Gülzâr-ı Hâcegân

Hamd-ü Sena Âlemlerin Rabbi(cc) olan Allah’a(cc), salât-ü selam mahlûkatın en şereflisi Efendimize(sav), O’nun şahsında Ehl-i Beytine ve Ashabına olsun.

Ekim ayındaki yazımızda  Ramazan umresini işlemeye çalışmış ve hac döneminde de önceki yazımızda değinemediğimiz bazı konuları aktarmaya gayret edeceğimizden bahsetmiştik.

Hace hazretleri (ksa) hac mevsimini aşk mevsimi olarak tarif eder. Âşık, maşukunu hatırlatan her şeye koşar. Onları görmek için can atar. Gördüğünde de sanki onu görmüş gibi hülyalara dalar ama bilir ki onu görmese de, maşuku onu görmektedir. Çünkü bir yıl veya bir ömür boyunca Müslüman, yapmış olduğu amel ve taatlerle, niyet ve tefekkürleriyle, Rabbine karşı kalbini aşkla, özlemle muhabbetle doldurur. Hâce hazretleri (ksa); İşte böyle aşkın ve muhabbettin adeta taştığı, coştuğu ve kabına sığmadığı, maşuku ile birlikte olmayı arzu ettiği bir zamanda, onun kalbini teskin edecek, ızdırabını, aşk ve muhabbetle yanmış, kavrulmuş kalbini serinletip ona çare olacak, Rabbinin ona olan yakınlığını daha ziyade arttırıp kendi mübarek zatı ile derman olacak ilacı hac ibadeti olarak tarif ederler. Böyle bir mevsimi Rabbimiz(cc) ancak müminlere dört mevsimin beşincisi olarak lütfetmiştir.

Allah-u Teâlâ (cc) haccı ve onun yapıldığı beldeleri Kur’an-ı Kerim’inde kendisinin şiarları (işaretleri) olarak tarif buyurmuştur. Allah’ı (cc) arayanlar O’nu (cc) kendi işaretleriyle ancak bulabilirler. Rabbimizin dilemediği, irade etmediği yoldan gidenler varacakları yerde kendi arzularının ilahını bulurlar. Hace Hazretleri (ksa) hac ibadetini tarif buyururlarken; “Hac bütün amel ve menasikleri ve niyetleri ile kesin olarak Müslüman’ın Rabbine teslimiyeti ve itaatinin ispatıdır. Bunda insanın arzu ve isteklerine yer yoktur. Bütün ibadetler Hakk’ın istediği yer, zaman, şekil ve mekânda geçmektedir. İtaatın, teslimiyetin öğrenildiği yer orasıdır. Hem de öyle bir öğrenim ki Hazreti İbrahim’den (as) beri hiç bozulmadan gelen bir metot ve usuldür bu. Çağları aşmada, engelleri zorlanmadan geçmede nesilden nesile bu öğretinin vasıtasız olarak aktarıldığı yerdir. Bazen insan bu ibadetleri anlamada aciz kalır. Aklının, mantığının tükendiğini hisseder. Artık devreye girmesi gereken ölçüler akıl ve mantık değil kalp ve sır gibi insanda var olan letaiflerle bunu yapar. Bu ölçüler ise ancak İnsan-ı Kâmil ile bilinebilecek ve insanda yetenek gibi gözükebilecek nimetlerdir. İnsan için bir hedef ne kadar meşru ise onu hedefe götürecek sebepler de en az onun kadar meşru olmalıdır. Allah’a (cc) vasıl olmak akılla, mantıkla, felsefeyle olmaz. O’na (cc), O’nun gösterdiği yoldan, O’nun şiarlarını (işaretleri) takip ederek ve O’nun tercih ettiği vasıtalarla ulaşılır.”

Rabbimizin(cc) sıfat ve zat tecellilerinin daha ziyade olduğu bu mekânlarda görülmesi ya da hissedilmesindeki murad; aşk ve muhabbetin öğrenilmesi, bilinmesi içindir. Aşk istekle, talep edilmekle elde edilebilecek bir şey olmayıp, ancak Rahman’ın (cc) insanın kalbini açıp içine ilka (akıtacağı) edeceği keremlerden bir keremdir. Böylece kalbi temizlemek ve tasfiye etmekten başka bir çözüm gözükmemektedir. Onu tasfiye ve terbiye etmek Kulub-u Tabip (kalplerin doktoru) olan Efendimiz; Hazreti Muhammed (sav) ve O’nun varisleri olan Mürşid-i Kâmillerin mesleğidir. Aşk ve muhabbet Rabbimizin (cc) kendi hayat sıfatı ile canlı kıldığı ve mükemmel yarattığı insanın gerçek ve tek ihtiyacıdır. İnsana verilen ömür, rızık gibi nimetler bu gerçek ihtiyacını bulması ve anlaması içindir. Bunlar;
anlayan için nimet içinde nimet, devlet içinde bir devlettir. Hac; bunu insana göstermede seçilmiş muazzam bir ibadettir. İşte bu şiarlar olmasa ne aşk olur ne de muhabbet. Hayat, ölü diyemeyeceğiz ama canlı da diyemeyeceğiz bir hal gibi olur.

İnsan ömrü genelde sıradanlaşmış ve düzen içinde kurulmuş bir hayattan meydana gelmiştir. Hatta ibadetler dahi adet haline gelmiştir. İşte hacda tüm bu adetler, alışkanlık haline getirilmiş ibadetlerin dahi terk edilmesi ve değiştirilmesi istenir. Arafat’ta öğle ile ikindi namazları, Müzdelife’de akşam ile yatsı   namazının birleştirilmesi hep bunun içindir. Hakk’ın dur dediği yerde durmak, koş dediği yerde koşmak, dua edin dediği yerde dua etmek, taşlayın ya da kurban kesin dediği yerde ve zamanda bunları yapmaktaki murad hep aynıdır. Sanki ”Kendinizi terk edin ve Rabbinize dönün. Kendi alışkanlıklarınızı, adet haline getirdiğiniz amellerinizin esaretinden de kurtulun ve Allah’a dönün.” denir. Allaha vuslat için yaptığımız vasıtalar dahi bize engel olabilir. Esaretten nasıl kurtulunur? Allaha nasıl kul olunur? Burada ziyadesi ile görmek mümkündür.

Dünya coğrafyasındaki Müslümanlar kendi kişisel ve toplumsal sorunlarıyla, savaş ve işgallerle, rızık endişesiyle psikolojik ve sosyolojik ne kadar etken varsa, gönlünü meşgul etmiş ve kalbindeki Rabbine olan aşk ve muhabbet ateşini söndürmüştür. Böyle kendi varlığının esas sermayesini kaybetmiş olan ümitsiz ve çaresiz insanların gönüllerinde, fikirlerinde ve bedenlerinde bu ateşi yakacak onu zinde tutacak şey hac’dır.

Hace Hazretleri (ksa) haccı Müslümanların niyetlerini, amellerini, ihlâslarını ve hayatlarındaki değişim ve gelişimi muhasebe edeceği yer olarak görür. Hem fert hem İslam milleti olarak esiri oldukları arzu ve istek putlarından kurtulup, hayata Rabbinin tarif ettiği şekilde bakacağı yer olarak tarif eder. Nefsine ve aklına karşı Müslümanın isyan bayrağını açtığı, kendi vücut ülkesinde Rabbinin hâkimiyetini daim kılmak için devrim yapmak ve bunu da yapacağı ahlakî ve îmanî inkılâplarla devamlılığını sürdürmek için gitmesi gereken yer olarak tavsiye eder.

Devamla buyurmuşlar ki; “Kutsal mekânlara yalnızca oraları görmek için değil, oradaki muradı anlamak ve eğitilmek için gidilmelidir. Orada insana öğretilmek istenen değerlerden biri de ibadetleri yapmadaki sıraya uyma ve emirleri istenildiği yer ve zamanda yapmaktır. Bu ibadetler yapılırken o fiillerin yapıldığı zamanı ve şartları düşünerek kendini manen ona bağlamaktır. Senden önce bunları yapan peygamberlere ve peygamberlerin Efendisine (sav) ve O’nu takip etmede izini hiç kaybetmeden peşinden giden İnsan-ı Kâmillere nasıl uyulur? Onlara nasıl itaat edilir? İmama ve önderlere itaat ve sahip çıkma öğretilmektedir.” diye değişik bir cepheden bakarak ufkumuzu genişletirler.

İşte bütün bu teslimiyetle, aşkla, muhabbetle yapılan ibadetler şeytana (aleyhillane) verilecek en büyük zarardır. Babamız Âdem’e (as) düşman olana karşı düşmanlık nasıl yapılır? Nasıl aşağılanır? Burada tatbiki şekliyle yapılır.

İnsanı meşgul eden bütün meşakkatlerin terk edilmesiyle varılan o mekânlarda tevekkül öğrenilir. Çünkü maddi imkânlar, eşler, çocuklar ve ziyana uğramasından korktuğumuz ticaretimizi emanet ettiğimiz ilahımıza (cc), böylece tevekkül etmeyi öğrenmiş oluruz.

Sadelikte eşi benzeri olmayan Beyt-i Mukaddes, şerefte ve azamette de benzerinin olmadığı oraya varınca anlaşılır. Onun bu şekilde oluşu insana kendi varlığındaki sadelik ve üstünlüğün bir arada olduğunu adeta hatırlatmakta, esas kutsiyetin insanda olduğunu söylerken bizi irşat etmektedir. Temelleri ihlâs ve imanla atılan Kâbe-i Muazzama kıyamete kadar kalıcıdır. Bize de iman ve ihlâs temelleri üzerine kurulan her yapının da kıyamete kadar böyle kalıcı olacağını öğretmektedir.

Hace Hazretleri(ksa) haccın hikmetlerinden bahisle:“Karanlıklardan aydınlığa, esaretten özgürlüğe çıkaran bir nurdur. Bu nur bütün batıl ve saçma sapan inanışları, Hakkın ölçüsünün dışına çıkmış her fiili ve özellikle ırkçılığı nefy(inkâr, red) eder. Kendini Müslüman olarak tarif edenlere tembellikten, gayretsizlikten, uyuşukluktan kurtararak düşünen, kafa yoran, üretimi öğrenen, tefekkür edip hikmeti bulmaya çalışan bir model olmayı öğretir. Yalnızca kalemle yazılan yazıları değil, aynı zamanda Hakk’ın(cc) el yazısı olan kâinattaki zerreden küreye ne varsa onları okumayı öğrenir.” buyrur.

Âlimin evindeki en kıymetli mekân onun kütüphanesidir. Bilgi onun hazinesidir. Ve en kıymetli olanlara orada ulaşır. Kütüphanesi ve kitapları onun her şeyidir, vazgeçilmezidir. Ariflerin kütüphanesi ise kâinatın kendisidir. Kitapları ise kendilerini seven ve tabi olan ihvanıdır. Müslüman insan evvela kendine yazılan bu yazıyı okumayı arifler yoluyla öğrenmelidir.

Hac ibadeti insanın diğer amellerindeki özellikleri de birleştiren bir yapıya sahiptir. Çünkü bu zaman, mekân, niyet, beden, tefekkür, siyaset ve maddiyatın bir araya gelmesi ile yapılan bir buluşmadır, yakınlaşmanın anahtarıdır.

Hazreti İbrahim (as)  insanlığın verimli topraklar, su, yeraltı ve yerüstü nice nimetler için sağlam kalelerle korunmuş şehirlerini ve içindeki huzur ve saadetin devamı için akla hayale gelmeyen uğraş ve gayretler içinde mücadele eden ama bir o kadar da imandan nasipsiz, şirk ve nifak içinde, her türlü ahlâksızlığın yapıldığı, insanların anlayışlarında, kalplerinde, fikirlerinde ve hayata bakışlarında taptıkları putların hepsini inkâr ederek ve kırarak âdete bütün bu varlık ve zenginlik gibi gözüken zaman ve mekânları elinin tersiyle iterek, yalnızca ve yalnızca Rabbine dönmüş, O’nun(cc) Kâfi oluşuna iman etmiş, tevekkül edip ona teslim olmuştur. Allah-u Teâlâ’da her türlü nimeti O’nun ayağına göndermiş, ıssız çöl diye tarif edilen bir mekânı bütün kâinatın etrafında pervane olduğu bir merkez yapmıştır.

İşte Hace Hazretleri (ksa) böyle bir mekâna giden hüccacın (hacıların) ruh ve fikrinde bulması gereken anlayışı yukarıda tarif etmiştir. İnsanlığın ikinci atası olan ve bizim de onun milletinden olmakla ancak izzet ve şeref elde ettiğimiz Hazreti İbrahim (as) küfre, şirke ve ahlaksızlığa baş kaldırarak, kendisinden sonra gelen tüm peygamberlerin de atası olmuştur. Namazlarımızda tahiyyatta iken Efendimiz (sav) için talep ettiğimiz dualarımızda O’nu (as) örnek alırız. Rabbimize O’nu (as) ve güzel amellerini Efendimiz’in (sav) ismi şerifleri ile birlikte anarak kıymetinin artması için niyazda bulunuruz. O’nu(as) anlamanın ve O’ndan kalan bu mirasa sahip olmanın tek yolu bu davete icabet edip Hac yapmaktır.

Veda haccında Kâinatın Efendisi(sav) “Burada bulunanlar, bulunmayanlara bu söylediklerimi aktarsın…” diye hitap buyurduğu yer orasıdır. Söz yerinde güzeldir. Emr-i Şerifin en güzel ifa edileceği yerde orasıdır. O yüzden her coğrafyadan her milletten gelen Müslümanlar orada toplanırlar. İmanlarına, ahlaklarına, yaşamlarına ait ne varsa orada paylaşırlar. Sorunlarını ve güzelliklerini birbirlerine aktarırlar. İnsanlık tarihinde eşi ve benzeri olmayan ve olmayacak bu ibadet adeta yeryüzünün en büyük iletişim, etkileşim ve paylaşım üniversitesidir. Buradan mezun olanlar insanlığın izzet ve şerefini korumuş olurlar. Çünkü izzet ve şeref Allah’ın (cc), Resulü’nün (sav) ve Mü’minlerindir.

Hace Hazretleri(ksa); Arafat’ı Mü’minlerin Allah Resulüne şahit, Allah Resulü’nünde müminlere şahit olduğu yer olarak görür. Kâinatın Efendisi (sav) Mü’minin şehadetini başka yerde değil orda almıştır. Kendisi de onlara orada şahit olmuş ve imanlarını kabul etmiştir. O’nun (sav) Rabbi (cc) katındaki izzet ve şerefi varken bizim şehadetimiz O’na en ufak bir katkı yapmayacakken, kendisinin bu şehadeti orada yapması Müslümanlar için bir işarettir, bir fırsattır, bir nimettir ve devlettir. İmkânı olan her mümin imanına Kâinatın Efendisini (sav) şahit tutmak için oraya koşmalı, kendini Ona (sav) katmalıdır. Allah için cihad etmek isteyenler Efendimiz’in (sav) “ En üstün ve en güzel cihad; makbul olan hac’dır.” Emr-i şerifine uyarak pervanenin kor etrafındaki tavafından sonra kendini ona bıraktığı gibi mücahidler de kendilerine tarif edildiği üzere Rabbine ve O’nun terbiyesine bırakmalıdır.

Sonuç olarak; Allah’ın(cc) şiarlarının (işaretleri) müşahedesi hac ibadetinde doruğa çıkar. Unutmayalım ki bütün bu bahsi geçen nimetler ve lütuflar insan içindir. Bütün kutsal olan şeylerin üstündeki kutsallık insandadır. En büyük şiar insanın kendisidir. Hakkın (cc) bilinmekliği Kâinatın Efendisidir (sav). Bütün bilinmeyenler O’nunla (sav) bilinmiştir, beyan olunmuştur. O’nu (sav) gören Hakkı görmüştür. O’nun (sav) elini tutan Hakkın(cc) kudret elini tutmuştur. Onun(sav) elinin üstünde Hakk’ın (cc) kudret eli vardır. Peygamberler varislerine mal ve mülk bırakmazlar, ancak ilim ve hikmeti bırakırlar. Bu miras kimde ise onu bulalım. Bu miras O’nun (sav) izinden zerre miskal ayrılmayan Ehl-i Beytinin seçkinlerinde, İnsan-ı Kâmillerdedir. Elimize yüzümüze karalar çalalım, kusurlarımızı, günahlarımızı önümüze alıp onlara gidelim. Bildiklerimizle değil olduklarımızla gidelim.

“Gönül kapım açık çalmadan gir içeri…” Diyenlere koşalım.

Ve âhiruddâvâna enilhamdülillahi Rabbil âlemin. Ve sallallahu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 25 Şubat 2013 08:39

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLMEK

İslâmı bizim için seçip dinini tamamlayan ve böylelikle insanın kendi seyrinde kemâl bulması için türlü türlü amelleri bize öğreten Allah’a nihayetsiz hamd-u senalar olsun. Selât-ü selâm bu seçilmiş dinin nasıl yaşanacağını ve hayata tatbik edileceğini en güzel şekilde bize öğreten mürşitlerin Efendisine(sav), Onun pak soyuna,  bu pak soydan gelip insanları bu yola çağırmada üstün gayret sarf edenlere, ashâbına ve etbâına olsun.

Din insanın kemal bulması ve ruhen tamamlanarak Hak(cellecelaluhu) ile muhatap olmasını sağlayan hakikat vasıtasıdır. Bu vasıtadan istifade ederek vuslata ermek ancak Cenab-ı Hakk’ın(cellecelaluhu) mübarek kitabındaki emri şerifleri ve bunlardan iki mislisini bize bildiren Kâinatın Efendisi(sallallahu aleyhi vesellem)’ne uymakla mümkün olur. İşte Rabbimizin bizim için seçtiği ve beğendiği din beş ana temel üzerine inşa edilmiştir. Bu beş temelden biriside hac’dır. Hac ve umre ibadeti insanın irşadında, anlayışında ona çok farklı kapılar açar. Rabbi ile ilişkisinde ufkunu genişletip daha geniş bir bakış açısıyla kendini ve dünya Müslümanlarını tanıma fırsatını verir.

Rabbimizin lütuf ve keremi ile Ramazan ayında umre için mübarek beldelere gitme şerefine nail olduk. Hâce Yâkûb-i Haşimi(kuddise sırruh) hazretlerinin bizlere öğrettiği anlayış ile bu ziyareti yapmaya çalıştık. Bu hususların sizlerle paylaşılmasında gayret bizden, tevfik Âlemlerin Rabbi’nden.

İslam’ın her bir emri şüphesiz insan fıtratı üzerinde onun tekâmülünde görünen ve görünmeyen etkilere sahiptir. Hâce hazretleri(kuddise sırruh) İslam’ın beş ana şartlarının tam olarak anlaşılması ve yaşanmasına ayrı bir önem verir. İdealinde her biri için ayrı bir enstitü kurmak ve burada âlimlerin bu konular üzerine sürekli olarak araştırma yapması ve insanları aydınlatmasını arzular. Hac ve umre ibadeti insan üzerinde yalnızca kişisel gelişim ve değişim yapmaz. Aynı zamanda ümmet olmanın idraki ve bunun gereklerinin icrasını yapmak için en uygun zemini hazırlar. İslam’ın ne kadar muazzam bir din olduğu bu ibadetin icrasında çok açık olarak görmek mümkündür.

İnsanın ruhunda ve bedeninde olacak ve adeta devrim olarak niteleyebileceğimiz bu yolculuk aylar öncesinde niyet ile başlar. İşte Kâinatın Efendisi (sallalahu aleyhi vesellem) “Ameller niyetlere göredir.” buyurması ile ilk dikkat etmemiz gereken ve amelimizin seyrini etkileyecek hususu böylece emir buyurmuşlardır. Hâce hazretleri (kuddise sırruh) ibadeti Rabbimizin yalnızca mübarek zatı için ve ona olan aşkımızın, muhabbetimizin artması için yapmamızı tavsiye ederler.

Maddi imkânların seferberliği, bedeni meşakkatin getireceği yükler ile bütün dünyalık olarak sayılan eş, evlat ile maddi ve manevi değere sahip varlıkların terki bu ibadetin özünde insana vermeye çalıştığı mesajlardır.”Ölmeden önce ölünüz.” hadis-i şerifi bu yolculuğun manasına işaret ederek nihayetteki hedefi insana verir.

Hâce hazretleri bu ibadeti insanın ölüp sonra tekrar diriltileceği günün provası olarak görür. İnsan bu provaya ne kadar aşina olsa ne kadar tecrübe etse azdır. Peygamberlerin dahi “nefsi, nefsi” diyeceği o günde ancak hayatta iken ölmeden önce ölenler; Allah ve Resulünün emr-i şeriflerine uyup yaşayan, nefsinin arzularına uymayanlar Rahmanın merhametiyle güvende olacaklardır.

Yolculuğa çıkmadan önce gusül etmek, ihram giymek ve ihram namazı kılmak ile mikat sınırına gelindiğinde niyet etmek ve telbiyelerle Kâbe-i Muazzama görülünceye kadar bu zikirlere devam etmek ölen bir insanın halleri gibidir. Cenazenin yıkanması, kefenlenmesi, üzerine kılınan namaz ve kabre konuluncaya kadar geçen yolculuk ve kabre konuş… Hâce hazretleri kendinizi(nefsinizi) Harem-i Şerifte öldürün ve oraya defnedin. Allah’ın kudretiyle tekrar dirilin ki bu diriliş ebedi olsun. Çünkü “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayeti kerimesiyle bir kez ölenler, nefsinden geçip Hakk’a teslim olanlara ikinci kez ölüm olmaz. İkinci ölüm ancak Mevlana (kuddise sırruh) hazretlerinin ifade ettiği gibi Şeb-i Arus (düğün) dur, sevgiliye kavuşma günüdür. Tekrar dirilirken anlayışımızda, ahlâkımızda, yaşayışımızda ve inanışımızda Kâinatın Efendisine olan bir benzeyiş ile dirilmek esastır.

Hac ve umre ibadeti insan bedenin ve ömrünün bir şükrü olarak görülür. Bilim adamları Allah’u Teâlanın insan bedenindeki hücrelerin tamamını veya büyük bir kısmını her yıl yenilemekte olduğunu keşfetmişlerdir. Her yıl bize yeni bir beden ve ömür bahşeden Rabbimize karşılık her yıl imkânlar dâhilinde umre yapmak bizim için elzemdir. Zaten ömrün bedeli olarak en az bir kez yine imkânlar ölçüsünde Hac yapmak insanın üzerine farzdır. İşte bu anlayış ile bu seyahati gerçekleştirmek insan üzerinde olumlu etkilere neden olacaktır.

Bilinçli Müslüman’ın ibadeti kime ve niçin yaptığını bilmesi şarttır. Hac ve umre de yapılan ibadetlerin özü insanın samimiyetle Hakka yönelmesi ve teslimiyettir. Allah-u Teâlâ yapılan o fiillerden razı olması ve bunu tüm insanlığa örnek olarak göstermesi bu ibadetlerin temelini oluşturur. Hazreti Âdem(aleyhisselam) Kâbe-i Muazzama’yı Rabbini anmak ve zikretmek için yapmıştı ama Allah (cellecelaluhu) bu samimiyete karşı o yapıta “evim” diye hitab ederek şereflendirdi. Arafat yine onun ve Havva validemizin samimiyetle tövbe ettikleri ve kabul gördükleri yer idi. Ama Allah (cellecelaluhu) orayı da onların samimiyeti karşısında kutsadı ve bu fiillerini de insanlığa ibadet olarak seçti. Aynı şekilde Hacer validemizin Hz. İbrahim(aleyhisselam)’e karşı gösterdiği itaat ve teslimiyet ile oğlu İsmail (aleyhisselam)’a su ve yiyecek bulma çabası Allah (cellecelaluhu)’ın beğenisine mazhar olup onun kudretinden zemzem suyunun fışkırmasına sebep oldu. Müzdelife’de kurban edilmek üzere götürülen Hazreti İsmail (aleyhisselam)’in Hazreti İbrahim (aleyhisselam)’e teslimiyetinin, Mina’da yine Hacer validemizin şeytan ile yaptığı mücadele tüm insanlığa örnek gösterilmiş ve övülmüştür. Bütün bu menasiklerinden bizim anladığımız sonuç şudur ki; eğer bizim de yaşamımız içinde Rabbimize karşı göstereceğimiz samimi ve içten fiiller onun rızasına ulaşacaktır. Hoşnut olunan bu fiillerin neticesinde Allah (cellecelaluhu) kudreti ile marifetzemzemini bizim gönlümüzden çıkartacak, kendimizin ve insanlığın istifadesine sunacaktır.

Allah’ımızın (cellecelaluhu) bizim için seçtiği ve irade ettiği ibadetler bizi doyurmalı, bizi doldurmalıdır. O doyuş öyle olmalıdır ki ibadetleri yaparken arzularımıza yer bırakmamalıdır. İbadeti yapmak buna muktedir olmak bizim için en büyük şeref olmalıdır. Düşünün ki Kâinatın Efendisi (sallalahu aleyhi vesellem)’in yaptığı bir ibadeti yapmak, O’nun ayaklarının değdiği topraklara basmak O’nun dokunduğu Hacer-ül Esved’e dokunmak veya öpmek O’nun mübarek alnının secde ettiği yerlerde secde etmek, O’nun nazarlarının değdiği Beytullah’ı seyretmek… Diğer peygamberlerin, Ashab-ı Kiram ve Saadat-ı Kiram Hazeratının yaptıkları fiil ve ibadetleri yapmak bizi doldurmalı, coşturmalıdır. Çünkü bütün peygamber ve kümmeli evliyanın ruh ve ruhaniyetleri orada her daim hazır olduğu bize öğretilmiş ve onların huzurunda bulunurken edepli ve bilinçli bir şekilde kalbimize ve bedenimize sahip çıkarak vazifelerimizi yapmamız emredilmiştir. Boş hayaller ve beklentilerden uzak bir şekilde her ibadette ve fiilde tevhidi yakalamak esasımızı teşkil etmiştir.

İnsanın sevdikleriyle, özellikle mürşidiyle oraya gitmesi ve bu ibadetleri onlarla yapmaları elbette ki idealin de ötesinde bir istektir. Fakat onlar zahiren yanımızda bulunmasa da onların ruhaniyetlerini Harem-i Şerifte, Kâbe’de, Makam-ı İbrahim’de, Hicr-i İsmail’de, Rüknü Yemani’de, Hacer-ül Esved’de, Mültezem’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da aramak, bulmak ve tevhide ermek… Bunca üzerimizde ki emek ve gayretlerden sonra bu ruh ve bu bakışla uzakları yakın etmek, yakine ermek… Bizim beklentilerimizin değil büyüklerimizin bizden beklentilerinin gerçekleşmesi için gayret etmek…

İşte bu duygularla Münevver (nurlu) kılınmış şehre; Kâinatın Efendisine gitmek, O’na hicret etmek, varlığımızı O’nun mübarek varlığında yok etmek ve O’na benzemek için yapılan ikinci seyahatimiz gerçekleşti. Huneyn gününde düşman baskısından dağılan ashabına “Bana gelin, bana gelin.”diye hitab buyurması ve onları kendi yakınında toplaması gibi bizde bu çağrıya uyarak O!na koştuk. Kendimizi O’nun şefkatine, merhametine attık. Cenab-ı Hakkın “Şehitlere ölü demeyiniz, onlar diridirler siz bilmezsiniz.” Emri şerifini hatırlayarak şehitler bile ölmezken Kâinatın Efendisinin hay olduğunu bilerek O’nun huzuruna O’na muhtaç olarak, mahzun olarak, özlemle, aşkla ve O’nun yetimi ve garibi olarak kabul edilmemiz için yalvardık, yakardık. Tek beklentimiz O’nun bizi şerefli ümmetliğine kabul buyurması ve huzuruna kabul etmesidir. Peygamberlerin dahi O’nun ümmeti olmak için Allah-u Teâlâ tazarru etmeleri, hatta Ulul-Azim peygamberlerin dahi değil O’nun ümmeti olmak O’nun mübarek ayakkabı bağı olmak istemelerinin yanında biz O’ndan ne isteyebiliriz. Zaten bize verilecek şey bizim yaratılışımızda O’nun ümmeti olmakla verilmiştir. Bize düşen bu nimeti anlamak ve buna göre yaşamaktır. Hâce hazretleri Medine-i Münevvere’de bulunmak Efendimizin soluduğu havayı solumak, O’na temas eden havaya temas etmek, O’nun ayaklarının değdiği topraklara basmak ve onun yaşadığı mekânlarda bulunmak aynı O’nu görmek, O’na temas etmek, O’nunla yaşamak gibidir buyurmuşlardı. O’nu o kadar çok seveceğiz, seveceğiz, seveceğiz ki… Bu sevgide o kadar aşırı gideceğiz ki aşırı kelimesi dahi bu sevgiyi ifade etmekte zorlanacak. Hâce hazretlerinin anlayışında O’nu sevmekten mahrum kalanlar, O’na âşık olmadan hayatını tamamlayanlar sanki hiç yaşamamış gibidirler. Aynı ruh ve bakışla O’nun Ehl-i Beytini ve Ashabını ziyaretlerimiz de bizi sanki o zamana taşıdı ve bindörtyüz yılı aradan kaldırdı.

Hâce Yâkûb-i Haşimi(kuddise sırruh) hazretlerinin bize öğrettiği bu anlayış ve bakış ile tamamlanan seyahatimiz ve oralara olan sevgimiz bizim oraya ait olduğumuzu, tabiatımızdaki çamurun oralardaki topraklardan yoğrulduğunu, asli vatanımızın oralar olduğunu göstermiş oldu. Her ne kadar dönmek zorunda da olsak oralardan hiç ayrılmadan, oraları hiç terk etmeden gelmenin yollarını aradık. Yine mürşidimizin bize öğrettiği anlayış ile sevgi ve aşk ile bu kutsal mekânları gönlümüze sığdırıp memleketimize hem kendimiz, hem de oralara gitmek isteyip te gidemeyenlerin istifadesi ve özlemini gidermesi için taşıdık. Evimizin bir odasını sanki Mekke-i Mükerreme, başka bir odasını da Medine-i Münevvere görerek bu özlem ve sevgimizi bu şekilde gidermenin yollarını bize öğreteni de sürekli olarak yâd etmeye çalıştık.

Abdulhâkim Hüseyni (kuddise sırruh) hazretleri ile onun kayınbiraderi Abdülmecit efendi hazretlerinin yapmış oldukları hac vazifesinde Gavs hazretleri sorar ki:”Abdülmecit efendi siz kabe’den mi daha fazla istifade ettiniz, yoksa Ahmed Haznevi hazretlerinden mi? Abdülmecit Efendi cevap vermekte zorlanır. Bir tarafta büyük şeyh efendisi, diğer tarafta Allah-u Teâlanın beyt-i şerifi. Sonunda soruyu sorana yönelterek siz hangisinden daha fazla istifade ettiniz efendim, der. Gavs hazretleri:”Mürşidimden daha fazla istifade ettim. Beytullahın hakikatini ve sevgisini bize o öğretti. Hak Teâlâ onun dilinden bize tecelli etti.” Buyurmuştur. Bu hakikati unutmadan kimden istifade ettiğimizin ve beslendiğimizin her an bilincinde olarak seyahatimizi(seyrimizi) tamamlamak nasip oldu.

Hac ve umre ibadetinin insana vermek istediği ana esaslardan olan siyasi yönleri, orada oluşan dostluk ve paylaşım gibi konuları ve burada zikredemediğimiz diğer yönleri inşallah hac ayındaki sayımızda anlatmaya çalışacağız.

Ve âhiru dâvâna enilhamdülillahi Rabbil âlemin. Ve sallallahu alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Gönül iklimindeki en soğuk, sert ve karanlık gecelerde çaresiz kaldığımız, acınacak halde olduğumuz anlarda bize bahar olup, bizi yavrusuna sarılıp onu sevgisi ve merhameti ile ısıtan bir anne gibi sarılan Rabbimize hamd ederiz. Dilimizde ismini, gönlümüzde zikrini, ruhumuzda aşkını, her demimizde gamını bize ihsan eden Keremkâr Matlub’umuza (celle celaluhu) hamd ederiz. Selâtu selam O’nun Habibi Kibriya’sına, Ehli Beyti’ne, Ashabı’na ve Etbaı’na olsun.

Kâinatın Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) şükreden bir kul olma isteğini ifade ederken yapmış olduğu amel O’nun yolunda gidenlere en güzel nasihat ve örnektir. Sabahlara kadar kıyamda, rükûda ve secde de bulunurken şükrü tarif etmeleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Bu tarif namaz değil de başka bir ibadet, fiil veya duygu ile de belirtilebilirdi. Asıl olan şey namazı nasıl tarif edeceğimizdir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)  namazı müminin miracı olarak zaten tarif buyurmuşlardır. Namazda buluşma var, kavuşma var, konuşma var, dinleme var, paylaşma var, zikir var, bilinç var... Güzel olan ne varsa hepsi namazda vardır. Namaz dini anlamanın, kendini tanımanın, hayatı doğru okumanın ve şükreden bir kul olmanın anahtarıdır. Her ne kadar namaz şükrün nasıl yapılacağı hususunda bize bir yol gösterici olsa da esas önemli konu şükrün kendisidir. Çünkü namaz ibadetinin neticesi şükrü açığa çıkarmak içindir. Öyle ise şükür nedir?

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); şükrü şöyle tarif buyurmuşlardır: “Allah’a şükrün,şükrü anlamanın, şakir olmanın  en doğru mânâsı Allah’ın (celle celaluhu)  kendisi ile birlikte olmaktır. Şükürden maksat kendisi ile beraber olmaktır.”

Ayeti kerimede; şükredilirse, nimetlerin arttırılacağı vaat edilmiştir. Vaat edilen şey nedir? Elbette ki imanımız, aşkımız, samimiyetimiz, muhabbetimiz ve yakinimizdir. Bunun yanı sıra sıhhatimiz, hidayetimiz, istikametimiz, her işteki rahmet ve bereketimiz ve huzurumuzdur. Bunlar insanı insan yapan değerlerdir. Zenginlik bunları elde etmektir.

Hâcegân Yolu’nun saadatları şükrü; ikram eden ekremi mihnet ve şükranla anmaktır. İnsanın yaratılış gayesine uygun şekilde yaşamasıdır. Nimeti var edenden bilmektir. İnsanın kendisinden daha üstününü bulması ve ona inabe etmesidir. Peygamberler en büyük nimettir. Şükür ise onlara tâbi olmaktır, diye de tarif etmişleridir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); şükrün gereği gibi anlaşılmadığında ise nekir olacağını bildirir. Nekir ise şükrün zıddıdır. Yani nankörlüktür. Nankörlük: Nimetin ne olduğunu anlamamak, kıymetini bilmemek, yerinde kullanmamaktır. İşte bunun neticesi insanın zulmetmesidir. Zulmün neticesi ise azaptır.

Azap dediğimizde tabii olarak ilk aklımıza gelen şeyler doğal felaketlerdir. İnsanın affedilememesi, merhametten, mağfiretten, selametten uzak kalması bu doğal afetlerden daha mı azdır? Aklımızda, imanımızda ve vicdanımızda bu kıyası yapamıyor ve bu ayrımı fark edemiyorsak, anlayamıyorsak doğal afetlerin olmadığı zamanlarda her şeyin yolunda gittiğini düşünüyor ve hidayetimize, istikametimize bakmıyorsak felaket üstüne felaket yaşıyoruz demektir. Cahil olan bir şeyin bilgisine vakıf olmayan değil; cehaletinin farkında olmayandır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); şükrü en son “El hamdulillah kelimesine indirgemenin doğru olmadığını savunur. Kur’an-ı Kerim’in ilk suresinin ilk ayeti hamd ile başlar. Günde yaklaşık olarak kırk defa okuduğumuz Fatiha şerifle bilinçli bir şekilde Rabbimize hamd ederiz.

Arapça’da “şükr, hamd ve sena” kelimelerinin mânâları ve kullanım yerleri farklı iken Türkçe’de bunlar tek bir kelime ile ifade edilir. Üç farklı anlamı tek bir anlam içerisinde birleştirmek konuyu basite indirgemek olur. Ayeti kerimede şükredenlerin az olduğu belirtilmiştir. Allah’ı (celle celaluhu) zikretmek hem de çokça zikretmek emredilmiş ve övülmüştür. Zikir büyüktür. Çünkü Allah (celle celaluhu) büyüktür, Ekberdir. Zikredenler çoktur. Ama şükredenler azdır. Şükür zikirden daha mübarek ve kudsidir. Çünkü şükretmek vasıf ister, kabiliyet ister, hususiyet ister. Ancak seçilmiş olanlar şükredebilir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Kâinatın Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem)  mübarek isimlerinin Ahmed, Mahmud ve Muhammed olduğunu ve bu pâk isimlerin hamd ile oluştuğunu belirtir. Her bir isim çokça hamd eden ve çokça övülen, beğenilen ve methedilmeye layık olan anlamlarını taşır.

Sena etmek bu övgüde mübalağa yapmak, aşırı gitmek, ileri gitmektir. Rabbimiz bunu yapmamızı istiyor ve teşvik ediyor. Ayeti kerimede buyrulduğu üzere Allah (celle celaluhu) katında en kıymetli, yakın olanlar takvaca en üstün olanlardır. Takva ise: Allahu Teâlâ’nın emri şeriflerine uymakta hassasiyet göstermek, hizmette, istikamette, samimiyette aşırı gitmektir. Hamd övgü demek ise sena onu en güzel şekilde ifade etmek, arz etmek ve sunmaktır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh);  İmamı Azam Hazretleri’nin (rahmetullahi aleyh)  her namazın başlangıcında “Subhaneke” okumanın gerekliliğine dair yaptığı içtihadın çok isabetli olduğunu ifade eder. Çünkü “Subhaneke” namaza başlarken yapılan bir takdim ve bir selamlama olup Âlemlerin Rabbini sena ile övmektedir. Bu methediş yalnızca Hanefi fıkhında olup bu dua yapılmasa da namazın sıhhatine bir engel yoktur. Fakat o Âlemlerin Sultanı’nın (celle celaluhu) huzuruna çıkıp da O’nun güzelliğini, cömertliğini, zenginliğini övmeden kul nasıl olur da direkt konuya girer, meramını arz eder?

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi şeriflerinde en efdal duanın “Elhamdulillah” olduğunu belirtmişlerdir. Mecnun Leyla’sını gördüğünde, onunla buluştuğunda, ona kavuştuğunda elbette ki onun ne kadar güzel olduğunu söyleyecek bin türlü methiyeler sıralayacaktır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh)  namazı; aşığın maşukuna kavuşması olarak tarif eder, O’na durumunu arz etme, isteklerini bildirmenin en güzel yolu olduğunu bildirirler. Subhaneke; sevgiliyi methediştir. Fatiha O’nu tanıyışımız ve O’na arzuhalimizdir. Fatiha’da hamdın O’na ait olduğu bilinci ile başlarız. Rahman ve rahim oluşunun bilinci ile huzurunda olduğumuzu anlar ve itiraf ederiz. Sonra O’nun mülkünde, malik oluşunu tasdik ederiz. Güvenilecek tek dost ve yardımcının kendisinin olduğunu, çalınacak tek kapının, sığınılacak tek limanın yine O olduğunu ifade ederiz. Kendisine vasıl olunacak bu yoldan sapmamak için peygamberlerin ve kâmillerin kendisine rehber olmaları için ricada bulunuruz. Kısaca hamd etmenin açılımı Fatiha’nın mânâsında gizlidir.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh);  Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) miraca yükseldiğinde, Rabbini (celle celaluhu) müşahede ettiğindeki sözlerinin namaz içindeki Tahiyyat olduğunu bildirir. Tahiyyat selamlamadır, karşılıklı olarak gönülden yapılan hediyeleşmedir. Efendimiz O’nu en güzel, O’nun en çok hoşuna gidecek şekilde övmüş, sena etmiştir. Âlemlerin Rabbi bu övgüye hemen karşılık vermiş Efendimiz’i methetmiştir. Adeta Rabbimiz Efendimiz’e seslenerek ifade etmiş olduğu övgülerin, güzelliklerin hiç birine ihtiyacı olmadığına, hepsinin layığının kendisi olduğunu müjdelemiştir. Bütün güzelliklerin Efendimiz’e verildiği bir anın manzarasıdır bu.

Ümmetine âşık, düşkün olan Kâinatın Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu güzellikleri ve lütfu hemen kendisi ile olan, O’nu seven ve yolundan gidenleri anarak onlarla paylaşmış ve nimeti çoğaltmıştır. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh);  “Hâcegan yolu; kulu Allah’a, Allah’ı (celle celaluhu) da kullarını sevdirmek ve buluşturmak yoludur.” buyurmuşlardır. İşte nübüvvet yolu böyle bir yoldur. Miraçta Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  yaptığı gibi en kısacık bir anda dahi kendinden geçerek Âlemlerin Rabbine kendisini seven kullarını bildirmek ve onların buluşmasına zemin hazırlamaktır.


Allah’a hamd etmenin, hamdın ancak O’na ait olduğunu sunmanın en güzel yolu namazdır. Namaz Efendimiz’in göz nurudur. Hayatını ismi göklerde ve yerlerde övülmüşe adayan bir insan için bu bilinçten ve anlayıştan mahrum bir şekilde kılınan namaz, hamd etmenin mânâsını anlamamak olur. Şükürsüzlük gönül dağınıklığını beraberinde getirerek bu anı yaşamaktan yoksun bırakır.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) şükür: “Yukarıda bahsi geçenlerin ötesinde olmak üzere kulun kendisini Allah’a verebilmesi, nimetle değil nimeti verenle beraber olmak demektir.” diye tarif ederler. Ayrıca yapılan bu tariflerden sonra her kul için lazım gelen hususları şöyle açıklarlar:

1.Nimetleri iyi bilmek, anlamak verilenlerin ne olduğunu kavramak,
2.Nimetlerin kadrini bilmek, değerini idrak etmek,
3.Nimetlerin nerede ve niçin kullanılacağını iyi bilmek,
4.Nimetin kendisine takılmayıp nimeti veren ile beraber olmak ve bu hususlarda gayretli olmaktır.

Tam bir teslimiyetle; belirtilen bu konularda kendinden geçerek, hiçbir beklenti içine düşmeden O’nda ifna olmak büyüklerimizin bizlere tavsiyesidir. Bunları yapmak zordur ve azdır. Çünkü şükür budur ve bunu yapan azdır. Nimetin çoğalması ve âlemi kuşatması Saadatı Kiram Efendilerimiz’in bizlere emretmiş olduğu bu hakikatlerde saklı değil aşikârdır. Onların işi saklamak, sırlamak değil açmak, anlaşılmasını sağlamaktır. Nurun tamamlanması da bu şekilde gerçekleşir.

Hâce Hazretleri’ne (kuddise sırruh) göre zikir ancak şakir ile tamamlanabilir. Zikreden çokluk şükür ile kaliteye dönüşür. Kalite ise az ve pahalıdır.

İfade edilmeye çalışılan hamd; bizzat Kâinatın Efendisi’dir (sallallahu aleyhi ve sellem). Ahmed de, Mahmud da Muhammed de O’dur. Âlemlerin Rabbi’nin de, bütün peygamberlerinin de, meleklerinin de övdüğü, methettiği ve müjdelediği O’dur. Hamd etmenin en güzel ve kese yolu O’nu  çokça sevmek, O’nun mecnunu olmak ve O’na çokça benzemektir.

Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Her sırrımıza vakıf olan, isyanımıza ve nisyanımıza rağmen bize yâr olan, kendisini terk ettiğimizde dahi bizi terk etmeyen Mevla’mıza (celle celaluhu) hamd olsun. Selâtu selâm kendisine tabi olmakla, yolunda, izinde gitmekle ve ümmeti olmakla şereflendiğimiz Efendimiz’e, (sallallahu aleyhi ve sellem) diğer Peygamber Efendilerimiz’e, Ehl-i Beyti’ne, Ashabı’na ve Etbaına olsun.

Hazreti Âdem’den (aleyhisselam) Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) kadar geçen süre içerisinde yaratılış gayesini anlamaya ve bulmaya çalışan insanlık, kendisine gönderilen hakikat rehberleri ile bu kasta yakınlaşmışlar, onlardan yüz çevirip onları terk ettiklerinde ise bundan uzak kalıp mahrum olmuşlardır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  şahsıyla bu değişkenlik insanlık lehine ebediyen bozulmuş ve hakikat her yönü ile izhar olup, gizli hazine ifşa olunarak hiç kapanmayacak kapılar açılmıştır.

İnsanlık; gönlü Allah ve Resûlü’nün aşkı, muhabbeti ile dolu olup kendinden geçen o hakikat güneşlerine ram olan; sıddıkların, sadıkların, salihlerin ve kâmillerin meclislerinde bulunarak, onların sohbetleri ile şereflenerek, Rablerini tanıma fırsatına erişmiştir. İşte bu tanımaya ilim denir ki; bu da Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) buyurduğu gibi iki yolla elde edilir:


Birincisi; zamanın durumuna, imkânlarına göre medreselerde veya benzeri yerlerde okuyarak, bir âlimin tedrisatında bulunarak elde edilir. Bunun için Allah’ın (celle celaluhu) inayetinin yanında yeterli zaman, mekân, zekâ ve azmin yanında büyük meşakkat ve sabır gerektirir. Bugün bu şartların kısıtlılığı veya eksikliği insanları bu ilimden mahrum bırakmaktadır. Hâlbuki çağlar ötesinden beri süregelen bir diğer yol olan ikincisi insanlığın tamamına hitap edip onları kuşatarak bu imkânı her asırda insanlığa sunmaya devam etmektedir. Bu yol ilmin, aşkın, sevginin sadırdan sadıra aktarıldığı ashabın yoludur. Bu yol ilk insan olan hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelecek tüm Âdemler için insan fıtratına en uygun ve elverişli olan sohbet yoludur. Bu yolda nice Peygamberler risaletlerini alarak irsalâta başlamışlardır. Ümmetin önderleri, örnekleri hep bu yolla yetişmişlerdir. Peygamberlerden miras kalan bu yolu, ilmi, ilk çıkış membaındaki gibi taze ve berrak akıtan mürşidi kâmiller bu yolu kıyamete kadar açık tutmanın hizmetini üstlenmektedirler.


Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); insanın yaratılış gayesini muhabbetullah ve marifetullah olarak açıklar. Muhabbetullah ve marifetullah Peygamberler’in yolu olup bu yoldan gitmek ve onların izini takip etmek isteyenler; her hususta onlara tabi olmak, harfiyen onlara ve getirdiklerine mutlak itaat etmekle mükelleftir. Aksi takdirde kendi yollarını kendileri belirleyenler ile menfaatleri doğrultusun yaşayanlar kendi nefislerini ilah yapıp tapmakla sapkınlığa düşerler.


Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); ikinci olarak tarif edilen metodu, İkinin İkincisi’nden gelen bir usul olarak açıklar. Bu usul hepimizin bildiği gibi, Sevr Mağarası’nda Hazreti Sıddık’ın (radıyallahu anh) o güne kadar yapmış olduğu arkadaşlığın, dostluğun, hizmetin ve fedakârlığın bir nişanı olarak kendisine öğretilmiştir. Bu satırdan satıra değil de sadırdan sadıra olan bir öğretidir. Bu ilim tahsili; Hazreti Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem)  metodudur.


Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); insanlığa gönderilen tüm peygamberler içinde Hazreti İshak (aleyhisselam), Hazreti Şuayb (aleyhisselam) ve Hazreti Yakub (aleyhisselam) gibi mübarek gözleri görmeyen peygamberlerin geldiğini ve vazifelerini bunlar olmaksızın yerine getirdikleri halde işitme yeteneğinden mahrum olanların bulunmadığını açıklar. Bu açıklama dahi bize Peygamber Efendilerimiz’in bu ilimleri nasıl tahsil ettiklerine dair bir ayrıntıyı gösterir. Dinlemeyi bilen bir insan anlayabilir ve anladığını aktarabilir. Peygamberler insanların en zeki ve kabiliyetlileri, bedenen, ahlaken ve ruhen en paklarıdır. Anlayışta ve kavrayışta insanların ufuklarıdır.


Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); bu asrın hastalığını ‘dinlemeyi bilmemek’ olarak tarif eder. Bize emanet edilen Kur’an’ı ve Sünnet’i dinlemediğimiz gibi birbirimizi dinlemekten ve birbirimize saygı göstermekten de aciziz. Çok konuşmaktan işitemiyor ve işitemediğimiz için anlayamıyoruz. Kendimize ve çevremize baktığımızda gereksiz yere her kesimden herkes konuşmakta ama kimse söylenenleri işitmeye ve anlamaya çalışmamaktadır. Yaratılışımızda iki kulak ve bir ağzımızın oluşu da belki bize bunu işaret etmektedir. Sözün gümüş olduğu yerde sükûtun altın olduğunu anlayanın, yukarıda bahsi geçen muhabbetullah ve marifetullah yolunda kapalı kapıyı açmış ve bu yolda ciddi bir merhaleyi geçmiş olacağı büyüklerimiz tarafından bildirilmiştir. Hakikatte daha önce gelen insanı kâmillerin bugünlere söylenmedik bir şey bırakmadıkları kesinliktir. Onların söylediklerini anlamaya çalışmak ve tefekkür ederek kavrayışımızı artırmak yapılması gereken en hayırlı işlerdendir.

Hatırlanacağı üzere Cibril-i Emin (aleyhisselam) Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) vahyi okuduğunda, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) unutmamak için ezberlemeye çalışmış, bunun üzerine Cenabı Mevla’mız (celle celaluhu) yalnızca dinlemesini emrederek ilimi kalbine ilka edeceğini ve öğreteceğini bildirmiştir.

Bizler susarsak, susmayı bilirsek, anlatılmak, iletilmek istenenleri kavramaya çalışırsak, ezberlemeye çalıştığımız şey hiç unutulmamak ve silinmemek üzere kalbimize yazılabilir. Allah’ı (celle celaluhu) tanıyanlar, O’nu bilenler, irfan denizine dalanlar hep dinlemişler, edep etmişlerdir. İlk öğrendikleri şey dinlemek olmuştur. Yaratılış fıtratı da öyle değil midir? Bebekler birkaç yıl ancak dinleyerek büyürler. Duymadığını ya da anlamadığını sandığımız o yavrular annelerinin seslerine aşina olup, ninnisini işittiğinde teskin olurlar. Dinlediklerini kendince yorumlar ve onları yapılan yönlendirmelere göre anlamlandırırlar. Kendisine dinlemenin yeterli olduğu ve artık konuşması gerektiği vahyedilince, o çocuk artık ezberindeki her şeyi ses kayıt cihazı misali aktarmaya ve ifadeye başlar.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Kelamı İlahi’yi ve Hutbei Peygamberi’yi gereği gibi dinleyenlerin, konuştuklarında latif, etkili söz söyleyeceği ve her söylediklerinin karşısındakinin kalbine, ruhuna ve diğer letaiflerine etki edeceğini bildirir. Ayrıca dinleyenin konumuna, anlayışına ve idrakine de uygun olacağına işaret eder.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); Allah Teâlâ’nın (celle celaluhu) ashabı kiram efendilerimizin şahsında bütün inananlara seslenerek, Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda konuşurken edepli olunmasını, yüksek sesle, O’nun sesinden daha fazla bir tonla konuşulmamasını emretmiş olduğunu hatırlatır. O’nu dinlerken öyle bir açlıkla, öyle bir ihtiyaçla, arzuyla, özlemle dinlememizi belirtmiştir ki tarifi mümkün olmasın. Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) dinlememenin cezası ise bizi rızaya, likaya, cennete götüreceğine inandığımız amellerimizin iptalidir. Bir ömür boyu yapılan amellerin, O hidayet rehberini dinlememekten, O’nun önüne geçmekten dolayı zayi edilmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir husus değil midir? O’nu dinlemeden, nasıl olur da O’nun adına insan bir şey söyler? Öyle ise bize vaaz edilen şeyleri bize verilmek istenildiği gibi anlayacağız. Anladığımızı da yaşamımıza aktaracağız. Neticesi ise bizde edep olarak gözükecek ve adeta insan ağacının hakikat meyvesi böylece kıvama gelerek olgunlaşmış olacak.

Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); her kim Kâinatın Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) uyduğunu, itaat ettiğini, O’nun vaaz ve nasihatlerine boyun eğdiğini iddia ederse, bunun teyidi için yaşamının Kur’an ve Sünnet’e ne kadar bağlı olduğuna bakmasının yeterli olacağını belirtir. Sorunlarının çözümünde kime gittiğine baksa görebilir. Evet; Müslüman şu an O’nu dinlediği nispette O’na uymakta ve yaşamaktadır. Hangi yasalar ya da kurallar bizim hayatımıza yön vermekte ve bizim yaşamımızı şekillendirmektedir? İstemeyerek de olsa uymak zorunda kaldığımız şeylerin dışında kendi rızamızla yapabileceğimiz, yaşayabileceğimiz ve yaşatabileceğimiz değerlerin hangisini yapmaktayız?

Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) ve Hâcegân Yolu’nun esasını teşkil eden Muhammedî bir anlayış, yaşayış, inanış ve ahlaka kim nasıl engel olabilir ki? Olunmuş olsa idi bu yol bugünlere nasıl gelebilirdi ki? Bu kıtlık ve çorak dünya ikliminde sevgiden mahrum kalmış, Allah ve Resûlü’nün aşkından habersiz olan bizim gibi fakirlerin gönlünde yeşeren bu filizler nasıl oluşurdu ki? İnsanlığı varlığı ile karanlıklardan aydınlığa çıkaran Nebiler Nebisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) açmış olduğu bu yol, bıraktığı en büyük mirastır. Bu nübüvvet yolunda yetişen insanı kâmiller yine Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) ifadesi ile “Nübüvvet ağacının meyveleridir.” Bu ağacın meyvelerinde ise asla çürük olduğu varid değildir. Necaşi gibi tarihte nice hükümdarlar gelmiştir ki Resûlleri dinleyerek güç ve saltanatlarına ihtişam katmışlar, adaleti yaymış, mutlu ve refah dolu bir toplum kurmuşlardır. Firavun ve Kisra gibi olanlar ise rezil ve rüsva olmuş sarayları başlarına yıkılmıştır. Selahaddin Eyyûbi gibi, Ertuğrul ve Osman Gazi, Fatih ve Yavuz gibi olan sultanlar saadetli olmalarını, isimlerinin ve kurdukları devletlerin halen sevgi ve muhabbetle anılmalarını hep bu ümmetin insanı kâmillerine borçludurlar.

Allah Teâlâ’nın (celle celaluhu) hitabının şüphesiz ki insandaki kulaktan önce tevhide, muhabbet, marifet ve anlayışa olduğu Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) tarafından belirtilmiştir. Efendimiz’in (sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi bir günü bir sonraki güne eşit olanların kınandığı bir yerde; dinlemesini öğrenenlere başka yollarda bilimin ve onun adamlarının keşfedemediği, edemeyeceği nice yollar açılmıştır.


Bugüne kadar işlemiş olduğumuz gaflet ve edepsizliklerin neticesinde Rabbimiz bizi yaşatmaya devam ediyorsa bu O’nun (celle celaluhu) Habibi Kibriyası’na (sallallahu aleyhi ve sellem) olan aşkındandır. Bu bizim için bir lütuftur. Fakat unutulmaması gereken şey de aynı ilahın çok celalli oluşudur. Böyle olmasından bizi kim koruyabilir? Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) kurtuluş için tövbe etmeyi, Allah ve Resûlü’ne tâbi olmayı, itaat edip Allah’ın ipine sarılmayı tavsiye der. Resûli Kibriya’yı (sallallahu aleyhi ve sellem)  ve O’nun irsalâtını sürdürenlerin öğütlerini dinleyerek Allah’ın ipine sımsıkı sarılmayı emreder.


Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) sevgisini ve aşkını kaybeden insanlığa kendi tarihinde ancak ikinci kez nasip olabilecek ve yaşanabilecek bir lütfun fırsatını sunmaktadır. İnsanı sevgisizliğin ve muhabbetsizliğin getirdiği sığlıkla oluşan tefrikadan, Kâinatın Efendisi (aleyhisselatü vesselam) tarafından özlenen, melekler tarafından gıpta edilen fertler ve toplum haline getirmeyi Hâcei Kâinat Hazretleri’ne vermiş olduğu bir ahit olarak görür.


Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); ümmetin günümüz ihtiyaçlarına meşru çözümler getiremeyen, onları ihlâs ve takva üzere Şeriat’e ve Sünneti Resûlullah’a irtibatla yamayan, insanlığın terakkisine ve anlayışına ayak uyduramayarak klasik metotlarla günümüz insanını irşat etmeye çalışan yollara da, rehberlere de geleneksel merasim ve törelerini terk ederek, meşru yenilikleri hayata aktarmayı bilmeyi, zahirde Hakk’ın emri ile batında Hakk’ın zatı ile birlikte olmanın yolunu öğrenmelerini, sonra da öğretmelerini tavsiye eder.


Rabbimiz bizleri ve ümmeti Muhammedi bütün varlığımız ile kendi mübarek hitabını, Efendimiz’in (aleyhisselatü vesselam) gönlü şeriflerinde arayanlardan ve duyanlardan eylesin.


Ve âhiru’d-dâvâna eni’l-hamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve sallallahu âlâ seyyidina Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmain.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Kisha’daki Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Efendi’nin saliki olan Vıhik imamı aynı zamanda da birçok hafız da yetiştirmekteydi. Hafızlara bildiği kadar Arapça, tefsir, hadis, belagat ve diğer ilimleri de öğretiyordu. Başarıp icazet almaya hak kazananların bir kısmı tahsil için Erzurum’a giderken bazıları da başka yerlerde vazife alıyordu.  Kendisi gibi onun her öğrencisi de aynı zamanda Feyzullah Efendi Dergâhının birer gönüllü müridiydi. İcazetli talebeler böylece tasavvufta da belli bir seviye kazanmış oluyordu bu ocakta.

İmamın iki küçük hafızı vardı ki Ahmet sekiz Mehmet ise dokuz yaşında hafız olmuştu ve bunları yanından ayırmıyordu hiç. Bu çocuklarla olgun adamla konuşur gibi sohbet ediyor, her dergâha gittiğinde onları da diğerleriyle birlikte götürüyordu. O yaşta öyle iyi hasletler kazanmışlardı ki büyüklerde bile yoktu bu kadar edep ve rikkat. Hafızlık bittikten sonra iki yıl daha ders aldılar. İmamın kapasitesi ile orantılı olarak fıkıh, tefsir, hadis, belagat ve Arapçada da hayli bir mesafe kat etmişlerdi. İyi bir medrese tahsiline sahip olan İmam, bildiği kadar hesap ve hendese dahi öğretmişti bu zeki çocuklara. İmam, talebeleri üzerinde bildiği gibi tasarruf etmekte serbestti ama bu iki yüksek istidatlı hafız için Şeyh Feyzullah Efendi’nin reyine başvurdu. Verilen karara göre Mehmet dergâhta kalacak, Ahmet ise tahsil için Erzurum’daki medreselere gidecekti. Ancak babası Abdullah’ın onu oralara gönderecek parası yoktu. Yine de imam ona “Merak etme bir yol bulunur elbet.” dedi. Sonra ise bir düşüncedir ki almıştı imamı: “Adama ‘Merak etme bir yol bulunur elbet.’ dedim ama nasıl bir yol bulunur ki?” gibi sorular soruyordu ama her hangi bir cevap bulamıyordu bu sorularına. Hissettiği çaresizlik karşısında da ellerini kaldırarak: “Allah’ım, sen bir kapı aç bana!” diye dua ediyordu. Yatsıdan sonrası uykuya çekildi ama bu düşünceler uyutmuyordu ki bir türlü.

Dönüp duruyordu yatağında.  Gece yarısı bir an, bir umut ışığı yanıp sönmeye başlayınca beyninin deriliklerinde: “Olur mu olur.” dedi. Sabah namazını kılıp  hemen yola koyuldu. Nihayet komşu köye ulaşır. O köyde Hacı Ali Ağa’nın kapısını çalar ve Ağa ile görüşmek istediğini söyler.”. Üç beş dakika sonra uzun boylu ve sakalının beyazı siyahından çok bir zat belirdi kapıda. Önce selam verdi bu kapısının önünde ki misafire. O da karşılık verdi.

Hacı Ali Ağa, çevrede çok sevilen bu adama karşı hürmette kusur etmeden: “Sebebi ziyaretiniz efendim?” diye sordu. İmam: “Bilmem ki nasıl söylesem?” diyerek biraz tereddüt etti önce. Sonra da şahadet parmağıyla büyük parmağını çatal ağaç gibi açıp ona göstererek: “Aha böyle iki hazine buldum!” diye söze başladı. “Bu hazinelerin birisine Şeyh Hacı Feyzullah Efendi’yi ortak ettim ve de alıp götürdü.” dedi. İmam sözün burasında afallamış olan Hacı Ali ağaya: “Gel ikincisini taşıyacak kağnıyı da sen ver ortak olalım bu iki cihanda bitmeyecek servete.” ricasında bulundu.  

Hacı Ali, İmamın, dünyalıkla pek ilgisi olmadığını biliyordu. Bu yüzden de onun sözlerinin altında bir kinaye olduğunu kavradı. Ona: “Hocam ne söyleyeceksen açık söyle. Ne istiyorsun benden?” diye sordu. İmam “İki talebem var. On bir ve on iki yaşlarında.” dedi.  Hacı Ali: “Anladım.” der gibi başını sallayarak: “Ben ne yapabilirim ki?” diye sordu. İmam: “Bu yavrularımızın ikisi de çok üstün istidada sahip. Okuduklarını da ağzımdan çıkanı da kapıp alıyorlar hemen. Şu kadar ömür yaşadım, şu kadar talebe okutup icazet verdim ama böylelerini ne gördüm ne de duydum. Dört beş yıldır ki ikisinin de üzerine titrer dururum.” dedi. Biraz durup nefes aldıktan sonra da: “Bütün elimden geleni yaptım ve ikisi de beni çoktan geçti. Bunun için verecek başka bir şeyim yok onlara artık.” sözlerini ekledi.

İşaret parmağını muhatabına karşı tutup: “Birisini Şeyhe teslim ettim. Bir tek görevim kaldı o da diğerini Erzurum’daki büyük medreselerden birisine göndermek. Gel gör ki onu gönderip okutacak kadar bende de babasında da dünyalık yok.” dedi. Sözüne devamla da: “Çocuk gönderilemezse ziyan olacak bu zekâ!” diyerek de hayıflandı. Hacı Ali: “Bütün gayen, senin olmayan bir çocuğun okutulması mı?” diye sordu.   İmam, Ahmet’i gözünün önüne getirerek: “Evet” anlamında kafasını sallayınca, gözyaşları sakalını ıslattı. Bu öyle manalı bir baş sallayıştı ki muhatabını her şeyi anlatmıştı. Ali Ağa: “Bu senin istediğin kağnı, öküzleriyle birlikte kaç kuruş eder?” diye sordu. İmam, ona dönüp: “Yüz elli, iki yüz kuruş arasında olsa yeter.” dedi. Ali Ağa, elini cebine attı.  Ağa: “Talebinizin üst sınırını temin etmek isterdim ama bütün paramın hepsi bu kadarmış.” diyerek yüz yetmiş üç kuruşu saydı. İmam, tarifsiz bir sevinç yaşıyordu. Muhatabına: “Kusur da ne demek? Allah senden razı olsun. Bu bizim ihtiyacımızı görür inşallah.” dedi. Arkasından da vedalaşarak en hızlı adımlarla köyüne doğru yola çıktı.

İmam kendi köyüne gelir gelmez ayağının tozuyla Abdullah’a uğrayarak müjdeyi verdi. Komşular da yolda binmeleri için de iki adet at tahsis etti. Ahmet, çok zayıf bünyeli bir çocuk olduğundan, yol boyunca biraz babasının biraz da hocasının terkisine binecekti. Bu üçlü, sabah erkenden yola çıktı. Erzurum’a varınca da doğruca İmamın bildiği Kurşunlu Medreseye yöneldiler. Giderlerken, dik bir yol çıktı önlerine. Bu yamacın böğründe yer alan minare görününce de İmam işaret ederek: “Aha Kurşunlu!” dedi. Ahmet, hiç görmediği bu kadar büyük kesme taştan yapılmış olan medreseyi de camiyi de hayran hayran seyrediyordu. İmam, karşısına çıkan ilk talebeye: “Fetvacı Hoca Nerede?” diye sordu. Çocuk: “Bir dakika haber vereyim.” deyip gitti. Birkaç dakika sonra gelerek: “Hocam sizi bekliyor efendim.” dedi ve birlikte yürüdüler. Bir hücreye vardılar. Çocuk önce kapıyı vurdu. İçeriden: “Buyurun!” diye bir ses duyunca da açarak kenarı çekildi. Sonra da hürmetle: “Buyurun Efendim” dedi yabancılara. Açılan kapıdan içeri girince de bir takım talebelerin çevrelediği Fetvacı Hoca’yla karşılaştılar. Hoca, görür görmez tanımıştı bu gelen misafiri.

Yerinden doğrularak: “A ah benim çok değerli ve de kıymetli Vıhik’li hocam ve de can kardeşim” diyerek iltifat etti. Sonra da: “Sen hoş geldin, sefalar getirdin!” dedi. Talebeler, hocanın bir göz işaretiyle terk ettiler hücreyi. Üç büyükle bir çocuk kalmışlardı. Ev sahibi: “Oturun lütfen oturun.” dedi. Ahmet, bir adım geride ve dizüstü oturdu. Hocalar uzunca bir zaman kendi aralarında sohbet edip hal, hatır sordular. Arada Abdullah’a de bir şeyler sorup onu da dâhil etmeye çalışıyorlardı sohbete.  Fetvacı Hoca, “Her şey bir yana da sebebi ziyaretiniz nedir efendim?” diye sordu. İmam, arka tarafta diz üstü oturan çocuğu göstererek: “Aha bu yavrumuzdur. Bunu buraya tahsil için getirdik.” dedi. Fetvacı Hoca, çocuğun karşısında onunla ilgili konuşmak istemediğinden: “Mustafa!” diye bağırdı. İçeriye giren talebesine, Ahmet’i göstererek: “Bu kardeşini al, etrafı iyice bir gezdir. Hem de tanış biliş olun isterim.” diye emretti. Talebe baş eğip eliyle de Ahmet’e işaret etti ve birlikte çıktılar.  

Çocuk çıkınca Fetvacı Hoca: “Evet sizi dinliyorum.” dedi. İmam, talebesine güveniyordu. Önce parmağıyla Abdullah’ı işaret ederek: “O çocuk bu kardeşimizin oğlu, benim de talebemdir ve de bir harikadır.” diye başladı söze. Sonra da: “Şeyh Hacı Hattat Feyzullah Efendi’nin tavsiyeleri üzerine getirdim buraya.” dedi. Arkasından da onun hakkındaki her şeyi en ince teferruatına kadar anlattı. Fetvacı Hoca, misafirini dikkatle dinlerken ondaki güveni hissetmişti. Misafirine: “Müsaadeniz olursa, yavruyu bir yoklayalım.” diyerek izin istedi. İmam: “Tabii efendim.” dedi. Bunun üzerine Ahmet’i tekrardan geri çağırıp karşısına aldı. Hoca ve babasının da olduğu bir ortamda otuz, kırk dakikalık bir yoklama yaptı. Sonra: “Mustafa ve diğerlerinin yanına çıkabilirsin yavrum.” deyince çocuk tekrar çıktı.

Fetvacı Hoca’nın yüzü aydınlanmıştı. Bu mutlu haliyle misafirine: “Biliyor musun benim de böyle istidatlı, ancak bundan birkaç yaş büyük bir yavrum var.” dedi. Bu tabirleri bilen İmam: “Kendi öz oğlun mu?” diye sordu. Hoca, hüzünlü bir çehreyle ona dönerek: “Rahmetli kız kardeşimin oğludur ama hem yetim hem de öksüz olduğundan oğlum gibidir.” dedi. İmam: “Taleben mi?” diye sorunca: “Hayır o burayı tamamladı. Şimdi Pervizoğlu medreselerinde tahsiline devam ediyor” Fetvacı Hoca karşısındaki çocuğu işaretle: “Bunu da oraya götürüp Karslı Hoca’ya teslim edeceğiz. O Büyük Abdul Hamit Hocaya. Çünkü Ahmet’in seviyesi oraya yeterli” dedi. Fetvacı Hoca, takdirle misafirine baktı. Sonra da eliyle etrafı göstererek: “Bak bizler, bu gördüğün büyük medreselerde ve de çok miktardaki hayır sahibinin sağladığı büyük imkânlarla talebe yetiştiriyoruz. Ayrıca bu medreselerin o büyük akarları da cabası. Bizim, bütün bu imkânlarla eriştirebildiğimiz seviyeye sen onu o ücra yerde eriştirmişsin. Hem de daha küçük yaşta.” dedi. Arkasından da: “Allah, senden razı olsun ve senin gibilerin eksikliğini vermesin!” diye dua etti.

İmam, alışılmamış bir şekilde alenen övüldüğü için yüzü kızarmıştı. O: “Benim başarımdan çok, çocuğun istidadında aramak lazım bunu.” gibi bir takım şeyler diyebildi. Fakat yine de talebesi için takdir edilen bir üst medrese den dolayı muhatabına nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu. Ev sahibi: “Eh hadi gidelim. Abdul Hamit Hoca ancak bu saatlerde müsait olur.” deyince de hep birlikte kalktılar. Fetvacı Hoca Önde misafirleri arkada bir avluya oradan da bir odaya girdiler. Hoca içeride oturan adama hürmetle selam verdi. Sonra da Ahmet’i göstererek: “Tortum’dan gelen bu yavruya Şeyh Feyzullah Efendi Erzurum’da ki medreselerde okuması için tavsiyede bulunmuş. Ben de imtihan ettikten sonra burayı uygun bulup size getirdim.” diyerek anlattı meramını.  

Abdul Hamit Hoca, çocuk daha çok küçük ve çelimsiz olduğu için yine de tereddütlü görünüyordu. Hem de Şeyh Feyzullah’ın tavsiyesine ve Fetvacı Hocanın denediğini bildirmesine rağmen. Muhatabına: “Feyzullah Efendi’nin tavsiyesi, hepimiz için bir emirdir.” dedikten sonra. dudak bükerek de: “Biraz küçük değil mi?” dedi. Sessizlik olunca da: “Biraz küçük ama sen imtihan edip buraya layık gördün ise makbulümdür.” diye onun gönlünü aldı. Arkasından da: “Ömer efendi!” diye bağırdı. İçeri giren adama: “Bu yavruyu baş kalfaya teslim ediniz.” diye emretti.

Aradan üç dört ay gibi kısa sayılacak bir zaman geçmişti. Abdul Hamit Hoca: “Bu çocuğu Şeyh Feyzullah Efendi gönderdiğine göre onda bir şeyler olmalı.” diye düşünüyordu.  Baş müderrisin daha yeni ve çok küçük olan bir talebe ile görüşmesi pek uygun değildi ama merakı onu hiç rahat bırakmıyordu. Sabah geldiğinde ilk iş olarak Baş Kalfayı çağırdı. Sözü Küçük Ahmet’e getirmişti hemen. Sonra da geçerli bir bahane ortaya atarak huzuruna çağırdı. Ahmet içeri girdiğinde baş müderris ona yetişkinlere gösterilen ilgiyi gösterdi. Hoca, önce bir, iki yokladı bu yeni gelenin bilgi ve görgüsünü. Onunla sohbet etmek hoşuna gittiği için de bir saatten fazla sürmüştü bu konuşma ve yoklama. Abdul Hamit Hoca, sonunda susarak başını yere eğmişti. Mülakatın bittiğini anlayan zeki çocuk izin istedi hemen. Abdul Hamit Hoca, dudak büküp baş salladı çıkan yavrunun arkasından. Feyzullah Efendi’yi kastederek de: “Öyle bir zat, boş pilav çanağına lokma sallar mı hiç?” dedi kendi kendine.    

Baş kalfayı çağırıp: “Talebeyi üç kısma ayır ve üçüncü kısımda yer alanlar, yaşları en gücükler olsun.” diye direktif verdi. Baş Kalfa: “Anlaşıldı efendim.” diye cevap verdi. Hoca: “Az evvel buradan çıkanı üçüncü kısma kalfa yaptım.” dedi. Ahmet’i tanıyan baş kalfa: “Uygundur ve de çok münasiptir.” dedi. Çok sürmemiş, birkaç ay sonra talebe okutmakta başarılı olduğu herkes tarafından teyit etmişti. O, Abdul Hamit Hoca’nın da ileri talebelerindendi artık. Her alanda aşkla, şevkle çalışıyor, dersler de hocalar da ona yetmiyordu. Hocası bir ara onu Tabur İmamı Dağıstanlı Mehmet Efendi ile tanıştırdı. Abdul Hamit Hoca, bu tanıştırmada: “Mehmet Hocam, biz bu Kara Mollaya yetişemiyoruz. Artık yaşlandığımız için ne zamanımız, ne de rikkatimiz yetiyor. Buna yükleye bildiğin kadar yükle ve bizi biraz kurtar.” diyerek latifeyle karışık da olsa onun azim ve zekâsını anlatmaya çalıştı.    Dağıstanlı Mehmet Hoca, önce bu latifeye tebessümle karşılık verdi. Sonra da Ahmet’e: “Evladım, eğer hocan izin verirse Farsça öğrenmek ister misin?” diye sordu. Ahmet, sağ elini göğsüne tutup baş eğerek: “Memnuniyetle efendim. Yeter ki hocam müsaade etsin” karşılığını verdi.

Artık Kara Molla diye tesmiye edilen Kalfa Ahmet, Abdul Hamit hocadan aldığı derslerin dışında Dağıstanlı Hoca’dan Farsça dersler alıyor, ayrıca da talebe okutuyordu. Kısa zaman içerisinde Farsça alanında da başarılı olmaya başlamıştı. Farsçasının artık yeterli olduğuna inanan hocası: “Ahmet, seninle Divan-ı Kebiri okumayı düşünüyorum. Bilmem ki ne dersin?” dedi. Divanı kebirin hacmini bilen Ahmet, hocasının büyüklüğünü tasavvur edince alt dudağını ısırarak: “Emriniz olur efendim. Çok memnun olurum.” dedi.  Bunun üzerine hocanın acelesi varmış gibi hemen rafa uzanıp kitabın ilk cildini indirdi. İndirir indirmez de üst kapak açıldı ve hemen de başladılar derse.

İlk olarak da: “Gökyüzünden, Ülker yıldızından cana söyle bir ses geldi: ‘Sen, yeryüzüne mensup değilsin. Sen, ötelerden geldin!

Bu yüzden, aklını basına al da, yücelere yüksel, tortu gibi dibe çökme!

Hiç kimse esinden dostundan, eski bildiklerinden bu kadar uzun müddet seferde, yolculukta kalamaz! Mealinde devam eden mısralarla başlangıç yaptılar.

Ahmet, bu dizelerin verdiği aşkla daha ilk günde sarhoş olmuştu. Sırrına ermek için Dağıstanlı Hoca’nın refakatinde daldıkça daldı bu aşkın deryasına. Yaklaşık elli bin beyitlik eseri bitirene kadar ondan ders almaya devam etti. Onlar her bir derste başka âlemlere daldı, daldıkları âlemlerde de halden hale girdiler. Mehmet Hoca da bu Kara Molla karşısında bayağı zorlanmaya başlamıştı ama pes etmemeye kararlıydı. Hoca, aynı zamanda mücadeleci bir ruh yapısına sahip olduğundan böyle zorlu işler de hoşuna gidiyordu zaten. Talebesine bilgi temin etmek ve onun sorularına cevap bulabilmek için gece gündüz demiyor, aşkla şevkle çalışıyordu hep.

Gel gör ki Dağıstanlı Mehmet Hocanın karısı, böyle kesif çalışma karşısında daha bihuzurdu. O halet-i ruhiye ile: “Efendi bunun sebebi nedir, ne oldu da böyle gayrete geldin? Artık herkese bıkkınlık verdin.  Bitir artık bu işi canım!” mealindeki sözlerle de ona itiraz ediyordu. Hoca, her sorgulanma ve itirazda tebessüm ederek çaresizce ellerini açıyordu. Sonra da karısına dönerek: “Sus hanım sus. Başımda bir Kara Molla var ki hem de ne Kara Molla! Eğer bir gün olur da o bu illerden giderse ben de kurtulurum siz de.” Mealinde beylik cevaplar veriyordu ona.

Hocaya, artık o uzun yaz günleri dahi yetmiyor, geceleri de geç saatlere kadar çalışıyordu. Bazı günler yatmadan sabah namazına gittiği de oluyordu. Uykusuzluğa tahammül için hocalarından öğrendiği o bütün azalarını ölü gibi uzatarak kısa zamanda dinlenme ilmini uygulamaya koymuştu. Bir o ki herkesin beceremediği bu sistemi bu hoca çok iyi uyguluyordu. Ancak soğuklar da düşünce bu gece çalışmaları kolay olmuyordu artık. Kurduğu o kısa zamanda dinlenme sistemi de başka sistemler de bu soğuklar karşısında bir işe yaramıyordu. Dağıstanlı ne yaptıysa bir çare bulamadı. Erzurum’da o zaman soba da yoktu yakacak odun, kömür de. Yakıt tasarrufu için ocaklar belli saatlerde yanıyor ve akşam karanlığından biraz sonra söndürülüyordu. Bu durum karşısında üşümemek için evler iyice soğumadan yatıyordu herkes. Yatma zamanı ise bu şartlar muvacehesinde genellikle yatsı vaktinden hemen sonraya tekabül etmekteydi.

Dağıstanlı Mehmet Hoca, bu azimli talebesine istediğini vermekte kararlıydı. Bu yüzden de eldeki bütün imkânları deniyordu. Uykusuzluğun çaresini bulmuştu ama geceleri çalıştığında çok üşüyordu. Hatta vakit gece yarılarını geçtiğinde dayanılmaz oluyordu bu aşırı soğuk. Bildiği birçok şeyi denedi ise de şiddetli soğuktan korunmak mümkün olmadı. Kendi kendine: “Uykusuzluğa bulduğum gibi, bu soğuğa da bir çare bulmalıyım.”  dedi. Sonra da: “Ama nasıl?” diye sordu. Günler boyu bu sorusuna cevap bulmaya yoğunlaştı.  Yine oturmuş bu meyanda düşünürken beyninde bir şimşek çaktı. Bir anda parlayan gözlerini fal taşı gibi açarken elini dizine vurarak: “Çok da basitmiş yahu!” diyerek gülümsedi.  Arkasından da avazı çıktığı kadar: “Hanım!” diye bağırdı. Sofadaki kadın bu çağrı karşısında: “Geldim efendi, geldim!” dedi. Koca tebessüm ederek: “Düğünümüz olduğu zaman senin getirdiğin bir gelinlik yorganın vardı değil mi?” diye sordu. Kadın: “Evet” diye cevap verdi. Kocası: “Onu getir hele.” dedi. Kadın birkaç dakika geçince yorganla birlikte içeri girdi. Onu odanın ortasına atarken: “Aha getirdim.” dedi. Yine merakını yenemiyor: “Ne yapacak acaba?” diye düşünüyordu. Koca, Kadınına dönerek de: “Müsaaden olursa eğer bu yorganın üzerindeki şu tam orta yerden bir adet başım sığacak genişlikte, şuralardan da iki adet kollarım sığacak kadar delik açacağım. Soğuk gecelerde, oturup ders çalışırken üşümemek için bu büyük delikten boynuma geçireceğim. Böylece vücudumun her tarafını saracak. Şu büyük deliğin yanlarında yer alan küçük deliklerden de ellerimi çıkarıp kitabı tutacağım. Ayrıca ellerim yorganı dışardan vücuduma sarıp sarmalamama da yardım edecek. Bu şekilde hem geceler boyu okumaya devam edeceğim, hem de soğuktan korunmuş olacağım.” dedi. Aydınlanmış gözlerle de: “Nasıl fikir, güzel değil mi?” diye sordu karısına.

Kadın, dudak büküp ellerinin içini dışarı doğru çevirerek: “Eh ne yapalım sen bilirsin.” diyebildi sadece. Dağıstanlı Mehmet Hoca o günden sonra soğuğa karşı da çare bulmuştu. Geceleri ev soğuduğunda oturduğu yerde bu yorganı bir kaftan gibi boynundan geçiriyor, Ellerini de o deliklerden çıkarıp güzel bir şekilde sarılıyordu. Sonra da geç saatlere kadar oturduğu yerde okuyor okuyordu.  Ahmet’ten de çok memnundu o. Sohbet ettiği kimselere: “Allah yolumu açmak için lütfedip bu çalışkan genci bana gönderdi.” diyor ve ona birçok öyküler diziyordu.  

Ahmet de Dağıstanlı Mehmet Hoca’nın öğretim metoduna hayran olmuştu. O bu metodu kalfası olduğu talebelere de uygulamak istiyordu. Bu niyetle Karslı Abdul Hamit Hocaya: ”Müsaadeniz olursa, Dağıstanlı Mehmet Hoca Efendi metodunu uygulamak dilerim kalfası olduğum talebelere.” teklifinde bulundu. Arkasından da yine müsaade alarak, ana hatlarıyla da olsa anlattı bu metodu. Hoca ondaki feraseti kavrayınca: “Çok uygundur, nasıl istersen öyle yap.” karşılığını verdi. Kalfa Ahmet şimdi büyük bir hevesle talebelerine o metodu uyguluyor ve bu konuda başarılı olduğuna da görüyordu. Dağıstanlı Hoca ile birlikte gösterdikleri gayret ikisini de belli seviyeye erdirdi. Öyle ki hem dil, hem de tedrisat metodu üzerinde yeni hedeflere ulaştılar. Uyguladıkları sistem medreselere yayılmakla da kalmayarak kısa zaman içerisinde Erzurum sınırlarını aştı.

Ahmet Efendi Hocaları tarafından Konya’ya gönderilmesi kararlaştırılmıştı nihayet. Kısa zamanda birkaç çift çarık ve bir miktar da yiyecek ve giyecekten müteşekkil olan hazırlıklarını tamamladı. Yüz beş kuruş da parası vardı cebinde. Bir de yıllar önce köyündeki imamdan aldığı ilk icazet. Hazırlıkları bitince vedalaşmak üzere tekrardan Abdul Hamit Hoca’ya uğradı. Hoca, yazdığı mektupla birlikte Dağıstanlı Hoca ile hazırladıkları icazetnameyi ona taktim etti. On yedi yaşlarında bir genç olan Ahmet, artık tek başınaydı ve de o zorlu Konya yollarına vurmuştu kendisini.

*Muammer Akpınar “Vadiye Düşen Tohum” adlı yayınlanmamış romanın bir kısmından özetlenmiştir

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort