Gülzâr-ı Hâcegân
HOCA MUSTAFA EFENDİ
Kırım Türkleri’nden olup, Anadolu’ya göç ederek Erzurum’un Tortum (Nihah) kazası Vıhık (Pehlivanlı) köyüne yerleşirler. Tortum Müftüsü Hoca Ömer Efendi, Hoca Mustafa Efendi’nin babasıdır.
Hüseyin Efendi’nin, Molla Yusuf, Molla Gürani ve Hacı Ömer Efendi adında üç oğlu olur. Hoca Mustafa Efendi, Hacı Ömer Efendinin dört oğlundan biridir. Hüseyin Efendi oğlu Ömer Efendi’yi Erzurum’un eski milletvekillerinden Cevat Dursunoğlu’nun halası Feyruze hanımla evlendirir. Hacı Ömer Efendi’nin Feyruze Hanım’dan Mehmet Mustafa Sıtkı, Ahmet ve Numan isminde dört oğlu olur.
Tortum (Nihah) müftüsü olan ulu dedesi Hoca Ömer Efendi oğlu Hüseyin’e öyle bir nasihatte bulunur; “Oğlum bizim sülaleye Deli Balta” denir. Sülalemizde hiç âlim kesilmemiştir. Ben senin okuman için çok gayret gösterdim, ne yaptıysam okumadın ahirette elim yakanda kalsın, eğer senden olan çocuklarını okutmaz isen.” der.
Bu nedenle Hüseyin Efendi’nin oğlu Hacı Ömer Efendi, oğullarını okutmak için Erzurum’a gelerek Erzurum’un Kasımpaşa Mahallesi’ndeki eve yerleşirler. Çocukluk dönemi annesine ait olan Boyahane Camii ve Caferciye Camii yakınlarındaki evlerinde geçer. Babası çocukların dördünü de Gacıroğlu ve Yetimoğlu Medreseleri’ne gönderir. Babasının vefatından sonra, anneleri geçimlerini temin için Erzurum’un merkez köylerinden olan Kayapa köyündeki araziyi işletmek için gidip gelmektedir. Durumu iyi olan anne, çocuklarının okuması için hiçbir fedakârlıktan kaçmamıştır.
Mustafa Sıtkı Efendi’yi yirmi yedi yıl süren tedrisatın son üç yılında bu medreselerde ders verir. Bu arada rüştiyeyi de bitirmiştir. O yıllarda idadiyeyi bitirip bitirmediği bilinmiyor. Buna ait bilgilerin Milli Eğitim Bakanlığı’na ait arşivlerde olduğunu zannediyorum. Çünkü çocuklarından kızı halen babasından kalan emekli maaşını almaktadır.
Bu yıldan sonra Mustafa Sıtkı Efendi bilhassa Yetim Ağa Medresesi’nde müderrislik ister. Bu mümkün olmayınca kendisine Erzurum müftülüğü teklif edilir. Fakat Mustafa Sıtkı Efendi bazı sebeplerden dolayı kabul etmez:
Birincisi; zamanın müsait olmaması sebebiyle şartların gereğini yerine getiremeyeceği endişesi.
İkincisi; kalbindeki insan yetiştirme arzu, istek ve aşkının, onu öğrenci yetiştirmeye itmesi. Bu şekilde insanlara daha çok faydalı olacağı kanaatindedir. Onun için gönlünde müderrislik yatmaktadır.
Hoca Mustafa Sıtkı Efendi müftülüğü kabul etmeyince girdiği imtihan sonunda askerlikten muaf olduğu gibi bugün Horasan kazasına bağlı olan Azap köyü dâhil on pare köyün çocuklarının eğitim-öğretim görevi teklif edilir. Aynı zaman da köyün imamı olarak atanır.
Dünya nimet ve makamına önem vermeyen Hoca Mustafa Sıtkı Efendi hemen bu teklifi kabul eder. Çünkü bu şekilde insanlara daha faydalı olacağı kanaatindedir. Hemen Azap köyüne gider. Köye vardığında eğitim-öğretimle ile ilgili hiçbir şey görmez. Ne öğrenci vardır ne de medrese. Bütün bu yokluklar, sıkıntılar, güçlükler hocaefendinin kalbindeki istek, arzu ve sevgiden bir nebze dahi eksiltmez. Bilakis, eğitimsiz ve çaresiz insanlara yardım etmek, insanları cehaletten kurtarmak,etrafındaki insanları aydınlatmak ve insanlara hizmet onun içindeki arzu ve isteği bir kat daha artırıp gücüne güç katar. İşte bunun için şehir hayatını bırakarak köye gitmeyi daha önemli buluyor.
Köylünün maddi ve manevi destekleriyle işe koyulur. Önce köyün ortasında caminin yanında bir medrese (okul) yapılır. Medrese bugünkü anfi şeklindeymiş. Medrese tamamlandıktan sonra on pare köyden gelen öğrencilerle eğitim-öğretime başlanır. Eğitimöğretim üçer yıldan altı yılı bulan devre- i ula (1. Devre), devre- i sani (2. Devre) den ibaret olan iki dönemli tedrisata başlanır. Burada müspet ilimlere birlikte dini ilimler, Arapça ve Farsça dersleri okutulurmuş.
Günler aylara, aylar yıllara dönüşürken hocaefendi emeğinin meyvelerini almaya başlar.
Hocaefendinin gayretleri sebebiyle eğitim, öğretim ve kültürde önemli gelişmeler olmuştur. Hocaefendi köydeki eğitim ve öğretimin yanı sıra sevgi, saygı, birlik-beraberlik ve yardımlaşma konularında da halka örnek olmaya çalışıyordu. Zaman zaman o yörenin dini ve manevi dinamiklerinden olan Alvarlı Vehbi Efendi, Kilinkârlı Abdulkerim Efendi, Hacı Ali Efendi ve isimlerini hatırlayamadığımız zâtlar bir araya gelerek köyleri irşad gezilerinde bulunup halkı aydınlatma konularında destek olmaya çalışırlarmış.
Ayrıca, Hoca Mustafa Sıtkı Efendi Hasankale’den maaşıyla aldığı iaşe ve giyeceği köye getirerek evin avlusuna bırakırmış. İhtiyacı olanlar gelip ihtiyaçları kadar aldıktan sonra geri kalan ev halkı tarafından tüketilmiştir.
Köydeki gözle görülür maddi ve manevi gelişme köylüyü sevgi ve saygıyla kucaklaştırdığı gibi çevreye de güzel örnek olmuştur.
Günler böyle geçerken Birinci Dünya savaşı patlak verir. Seferberlik ilan edilir. Göç başlar. Hocaefendi göç etmeden önce yazmış olduğu eserleriyle birlikte kitaplarını büyük bir sandığa doldurup evin odalarından birinin ortasında toprağa gömer. Dönüşte bu kitapların yerinden çıkarılmış olduğunu görünce çok üzüldüğünü ifade eder.
Hocaefendi gitme telaşıyla ailesini yanına alarak Erzurum’ a, oradan da Erzincan’ın üzüm bağları olan bir köyüne, Erzurum’un merkez köylerinden Ebülhindi köyü halkından olan Yzb. Cafer Bey tarafından yerleştirilir. Bir müddet orada kalırlar. Yine Cafer Bey tarafından haber gönderilerek göç etmesini söylenir. Tekrar yola çıkan hocaefendi ailesi ile birlikte Yozgat ilinin, Çekerek ilçesine bağlı Bazlambaç beldesine varırlar. Osmanlı döneminde Bazlambaç, Zile kazasına bağlıymış. Bazlambaç, Osmanlı döneminde büyük bir medreseye sahiptir. Zaten cumhuriyet döneminde açılan ilk okullardan birisi Bazlambaç’ta açılır.
Aile oraya vardığında aç ve perişandır. Hocaefendi burada göçmenlere her türlü yardımı yapar, vakıfta görevlendirilir.
Göçmenlerin isteklerini yerine getirebilmek için elinden gelen düzenlemeyi yapar. Bir gün ailesi 13 yaşındaki oğlu Nurettin’i bir şeyler getirmek için babasının yanına gönderir. Oğlu Nurettin oraya gittiğinde görevli memurla karşılaşır durumu anlatır. Memur hocaefendiye söylemeden bir torbaya buğday koyarak oğlu Nurettin’e verir. Tam gideceği anda hocaefendiyle karşılaşır. Hoca ne olduğunu sorar. Memur; “Ev halkı açmış, biraz buğday verdim.” der. Hoca bu duruma kızarak; “Benim çoluk çocuğuma haram yedirmeye ne hakkınız var?” der. Buğdayı alıp yerine boşaltmasını söyler. Memur emri yerine getirir. Oğlu ağlaya ağlaya eve döner.
Hocaefendi iaşe dağıtımında çok çok titiz davranır. Dağıtanları da bu konuda dikkatli olmaları konusunda uyarır.
Hocaefendi, iaşe dağıtım görevi dışında asıl görevi olan çocuk okutmaya burada da devam eder. Bu yörede üç yıl kalırlar. Hocaefendi tekrar geri dönme arzusundadır. O yörenin halkı hocayı kaybetmemek için ellerinden gelen her türlü maddi ve manevi çabayı sarf ederler. Hatta devletin verdiğinin dışında hocanın geri dönmemesi için bağbahçe ve ev teklif ederler. Fakat hocaefendi Azap köyünde yarım bıraktığı eserlerini ve öğrencilerini düşünmektedir. Nihayet zamanı gelince verilen bütün dünya nimetlerini elinin tersiyle iterek Erzurum’a dönmeye karar verir.
Erzurum’a geldiklerinde Azap köyüne gitmeden önce kendi köyleri Kayapa’ya gelirler. Ebülhindi köyünde bulunan Yzb. Cafer beyin kardeşi Aslan Bey o günün şartlarında Azap’a dönmelerinin iyi olmayacağını söyler.
Fakat daha önce ifade edildiği gibi aynı şekilde bir an önce köye gitme arzusundadır. Bir müddet kaldıktan sonra Azap köyüne döner. 1940’lara kadar Koyapa köyü ile irtibatını kesmez. Hoca köyde medresenin (okulun) durumunun iyi olmadığını, toprağa gömülü olan sandığın da çıkarılmış olduğunu görünce çok üzülür. Yapacak bir şey olmadığını görür.
Bütün bu sıkıntılar, yokluklar hocaefendiyi üzmekle beraber azim ve gayretini sekteye uğratmaz. Caminin yanında köylünün yardımıyla medrese (okul) yeniden yapılır. Okul bitince hemen tedrisata başlanır. Bu arada Osmanlı dönemindeki uygulanan eğitim sisteminden bahsetmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde medreselerin ders programlarında ve teşkilat yapısında yeni düzenlemeler yapıldı. 1914 yılında Darü’l-Hilâfeti Âliye adı altında birleştirilmiştir. Önceleri 4 yıl olan bu mektepler daha sonra 6 yıla çıkarılmıştır. Cumhuriyet döneminde ilköğretim süresi 5 yıla düşürülmüştür. Bu 6 yıllık okullarda Türkçe, Tecvit, Kur’ân, İlmihal, Hat, Osmanlı Tarihi, Coğrafya, Yurttaşlık Bilgisi, Matematik, Dini İlimler, Akaid, Arapça, Farsça, Hadis dersleri okutulmuştur. Bu 1924’e kadar devam etmiştir.
6 Ekim 1913’de Tedrisatı İbtidaiye Kanunu ile Fransız okulları sistemine uyarak Rüştiye ve İbtidaiye birleştirilerek altı yıllık mektepler ibtidaiye haline getirilmiştir.
O dönemin medreselerinden icazet alanlar müderris olur. Sırası gelen müderris önce yirmili bir medreseye atanır, sonrasında terakki edermiş. Hoca Mustafa Efendi o dönemin birinci sınıf müderris ve hocaların derslerine devam eder. Medreselerde mutlaka uzun yıllar dirsek çürütmek ömür yıpratmak lazımdı. Yetim Hoca ,Yunus Hoca ve o dönemin meşhur hocaefendileri rahle-i tedrisinden geçerek yetişmiştir. 25 yıl tedrisatın sonunda 3 yıl da bu medereselerde müderrislik görevinde bulunmuştur. Bu dönemlerde Erzurum Mülkiye Rüştiyesi’ni de bitirir.
Yetim Hoca’nın eğitim usulüne getirdiği yeni metodlar ve kolaylık sayesinde Erzurum’un kurumlarında daha köklü, daha kuvvetli öğretim vermiştir. Yetim hocanın ilk resmi vazifesi rüştiye muallimliğidir.
Tedrisat devam ederken Cumhuriyet ilan edilir (29 Ekim 1923). Cumhuriyet döneminde ilköğretim süresi 6 yıldan tekrar 5 yıla düşürülür.
1924 yılında Doğuanadolu’da deprem olur. Depremin yıkımı-zararı fazla olur. Deprem esnasında okul yeniden yıkılmıştır. Tedrisat yine aksamıştır.
Okul yapımına tekrar başlanır. Önce köyün batı cephesinde acilen baraka kurulur çok geçmeden köyün giriş kısmına sınıflı bir öğretmen odası ve büyük bir salonu olan okul yapılır. Hocaefendi burada tedrisata devam eder. 1928’de harf devrimi olur. 1928 yılından sonra emekliye ayrılır. Erken emekli oluşunda rahatsızlığı etkili olmuştur. Emekli olduktan sonra kendisine Hasankale müftülüğü teklif edilir. Israr etmelerine rağmen teklifi kabul etmez.
Emekli olduktan sonra son dönemlerine kadar dini tedrisata ve arkadaşlarıyla irşada devam etmişlerdir.
Hocaefendi, son zamanlarında hastalığı ilerlemiş ve yatağındadır. Büyük oğlu Nurettin, babasının rahatsız olduğunu ve durumunun iyice ağırlaştığını görür. Babası bir ara oğluna sırt ağrısının fazlalaştığını sırtına geçerek hafifçe kaldırmasını ve Yasin-i Şerif’i okumasını söyler. Oğlu Yasin’i okurken babasının dilinden dökülen “Aman ya Rab! Aman ya Rab!” kelimelerini devamlı tekrar ettiğini işitir. Yasin’i bitirdikten sonra babasına sormaya cesaret edemediği soruyu sormanın zamanı geldiğini anlar ve babasına; “Hocam, hak vaki olunca kimi getirelim?’’der. Babası oğluna; “Oğlum sen hiç düşünme , benim namazımı kıldıracak arkadaşım gelir.” der.
Gerçekten de o gün Kars tarafına gitmekte olan Alvarlı Vehbi Efendi trenle Azap istasyonuna gelir. İstasyon şefi Zabit Çavuş Vehbi Efendi’yi bırakmaz, misafir eder.
Hoca Mustafa Sıtkı Efendi Şubat ayının akşam saatlerinde kelime-i şehadet getirerek Hakk’ın rahmetine kavuşur.
Vehbi Hocaefendi akşam namazını kıldıktan bir müddet sonra Zabit Çavuş’a dönerek; “Arkadaşın Mustafa Sıtkı Efendi dünyasını değişti, sağlığına kavuşma nasip olmadı. Allah rahmet etsin. Kars’a gidecektim, yolumuz değişti, yoluma devam edemeyeceğim.” der.
Sabah olunca köylüler hoca Ali Efendi’yi getirmek için kızakla yola çıkar ve istasyona gelince Vehbi Hocaefendi yola çıkarak köylüleri geri çevirip birlikte Azap köyüne gelirler.
Hoca cenazeyi yıkar, namazını kıldırır, kabre de Sıtkı Efendi’nin oğlu Nurettin ile birlikte indirir. Vehbi Hoca; “Oğul Nurettin sen çık, ben şöyle etrafı düzenleyeyim.” der. Hoca Nurettin çıkar. Vehbi Hoca bir türlü çıkmaz, cemaat sabırsızlanır; “Haydi efe çık da mezarı kapatalım.” derler. Bir, iki, üçüncüde Efe kızarak mezardan çıkar; “Ne aceleniz var, koymadınız ki güzel makamı biraz daha seyredip o güzel kokuyu biraz daha koklayaydım.” der.
Oğlu Nurettin babasının vefatından sonra yaz mevsiminde Vehbi Hocaefendi’nin Kalender köyünde olduğunu öğrenir Vehbi Hoca mutat olan irşada devam etmektedir. Hocayı görmek için oğlu Nurettin bir arkadaşıyla birlikte Azap köyüne yakın olan Kalender köyüne gitmek için yola çıkarlar. Yolda arkadaşıyla giderken oğlu Nurettin arkadaşına; “Vehbi Hocaefendi babamı yıkadı, defnetti, onu memnun etmek için bir düve vereceğim. Acaba kabul eder mi?” der. Köye geldiklerinde hiçbir yere uğramadan doğruca Vehbi Hoca’nın bulunduğu konağa giderler. Vehbi Hocaefendi Mustafa Sıtkı Hoca’nın oğlu Nurettin’i yanına çağırır ve yanında oturmasını söyler. Sohbetten sonra Hoca Vehbi Efendi, Mustafa Sıtkı Hoca’nın oğlu Nurettin’e dönerek; “Oğul Nurettin sakın aklına böyle bir şey getirme. Allah bana böyle bir arkadaşımı yıkama ve defnetmeyi nasip etti.” der.
Bu sözden sonra oğul Nurettin ve arkadaşı birbirlerine bakarak taaccüblerini ifade ederek bu hali anlamaya çalışırlar.
Allah’u Teâlâ hepsine rahmet eyleye, Hz. Muhammed’in (sav) şefaatine nail eyleye. Merhametiyle muamele eyleye. Âmin!
Torunu: Numan ÖZKAYA
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
BİR ŞEYH FEYZULLAH KİSHAVÎ GEÇTİ BU DÜNYADAN* -2
Ketencizade Hafız Rüşdi Efendi: O da müridlerin başında geliyordu. Mehmed’den birkaç yaş büyük olan bu zât, çok genç yaşlarında bir zaman Kavak Camii müezzinliği yaptıktan sonra Ulu Camii imamlığına atandı. Bu yüzden de Ulu Camii imamı olarak biliniyordu Erzurum ve çevresinde. Hıfzını tamamladıktan sonra, bir taraftan Ali Paşa Medresesi’nde tahsiline devam ederken diğer yandan da Kavak Camii’nde müezzinlik yapıyordu. Her şey bir yana bu genç hafız bir arayış içerisindeydi. Ne olduğunu bilemediği bir ateş yüreğini yakıyor ve içi içine sığmıyordu bir türlü. Böyle sıra dışı halle hallenmek pek de kolay bir iş değildi. Bu yüzden de bazen kendi kendine anlaşılmaz bir şeyler konuşuyor ve bazen de alenen sayıklıyordu.
Bu kararsız anların birinde;
“Aşk odu evvel düşer ma’şuka andan düşer âşıka
Şem’i gör kim yanmadıkça yakmadı pervâneyi.”
diye iki mısra döküldü dudaklarından. Artık bilmediği bu hâle her düştüğünde hemen bu mısralar geliyordu diline ve rahatlıyordu bir miktar da olsa. Yine bu sıkıntılı günlerinde yalnız kalmak istiyordu. Onun için de kuşluk vakti olmadan kendisini şehrin dışına attı. Çobanların bile nadir bulunduğu bir yaban bölgede boynunu eğmiş gayesizce dolaşıyordu şimdi. Bir an bir şeyler hissetti. Gözlerini kaldırınca da hislerinde haklı olduğunu anladı. Elli atmış arşın kadar mesafeden bir adamın kendisine doğru geldiğini gördü. Yaklaştıkça da adamın nurani ve temiz yüzlü birisi olduğunu anlamıştı.
Hafız Rüşdi, kanı kaynadığı bu adama bir an evvel yaklaşarak selam vermek istiyordu içinden. Bu dürtülerle daha da bir hızlandı. Kendi kendine; “Şimdi tam zamanı.” diyerek selam vermeye hazırlandı ama meçhul adam buna fırsat vermeyerek; “Ey Hafız! Sen ne doğru dersin anı ki;
Aşk odu evvel düşer ma’şuka andan düşer âşıka
Şem’i gör kim yanmadıkça yakmadı pervâneyi.”
dedi. Ketencizade Hafız Rüşdi Efendi daha kimseye duyurmayıp kendi kendine mırıldandığı mısralarını adamdan duyunca alt üst olmuştu âdeta. Öylece kala kaldı bir zaman. Bir ara uzanarak sarılıp öpmek istedi o mübarek elleri ama başaramadı. Gözlerini gözlerine direyerek; “Aşk odu düştü sana ki ondan sirayet etti bu câna. Ne olur efendim kulunuz köleniz olurum. Beni evlatlığa kabul edin ve kıymayın bana!” diyerek gözyaşı döktü.
Bir aralık rahatlayınca aklederek; “Siz kimsiniz; adınızı, sanınızı bağışlar mısınız?” diye sorabildi, karşısında durup onu kendine doğru çeken bu meçhul adama. Adam şefkatli bir eda ile; “Hacı Feyzullah derler.” dedi. Hafız Rüşdi boyun bükerek; “Ya beni kabul eder misin?” diye sordu tekrardan. Feyzullah Efendi; “Ne zamandır ki avcının av gözlediği gibi seni gözlerim ama yine de bir istihareye yat. Sonra gel bakalım âyine-i devrân ne gösterecek?” diye cevap verdi. Rüşdi; “Ya sizi nerede bulabilirim?” dedi. Feyzullah Efendi; “Karaköse mahallesindeki medresede.” karşılığını verip ayrıldı oradan.
Ketencizade, onun ismini önceden duyduğunu bir ara hatırlar gibi oldu. Şaşkınca arkasından bakarken; “Demek ki Feyzullah Efendi bu.” diye mırıldandı. Gözden kaybolana kadar da o şaşkınlıkla seyretti onu. Gözden kaybolunca da arkasından koşmaya başladı ama onun; “…bir istihareye yat…” sözünü hatırlayınca durdu. Kuşluk vakti yeni olmuştu. Ne zaman akşam olacaktı ki istihareye yatacaktı. Ayrıca bir de sabah olacaktı. Nereden bakarsan bak yirmi dört saat ederdi bu. Henüz tasavvufun o sabır terbiyesinden fazla nasiplenmemiş olan Hafız Rüşdi’nin bu kadar beklemeye tahammülü yoktu.
Zaman öldürmek için müezzini olduğu Kavak Camii’ne gitti. İki rekât namaz kıldıktan sonra Kur’ân-ı Kerim okudu. Sonra da tesbih ile meşgul oldu. Nihayet öğle olmuştu. Cemaatle birlikte namaz kılındıktan sonra o, aynı şekilde devam etti. Okumaya devam ederken uyku bir ara onu alıp götürdü ve gözleri kapandı. Kapanır kapanmaz da rüyalar âlemine dalıp gitti hemen. Gördükleri karşısında: “Allahım bu da ne!” diye bağırdı uykusunda. Köşelere çekilerek Kur’ân-ı Kerim okuyanlar ise müezzinin bu yaptığına bir mana veremedi.
O rüyasında Resûli Ekrem’i gördü. Ay yüzlü Nebiler Nebî’si, şefkat dolu gözlerle ona bakıyordu. Resûli Ekrem’in izinden yürüyerek kendisine doğru gelmekte olan birçok nurlu insanı daha gördü. Bu zâtların en arkasında da Hacı Feyzullah Efendi vardı. Onların da çehreleri hem parlak ve hem de çok güzeldi. Bir an onların sırasıyla “Silsiletü’z-zeheb’in nur halkaları, her birisi kandil-i nur-i Hüda, kadri şanı muâlla muhterem zâtlar” oldukları ilham edildi kendisine. Bu zâtlar önünden geçerek; “Bu durum devam ederken Âdem Rabbi’nden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tövbe etti. Çünkü Allah tövbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” mealindeki Bakara Sûresi’nin otuz yedinci ayetini okuyup sonra da göğe yükseliyorlardı. En son olarak da Hacı Feyzullah Efendi geldi karşısına ama o ayeti okumaya başlar başlamaz Hafız Rüşdi uyandı. Uyanır uyanmaz da gönlünü dolduran ilahi feyzin sıcaklığı ile hemen ayağa fırladı. Hiç vakit kaybetmeden doğruca Karaköse mahallesine doğru koşmaya başladı. Arkasından bakanlar şaşkınlıkla dudak büküp boyun burdu. Hafız Rüşdi, gençliğinin de verdiği enerjiyle kısa zaman içerisinde medreseye varmıştı. Gördüğünü anlatmak için aceleyle içeriye girdi hemen.
Hacı Feyzullah Efendi seccadesinin üzerinde yüzü kıbleye karşı oturmuş, hafif bir ses tonuyla Kur’ân-ı Kerim tilavet ediyordu. Hafız Rüşdi Efendi, heyecanlı olduğu için onun ettiği tilavetin hiç farkında olmadan elini öpmek için eğildi. Bu durumda hafızın kulağı Feyzullah Efendi’nin dudaklarına daha da bir yaklaşmıştı. Ancak o an Feyzullah Efendi’nin Kur’ân tilavet ettiğini fark etti. Hem de o rüyada okunduğunu gördüğü aynı ayeti uyandığında kaldığı yerden başlamak üzere aynı makamla tilavet ediyordu. Bu duydukları karşısında Hafız Rüşdi’nin bütün vücudu bir anda titremeye başladı. Şahit olduğu bu harikalar karşısında; “Ârife tarif olmaz!” diye düşünerek rüyasında gördüklerini ona anlatmaktan vazgeçti. Sadece başını eğdi ve öylece kala kaldı bir zaman. Bu saatten sonra Ketencizade Rüşdi Efendi, Şeyh Hacı Feyzullah Efendi’nin azat kabul etmez saliklerindendi artık.
Şeyhin elinde bir hamur gibi yoğrulmuş olan Ketencizade, işin sırrına erenlerdendi. O yüzden de şeyhi, Kisha’ya gittiğinde onun hasretine dayanamıyordu. O kadar dayanamıyordu ki Tortum yolu üzerine çıkarak onun köyünden gelen insanların gözlerini ziyaret ediyordu çoğu zaman.
Onlar; “Böyle ne yapıyorsun?” diye sorduklarında ise; “Sizin gözleriniz benim şeyhimi seyretti. Müsaade ederseniz ben de o mübarek simayı seyreden gözleri seyredeyim.” diyerek onların yüzüne bakıyordu. Yaz kış demiyor, çok kere yaya olarak yollara düşüyor, seksen kilometre yolu gidip ve dönüyordu. Feyzullah Efendi aynı zamanda da Ketencizade’nin hat hocasıydı. Şeyhinin himmeti ile kendisinin gayretleri onu iyi bir hattat yapmış ve bizzat Feyzullah Efendi’nin elinden hattatlık icazetini de almıştı. Ketencizade Hattat Hafız Rüşdi Efendi, aynı zamanda da çok iyi bir şairdi. Şeyhi Hacı Hattat Feyzullah Efendi için yazdığı ve ona beslediği duyguları en içten terennüm ettiği şiir şöyledir:
Erişir Peygamber’e feyz Hazreti Allah’tan
Ol dahî lutfun kem etmez ârif-i Billâh’tan
Sonra âlem feyz alırlar evliyaullahtan
Fark edince tâ fenâfillâh bekâbillâhtan
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyz-ü Allah’tan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’tan
Gavs-i a’zam Hazreti Şeyh Hâlid’in âzâdıdır.
Ol sebebden teşne dillerin katı sayyâdıdır.
Tâlib-i Hakk’a götürmek tâ ezel mu’tâdıdır
Çün hakîkat şehrine yol açmanın Ferhâdı’dır
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyz-ü Allah’tan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’tan
Gezme sahrâ-yı hevâda gel duhûl et râhına
İstifâda kıl edîbâne gelip dergâhına
Gâfil olma rabt-ı kalb eyle dil-i âgâhına
İhtiyâc ehli niyâz etmek gerekdir şâhına
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyz-ü Allah’tan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’tan
Nâr-ı aşkın ile şâhın kalbine urdunsa dağ
Mutlaka lutf u keremlerle olur dağ üstü bağ
Bî-nihâye mürde dil ihyâ kılıp ol yüzü ağ
Nicesin bezm-i visâle irdürüp itdi çerâğ
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyz-ü Allah’tan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’tan
Ağ olur yevm-i kıyâm vechin bu hâke süresin
Hem huzûr-ı kalb birle ayak üzre durasın
Okuyup ihlâs ile Seb’ü’l-Mesânî sûresin
Rûh-i pâkine hediyye kıl ki feyzin göresin
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyz-ü Allah’tan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’tan
RÜŞDÎ-veş ben tâ ezelden bu şeyhin hayrânıyam
Miskinim bî-çâreyim ammâ kulu kurbânıyam
Kapısında kelbiyem hem bende-i fermânıyam
Rûyuma bassın gelenler hâk ile yeksânıyam
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyz-ü Allah’tan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’tan
Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi: Şeyh Feyzullah Efendi’nin önde gelen müridlerinden birisi de Alvar İmamı Muhammed Lütfi Efendi’nin babası ve hocası Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi’ydi. O aslen bir yetim olmasına rağmen annesinin gayretleriyle Erzurum’daki en iyi hocalardan iyi bir tahsil gördü. Bunlarla da yetinmeyerek tahsilini ilerletmek için İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Gayesi Trabzon’a varıp oradan da deniz yoluyla payitahta varmaktı.
Bin bir güçlükle Of’un Şinek köyüne geldi. Önceden hocalarından duyup adını bildiği için önüne gelen ilk adama; “Abbas Efendi’nin evi nerede?” diye sordu. Adam, onun yabancı olduğunu bilmediği için hayretle; “Abbas Efendi’nin evi hiç bilinmez mi yahu!” diye sitem etti. Sonra hafif sola dönerek; “Bak şu karşıdaki ahşap bina.” dedi ve yürüyüp gitti. Hüseyin Efendi, gösterilen eve vardığında aradığı adamı tam da kapının önünde buldu. Abbas Efendi, oracıkta öylece durmuş onu bekliyor gibi bir tavır takınarak gözünü yola dikmişti.
İlk görüştüklerinde sanki yıllardır tanış biliş gibiydi ikisi de. Birbirlerine bakışları öyle anlamlıydı ki adeta hayran olmuştu her biri yekdiğerine. Günlerce birlikte içeri kapandılar ve derin musâhabeler oldu aralarında. Onlara halk da katılırdı bazı zaman. Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi bir yıl kaldı orada. O Allah dostunun tavsiyesi üzerine İstanbul’a gitmekten vazgeçerek tekrar döndü Hasankale’ye. Döndüğünde Kındığı köylülerinin aşırı talepleri üzerine imam bu köye yerleşti. İmamlık görevini yerine getirdikten sonra, kalan bütün mesaisini talebe yetiştirmeye harcıyordu. Zaten en çok sevdiği iş de buydu onun ama diyorlar ki; “Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi, daha Of’un Şinek köyündeydi. Abbas Efendi o zaman ona, Ketencizade’nin kasidesine benzer sözlerle; ‘Anlaşılıyor ki sen nasip almak diliyorsun feyz-ü Allah’tan!’ dedikten sonra, şahadet parmağıyla Erzurum’u gösterip; ‘O zaman git talep kıl orada Şeyh Feyzullah’tan!’ demiş ve o dergâhı işaret etmişti.”
Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi, hilkaten var olan o iç âlemindeki manevi zevkin tesiriyle hep münzeviliği tercih ediyordu. Artık gözünü uzaklara diktiği için, Kındığı köyündeki imamlık ve talebe yetiştirmek de tam olarak tatmin etmiyordu onu. İnzivadayken, yalnız başına kalıp düşünceye daldığında veya bir dalgınlık anında Abbas Efendi’nin hayali karşısındaydı. Her seferinde de; “Anlaşılıyor ki sen nasiplenmek diliyorsun feyz-ü Allah’tan!” sözleri kulağında çınlıyor, arkasından da kuzeybatıyı göstererek; “O zaman git talep kıl orada Şeyh Feyzullah’tan!” diye telkinde bulunuyordu. Kendine geldiğinde ise onun gösterdiği tarafa bakıyor ha bakıyordu. Bugünlerde her şey orayı işaret ediyor ve hep o Feyzullah Efendi Dergâhı gösteriliyordu ona. Rüzgâr bile o taraftan esiyor, esintiler onun ve o beldelerin kokusunu taşıyordu tâ oralardan buralara. Bu da yetmiyor, Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi uykudayken de uyku ile uyanıklık arasında iken de dergâh sıkça gözünün önüne geliyordu. Abbas Efendi ise o mekânı ona uzaktan göstererek; “Gafil olma! Git talep kıl orada Şeyh Feyzullah’tan!” diyordu her seferinde. Bu yüzden de daha fazla dayanamadı mana âlemindeki bu ısrarlara. Zamanın şartlarına göre uzun sayılacak yolları tepmeyi göze aldı. Abbas Efendi’nin telkinlerine uyarak gitti o dergâha. Nihayet Şeyh Feyzullah’a intisap ederek talep kıldı o makamdan.
O dergâh ve o sima rüyalarında, bazen de uyanıkken onun gözünün önüne çok gelmişti. O kadar gelmişti ki ilk gördüğünde dahi birçok kere görmüş gibiydi sanki. Yine Abbas Efendi’nin telkinleri üzerine nasip almak için feyz-ü Allah’tan şimdi ciddi gayretler gösteriyordu o dergâh-i Feyzullah’ta. Bu gayretleri sonunda da kısa zaman içerisinde baş halifelerinden oldu onun.
Şeyh Feyzullah Efendi halifesini ziyarete gitti bir ara. Böyle bir ziyaretten çok memnun olan Hâce Gedâ-i Hüseyin Efendi de şeyhinin bu ziyaretinden duyduğu memnuniyeti ifade etmek için şu şiir ile onlara hoş geldin dedi:
Daha genç denecek bir yaşta, altmış beş yaşlarındayken dünyadan göçen Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Kishavi Hazretleri’nin mezar taşını da yine Ketencizade Hattat Rüşdi Efendi:
“Ağla ey dîde sirişkin döne ta kim nehre zer dola nâr-ı firâkıyla dahi bu cehre.. Yani kim kutb-î zaman Hazreti Şeyh Feyzullah bu fenâdan gitti gideli geldi elemler dehre. Kendini ebr-i saadette nihân eyleyeli gaflete battı cihan. Geldi hacâlet mihre rûh-i pâkına. Oku fatiha ihlasla kim bulasın bahri hakikatte özen pür-behre…” şeklinde yazdı.
* Muammer Akpınar tarafından hazırlanmakta olan bir romandan alınmıştır.
**Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
BİR ŞEYH FEYZULLAH KİSHAVÎ GEÇTİ BU DÜNYADAN* -1
Derler ki herhalde halkının güzel ihlasından olacak ki Allah (cc) bu beldeyi mükâfatlandırdı. Tımar sistemi kaldırılmadan önceki yıllarda (1830) bu beldeye bir derviş geldi. Derviş genç birisi olmasına rağmen öyle bir natıkaya sahipti ki sohbetlerinde herkesi kendisine hayran bırakıyordu. En çok tedris etmiş ve çok güngörmüş pîr-i fâni âlimler bile meftûnu oluyordu onun.
Meçhul derviş, cami köşesinde yatıp kalkıyor, bir dilim ekmek veya bir tas çorba ile günlerce iktifa ediyordu. Belde âlimleri, dervişin devamlı burada kalmasını dilediğinden hep birlikte çevrenin ağası ve aynı zamanda tımar sahibi Osman Bey’e müracaat ettiler. Ona müracaat etmek ise bir mecburiyetten doğuyordu. Çünkü buralarda ister âlim olsun, isterse halk kimse beyden habersiz bir tasarrufta bulunamıyordu.
Bey ile görüşecek âlimler önceden hazırlandılar ve bu yeni geleni öyle bir anlattılar ki muhatapları mest oldu. Bey, bu alanlarda biraz da bilgi sahibiydi. Heyetin fikrini anlayarak; “Böyle birisinin bizimle olmasına neden müdahale edeyim ki? Tabii ki kalsın.” dedi. Halk bu izin üzerine gece, gündüz demeyip çalıştı ve küçük de olsa ona bir ev yaptı.
Çünkü gelen derviş, ismini sıkça duydukları o meşhur Nakşibendî büyüğü, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin icazetli müridiydi. Bu yüzden belde halkı bir hazine bulmuş gibi seviniyordu. Onlar, Allah’ın kendilerine verdiği bu nasipten dolayı şükrediyor ve çok rağbet gösteriyordu ona. Memnuniyetlerini belirtmek için; “Halid bu tarafa bir çırağ fırlattı ki ne çırağ ne çırağ. Bize bir huzme gönderdi o, biz bunun kıymetini bilelim.” gibi laflar ederek avunuyordu halk.
Çok geçmeden Osman Bey bu ilginin biraz fazla olduğunu görünce kıskandı. O, kendince hatasını anlamasına rağmen iş işten geçmiş gibiydi. Çünkü halk çoktan ona meyletmişti. Pişmanlığın asıl sebebi ise bu genç dervişin bir özelliğiydi. Çünkü o, bu toprak sahiplerine hiç danışmıyordu, bu da bu iklime uymuyordu. Vaazlarının arasına, “Ey inananlar! Allah’tan başkasına kul olmayın!” temasını uygun bir şekilde yerleştiriyor ve bu temayı çok işliyordu. Ağa, bunları duyuyor, yaptığı onarılmaz hatayı görüp, alttan alta diş biliyordu ona. Ancak o derviş kisveli adama dil uzattığında kendi yakınlarının bile karşısına dikileceğini biliyordu. O yüzden de dervişi kovamadığı gibi hakkında fazla bir şey de söyleyemiyordu.
Bir güzel ilkbahar sabahıydı yine. Güneş huzmelerini daha yeni saçmaya başlamıştı etraftaki canlı, cansız varlıkların üzerine. Göz kamaştırarak o boz kayalar, kel tepeler, ter-ü taze yeşillerle yeni çiçeklenmiş ağaçların ve boz bulanık akan çayların üzerine. Bey de bu güzelliği daha önceden hissetmiş gibiydi. O yüzden de daha gün doğmadan kalkmıştı bugün. İyi bir at binicisi olduğundan, emretti, atını getirdiler, bindi. Yaşına rağmen yine de çok yakışıyordu o safkan aygırın üzerine. Böyle güzel bir ilkbahar sabahında, hiçbir şeye aldırmaz görünerek hayvanıyla bir kahraman görüntüsü vermeye çalışıyordu. Görüntüyü tamamlamak için atı önce bir iki kere şaha kaldırdı. Sonra da iki yıl evvel yapılan ahşap köprüye doğru koşturdu. Maksadı hem çayın diğer yakasında yer alan topraklarını gezerek efkâr dağıtmak ve hem de o haşmetiyle halka görünmekti. Ayrıca da baharın coşkusuyla kabına sığmayıp deli gibi akan çayın kendi arazisine zarar verip vermediğini kontrol edecekti.
Yol üzerindeki virajlı bölüme gelmiş ve en keskinini dönmüştü. Atını mahmuzlayarak bir dakika sonra da önündeki söğüt ağaçlarının görüş alanını kısıtlamasından kurtuldu. Kurtulunca da bir an tam önünde o dervişi gördü. Hemen on beş adım ilerisindeydi ve aynı istikametteki köprüye doğru yürüyordu. Dervişi görünce onun sözlerini hatırladı. Pişmanlıkla kafasına bir yumruk atarak: “Aptal kafam!” dedi. Gayri ihtiyari olarak bütün hırsıyla dişlerini sıkıyordu. O safkan aygırın üzerinde daha da dikleşerek en nefret dolu bakışlarını ona fırlattı. Duyurmak için de bütün avazıyla; “Baldırı çıplak!” diye bağırdı. Hakaretini dervişin duyduğuna inandığı için biraz rahatlamıştı. Bu rahatlıkla da bir: “Oh!” çekti kimsenin olmadığı bu tenha yerde. İntikam almış edasıyla kafasını emme basma tulumbası gibi aşağı yukarı salladı. Sonra da kendi kendine: “Yılan yarpuzu sevmezmiş, yarpuz da gelip tam yılanın deliğinin ağzında bitermiş yahu!” değimini en yüksek perdeden tekrarladı. Aklına gelen bir takım sözleri daha sarf ederek kılıç gibi sağa sola savurdu elini ve kolunu. Sonra da onu geçmeyi düşünerek, atını mahmuzladı.
Ancak derviş, o ince çizgiden ibaret tozlu yolda birkaç metre ilerideki bir başka dönemeci dönerek görünmez oldu. Bey, ona yetişmek için bütün haşmetiyle dervişin arkasından at tepti. Aygırı daha da bir mahmuzlayarak o da hızla döndü dönemeci ama yine de göremedi. Arkasından: “Kim bilir hangi bahçeye saptı?” diye hayıflanarak köprüye varıp geçti bir hamlede. Geçmesine geçti ama geçince de gözlerini silmeye başladı. O gördüklerine inanamıyordu çünkü. Derviş imkânsızı başarmış, köprüyü daha önce geçmişti. Beyin o kadar hızla at tepmesine rağmen yine de ondan önce gelmiş ve bir ağacın altında oturuyordu. Hem de öyle bir oturuyordu ki insan, saatlerdir orada oturuyor sanırdı onu.
Her şey bir yana bu adamın kendisinden önce köprüyü geçip de burada oturmasına hiç bir mana verememişti. Bir köprüye, bir de suya baktı. Kendi kendine; “Bu kadar çok ve hızlı akan suyu dalarak geçmek imkânsız.” diye düşündükten sonra fikrini ispat için de; “Zaten baksana elbisesi de kup kuru.” dedi içinden. Sonra da; “Bu kadar yolu benden önce kat etmek de imkânsız.” diye düşünerek de hayretini belirtti. Biraz daha sağı solu seyretti o şaşkınlıkla. Sonra da; “Belki de uyudum ha? O da köprüden geçti geldi.” diye düşündü. Fikrini pekiştirmek için de sayıklarcasına: “Evet, tabii ki öyle evet. Kaç gündür ki uykusuzdum.” dedi yüksek sesle.
Aşırı merakı onu kendi ihtiyarının dışında o ağacın altına doğru sürüklüyordu. Birkaç dakika sonra da vardı. Ama nasıl vardığını kendisi de bilmiyordu. Büyülenmişti adamın karşısında. Derviş de bunu anlamıştı. Gelen, zorla da olsa, yarım yamalak bir selam verdi karşısındakine. Derviş, toparlanarak selamını aldı onun. Bey, kekeleyerek; “Sen kimsin, nerden geliyorsun, adın ne ve nasıl bir insansın be?” diye sorabildi. Beyin heyecanına rağmen derviş pek de aldırmaz bir hâlet-i rûhiye içerisinde; “Adım Feyzullah.” diye cevap verdi. Bey, daha çok bilgi istediğini ima edercesine, gözlerini fal taşı gibi açmış ona bakıyordu. O, muhatabının tatmin olmadığını görünce; “Ğavsü’l-âzam Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin azatlısıyım.” dedikten sonra; “Kendi ihtiyarımla gelmedim buraya. O gönderdi!” dedi.
Osman Bey, merakını gidermek için de titreyen şahadet parmağıyla onun oturduğu yeri göstererek: “Ya sen buraya nasıl geldin?” diye sordu. Şimdi şaşırma sırası hiçbir şeyden haberi olmayan dervişe gelmişti. Aşağıya doğru salınmış ellerini içi dışa gelecek şekilde açtı. Omuz silkip dudak bükerek:“Nasıl olacak? Normal piyade yürüyüşüyle.” cevabını verdi. Genç dervişin bizzat faili olduğu bu olağanüstülükten haberdar dahi olmaması daha da çok etkilemişti onu. Hayretle başını iki yana sallayarak: “Sen Allah’ın o veli kullarından birisi misin yoksa?” diye sordu. Derviş: “Velilik kimseye mahsus bir makam veya unvan değildir efendim. Ne şeyhin, ne salikin malıdır o. İnanan bütün insanlar velidir ve Allah’ın veli kuludur. Yani dostudur onun.” karşılığını verdi. Bey, onu bu kadar mütevazı bir ruh haliyle karşısında görünce gözünde daha çok büyüttü.
Her şeye rağmen belli bir kültür seviyesine sahip bey ondaki erdemi görmüştü. Yumruğuyla kendi kafasına vurur gibi dokunarak: “İşte bunun gibi içi boş başaklar hep böyle dimdik durur.” dedi. Sonra da dervişi işaret ederek: “Başakların böyle dolularının ise başları aşağıya doğru eğiktir.” diye mırıldandı.
Seyrettikçe de onun temiz yüzlü birisi olduğunu fark ediyordu yavaş yavaş. Şimdi gözlerini alamıyordu karşısında duran kişiden. Ayrıca dervişin verdiği cevaplar da birkaç basit kelimeden ibaret olmasına rağmen ona mâverâdan gelen, çok duygulu şiirler gibi gelmişti. Bütün gücünü toparlayarak; “Dile benden ne dilersen!” diye en yüksek perdeden bağırdı.
Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Efendi, yine umursamaz bir tavır takınıp dere kenarındaki araziyi göstererek; “Bana verilen görev icabı burada, bir miktar arsa satın alarak bir dergâh kurmam gerekmektedir.” dedi. Biraz duraklayıp sonra da; “Bu arazi kime ait acaba?” diye sordu. Bey, araziyi gözden geçirdikten sonra sağ elini göğsüne götürerek; “Benim efendim benim, buraların tamamı benim.” dedi. Arkasından da; “Bu toprakların hepsi senin olsun. Para da istemez. Hepsi sana feda olsun!” sözleriyle çayın bu kıyısındaki bütün arazisini bağışladığını bildirdi. Bu bağışı, orada çalışan bütün marabalar da duydu. Bununla beraber, şeyhin elini ona doğru kaldırıp olumsuzca salladığını, arkasından da; “Hayır, hayır! Bu kadarına gerek yok.” dediğini, sonra da su ulaşmadığı için ağaçsız ve otsuz kalmış küçük bir kısmı göstererek: “Aha bu ekilip dikilmeyen çıplak yer bize yeter de artar bile.” sözleriyle bunu kabul etmediğini de duydu.
Bey: “Dile benden ne dilersen!” sözlerini tekrarladı, hem de en yüksek perdeden. Bunun dışında yine marabaların duyamadığı bazı bağış tekliflerinde daha bulundu. Şeyh bu ve benzeri teklifler karşısında hiçbir cevap vermeden başını önüne eğdi ve sustu sadece. Onları yaklaşık on beş yirmi adımlık mesafeden seyreden marabalar arasında İsmail de vardı. Topraksızlık ve maraba olarak çalışmak canına tak etmiş olan İsmail, sağ elini kılıç gibi sallayarak; “Ne susuyorsun be! ‘Bana vermek istediğin araziyi marabalarına dağıt!’ desene!” diyerek şeyhe uzaktan da olsa akıl vermeye çalışıyordu gayri ihtiyari olarak. Şeyh ve beyin duyamadığı bu öneriyi sadece diğer marabalar duyup güldüler.
Bey nasihat isteyince şeyh, mâverâdan gelen bir ses tonuyla; “Ölümü, ahiret hallerini ve verilen nimetin asıl sahibini unutmayınız. Peygamberimiz’in sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak şekilde kelime-i tevhid söyleyiniz. Bizim yolumuz İslam dinine uyma yoludur ve herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Namazın şart ve rükünlerini, sünnet ve edeplerini insanlara okuyup tavsiye etmeniz büyük edeptir.” dedi. Sözlerine devamla; “Dini kurallara uyarak zahirinizi, tarikat ile de batınınızı temizlemeye gayret ediniz. Hakikat ile ilahi yakınlık elde ederken marifet ile de Allah’a ulaşmaya çalışınız. Allah’ın kullarını Allah’tan başkasına boyun eğdirtmeyiniz ve eğdirenlere de elinizden geldiği kadar mani olunuz. Yine, kul hakkı yememeye ve yedirtmemeğe gayret ediniz. İster ulemâ, ister hükemâ ve isterse bey, paşa, şehzade veya sultan olsun. Allah indinde kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takva iledir. Kimsenin kimseye önceliği de yoktur. Bunları hatırlayınız ve her işte adil olunuz.” diye tembih etti.
Osman Bey, daldığı çok derin bir uykudan uyanıyor ve zorla da olsa bu uyku mahmurluğundan kurtarmaya çalışıyordu kendisini. Toparlanarak gözlerini muhatabının gözlerine direyip; “Duyduklarımın hepsi güzeldir ve de kabulümdür. Hepsine de elimden geldiği kadar uymaya çalışacağıma söz veriyorum efendim.” dedi ve sözünde de durdu.
Feyzullah Efendi dergâhı sadece tasavvufla uğraşmadı. Şeyhülislam ve müderris mertebesine ulaşan ulemânın da bu beldeden yetişmesinin mayasını çaldı. Bunlar bir yana birçok mürşid de yetişti buradan. Bunların en önde gelenlerinden bir kaçını sıraladığımızda onun büyüklüğü ortaya çıkar zaten.
Şeyh Mehmed Necâtî Efendi: Mehmed beş altı yaşlarındayken birden bire yara dökmüştü vücudunun her tarafı. Ailesi o günlerde bilinen bütün çarelere başvurdu ama hiç birisi fayda vermedi. Baba, bir umut tesellisi ile; “Belki bir faydası dokunur.” diyerek Şeyh Feyzullah’a götürdü onu.
Huzura çıktıklarında baba içinden geçeni anlattı. Şeyh, bir iki kere nazar etti yırtık pırtık giysiler içindeki bu yara, bereli çocuğa. Bir an kalpten kalbe yol açılır gibi bir hal oldu çocukla şeyhin arasında. Kendisini alamayarak bir daha baktı ona. O şimdi dergâha sunulmuş kıymetli bir hediye gibi bakıyordu bu yavruya. Bu etkiyle murakabeye dalmıştı bir an. Çıkınca da onu iyileştirecek ilaçlarla düşünceye başladı. Deva bulacağına inanınca da çocuğun babasına dönüp; “Oğlunu iyileştiririm ama bir şartla.” dedi.
Adam muhatabına güvendiği için; “Emredin efendim.” dedi sadece. Şeyh; “Çocuk iyileştiğinde okuması için köyünüzün imamına teslim edeceksin. Hazır olduğunda da bu dergâha alacağım.” diye bildirdi şartını. Şeyh Feyzullah’ın dediklerine hiç tereddüt göstermedi ona yürekten bağlı olan bu adam. Hemen el kavuşturup gerdan kırarak; “Emriniz olur ve bu bizim için bir lütuftur efendim.” sözleriyle teklifi kabul ettiğini bildirdi karşısındakine. Anlaşma üzerine Şeyh Feyzullah Efendi gönül rahatlığıyla tedaviye başladı onu.
Çocuk, uygulanan yöntemler sonunda kısa zaman içerisinde iyileşmişti. Sözünün eri baba, şeyhten ikinci bir uyarı beklemeden imama geldi. Şeyhin şartını tekrarlayarak çocuğunu işaretle; “Al işte Mehmed. Her gün akşama kadar sana teslim. İstediğin saatte bırakırsın eve gelir.” dedi. Gözlerini imama dikerek; “Şimdi ben sözümü yerine getirmiş oldum değil mi?” diye sordu. Şeyhle bu adam arasında geçen olaydan önceden haberdar olan imam başını sallayarak; “Evet getirdiniz. Hem de tam hakkıyla getirdiniz.” deyince de ona teslim etti çocuğu. Bu küçük Mehmed hikâyesi de böylece başladı ve Şeyh Feyzullah’tan sonra da onun postuna oturdu.
* Muammer Akpınar tarafından hazırlanmakta olan bir romandan alınmıştır.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
KİSHALI FEYZULLAH EFENDİ
Hacı Feyzullah Efendi Tortum ilçesinin Uncular köyü camii haziresinde yatmaktadır. Mezar şahidesi silik, okunmaz durumdadır. Kendileri Nakşibendî’ye tarikatının Halidiye kolunun kurucusu olan Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi’nin halifelerindendir. Feyzullah Efendi’yi daha iyi anlayabilmek için, hocası olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi’yi bilmek lazım gelir.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi, Hz. Osman soyundan olup 1778 yılında Bağdat’ın Şehrezur kasabasında dünyaya teşrif etmiş olup, 1826 yılında Şam’da vefat etmiştir. Sarf, Nahiv, Edebiyat, Usul, Mantık, Fen, Geometri, Astronomi, Hesap ilimleri, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf ilimleri öğrenerek icazet almıştır. Üstün zekâsı sayesinde takdir toplamış, yirmi bir yaşlarında devrinin müderrislerine hocalık yapmıştır. İslam dünyasında alleme olarak bilinir. İslam âlimleri asrının mücedditi olarak değerlendirmektedir.
Hac vazifesini ifa ederken Şah-ı Abdullah-i Dehlevi’nin talebelerinden Mirza Abdurrahim gelip hocasının selamını söyler, davetini iletir. Hac sonrası Bağdat’tan, İran, Afganistan yoluyla Dehli’ye varır. Şeyhinin huzuruna varıp talebesi olur. Bir yıl ders alarak hizmette bulunur. İkinci yıl devamlı huzurda bulunur. Ayrılana kadar mescit imamlığı görevini ifa eder. Feyz ve kemal bulunca şeyhi; “Ey Halid şimdi memleketine, Bağdat’a git oradaki Hak âşıklarını Allahu Teâlâ’ya kavuştur. Git, her istediğini verdim.” der. Mevlânâ Hâlid’i uğurladıktan sonra; “Hâlid her şeyi alıp götürdü.” buyurdu. Bağdat’a gelir talebe yetiştirmeye başlar. Abdullah-ı Hıratı, Bağdat müftüsü seyyid Abdullah Hayderi, Şeyh Yahya Hazretleri, Seyit Taha Nehri, Şeyh Muhammed Nasih, Şeyh İsmail Enareni, Şeyh Ahmet Hatib, Muhammed Hani, Abdulkadir Dilmani, Abdulfettah Efendiler arasında Feyzullah Efendi’nin de varlığı görülüyor. Bunlar devrinin büyük âlimleri.(1)
Talebelerine öğüdü; “Ölümü, ahiret hallerini ve nimetlerin hakiki sahibini unutmayınız. Peygamberimiz’in sünnetine uymada ileri gitmeye çalışınız. Günde bin kere duyulmayacak kadar alçak sesle Kelime-i Tevhidi söyleyiniz. Bizim yolumuz İslam dinine uyma yoludur. Herkes elinden geldiği kadar buna çalışmalıdır. Namaz şart ve rükünlerini, sünnet ve edeplerini anlatan kitapları insanlara okuyup tavsiye etmeniz büyük devlettir.”
Uzaktan yakından Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi Hazretleri’nin sohbet ve ilim meclisine gelenler zahiri ve batini üstünlüklere kavuşarak memleketlerine döndüler veya İslam memleketlerinin çeşitli yerlerine giderek İslamiyet’i anlattılar.
Feyzullah Efendi 1830’lu yıllarda Bağdat’tan gelerek, yöre insanlarını irşad için Kiska’ya yerleşmiştir.
“İlk günler küçük Kiska da kimseler yüzüne bakmaz. Bu acayip kıyafetli gence itibar eden yoktur. Köyün komutanı meşhur Kiska beylerinden Osman ağa isimli birisidir. Ağa güçlü, kendisinden izinsiz kimse kimseye selam bile verememektedir. Bir ilkbahar günüdür. Kiska deresi kuşları kaparcasına coşkun akmaktadır. Ağa atı ile karşı kıyıdaki bahçelerine gitmek maksadıyla suyun üzerindeki tek köprüden geçmek için yukarı doğru gitmektedir. Bu arada ters istikamette yol alan ismini bilmediği dervişe rastlar. Karşıya geçtiğinde, görmüş olduğundan hayrete düşer. Çünkü derviş efendi kendinden önce oradadır. Ya köprüden geçmiştir ki bu imkânsızdır. Çünkü patika yolda kimseler kendisinin önüne geçmemiştir. Zaten geçebilmek de kimsenin haddine düşmez. Ya da; yüzerek geçebilmesidir. Bu daha da imkânsızdır. Cesaret dışıdır. Buna şahit olan ağanın tüm kibirleri, gururları dize gelir. Şeyhin dizlerine kapanarak “İste benden ne istersen!” der. Muhatabı mütevazıdır. Köyün kenarında, derenin kıyısında, mezarlığın karşısında küçük bir arsa talep eder.”(2)
Evini, tekke ve çilehanesini burada inşa eder. Burası hizmet ve tefekkür için elverişli bir yerdir. Hizmet merkezi burasıdır. İrşad işlerine ve talebe yetiştirmeye başlar. Çevre insanı ve yöre ulemasının gönlünde taht kurmuştur. Ömrünü halkın aydınlanmasına vermiş, arif ve kâmil bir zattır.
Ketencizade, Vıhikli Mehmet Efendi ve Alvar imamı Muhammed Lütfü Efendi’nin babası Gedaî Hüseyin Efendi’yi yetiştirmesi Feyzullah Efendi’nin ne kadar büyük bir değer olduğunun nişanesidir. Allah bizleri de şefaatlerine nail eylesin.
Hacı Feyzullah Efendi 1865 yılında, rivayete göre altmış altı yaşlarında iken Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur. Cami haziresindeki türbesinin ziyaretçisi eksik olmaz. Ruhu şad, makamı cennet olsun.
Hacı Feyzullah Efendi’yi daha iyi anlamak için O’nun kemâl-i fazîlerini, ma’nevî makam ve ulvî meziyetini anlatan kasîdeyi takdim etmeyi uygun bulduk. Bu kasîde Hacı Feyzullah Efendi’nin halîfelerinden Ketencizâde Hâfız Mehmed Rüşdi Efendi’ye âittir.
(Müceddid-i tarîk-i Nakşibendî Şeyh Hâlidü’l-Bağdâdî (ks) Hazretleri’nin hulefâyı mûteberânından şeyhim azîzim el-Hac Feyzullah el-Hulûsî et-Tortûmî Hazretleri’nin hakkında âcizâne söylenilen kasîdedir.)
Erişir Peygamber’e feyz Hazret-i Allah’dan
Ol dahî lutfun kem etmez ârif-i billâhdan
Sonra âlem feyz alırlar evliyâullahdan
Fark edince tâ fenâfillâh bekâbillâhdan
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’dan
Gavs-i âzam Hazret-i Şeyh Hâlid’in âzâdıdır.
Ol sebebden teşne dillerin katı sayyâdıdır.
Tâlib-i Hakk’a götürmek tâ ezel mu’tâdıdır
Çün hakîkat şehrine yol açmanın Ferhâd’ıdır
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’dan
Gezme sahrâ-yı hevâda gel duhûl et râhına
İstifâda kıl edîbâne gelip dergâhına
Gâfil olma rabt-ı kalb eyle dil-i âgâhına
İhtiyâc ehli niyâz etmek gerekdir şâhına
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’dan
Nâr-ı aşkın ile şâhın kalbine urdunsa dağ
Mutlaka lutf u keremlerle olur dağ üstü bağ
Bî-nihâye mürde dil ihyâ kılıp ol yüzü ağ
Nicesin bezm-i visâle irdürüp itdi çerâğ
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’dan
Ağ olur yevm-i kıyâm vechin bu hâke süresin
Hem huzûr-ı kalb birle ayak üzre durasın
Okuyup İhlâs ile Seb’ü’l-mesânî sûresin
Rûh-i pâkine hediyye kıl ki feyzin göresin
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’dan
Rüşdî-veş ben tâ ezelden bu şehin hayrânıyam
Miskinim bî-çâreyim ammâ kulu kurbânıyam
Kapısında kelbiyim hem bende-i fermânıyam
Rûyuma bassın gelenler hâk ile yeksânıyam
Behre-yâb olmak dilersen sen de feyzullahdan
Gel talep kıl kutb-i âlem Şeyh Feyzullah’dan
Ketencizâde hıfzını ikmâl ettikten sonra, bir taraftan Alipaşa Medresesi’nde tahsiline devam etmekte, diğer taraftan da Kavak Câmii müezzinliğini sürdürmektedir. Genç hâfız bir arayış içerisindedir. Ne olduğunu bilmediği bir ateş yüreğini dağlamaktadır. Kabına sığmaz ve devamlı sûrette şu beyti tekrarlayıp durur:
Işk odu evvel düşer ma’şuka andan âşıka
Şem’i gör kim yanmadıkça yakmadı pervâneyi
Günlerden birgün yine bu beyti kendi kendine söylenip Erzurum sokaklarında dolaşırken, sokağın diğer başından nûrânî mübârek bir zâtın kendine doğru geldiğini farkeder. Sokakta ikisinden başka kimse yoktur. Hâfız Rüşdî Efendi toparlanır. İyice yakınlaşınca daha önce hiç görmediği bu mübârek zâta selâm vermeye hazırlanır. Ne hikmetse gözünü ondan bir türlü ayıramamakta ve içinde o güne kadar hiç tatmadığı bir takım duyguların kıpırdadığını hissetmektedir. Aralarında üç dört adımlık bir mesâfe kalmıştır. Ketencizâde selâm vereceği sırada hiç beklemediği bir şeyle karşılaşır. O zât derin ve keskin bakışlarını kendisine çevirerek:
Hâfız!
“Işk odu evvel düşer ma’şuka andan âşıka/Şem’i gör kim yanmadıkça yakmadı pervâneyi” demez mi? Hâfız Rüşdî birdenbire alt-üst olur. Koşarak bu zâtın ellerine sarılır, tekrar tekrar öper o mübârek elleri. Kendinden geçercesine ağlamaktadır. Belli ki ışk odu evvel ma’şuka, ondan da âşıka düşmüştür. Bu od Hâfız’ın vârını ve varlığını çoktan yakmaya başlamıştır bile. “N’olur efendim bırakmayın beni. Kulunuz, köleniz olayım beni evlâtlığa kabul buyurun!” niyazları gözyaşlarına karışır.
O nûr yüzlü mübârek zât, iki eliyle Hâfız’ın şakaklarından tutarak doğrultur; baş parmaklarıyla göz yaşlarını siler. O’nu bir müddet şefkat nazarlarıyla süzdükten sonra: “Evladım bana Hacı Feyzullah derler. Kara-köse Mahallesi’ndeki medresedeyim. İstihâre yaptıktan sonra bize gelirsin.” buyurur ve yoluna devam eder. Mehmed Rüşdî boynu bükük, nemli gözlerle arkasından bakakalır. Gözden kayboluncaya kadar onu seyreder. “Demek Hacı Feyzullah Efendi bu zâtmış!” der kendi kendine. Arkasından koşarak O’na yetişmek ister. “İstihâre yaptıktan sonra bize gelirsin.” sözünü hatırlayınca duraklar birden. İstihâreden sonra gitmeye karar verir. Ancak, henüz kaba kuşluk vakti olduğuna göre ertesi güne kadar nasıl sabredeceğini düşünür. Öyle ya, gece olunca istihâreye niyet edip uyuyacak, sabah olunca da rüyâsını Hacı Feyzullah Efendi’ye anlatacak. Bu yirmi dört saat ona yirmi dört sene gibi uzun gelir. Kendisini meşgul etmek için câmi-i şerîfe gidip iki rekat namaz kılar, sonra oturup tesbih ile meşgul olur. Derken gözlerini uyku bürür. Rüyâsında birbirinin izinden yürüyerek kendisine doğru gelmekte olan pek güzel insanlar görür. Mübârek çehreleri güneş kadar parlak, ay kadar güzeldir. Her biri Hâfız Rüşdî’nin önünden geçerken “Fetelakkâ âdemü min Rabbihî kelimâtin fetâbe aleyhi innehû hüve’t-tev-vâbü’r-rahîm” (Âdem Aleyhisselâm Rabbin’den yol gösterici sözler aldı onlarla yalvardı. Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri dâimâ kabul edendir.)(Bakara Sûresi 37. ayet) Âyeti celîlesini okuyup göğe yükselmektedir. O, kalbine gelen ilhamla bu zâtların kimler olduğunu tanır. İlk önce geçen Peygamber-i Zîşân Efendimiz’dir. O’ndan sonra sırayla Silsiletü’z-Zeheb’in nûr halkaları, her biri kandil-i nûr-i hüdâ, kadri şânı muâlla muhterem zâtlar. Bu güzeller kervanının en sonunda Hacı Feyzullah Efendi bulunmaktadır. Hacı Feyzullah Efendi aynı âyeti okurken Hâfız Rüşdî Efendi uyanır. Gönlüne dolan İlâhî feyzin sıcaklığı bütün vücûdunu kaplamıştır. Rüyâsını anlatmak için Karaköse Mahallesi’ne Şeyh Efendi’nin oturduğu medreseye koşar. Hacı Feyzullah Efendi seccâdesi üzerinde yüzü kıbleye doğru oturmaktadır. Hâfız Efendi diz çöker, el öper, rüyâsını anlatmaya hazırlanırken o mübârek zat tıpkı rüyâsındaki gibi aynı ses tonuyla “Fetelakkâ âdemü min Rabbihî kelimâtin fetâbe aleyhi innehû hüve’t-tevvâbü’r-rahîm” âyetini okuyuverir.
Hâfız rüyâsını anlatacak halde değildir. Buna da lüzum kalmamıştır artık. Sevdâlı başını Şeyh Efendi’nin dizine koymuş ve kendinden geçmiştir. Şeyhine tam bir sadâkat, duru bir ihlâs ve derin bir aşk ile öylesine bağlanmıştır ki; Hacı Feyzullah Efendi Tortum’un Kisha Köyü’ne yerleştikten sonra, Ketencizâde Hâfız Rüşdî Efendi O’nun hasretiyle yanan yüreğini birazcık olsun teselli etmek için sabah erkenden Tortum yoluna çıkar, Erzurum’a sebze, meyve getiren köylüleri karşılarmış. Kisha Köyü’nden gelenleri kucaklar hatta eşeklerinin gözlerini öper ve “Siz benim şeyhimin köyünden geliyorsunuz bu gözler onu görmüştür.” der ağlarmış.
Kaynakça:
(1) Halid Divan- Semerkant Yayınları
(2) Erzurum’un Mânevi Mimarları. S.17 Prof.M. Sıtkı Aras
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
HACI İBRAHİM BABA HAZRETLERİ (ks)
Tarih boyunca Hak’la batıl durak vermeksizin çarpışmış durmuşlardır. Bunun başlangıcı bekli de ta Hz. Adem’in evlatlarından Habil ve Kabil’in kavgalarına kadar uzanmaktadır. Gelmiş geçmiş tüm Peygamberler, karşılarında bir küffar ordusu bulmuş ve onlarla mücadele zorunda kalmışlarıdır.
Aynı mücadele İslam tarihi boyunca da devam etmiş ve halen etmektedir. Peygamberler Peygamberi; şehrini koruyabilmek için etrafına hendek kazarken, vurmuş olduğu balyozun ateşleri içerisinde İran’ın saraylarını, Bizans’ın kasırlarını görmüş ve bunların kurtarılacağını arkadaşlarına müjdelemişlerdir. Her şeyi sadece maddenin kuru kabukları içerisine sıkıştıracak kadar beyinsiz olan münafıklar, “kendi şehrini korumadan acizken İran’dan, turandan bahsetmektedir”, diyerek gülüşmüşlerdir. Bilmem ömürleri içerisinde İslam mücahitlerinin İran’ı baştan başa harmanladıklarını ve İstanbul surları önünde at oynatmış olduklarını görerek yüzleri kızarmamışımıdır.
Sayısız haçlı seferlerine karşılık, İslam orduları iki noktadan baytı zorlamıştır. Belki de batılılar bunlara hilal seferleri demişlerdir. Bunlardan birincisi Endülüs Emevileri tarafından İspanya üzerinden olmuş. İkincisi ise Osmanlılar tarafından balkanlar üzerinden akıp Viyana önlerinde noktalanmıştır. Bu seferler sonucu haçlılar Doğu’dan medeniyet öğrenmişler, Hilalcılar ise doğudan batıya insanlık götürmüşlerdir, insanca yaşama götürmüşler, teknik götürmüşlerdir. Ne acıdır ki batı İslam’dan aldığı nurla, medeniyetle kendi Rönesansını gerçekleştirmiş, “Biz çalışana veririz” düsturu tecelli etmiş ve İslam ordularını Avrupa’dan atmışlardır.
Evet batının inkişafına ayak uyduramayan ve İslami ölçülerden gün geçtikçe uzaklaşan Osmanlı İmparatorluğu’nda maliye bozulmuş, asayiş bozulmuş, ilim bozulmuş, ordu bozulmuştur. Şu olay bozuluşun aynası olacak niteliktedir:
93 Harbi devam etmektedir. Çoban Dede köprüsünden geçen Rus ordusu, aşağı Pasinler ovasından Erzurum’a doğru ilerlemektedir. Türk ve Müslüman olan düşman kumandanının gözüne saçlarını uzatmış olan asker kaçağı bir derviş ilişir. Yanına çağırıp sen başını Allah Allah deyip sallayanlardan mısın?” diye sorar. “Evet” cevabını alınca, elindeki kamçısıyla dervişle vurur ve şu sözleri söyler, “Sahtekarlar, siz başınızı sallarken samimi olsaydınız biz buralara kadar gelemezdik.” Ancak , Erzurum’da gerçek velilerden , gerçek tekke erlerinden Hacı Haşıllar, Hüseyin Efeler (geda-i) vardır, Maksut Efendi Hocalar vardır. Yetim Hocalar vardır, Hacı İbrahim Babalar vardır. Ve Aziziye’de Rus ordusuna gereken ders verilir.
Evet, hemşehrileri, yakınları, müritleri tarafından “Hacı baba diye hitap edilen Hacı İbrahim baba, 1400 yılından beri gönüller feth etmeye devam eder tekkeler silsilesi altın zincirinin halka başlarındandır. Yunus gibi belki derinlemesine bir ilmi yoktur. Fakat, “Bildikleriyle amel edenlere, bilmedikleri de öğretilir”, düsturu gereğince, her şey öğretilmiştir. Elini Kur’ân-ı Kerim deryasının derinliklerinde rahatça oynatabilmektedir.
Memleketimize son asırlarda İslamiyet’ten uzaklaşarak gerilemenin tüm bilançoları, Müslümanlar ve Müslümanlığa çıkarılmıştır. Müslümanlar “Takunyalılar, ayağı kokanlar” denilip horlanmışlardır. Bütün bunlar söz konusu cemaatin üzerinde büyük bir eziklik ve bezginlik meydan getirmiş ve bu etkiler, dünyaya küskünlükler, dünyadan el ayak çekmeler şeklinde tecelli etmiştir. Bu durumda bütün çile çekenler, bütün düşünenler dertlidir. Mesala, büyük mütefekkirimiz Akif;
Hatadır beklemek dünyada ahiretten her hayrı,
Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı...
şeklinde feryad etmektedir. Merhum üstadımız Necip Fazıl çok daha ileri giderek adeta hakaret edercesine O yaldızlı cümleleri ile şu şekilde haykırmaktadır; “Evi, elbisesi, ekmeği ve yurdu, elinde hırsızlık malı gibi duran, bir türlü bunların sahipliğine varamayan, her haliyle ‘bütün bunlar benim değil sizin’ diye bağıran, ödü patlamış ve beyni kamaşmış, asırlık hastalar hastası.”
Sen nerdesin Müslümanlık nerede?
Hacı İbrahim Baba bu durumdan çok dertlidir. Boyun bükenlere, pejmurde gezenlere şiddetle kızmaktadır. “Allah güzeldir, güzeli sever.” der. “Allah vermiş olduğu her nimeti kulunun üzerinde görmek ister.” der ve cemaatinin her meşru yerden en iyi şekilde boy göstermesini arzular. Bir müridi vardır. Devamlı surette gelip boynunu bükerek tekkenin ayak altında oturmaktadır. Bir gün derki; “Bunu görüyor musunuz, bu cennette de böyle boynunu bükerek ayak altında oturacaktır.” Böylece, Akifimizle birbirinden habersiz olarak aynı noktada birleşirler. “Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı.”.
Hacı baba , bedenî ibadetlerden daha çok malî ibadetlere itibar etmektedir. “Resulullah için bir uyuz keçi vermeyenlerle ben harb ederim.” diyen büyük halifenin yolundadır. Tekrar kurtuluşların, kalkınmaların buradan geçtiğine inanmaktadır. Bir gün zengin bir müridi ile aralarında bu hususta şu şekilde bir konuşma geçer.
- Öldükten sonra benim için ne yaparsın?
- Her gün bir Yasin-i şerif okurum.
- Yetmez…
- Her gün bir hatim indiririm .
- Yetmez…
- Her gün bir günlük namaz kılarım.
- Yetmez…
- Her yıl üç ay oruç tutarım.
- Yetmez…
- Ya ne yapayım Efe?
- Her gün beş kuruş sadaka veririm, der.
Hacı babanın dilden dile dolaşan yüzlerce, binlerce kerameti vardır. Bilindiği gibi, tasavvuf da keramete fazla itibar edilmemektedir. Bu vasfın mutlak kurtuluş olmadığını anlatan şu menkıbe, Erzurum civarında sıkça anlatılmaktadır;
Zaman, asırlar önceki bir yıldır. Lebbeyk Allahumme Lebbeyk cevabını verebilmiş olan bahtlılar kervanı içerisinde bir Erzurumlu vardır. Aylarca yolculuktan sonra, menzile varılarak Hac yapılır. Ancak, garib Erzurumluyu birçok macera beklemektedir. Bir gün kafilesini de, parasını kayıp ederek ortada kalır. Yol iz bilmemektedir. Günlerce Medine sokaklarında ağlayıp dolaşırken. Günün birinde kendisine yardımcı olabilecek bir zat gösterilir. Bir sabah namazı sonrası salık verilen şahsın yakasını tutar ve bırakmaz. Birlikte Medine’nin dışına çıkarlar. Yitik zadeye “gözlerini yum” emri verilir. Zaman, mekan, mesafe sanki yok olmuştur. Sanki şimşeklere, yıldırımlara, binmişlerdir. Bir saniye sonra gözlerini açtığı zaman karşılarında güzel Erzurum’u tüm ihtişamı ile parıldamaktadır. “Git ve Habib Baba’ya selam söyle” diyerek meçhul şahıs kayıp olur. Habib Baba Hazretleri’ne giderek emaneti tevdi eder ve dua talebinde bulunur. “Allah imanımızı yoldaş etsin” temennisini küçümser. Bunun üzerine büyük velinin “Seni buraya getiren şahıs var ya, bir saat önce göçtü ve imansız olarak” der.
Evet, bütün bunlardan ötürü yukarıda da değindiğimiz gibi, velilikte keramet göstermek fazla istenmemektedir. Hatta lüzumsuz yere baş vuranların boy abdesti almaları gerekliliği söylenmektedir. Ancak, Hacı babanın dilden dile dolaşan çokça menkıbeleri bulunmaktadır. bunlardan birkaç tanesini buraya almak istiyorum.
Hacı baba eline geçen tüm servetini lüzumlu yerlere vermektedir. Dolayısıyla fakirdir. Bir gün bir müridinin kız kardeşine talip olur. Düşünüp taşınmalar neticesinde fakirliği gerekçe gösterilerek kızın yakınları tarafından talep reddedilir. Fakat müritlik, şeyhlik ilgisi bozulmaz. Bir gün tekkede kayın adayına sobaya ağaç atması emredilir. Ahmet isimli mürit, yakacak deposuna vardığı an, hayretten dona kalmıştır. Çünkü tüm ağaçlar külçe halinde altın olmuştur az da olsa fazilet pınarından içmiş olan Ahmet, meseleyi anlar. Şeyhinden özür dileyerek bacısını vereceğini söyler. Bugün şeyhimizin yanı başında yatmakta olan Nazife anamız, işte bu şekilde bu şerefe erebilmiştir.
Galib Efendi isimli bir müridi anlatmaktadır “Birkaç aylığına Medine’ye gitmiştim. Bir akşam ay ışığı altında bir bacanın damında arkadaşlarımızla oturuyorduk. Karşıdan tüm heybetiyle, şeyhimizin geldiğini görüp koşarak sarıldım. Bana Efendimiz’i görüp görmediğimi sordular. “hayır” cevabını alınca “Daha niye burada bekliyorsun?” diyerek elimden tutup Kâinatın Efendisine doğru yürüdü türbeye yaklaşmıştık ki tüm kilitler, zincirler şangırdayarak yere düştüler. Kapı ardına kadar açılmıştı. Karşımızda billur köşkler içerisinde güneşler güneşi şimşek çakarcasına parıldadı. Hz. Musa’nın Tur’da yaptığı gibi bayılmışım. Uyandığım zaman arkadaşlarım yüzüme su serpiyorlardı. Şeyhim yoktu. (Şapka isyanında Erzurum’da asılmış olan Galib Efendi’nin İmamı Azam Hazretleri’nin türbesine selam verdiği ve gür sesle karşılık almış olduğu bizzat Hacı İbrahim Baba tarafından nakledilmiştir).
Hacı Baba caddede, sokakta, camide, tekkede, evde elini öpene peynir şekeri vermektedir. Erzurum’un, Doğu Anadolu’nun onbinlerce, yüzbinlerce insanı bu sebilden nasibini alarak tüketmekte, fakat şekerler bitmemektedir, Fevzi Efendi isimli bir müridi anlatmaktadır; “Bir gün Şeyh Efendi benim haneye şeref vermişlerdi. Yine her gelip geçene, şeker dağıtıyorlardı, abdeste girmesini fısat bilerek, şekerleri çıkarmış olduğu eski fakat temiz pardesösünün ceplerini, suçluluğumun ezikliği içerisinde yokladım. Hiçbir nesne yoktu, az bir zaman sonra yine yüzlerce ziyaretçisi geldi, yine aynı ceplerden yüzlerce şeker çıkararak ikramda bulundular”.
Zaman, 1348 yılı (1932) Ramazan’ın bir günüdür. Şeyh Efendi oldukça yaşlanmıştır. Fakat dinçtir, İslami ölçüleri taşıyan tüm heybetiyle Cumhuriyet caddesinde Lalapaşa’ya gitmektedir. Hatırını kıramadığı eşraf-ı Erzurum’dan bir dostu yakalar “Acaba vaktin kutbu kimdir?” diye sorar önce cevap vermez, fakat dostundan da kurtulamaz. Nihayet der ki, “Yarın ikindi ezanından sonra namazını kılıp birlikte defnedeceğim, O zaman öğrenirsin”. Saf arkadaşı bu cevaptan fazla bir şey anlamaz. Güneş batar, doğar, yükselir ve daha yolunu yarı etmemiştir ki, Erzurum semalarını bir ses, bir haber çınlatır. Hacı Baba dünyasını değiştirmiştir. İkindiden sonra namazı kılınır. On binlerce bağlısı içerisinde dünkü dostu da vardı. Kim bilir belki kendileri de!
Bir gün müritleri üzüntü ile gelirler. “Efe bir gün şu, şu, büyük zatları türbelerinden çıkarıp yerlerine binalar kurdurmaktadırlar” Hacı Efendi sakin ve vakur olarak şu cevabı verir; ne yapayım oğul kendilerine sahip olsunlar.” Günler, haftalar, aylar, yıllar geçer. Bir gün bir yol yapılmakta ve türbeye doğru ilerlemektedir. Yıllarca önce şeyhlerinin sözlerini işitmiş olan müritleri heyecanlanırlar. Acaba ne olacaktır? Dağları deviren, devrimizin Ebrehe’nin fili mesabesinde olan dozer türbeye karşı yürütülür. Fakat olmaz, adeta diz çöker gitmez. Kayarak üzerindekilerini yere atar nihayet, nasipsizin birisi, “Ben bu işi yapacağım” diyerek makineye biner ani bir feryatla bayılır. Uyandığı zaman aklını kaybetmiştir. Elazığ akıl hastanesine gönderilir ve bir daha geri dönemez, ve hacı baba böylece sözünde durmuştur. “Bükülmeyen bilek öpülmelidir” düsturu gereğince türbenin sökülmesinden vazgeçilerek güzelce onarılır. Yanı başına kadirşinas bir hemşehrisi tarafından (Cinis beylerinden Canip bey), Hacı İbrahim Baba ismiyle Erzurum’un en güzel camilerinden birisi koydurulur. Bugün her ikisi de camii sahibi de, yaptıran da koyun koyuna yatmaktadır.
Hacı İbrahim Baba aynı zamanda iyi bir şair olup, Ruhi mahlasıyla güzel şiirler yazmaktadırlar. Mesela yukarıdaki bahislerde isimleri geçen müritlerinden büyük şair (şiirleri genç edebiyatçımız Zeki KUMCU tarafından bir kitapta toplanmıştır), büyük veli Hacı Galip Efendi’ye yazmış oldukları şu şiir iddiamızın büyük delili olacaktır;
Hazreti Adem’den bize hedaye,
Şeriat babının ferdanesidir.
Eles bezminde vardık secdeye,
Tarikat ehlinin merdanesidir.
Her kimin var ise ilm-ü irfanı,
Okuyanlar bilir sırrı sübhanı,
Ahzen-i takvimden verir nişanı,
Marifet şemsinin pervanesidir,
Sırr-ı Hüda ile gizlidir hali,
Leyl ü Nehar atsun aşk u kemali,
Hakikat beytinde zem zem misal,i
Ruhi’nin gözünün dürr danesidir.
Bu basit yazımızı Hacı Gallip Efendi’nin şeyhine yazmış oldukları güzel bir şiirleri ve güzel bir mektupları ile bitirmiş olalım. Rabbim ruhunu şâd etsin.
ŞEYHİME
Ne acib bir derde etti giriftar,
Bu benim gönlümü Hazreti Ruhi.
Mevla’nın aşkına eyledi düçar,
Bu benim gönlümü Hazreti Ruhi.
Açıldı füyüzat göründü ervah,
Erenler bezmine yol verdi fettah,
Düşürüp sevdaya eyledi seyyah,
Bu benim gönlümü Hazreti Ruhi.
Neşe-i muhabbet vechinde zahir,
O sultanın aşkı pek oldu vafir,
Mazhar-ı tecelli eyledi ahir,
Bu benim gönlümü Hazret-i Ruhi.
Dervişi olanlar böyle sultanın,
Avaresi olur evvel sevdanın,
Aşkında ne yaptı sorun sevdanın,
Bu benim gönlümü Hazret-i Ruhi.
Evvel nedir bilmez iken muhabbet,
Dağ açıp sineme kıldı pür-mihnet,
Aşık-ı ferzane kıldı akıbet,
Bu benim gönlümü Hazret-i Ruhi.
Sıdk ile talibi olandan hasıl,
Halloldu mesail kalmadı müşkül,
Gülzar-ı vuslata eyleyüp vasıl,
Bu benim gönlümü Hazret-i Ruhi...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



