla Es’ad’ın toprak taşımasına razı olmaz.” diyorlar. “Siz emir verin bıraksın.” Halil Efendi: “O çok dolaştı. Biraz aklı başına gelsin.” diyor. İşte Seyda Şeyh Halil Efendi’nin en büyük kerameti bu olsa gerek ki Seyda Molla Es’ad Efendi’yi dolaştığı her yerde manen engel göstererek o zatlara ihsas edip onu geri getirdi. Kim istemez ki o derya-i ilim onun talebesi olsun.

Seyda Şeyh Halil Hazretleri akşam namazını kıldırması için Seyda Molla Es’ad’ın imamlığa geçmesini ister, o da imamlık için öne geçer. Tekbirden sonra durup durup bir şey okuyamaz. Meğerse her şeyi unutmuştur. Geri safa çekilir. Seyda Şeyh Halil Efendi öne geçer, namazı kıldırır. Namazdan sonra her şeyin Seyda Şeyh Halil Efendi’nin himmetinden olduğunu anlar, önünde diz çöker intisap eder.

Seyda Şeyh Halil Efendi’nin Halifeleri:

1.Seyda Molla Es’ad
2.Seyda Molla Ömer Beyrolu
3.Halife Muhammed Çokreşî

Seyda Şeyh Halil Efendi 1839 yılında doğmuş, 1897 yılında 58 yaşında vefat etmiştir. Şu anda kabr-i mübarekleri Erzurum ili Köprüköy ilçesine bağlı Kızılca köyünde bulunmaktadır. Seyda Şeyh Halil Efendi türbesi olarak anılmakta ve ziyaret edilmektedir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 10:49

SEYDA MOLLA İBRAHİM EL ÇOKREŞİ

Muş ili Bulanık ilçesi Mollakent köyünün tarihi medresesinin müderrisi Seyda Molla Abdurrahman Mollakendi'nin büyük oğludur. Dedesi Halidi tarikatının reisi Mevlana Halid Bağdadi’nin halifesi Bulanık ilçesi Semer Şeyh köyünde medfun olan Seyda Molla Abdullah Hizanidir, Bu neseb birkaç göbek ötede Molla Yusuf kanalıyla Mardin'de medfun 'Ezzuli' tarikatının kurucusu Sultan Şeyhmus Ezzuli'ye dayanmaktadır.

Babası Seyda Molla Abdurrahman Mollakendi medrese tahsilini Siirt’in meşhur büyük âlimi aynı zamanda yakın akrabası olan Seyda Molla Halil'in medresesinde eğitimini bitirip bütün ilimlerde icazetini aldıktan sonra Muş'a dönmüş bir süre meşhur Molla Resul Sipki’nin yanında ders tecrübesini artırmak için okuduktan sonra şu an belde olan Muş’un Til köyünde imam hatiplik ve müderrisliğe başlamıştır. Memleketin ileri gelen talebeleri onun yanında okumak için seferber olmuşlardır. Til köyü bu ihtiyaca cevap veremediği için Bulanık’ın Mollakent köyünün büyükleri tarafından tarihi medreselerinin başmüderrisliğine getirilmiştir, Mollakent'te memleketin sonradan meşhur insanlarına dersler vermiştir.

Talebelerinden bazıları:

1 - Seyyid Sıbğetullah Arvasi (Gavs-ı Gayda) lakabı ile meşhur.

2-Seyda Molla Halid Oleki (Gavs'ın halifesi)

3-Seyda Molla Abdurrahman Taği hazretleri (Meşhur Norşinli Seyda, Gavs'ın halifesi Seyda şeyh İbrahimin şeyhi ve üstadı) (Piri Taği)

4 -Şeyh Fethullah Verkanisi, seydanm halifesi, Şeyh Ziyaeddin(Hazret’in) şeyhi

5-Hacı Süleyman Bitlisi, Seydanın halifesi

6-Oğlu, Molla İbrahim Çokreşi

Üstad Molla Abdurrahman Mollakendi Nakşibendî tarikatı mürsidlerinden Bitlisli Şeyh Muhammed hazretlerine intisap etmiş irşad icazetini almasına rağmen medrese talebesi olan Seyyid Sıbğetullah Arvasi’ye intisap etmiştir. Bu amaçla ziyaretine gittiğinde Gavs hazretleri kendisine 'Üstad, Hoş geldin! ama geç geldin!' diyerek vefatının yakın olduğuna, vazifesinin bitmeyeceğine işaret etmiştir. Nitekim Gavs hazretleri kısa süre sonra vefat edince manevi eğitiminin tamam olduğuna yine medrese talebesi olan Şeyh Abdurrahman Taği şehadet etmiş. Kendisinden dua beklediklerini belirterek evine dönmesi gerektiğini söylemiştir.

Seyda Şeyh İbrahim'in annesi zamanın Saliha kadınlarından olan Safiye hanımdır. Safiye hanım genç kızken rüyasında kuşağından sigara tabakasına benzeyen bir kutuyu düşürdüğünü, kutudan birkaç taş düştüğünü, taşların bir kısmının etrafı aydınlatan bir ışık verdiğini görür. Gördüğü rüyayı babasına anlatır. Babası köyün imamına rüyanın tabirini sorar, o esnada müstakbel kocası Molla Abdurrahman hocasının yanında ders okumaktadır. Hocaefendi Molla Abdurrahman'a 'Bu kızı sana alalım, çünkü onun rüyası büyük hayra alamettir. Salih ve ışık verici evlatlar doğurmaya adaydır, sana münasip görüyorum.' der. O da hocasının teklifini kabul eder ve gerçekten birbirinden üstün büyükleri Seyda şeyh İbrahim olan 5 tane evlat dünyaya getirir. Bunlar:

1.Seyda Şeyh İbrahim el Çokreşi 2.Seyda Şeyh Halil hazretleri 3.Seyda Molla İsa hazretleri 4.Seyda Molla Muhammed Emin 5.Seyda Şeyh Es'ad.

Seyda Şeyh İbrahim hz.leri 1848 yılında dünyaya gelmiştir. İlim tahsilini babasından almıştır. Ara sıra civar medreselere giderek tahsiline devam etmiştir. 17-18 yaşlarındayken Muş’un bir köyünde okuduğu zaman Gavs hazretleri irşada çıkıyor ve o köye kadar geliyor. Orada Seyda Şeyh İbrahim hazretleri ve kardeşi Seyda Şeyh Halil ile Gavs hazretlerine intisap ederler. Gavs ertesi gün geri dönmek için emir verir etrafındaki müritleri irşad faaliyetinin kısalığına şaşırırlar. Müritlerden birisi Gavs hazretlerine sorar . 'Efendim! istediğimiz gibi bir irşat olmadı siz de çok keyiflisiniz bunun hikmeti nedir acaba?' cevaben der ki 'Gördüğünüz o sarışın ve yeşil gözlü genç, hocamın oğludur ve bu memleketin inşallah kilidinin anahtarıdır biz bu anahtarı aldığımız için keyifliyiz o genç bizim için büyük bir umuttur.'

Zahiri ilmini bitirir bitirmez daha ömrünün baharındayken manevi ilimlerde ilerlemek için zahiri ilimlerde icazet aldığı gibi manevi ilimlerde icazet almak için Hizan”in yolunu tutar ve Gavs hazretlerinin tasavvuf ilminde talebesi olur. Babasının talebesi oları Şeyh Halid Oleki ve Şeyh Abdurrahmanı Taği hazretleri ile beraber onlardan yaşça çok küçük olduğu halde aynı rahlede ders almaya başlar. Zahiri ilimlerde icazetini muhterem babasından manevi yani tasavufî icazetini ise Gavs'ın vefatından sonra, Gavs hazretlerinin yalımdayken ders arkadaşı olan şeyh Abdurrahmanı Taği hazretlerinden almıştır. Henüz ömrünün baharında büyük keşif ve keramete mazhar olmasıyla ünlenmiş, üstadının yakın ilgisine mazhar olmuştur. Üstadı kendisinden sohbetlerini ve işaretlerini kaleme almasını istemiş, diğer talebelerini sohbetlerini yazmaktan menetmiştir. Onun kaleme aldığı kitap, üstadının sohbetleri ve işaretlerinin yanısıra Gavs hazretlerinin ve Seyyid Taha'nın da nüktelerini içermesiyle üstadının ailesi ve müntesipleri arasında haklı bir ilgi ve payeye ulaşmıştır.

Çokreşi’ye Bulanık’ın Mollakork köyünden imam, müderris aynı zamanda yörenin mürşidi olarak üstadı tarafından görevlendirilip gönderilmiştir. Çokreşi’ye gönderilmesi şöyle olmuştur. Piri taği hazretleri Bulanık, Hınıs, Karayazı, Tekman, Tutak yöresine irşada çıktığı zaman hepsinde İbrahim Efendiyi beraberinde götürmüştür. Yöredeki insanların hem dikkatlerini üzerine çekmiş hem de teveccühlerini kazanmış, bu insanlar Seyda Taği hazretlerine: 'sizin devamlı gelip gitmeniz mümkün olmadığından bizler sohbetinizden irşadınızdan uzak kalıyoruz. Bölgemize İbrahim Efendiyi görevlendir' diye rica ediyorlar. Seyda Taği hazretleri İbrahim Efendiyi kendinden uzaklaştırmaya çok razı değilse de manevi eğitimini uygulaması gerektiği düşüncesiyle razı oluyor. Seyda şeyh İbrahim Çokreşi köyü ahalisinin bir bütün olarak üstadına bağlandığını görünce burada kalmaya karar verir. Büyük üstat 'Ey ahali! şunu bilin ki Molla İbrahim bir vücudun ayrılmaz giyeceği olan kamisi yani iç fanilası kadar yakın onsuz olmaz bir yol arkadaşıdır. Ama mesele dinimiz ve irsad olduğu için zaten dünyaya bunun için gelmemişiz, sabırla metanetle karşılarız inşallah bunun karşılığını maddi ve manevi olarak alırız. Öyle de olmuştur. Böylece Çokreşi’ye yerleşir. İlim ve irfan yuvası olan Çokreşi (Erenler) köyü Erzurum ili Karaçoban ilçesine bağlı kuzeyinde bulunan 100 hanelik bir köydür. Daha önce Karayazı ilçesine bağlı Göksu nahiyesinin Hınıs ilçesine sınırı olan son köyüydü şu an Karayazı ve Karaçoban ilçelerini birbirine bağlayan sınır köyüdür. Daha önceden adı ve sanı bilinmeyen sıradan bir köy olan Çokreşi'de Seyda molla İbrahim (ks) sayesinde medrese açılmış o medresede büyük âlimler yetişmiştir. Aynı zamanda açılan dergâhta tasavvufi ilimler tedrisatına başlanmıştır. Onun için Çokreşi’ye (menbaul ilim vel irfan) yani ilim ve irfan pınarı adı verilmiştir. Burada zahiri ve batini ilimlerde büyük, memlekete yararlı olmuş insanlar yetiştirilmiştir. Daha önce bilinmeyen Çokreşi Seyda Şeyh İbrahim ile şerefyab olduktan sonra memleketin büyük yerleri arasında yer almıştır. Buhara, Hemedan, Kasrıarifan, Serhend, Delhi, Şam, Nehri, Gayda ve Norşin’in altın silsilesine takıldığı için onlar gibi meşhur olmuştur. Çünkü denilmiş ki (Şerefül mekânı bil mekin) yani yer içinde ikamet eden müşerref insanlarla şeref bulur. O günden bu bugüne onun himmetiyle aynı yola devam edilmektedir.

Bu büyük insanı daha yakından tanımak için kendisi için büyüklerden aldığımız faziletine dâir sözler kendisinden zuhur etmiş kerametlerini zikretmekle büyük fayda görüyoruz. Kendisine sormuşlar 'Neden siz ona mektup yazdığınızda bir müridin üstadına yazdığı adapla diğer arkadaşlarınıza yazdığınızda mürşidin talebesine yazdığı şekilde yazıyorsunuz?' Seyda şeyh Fethullah Verkanisi (ks) buyuruyor: “O yaşadığı sürece Seyda’nın muhabbeti ve manevi nazarı hepimizin toplamı kadar onun üzerindeydi, onun vefatından sonra benim üzerime döndüğünü müşahede ettim.”

Buna şahit Seyda Şeyh İbrahim'e yazdığı iki mektubudur. 2. mektubun sonunda diyor ki: “Üstadın mektubunuzun bu cevabını bana yazdırması bana büyük ihsandır. Çünkü sizden devamlı olarak üstadımızın şefkatinin ve merhametinin katrelerinin celbi için sebep olmanız için medet bekliyorum. Talebimin gerçekleşmesi için hatırlatma vesilesi olacak diye bu cevabın bana yazdırılmasıNI bana büyük nimet ve minnet sayıyorum hatta o sağ olsaydı Piri Taği oğlu olan Hazreti Ziyaeddini ona yönlendirecekti. Seyda Şeyh İbrahimin vefatından sonra o görevi bana tevcih ettiler.' diye buyurmuştur. Vefatından sonra kendisi için şu ifade ittifakla söylenmiştir: Başkasının 70-80 yaşına kadar çabalayıp başaramadıkları kemalatı ve daha fazlasını 33 yıl gibi kısa bir ömre Allahın izniyle sığdırması bu mazhariyetin kesbi olmaktan çok vehbi olduğu düşüncesi arkadaşları arasında hasıl olmuştur.

Bu kısa ömrüne karşın elde ettiği ilim bir kısım büyük âlimlerin ikrarı ile zahiri ilimlerde babası olan Seyda Molla Abdurrahmani Mollakendi dahi geçmiştir. Bunlardan birisi yakından tanıdığımız Horasan eski müftüsü Erzurum merkez vaizlerinden ve kızı tarafından torunu olan Muhammed Sıddık Hoca efendinin babası büyük âlim Molla Ziyaeddin Taşkesenlidir. Bazı kitaplara yazdığı haşiyelerde buyurmuşlar ki: Askerlik muafiyeti için düzenlenen bilgi imtihanda gösterdiği üstün başarıdan dolayı bütün heyetin takdirini kazanmış ve beraberinde götürdüğü küçük kardeşi Şeyh Halil Efendi’yi onun ilmi hatırı için küçük bir soru ile geçiştiriyorlar.

Zahiri ilimlerde o zamanda emsali ender bulunan küçük kardeşi, büyük âlim Şeyh Es'ad'a sormuşlar: “İlimde siz mi iyiydiniz yoksa ağabeyiniz mi?.' 'Ben onun ilminin üçte biri kadar âlim olsam şükrederim tasavvuf tarafı ağır bastığı için zahiri ilmi fazla iştihar bulmamıştır. Hz. Peygamber’e (sav) aşkını, üstadına olan bağlılığını, tevazu ve mahviyetini, ihlas ve samimiyetini gösteren farklı uzunlukta dört şiiri vardır. Kişisel faziletleri ve bazı menkıbeleri:

1- Hz. Peygamber Aşkı:

O Bir Peygamber aşığıydı. Bu aşkını dokuz beyitlik Kürtçe, Arapça ve Farsça kelimelerden mürekkep Kürtçe bir Naat'ta dile getirmiştir. Başka bir dile çevrilen şiirlerin sevk edildikleri dildeki letafeti veremeyeceği gerçeğini hatırlatarak Naat'ın bir bölümünü mümkün olduğu kadarıyla okuyucu için Türkçe’ ye tercüme etmeye çalıştım.

“Rahmet kapına sığındım, Ya Rasulellah meded!

Şefkat kapısı! Rahmet kapısı! Ya Rasulellah meded!

Enbiyanın busegahı, biz asilerin melceisin! Ya Rasulellah meded! Asfiyanın müsteğası Ya Rasulellah meded!

Ben fakirim, ben köleyim, mücrim ve ru siyahım! Hastayım, dermanım yok Ya Rasulellah meded!

Dermansızım, tabipsizim, gönlüm aşka mübteladır.

Aşıkım, uzak düştüm, garibim. Ya Rasulellah meded!

Daiyim ki dil şifa kıl! Hep aşkına mübtela kıl!

Can fedayı Mustafa(sas) kıl! Ya Rasulellah meded!

2-Cesaret ve Kararlılığı

Çokreşi'ye yakın bir köyde Şevişan aşiretinin ağalarından biri diyor ki: Bu Çokreşi’ye gelen yeni imam kim ki benden habersiz cami ve havuz çeşme yapıyor? Gidin o imama söyleyin pılını pırtısını toplasın, geldiği yere dönsün.' Adamları köye geliyor köylülere imam nerede, diye soruyor onlar da çeşmenin yapıldığı yerde diyorlar. Gelip bakıyorlar ki ayakları ve kollarını sıvamış çamur içinde çalışıyor. Gelen elçiler konuşmaya başlıyor Seyda Şeyh İbrahim belini doğrultuyor, parmaklarını uzatarak: 'Gidin söyleyin ağanıza rahat durmazsa iki parmağımı gözüne sokarım.' Elçi dönüyor köyüne bir bakıyor ki ağanın evinin etrafında kalabalık var. Sebebini sorduklarında ağanın gözleri ağrıyor ve görmüyor. Ağa pijama katıyla çamurda çalışan genç bir hocanın iki parmağını gözüne soktuğunu görür ve gözü görmez olur. Elçiler durumu bildirince hemen iki oğlunu bindirir acele özür dilemeye gönderir. Hoca durumu dinledikten sonra “Bu çamurdan götürün gözünün üzerine koyun bir daha böyle bir hata işlemesin” der. Emri yerine getirdiklerinde ağanın gözleri iyileşir. Emrine itaatkâr olur.

3- Dini Konulardaki Gayreti

Bir seferinde Piri Taği ile beraber Tutak tarafına irşada giderken kış mevsimi Sipkan aşireti reislerinden birisi Ben bu şeyhi denemek için gusülsüz karşılamaya gideceğim der.' Piri Taği hazretleriyle görüştükten sonra Murat nehri tam buz tutmuş herkes atlarıyla üzerinden geçerken aniden ağanın atının altındaki o kalın buz kırılır ağa atı ile beraber o suyun içine gömülür ve bağırırlar. 'Ağa boğuldu!' diye. Bu esnada Seyda Molla İbrahim der ki: 'Korkmayın o guslünu aldıktan sonra kendiliğinden çıkar' Bakarlar ki aynı delikten suyun üstüne çıkmaya başlar ve hemen tövbe eder.

Seyda  şeyh  İbrahim  hazretleri   1881   yılında   33   yaşında  Çokreşi   köyünde   vefat  etmiş   ve   burada defnedilmiştir. Kabri bulunmakta olup herkes tarafından ziyaret edilmektedir.

Bu yazı İbrahim Efendinin torunlarından Selim GÜNDÜZ Efendinin katkılarıyla hazırlanmıştır kendilerine teşekkür ediyorum.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort