JoomlaLock.com All4Share.net

TAŞKESEN’İN ÇİLELİ ŞEYHİ ŞEYH İBRAHİM EFENDİ

Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’nin amcası Muhyeddin Efendi’nin oğlu ve halifesi olan Şeyh İbrahim Efendi, 1855 yılında Bingöl’ün Karlıova ilçesi, Hacılar köyünde dünyaya geldi. O da 1258’de Bağdat’tan Şam’a ve daha sonraki yıllarda da irşad vazifesi için değişik yerlere hicret eden ve son olarak Karlıova ilçesine yerleşen bir ailenin mensubudur. Daha küçük yaşlarda iken ilme karşı büyük bir ilgi gösteren Şeyh İbrahim Efendi, gençliğinde çeşitli medreselerde tahsil gördü. Esas tahsilini amcası oğlu Taşkesenli Şeyh Ahmed Efendi’nin yanında alan Şeyh İbrahim Efendi, aynı zamanda bu zata teslim olmuştur. Şeyh Ahmed Efendi, mürşidinin emriyle Erzurum’a yerleşince, Şeyh İbrahim Efendi de beraberinde Erzurum’a gelmiş, hocasının görevlendirmesi sonucunda da Erzurum Taşkesen köyüne yerleşmiştir.

SAVAŞ İÇİNDE GEÇEN İRŞAD YILLARI

Şeyh İbrahim Efendi irşad vazifesini yürütürken 1914 yılında başlayan Birinci Dünya Harbine Kafkas Cephesi’nde talebeleriyle birlikte katıldı. Sarıkamış yakınlarında savaşırken bir şarapnel parçası ile ayağından yaralanarak gazi olmuştur. Hem yaralanması hem de aynı cephede talebeleriyle savaşan amcazadesi Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin hastalanması nedeniyle beraberinde Erzurum’a dönmüştür. Bu harpte aldığı yaradan dolayı topal kalan İbrahim Efendi, bunun için bazen “Topal Şeyh” olarak da anılmıştır. Bu arada Birinci Dünya Savaşı’nı müteakip, Erzurum ve havalisinin işgal edildiğinde birçok ailenin Anadolu içlerine göç etmesine rağmen Şeyh İbrahim Efendi efradı ile Erzurum’da kalarak halkı hem irşada hem de cihada davet etmiştir.

Osmanlı-Rus Harbi sonucunda Ruslar Erzurum’dan çekilirken on yedi yaşındaki oğlu Zülküf’ü de esir olarak götürdüler. Şeyh Efendi ve hanımı bu duruma çok üzülürler. Günlerce üzüntüden perişan olurlar. Bu hal tam iki sene sürer. Sibirya’ya götürüldüğü anlaşılan Zülküf; hasta ve bitkin düşer, Ruslar toplama kamplarında verimlilik göstermeyen esirleri kampın dışına atıp kaderleriyle baş başa bırakırlarmış. Zülküf’ün Sibirya’dan buralara kadar geldiği de bilinmez.

Bir gün Seyda (Şeyh Ahmed Efendi)’nın Üç Kümbetler mevkiindeki evlerinde, evin hizmetçi kadını çeşmeye su almaya gider. Bir de bakar ki; çeşmenin yanında üstü başı perişan, bitkin hasta olduğu her halinden belli bir delikanlı, sırtını çeşme duvarına dayamış, olduğu yerde yatmaktadır. Hemen evin hanımına haber verir ve bu yabancı kişinin kaybolan Zülküf olabileceği söylenir.  Çeşme yanına vardıklarında hasta vaziyette yatan kişinin Rusların kaçırıp götürdüğü, iki yıl boyunca kendisinden haber alınamayan, Şeyh Efendi’nin uğruna aylarca gözyaşı döktüğü, ancak artık umutların kesildiği oğlu Zülküf’ten başkası değildir.

Taşkesen köyünde bulunan Şeyh İbrahim Efendi’ye haber gönderilir. Eşi Muhsine hanıma : “Ben gitmeliyim, sen de peşime gelirsin.” der ve Muhsine hanımı bile beklemeden koşarcasına oğlu Zülküf’e giden Şeyh Efendi, eve vardığında oğlunu perişan bir halde görülür. Hemen orda oğluna sarılır, başını göğsüne koyar. Zülküf, o an gözlerini kısa bir süre açar ve Şeyh Efendi’ye bakar. Henüz birkaç dakika önce kavuştuğu ve hayatında en çok istediği bu kavuşma anını kısa da olsa yaşadıktan sonra, olduğu babasının kollarında vefat eder.

Bu kadar sıkıntının içerisinde ve bütün olumsuzluklara rağmen savaş, zulüm ve işgalin yaşandığı yerde hayatını sürdüren Şeyh İbrahim Efendi, bu ortamda dahi irşad vazifesini îfâdan ve talebe yetiştirmekten geri durmamıştır.

70 YAŞINDA İKEN ŞAPKA TAKMADIĞI İÇİN SÜRGÜN EDİLİR

Şapka inkılâbı Şeyh İbrahim Efendi için de bir eza ve cefanın başlangıcı olur. Şapka giymediği gerekçesi ile sürülen din adamları kervanına Şeyh İbrahim Efendi de katılır. Şapka giymediği için 1925 yılında tutuklanan ve önce Hınıs Mahkemesi’ne çıkarılan Şeyh İbrahim Efendi, daha sonra Harput (Şark İstiklal) Mahkemesi’ne sevk edilir. Kafkas Cephesi’nde aldığı yaradan dayı ayağı topal kalan zat, buna rağmen şubat ayının çetin kış şartlarında Bingöl dağlarından yaya olarak Elazığ’a getirilir, daha sonra da Elazığ İstiklal Mahkemesi’nce İzmir’de mecburi ikamete tabi tutulur. Kendisi Elazığ’a gönderilen Şeyh İbrahim Efendi’nin evi, eşyası, kütüphanesi, kom ve ahırı ise hayvanları ile birlikte birileri tarafından ateşe verilerek yakılır. Oldukça varlıklı bir aile olan Şeyh İbrahim Efendi’nin hanımı, dört kızı ve on beş yaşındaki oğlu Abdulkuddus Efendi ile birlikte perişan, parasız ortada kalır. Kendi köylerinde dahi ikamet edilmesine izin verilmeyen bu çileli aile, Erzurum ve Pasinler’deki akrabalarının yanına sığınmak zorunda kalırlar. 1945 yılına kadar da muhtelif köylerde ikamete mecbur tutulurlar. Halkın kendilerinin tesiri altında kalmaması için en fazla iki yıl bir köyde kalabilecekleri, daha sonra bir başka köyde ikamet edilebilecekleri söylenir.

Torunu İbrahim Taşkesenligil, bu olayı şöyle anlatıyor; Şeyh Said, Şeyh İbrahim Efendi’ye, yapmış oldukları kıyamda kendileriyle birlikte hareket etmeleri için haber gönderir. Şeyh Efendi;  “Müslüman’ı Müslüman’a kırdırmanın doğru olmadığını, kendisinin de böyle bir isyandan vaz geçmesi gerektiğini” söyler.

Daha sonra Şeyh Said isyanı sona erdiğinde; hükümet doğudaki bütün ileri gelenleri (şeyhleri, ağaları) isyanın sorumlusu olarak tutuklama kararı almıştır. Bunun üzerine (dedem) Şeyh İbrahim Efendi bir süre teslim olmama kararı ile köyünü terk eder. Bu esnada jandarma kuvvetleri köye  (Taşkesen) gelerek şeyhin hanımına: “Çocuklarını al evden çık.” der. Daha sonra şeyh, köydeki evi, kütüphanesi, ahırı komu, malı davarı yakılır.

Parasız pulsuz, evsiz barksız kalan şeyh ve ailesine Taşkesen köyünden Sehel Kansu isimli komşusu bir keçi hediye eder. Bir süre bunun sütüyle idare eder. Daha sonraki bir hafta içerisinde Pasinler’in Keyvank köyünden o yörenin ileri gelenlerinden Hacı Rıza Bey, öküz arabası ile gelerek şeyhin ailesini yanına alıp uzun bir süre misafir eder. (İleriki yıllarda Hacı Rıza Bey Ziyaeddin Efendi’nin iki kızını, oğulları ile nikâhlayarak akrabalık kurar.)

Jandarma ,bu aramaları sürdürürken bir gün köye (Taşkesene) gelir. Şeyhin küçük kardeşi, evinin de idarecisi ve ayrıca caminin hizmeti ile ilgilenen “Haddo” lakaplı Hasan Efendi’yi yakalarlar. (Şeyh kendisini ilme ve ilim adımı yetiştirmeye adadığı için evinin idamesini Hasan Efendi yapardı.) Asker, Hasan Efendi’ye şeyhin nerede olduğu sorduğunda bilmediğini söyler. Hasan Efendi’yi zorla konuşturmak isteseler de buna muvaffak olamazlar. Öyle ki, Hasan Efendi’nin öldüğünü sanarak köyün ortasına bırakır, giderler. Hasan Efendi adeta bir ceset gibi kendinden geçmiş bir halde olduğu yerde yığılır kalır. Yöre halkı Hasan Efendi’yi o günkü şartlarla tedavi etmeye çalışır. Ancak doksan beş yaşında iken vefat eden Hasan Efendi’nin yaraları hala iyileşmemiştir. İltihaplı yaralarından dolayı her gün çamaşır değiştirmek zorunda kalan Molla Hasan, oğlu Zümrüt Efendi ve yeğenlerinin bütün ısrarlarına rağmen doktora gitmeyen İbrahim Efendi, “Ben bu yaralarımla Allah’ın huzuruna çıkıp: ‘Senin yolunda hayatını ortaya koyan veli kulların incinmesin, üzülmesin diye haksızlığa maruz kaldım. İşte bu yaralar da şahidimdir.’ diyeceğim.” der.  Hasan Efendi’nin o günden sonra ağrı ve sızıdan zaman zaman bağırdığını, yakınlarındaki evlerde dahi bu sesin rahatlıkla duyulduğunu anlatırlar.

Hasan Efendi’nin torunu Mehmet Kızılkaya, babası Zümrüt Efendi’den işittiği bir olayı şöyle naklediyor; “Dedem, Allah’a ve O’nun mabedine hizmeti kendine görev edinmiş, caminin her türlü temizliğini yapar ve ezanı da okurmuş. Gür ve yanık bir sese sahipmiş. O zamanlar hoparlör olmadığından ezanı minareden okurmuş. Çevre köyler Hasan Efendi’nin bu yanık sesiyle “sabah namazı için kalktıklarını” söylerdi.

MÜCADELELERLE GEÇEN BİR HAYAT

İzmir’de mecburi ikamete tabi tutulan Şeyh İbrahim Efendi, Erzurum’da olduğu gibi İzmir halkı tarafından da çok kısa sürede sevilmiş, yepyeni bir cemaat, yepyeni bir irşad ve hizmet ortamı doğmuştur. Etrafındaki bu cemaat her geçen gün biraz daha artmış ve İbrahim Efendi’ye gösterdiği teveccühten endişe duyan yetkililer, bu sefer de İbrahim Efendi’yi Manisa’nın Demirci kazasına sürgün etmişlerdir. Ama bu sürgün de Şeyh İbrahim Efendi’ye olan bağlılığı ve sevgiyi kesememiş, Demirci’de de kendisine sevgi duyan ve bağlanan geniş bir kitleye sahip olmuştur. Demirci’de ömrü fazla sürmeyen Şeyh İbrahim Efendi 3 Kasım 1926 yılında, yetmiş bir yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve Demirci’de defnedilmiştir.

Şeyh İbrahim Efendi yetmiş bir yıllık hayatı boyunca İslamî hayatını titiz bir şekilde yaşamaya hayret göstermiştir. Dinini anlatma ve öğretme adına karşısına çıkan bütün zorluklara göğüs germiş ve vefatından sonra arkada dinin ulvi mesajlarını yayacak çok sayıda insan bırakmıştır. Sahasında uzman din adamı ve mezun hoca yetiştiren Taşkesenli Şeyh İbrahim Efendi, yaşadığı hayatı boyunca hep inancının mücadelesini vermiştir.

Şeyh Muhammed Sırrı Efendi, Şeyh Şahabeddin Efendi, Horasan Çamurlulu Şeyh Hacı Hasan Efendi, Göynüklü Molla Ahmed Efendi ve Malazgirtli Muhammed Emin Efendi gibi büyük insanları da yetiştiren Şeyh İbrahim Efendi’ye yaşadığı dönemde bölge haklı hep saygı ve hürmet göstermiştir. Tasavvuf sahasında derinliği ile bilinen Şeyh İbrahim Efendi’nin çok sayıda kerametleri olduğu halk tarafından anlatılır.

TAM 27 YIL TOPRAK ALTINDA ÇÜRÜMEYEN CESET

Bu arada vefatından sonra Şeyh İbrahim Efendi Hz. İle ilgili anlatılan hadisleri nakletmekte fayda görüyoruz.

1926 yılında Manisa Demirci’ de vefat eden ve aynı yerde defnedilen Şeyh İbrahim Efendi’nin kabri Demirci’deki dostları tarafından türbe haline getirilmiş ve yıllar boyu daima ziyaret edilmiştir. 1954 yılında türbenin bulunduğu yerden yol geçeceği gerekçesiyle türbenin başka tarafa nakli gerekir. Bu olay yıllar önce Şeyh İbrahim Efendi’nin sürgünde bulunan [Madraklılı (Geçit Köyü) Selim bey ile Söylemezli Agit Efendi’ye] arkadaşlarına dediği “Endişe etmeyin siz yakında evinize dönüp ailenize kavuşacaksınız. Ben de geleceğim ama ne zaman ve nasıl geleceğimi söyleyemem.” sözünü doğrulamıştır. Demircili dostları türbenin başka bir yere nakli için oğlu Şeyh Abdulkuddüs Efendi’den müsaade isterler. Ancak babasının cesedini Erzurum’a nakletmek istediğini söyleyen oğlu, hemen Demirci’ye hareket eder. Oğlu ve kalabalık bir cemaat topluluğu kabristanı açarlar ve hayretler içinde görürler ki daha bir saat önce defnedilen ceset gibi en küçük bir çürüme dahi yok.  Yirmi yedi yıl toprak altında yatan Şeyh İbrahim Efendi’nin kefeninde dahi en ufak bir leke, çürüme ve bozulma yok. Hatta yıkanırken taranan sakalları dahi bozulmamıştır. Ceset bir tabuta konularak Erzurum’a getirilir. Olay gerek Demirci’de ve gerekse Erzurum’da çok büyük bir yankı uyandırır. Ancak cenazenin teşhirinin büyük bir izdihama sebep olacağı düşüncesi ile yalnızca vali, şehrin ileri gelenleri ve aile efradı tarafından ziyaret edilir. Kendi halifesi ve mürşidinin oğlu Taşkesenli Şeyh Muhammed Sırrı Efendi’nin nezaretinde büyük bir cemaatle Erzurum Taşkesen köyünde defnedilir.

Şeyh Zeki Taşkesenli Hocaefendi bir hadiseyi şöyle anlatır: “Dedem, Şeyh İbrahim Efendi, Erzurum Numune Hastanesi’nde hasta yatarken küçük kardeşi ve mürşidi Molla Hüseyin yanında refakatçi kalıyordu. Şiddetli bir deprem olur ve herkes kaçışmaya başlar. Bu arada Şeyh İbrahim hasta olduğu için Molla Hüseyin’e “Molla sen de kaç kendini kurtar.” deyince (Molla Hüseyin her haliyle çok cesur, atılgan bir insandı.) “Ben sizi bu hasta halinizle bırakıp şuradan şuraya gitmem.”  karşılığını verir. Bu hal karşısında Şeyh Efendi : “…Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Her türlü hareketinizde dürüst davranın. Çünkü Allah dürüstleri sever.” mealindeki ayeti kerimeyi okur.

Bir defasında da Bediüzzaman Said-i Nursi Erzurum’a gelmiştir. Şeyh İbrahim Efendi, küçük kardeşi Molla Hüseyin’in kanser (Pençşir) hastalığına yakalanmasından dolayı mürşidi Şeyh Ahmed Efendi’nin; Üç Kümbetler mevkiindeki evinde misafir bulunuyordu. Bediüzzman, şeyhin ziyareti için haberci gönderir. Şeyh Efendi, böyle bir ziyaretten memnun olacağını ifade eder. Bediüzzman’ın geleceğini duyan Molla Hüseyin, biraz kızgınlık birazda sitemle: “Buraya geldiğinde kendisine; Sultan Abdulhamit Han’ın halli’ne  (Tahtan indirilmesine) neden cevaz verdiğinin hesabını soracağım.” der.” Şeyh, misafire karşı kırıcı olmamasını, böyle bir davranışta bulunmaması gerektiğini anlatırsa da Bediüzzman eve geldiğinde Molla Hüseyin bu durumu münasip bir lisan ile Hazrete sorar. Bediüzzman Said-i Nursi de: “ O Said öldü. Karışınızdaki yeni Said’dir.” şeklinde cevap verir. (Hadiseyi o mecliste hazır bulunan Şeyh Ziyaeddin Efendi’nin damadı Hacı Zahit Bey nakletmiştir.) Molla Hüseyin yakalandığı amansız kanser hastalığından kurtulamayarak 20 Rumi 1240’da vefat eder. Şeyh İbrahim Efendi’nin tek oğlu Abdulkuddus Efendi’dir, dört tane de kız çocuğu olmuştur.

Not: Fuad Taşkesenligil’in “Silsile-i Âliye’nin Taşkesenli Halkası” isimli kitabından alınmıştır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort