Gülzâr-ı Hâcegân
ALİ YAKUB CENKÇİLER

ALİ YAKUB CENKÇİLER
(1913-1988)
Cenabı Hakk’ın kulları hakkındaki takdiri, onların alınlarına yazdığı yazı ancak yaşanarak anlaşılabilen bir mefhumdur. İnsanların nerede doğup, nerede vefat edeceği; ömrü boyunca kimlerle münasebette bulunacağı; hem kendisine hem de insanlığa faideli olup olamayacağı ve daha neler neler… Bunların her biri cevabı ancak yaşandıkça alınabilen sorulardır.
Merhum Ali Yakub Hocaefendi’nin hayatı da oradan oraya hicretler, sıkıntı ve meşakkatli günlerle birlikte dostluğun, arkadaşlığın, sohbetin, ilmin ve onun gönül moralini hep yüksek tutan daha nice güzelliklerle beraber gelip geçmiş. Kosova eyaletinin Gilan kasabasında başlayıp İstanbul’da nihayete eren koca bir ömür. Kendileri hakkında araştırma yaparken İnkişaf Dergisi’nde adına yazılmış bir yazının nüshası geçti elimize. Abdullah Kargılı Beyefendi şu cümleleriyle hadiseyi gayet güzel ifade etmiş:
“Ulema Allah Resûlü’nün (sav) hem sünnetine hem de çilesine varis oldu. Onlar ne sıkıntılar çektiler. ‘Fukaha’ kelimesi ile ‘Fukara’ birbirine kardeş oldu. Kimi okuyabilmek için evinin tahtalarını söküp sattı, kimi diyar diyar dolaştı, kimi geceleri gündüzlere birleştirdi, kimi zindanlarda ruhunu teslim etti.”
1913 yılında Gilan kasabasında dünyaya gelen Hocaefendi’nin ailesi ilme intisab etmiş bir ailedir. Adını aldığı dedesi Yakub Efendi Niş Medresesi’nde, babası Hafız Hüseyin Efendi de Fatih Medresesi’nde eğitim görmüştür. İlk tahsilini dünyaya geldiği bu kasabada alırken bir taraftan da ailesinden Kur’ân-ı Kerim ve temel dini bilgileri öğrenmiş. On bir yaşında iken Gilan medreselerinde eğitimine başlamış Kadri Efendi ve Abdurrahman Efendiler’den temel medrese ilimlerini öğrenirken, kendini zamanın şartlarına uygun olarak yetiştirme gayreti ile de çevresindeki bazı hocalardan Fransızca, belagat ve Türk Edebiyatı’na dair dersler aldı. 1928’de tekrar resmi okula dönerek iki yıl boyunca ortaokula devam etti. 1931 yılında Mekteb-i Nüvvâb (Osmanlı Devleti’nde kadı vekili yetiştiren okullardır.) imtihanını kazandı, bir yıl sonra babasının vefatıyla bir müddet ara vermek zorunda kalsa da üç yıl boyunca bu okula devam etti.
1936 yılında Ezher imtihanlarını kazanıp Mısır’a gitmiş ve Usûlüddin Fakültesi’ne kaydını yaptırmış. Bu gidiş hayatında derin izler bırakan insanlarla tanışmasına vesile olmuştur. Bunlar arasında Osmanlı Devleti’nin son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’yi, cihanşümûl devletimizin son dönemindeki değerli âlimlerinden olan Zahid Kevserî Hocaefendi’yi ve Yozgatlı İhsan Efendi’yi, şair ve mütefekkir Ali Ulvi Kurucu’yu, eski milletvekillerinden Mustafa Runyun’u, İhvân-i Müslimîn hareketinin kurucusu Hasan el-Bennâ’yı saymak mümkündür. Bu çevreyle oluşturduğu arkadaşlık bağıyla hem yalnız kalmamış, hem de tek tek onların ilimlerinden, ahlaklarından, sohbetlerinden, güzel hasletlerinden istifade etmişlerdir.
Merhum Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi ile ayrı bir münasebetleri ve arkadaşlıkları varmış mübareğin. Hocaefendinin ifadesiyle “Yedikleri içtikleri ayrı gitmez.” imiş. Hele Ali Yakub Hoca’nın zemzem niyetiyle içtiği gaz-yağı meselesi hem herkes tarafından bilinen meşhur bir hadise olmuş hem de öğrencilik ortamlarını ve samimi arkadaşlarını gözler önüne seren bir vakıa olarak hafızalara kazınmıştır. Belki tamamını anlatmak mümkün olmasa da bir kısmını nakletmek istiyoruz burada:
“Ali Ulvi Kurucu’nun gazyağı tenekesini görünce içindekini sorar Ali Yakub Hoca. Rahmetli Kurucu da aralarındaki samimiyete dayanarak şaka yollu “Zemzem!” deyiverir. Bu cevabı alınca hem Mısır’da, yanıbaşında böyle çok zemzem bulunmasına şaşırır hem de hemen bir bardak içmek için can atar. Bulduğu ilk bardağı Ali Ulvi Hoca’ya uzatır ve doldurulan bardağı dur demeye kalmadan duasını yaparak zemzem niyetiyle içiverir.
İş işten geçmiştir ama gazyağı içtiğini fakat önemli olanın niyet olduğunu, bunun için de Allah’ın izniyle zemzem içme ecrine nail olacağını kendisine söyleyiverirler. O da “Hadi, hayırlısı Allah’tan!” deyip gider.
Bir kaç gün sonra heyecenla Ali Ulvi Kurucu’ya gelip; “Senin verdiğin o taklid zemzem gençliğimden beri devam edegelen hastalığımı geçirdi vallâhilazîm...” der. Hadiseyi anlattıkları Mustafa Sabri Efendi ise:
“Ali Yakub Efendi, ben senin veli olduğunu bilirdim de kibarı evliyaullahtan, büyük velilerden olduğunu bilmezdim. demek hastalığın geçti. Ey canım iman büyük nimettir, büyük servettir.” buyurmuştur.
Kendisinin ahlakî üstünlük anlatmakla bitmez. Hadiseler karşısındaki temizliği, saflığı, ilmi derinliği, müslim/gayrimüslim demeden herkese karşı gösterdiği merhameti, öğrendiklerini taliplilerine aktarma gayreti, ilim ehline hayranlığı sahip olduğu meziyetlerin sadece bir kısmıdır.
Merhumun, Mustafa Sabri Efendi’ye de çok hizmetleri olmuştur. Şeyhülislamın yaşı ilerlediğinden elleri titremekte, bu haliyle yazmakta olduğu “Mevkıfu’l-Akli ve’l İlmi ve’l Âlemi min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Mürse-lîn” adlı dört ciltlik kitabı matbaa çalışanlarınca okunamadığından basılamamaktadır. Bu durumdan haberdar olan Ali Yakub Hocaefendi büyük bir fedakarlık ve azimle eseri baştan sona yazarak hem tamamına muttali olmuş hem de eserin basılarak âlem-i İslam’ın istifadesine sunmuştur.
Bugünlerde, özellikle son devir genç nesilden pek anlaşılamasa bile Yakub Cenkçiler Hoca’nın doğup büyüdüğü topraklarda Osmanlı hayranlığı/sevgisi fevkalâdedir. Bu bağlılığın en büyük nedeni Cenabı Hakk’ın kendilerine bahşettiği iman sermayesinin Osmanlıların vesilesiyle ellerine geçmiş olmasıdır. Bu yüzden onlara olan borçlarını asla ödemeyeceklerini düşünürler. Hatta bu mefkûre onlara öylesine hâkimdir ki o topraklarda Müslümanlıkla, Osmanlı Hanedanı’nın ve tebaasının genelinin etnik kökenini ifade eden Türklük kavramı birbirinin yerine kullanılmaya başlamıştır. Kendisi ile yapılan bir röportajdaki ifadeleri aynen şöyledir:
“Meselâ bir Arnavut, Müslümanlığını bildirmek istedi mi, ‘Elhamdülillah Türküz!’ derdi. Hoca kalkar, burada yirmi sene tahsil etmiş, vaaz ederken, ‘Türklüğün şartları otuz üçtür.’ şeklinde konuşur; ‘Allah Türklükten ayırmasın!’, ‘Allah canımızı Türk olarak alsın!’ der. Adam meselâ Müslüman değil, Sırplı. O bile kendisinin Türk olduğunu söyler. Hicazlı bile Türk olarak bilinir. Bizim zamanımızda Müslüman için Türk kelimesi kullanılırdı. Biz yalnız kitap okurken, ‘Din-i İslâm’ın şartları otuz üçtür.’ derdik. Halk bir kelime Türkçe bilmezdi ama ‘Allah’a şükür Türküm!’ derdi. Azizim, öyle adamlar vardı ki Sultan Abdülhamid’in adı geçtiğinde, emin olun, ayağa kalkarlardı.”
1946 yılında Mısır’da Merkez Kütüphanesi’ne memur olarak çalışmaya başlamış ve on bir seneye yakın hizmet vermiştir. Çoğu Türk’ten daha düzgün ve bir yabancı olduğunu hissettirmeyecek kadar fasih ve beliğ Türkçesi, bununla birlikte Osmanlı Devleti ve onun nesline duyduğu derin muhabbetin neticesinde Mısır’ın Türkiye sefaretinde mütercim olarak çalışmaya başlamıştır. Ancak büyükelçilikteki yoğun bürokrasi ve sefirin işgüzarlığı, kendisine yüklediği aşırı iş yüzünden bir müddet sonra istifa etti.
Kısa bir süre sonra İstanbul’a taşınmış ve bir müddet işsiz kaldıktan sonra Müslüman şahsiyetleri ile tanınmış Topbaşların iş yerlerinde muhasebeci olarak çalışmaya başlamıştır. Bu arada da Fâtih, Mesih Paşa ve Emîr Buhârî camilerinde İhyâ’ü Ulûmi’d-dîn, Ede-bü’d-dünyâ ve’d-dîn, Medârikü’t-Tenzîl ve Dîvânü’l-Müte-nebbî gibi eserleri okuttu. Ayrıca 1976 -1980 yılları arasında Diyanet İşleri Başkanlığı Haseki Eğitim Merkezinde tefsir, kelâm ve belagat dersleri verdi. Evinde de orta ve yüksek öğrenim gençliğinden isteyenlere ve kendisinin ilmi aşkı, şevki gördüğü talebelere özel dersler vererek birçok talebe yetiştirdi.
Hayatını ilme, irfana ve din hizmetine adayan bu insan için ahir ömründe talebe yetiştirmekle meşgul iken Mayıs 1983 yılında geçirmiş olduğu kısmî felç hizmetlerine ister istemez sekte vurmuştur. bu felç ve ilerleyen yaşının getirdiği hastalıkların neticesinde beş yıl sonra, 22 Mayıs 1988’de rahmeti Rahman’a yürüdü.
Cenabı Hak onlardaki şevk, gayret ve hizmet aşkından bizlere de lütfedip, bizleri dostlarından ayırmasın inşaallah...
Bu ayki yazımızı hatırlarken zahidan.blogcu.com, iskenderpasa.com, kitapelinizde.com, analitikbakis.com ve Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı “Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-1” kitabından adreslerinden istifade ettik. Mevla-i Müteal Hazretleri emeklerini zayi etmesin inşaallah. Kendisi hakkında daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularımıza Necdet Yılmaz tarafından hazırlanan “Ali Yakub Cenkçiler Hatıra Kitabı”na bakmalarını tavsiye ederiz.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
TÂHİRÜ’L-MEVLEVÎ [TAHİR ONGUN]

İnsanların bütün yaşamlarının anlayışları doğrultusunda şekillendiği muhakkaktır. Cenabı Hak ayeti kerimede; “Rabbi zidnî ilmen ve fehmen ve elhıknî bi’s-sâlihîn- Rabbim! İlmimi ve anlayışımı artır ve beni, salih kimseler arasında kıl!” buyurarak anlayışın önemini bir kez daha hatırlatır adeta. Anlayış çok önemli ancak unutmamak gerekir ki en önemli etkenlerinden bir tanesi, hatta başlangıç noktası da aidiyetle alakalıdır. İnsanın anlayışı tâ oradan başlar.
Merhum Tahir Ongun Hoca’nın da kendisini nisbet ettiği, o ailenin bir ferdi gibi gördüğü ve hayatını oradan beslenişine göre şekillendirdiği daire –adından da anlaşılacağı üzere- Mevlevî ailesidir. Daha çocuk denilecek yaşta intisab ettiği bu kapıdan vefatına kadar ayrılmamış ve bu tesir yapmış olduğu her işte görülmüştür.
1877 yılında İstanbul’da başlayan ve 1951 yılında yine İstanbul’da nihayete eren bir hayat. Hac farizası ve birkaç resmi vazifenin haricinde belki de hiç İstanbul’dan çıkmamış. Padişahın yazı hocası Tahir Efendi’nin torunu, saray görevlileri olan Mustafa Safvet Efendi ve Emine Emsal Hanım’ın çocukları olan Tahir Ongun, bu güzel şehirde, ailesinden de aldığı terbiyenin de etkisiyle tam bir İstanbul beyefendisi olarak yetişmiştir.
İlköğrenimini mahalle mektebinde gördükten sonra Gülhane Askeri Rüştiyesi’ni bitirip Askeri Kâtipler Mektebi’nde okudu. Henüz on beş yaşında iken memurluğa başladı. Ancak iş güç sahibi olup dünya meşgalesinin artması da ondaki ilim ve irfan aşkını köreltmemiş aksine fırsat bulduğu her an kendisini uhrevi sahada da geliştirmeye gayret etmiştir. Hem askeri dairede memurluk yapıyor hem de Fatih Camii imam-hatibi müderris Mehmed Efendi ve Mesnevîhan Selanikli Mehmed Esad Dede Efendi’den Mesnevi dersleri alıyordu. Çok zeki olması ve kısa zamanda işin hakikatini kavraması hasebiyle kendisine Mesnevîhanlık icâzetnamesi verilmiştir. Bu derslerden aldığı manevi zevk sebebiyle daha on yedi yaşında iken Yenikapu Mevlevîhanesi’ne gidip şeriate ve tarikate sıkı sıkıya bağlı, ilme ve musikîye müstak Şeyh Celaleddin Dede Efendi’ye intisab etmiştir.
İntisabının sonra kısa bir süre içinde -Ertesi gün olduğunu söyleyen akademisyenler var.- Mesnevîhan Esad Efendi ile hac yolculuğuna çıkmıştır. Bu yolculuğunda hem diğer memleketler den gelen Müslümanlarla tanışma ve kaynaşma fırsatı bulmuş hem de dönüşte yanında getirmek üzere Hicaz ve Kahire’den kitaplar almıştır. Belki de bunca emek ve zahmetle elde etmesinden kaynaklanmıştır bilemiyorum ama kitaplarına o derece özen gösterir ve ehemmiyet verirmiş ki; “Kitap insanın sevgilisidir, insan sevdiğini bir başkasına ödünç vermez.” diyerek asla ödünç vermez, en yakınlarına bile bu konuda taviz vermez imiş.
Hac dönüşü bir kitapçı dükkanı açarak kitaplarla olan meşguliyetini artırma ve bu yola gönül vermişlerle hemhâl olma fırsatı yakalamıştır. Bu arada Resimli Gazete’yi çıkarmaya başlamış, ancak daha ilk sayısında kapak kısmına koyduğu Mevlevî sikkesi yüzünden gazete kapatılmıştır. Yapmış olduğu işe bu şekilde devam edemeyeceğini anlayan Tahirü’l Mevlevî –anne ve babasının eski saray görevlileri olmasının da etkisiyle- tekrar sarayda görev yapmaya başlar.
1901 senesinde öğretmenliğe başlar. Çeşitli okullarda Farsça, İslam Tarihi, Türkçe ve Edebiyat hocalıkları yaptı. Darüşşafaka ve Kuleli Askeri Lisesi’nde de görev yaptıktan sonra yaş haddinden emekliye ayrıldı. Memuriyetteki son görevi de Milli Eğitim Bakanlığı Kütüphaneler Müdürlüğü Tasnif Komisyonu’nda oldu ve bu vazifesi vefatına kadar devam etti.
Hocası Selanikli Mehmed Efendi vefatına kadar yaklaşık yarım asır, Fatih Camii’nde Mesnevî okutmuştur. Vefatından sonra Karahisarlı Ahmed Efendi bu derslere Süleymaniye Camii’nde devam etmiş, Ahmed Efendi’den sonra da “Mesnevîhanlık” vazifesi Tahirü’l-Mevlevî’ye tevdî edilmiş, kendi 1923-1925 yılları arasında haftada bir gün olmak üzere derslere devam etmiştir. 1948 senesinde bu görev tekrar kendisine verilmiş; önce Süleymaniye, daha sonra da Fatih Camii’nde vefatına kadar bu derslere devam etmiştir. Kendisinin kırk küsur eseri içerisinde en çok bilineni ve en kıymetlisi olan “Mesnevî Şerhi” de işte bu derslerin notlarıdır. Ne yazık ki tamamlamaya ömrü vefa etmemiş, eseri hitama erdirmek talebesi Şefik Can’a nasip olmuştur.
“Müslümanlıkta İbadet Tarihi, Edebiyat Lügati, Hind Masalları, Medrese-i İslâmiye Talebesine Tarih Hulâsaları, Başlangıcından Tanzimat Devrine Kadar Edebiyat Tarihimize Manzum Bir Muhtıra, Matbuat Âlemindeki Hayatım ve İstiklâl Mahkemeleri, Fuzulî'ye Dair, Müslümanlığın Medeniyete Hizmeti ve Kafkasya Mücahidi Şeyh Şamil'in Gazavatı” eserlerinden sadece bir bölümüdür. Mevlevî tarikatinin usullerine göre çıkarmış olduğu 1001 günlük çile esnasında yazmış olduğu mektupların toplanmasıyla oluşan “Çilehane Mektupları” adlı eser Mevlânâ ve Mevlevîlik hakkında önemli malumatlar içermektedir.
Hayatını Hz. Mevlânâ’nın ruhaniyetinden ve başta Mesnevî olmak üzere onun eserlerinde aldığı ilhamla ilim, irfan, aşk ve muhabbet sütunları üzerine bina etmeye çalışan bu büyük insan; memuriyetten esnaflığa, öğretmenlikten mesnevîhanlığa kadar ifâ ettiği her vazifede insanlara faideli olabilmeyi başarmış ve bir vesile tanışıp kaynaştığı herkes tarafından saygı, sevgi ve takdirle karşılanmıştır. Bu tabloya bakarak; “Allah bir kulunu sevdiği zaman onu bütün kâinata sevdirir.” fehvasınca diyebiliriz ki Tâhirü’l-Mevlevî de Cenabı Hak tarafından sevilen ve O’nun (cc) katında makbul olan kimseler arasındadır. Cenabı Hak şefaatlerine nail eylesin. Merkez Efendi Kabristanı’nda bulunan kabri başındaki lahit taşına şu dörtlüğün yazılmasını vasiyet etmiştir:
Eli boş gidilmez gidilen yere
Rabbim boş gelmedim ben de suç getirdim
Dağlar çekemezken o ağır yükü
İki kat sırtımla pek güç getirdim
Bu ayki yazımızı hazırlarken abdera.com, rumimevle-vidergisi.blogcu.com, yasamoykusu.com ve merhum Şefik Can’ın hocası hakkında yapmış olduğu söyleşiden istifade etmiş bulunuyoruz. Cenabı Hak emeği geçenlerden ebediyen razı olsun.
HACI VEYİS-ZADE MUSTAFA SABRİ KURUCU

Şair ne güzel de söylemiş:
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Ezel ile ebed arasında adeta bir mola yeri olan şu fani dünyadan kimler geldi, kimler geçti; saymanın bile mümkünü yok... Ama kimileri var, isimleri öylesine hafızalara kazınmış ki onları da unutmak kâbil değil. Merhum Hacı Veyis-zâde Hocaefendi de ismi onu tanıyan herkesin gönlüne nakış nakış işlenmiş bir kimse. Konya deyince akla gelen en önemli simalardan bir tanesi.
Bize ayrılan bu sayfada bu ay kendisine yer vermemizin öncelikli sebebi elbetteki ilmi, irfanı, ahlakı, gayreti, hizmeti hatta belki burada saymanın mümkün olmayacağı birçok meziyetiyle hem kendi zamanındaki insanlara hem de daha sonra gelecek nesillere örnek teşkil etmiş nadir insanlardan bir tanesi olmasıdır. Çünkü köşemiz “hayırlı insanların” tanınması ve tanıtılması maksadına hizmet etmeye çalışmaktadır. Fakat bununla birlikte bizim için farklı bir sebeb daha vardır ki bunu ifa ile kendimizi bir vefa borcunu da yerine getirmiş addedeceğiz.
Malum, Mustafa Sabri Kurucu Hocaefendi, geçen ay rahmeti Rahman’a kavuşan merhum Tahir Büyükkörükçü’nün de hocalarından bir tanesidir. Ancak aralarındaki ilişkinin sıradan bir öğretmen-öğrenci ilişkisinin çok üstünde, bir birine sımsıkı rabt olmuş iki gönlün, muhabbet tezahürlerinden ibaret olduğunu söylemek yanlış bir kanaat olmasa gerek. Çünkü merhum Tahir Hocaefendi hemen her sohbetinde kendilerini hasretle yâd eder ve onun büyüklüğünü anlatmaktan büyük zevk duyardı. Biz de zaten hayatını işleme niyetinde olduğumuz Hacı Veyis-zâde Hocaefendi’yi, onu hiç dilinden düşürmeyen, adeta kendisiyle sürekli beraber olan talebesiyle ayırmadan, ard arda işlemeye karar verdik, Mevlâm muvaffak buyursun inşaallah.
1889 yılında Konya il merkezine bağlı Şatır köyünde dünyaya gelen hocaefendi, ilk eğitimini babasından aldı. Babaları Hacı Veyis Efendi ise önce kendi köylerinde, daha sonra da Konya merkezde okuyarak ilim tahsilini Aladağlı Hacı Ahmet Efendi’den tamamlayıp icazetini alıp müderris olarak yüzlerce talebenin yetişmesine vesile olan değerli bir âlimdir. Çok küçük yaşlardayken babasının da hafızlığını yaptığı Bekir Efendi’nin kontrolünde hıfzını tamamlayan Mustafa Efendi de medreseye devam etmiş ve henüz on sekiz-on dokuz yaşlarındayken hocalarının önünde verdiği imtihanı kazanarak icazet almıştır.
Kendisini hem uhrevî hem de dünyevî ilimlerde yetiştirme gayreti içersinde olan Hocaefendi zamanının meşhur hocaları olan Zeynelabidin ve Ahmet Ziya Efendiler’den, Hesap, Hendese, Kozmoğrafya gibi müspet ilimler de tahsil etmiştir. Bunlarla birlikte manevî beslenmesini de ihmal etmeyip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz’in halifelerinden Muhammed Kudsî el-Bozkırî Hazretleri’nin (Memiş Efendi) oğulları Muhammed Bahaüddîn Efendi’den de tefeyyüz etmişlerdir.
Ziya Efendi ve kardeşlerinin birlikte kurdukları Islâh-i Medâris adlı medresede henüz yirmili yaşlarının başında müderris olarak birçok talebenin yetişmesine katkıda bulunmuşlardır. Tabi onlar için mekanların pek de önemi yok. Gönüllerinde bu neşe durduğu sürece ne olursa olsun hizmetten geri kalmayı hiç düşünmemişler. Onun içindir ki medreseler kapatıldıktan sonra bile taliplilerine, bildiklerini her fırsatta aktarmaya gayret etmişlerdir. mereseler lağvedilince o dönemde müderris olan diğer hocaefendiler gibi kendisi de imam-hatib olarak görevlendirilmiş ve ilk olarak Aziziye Camii’ne vazife yapmaya başlamışlar.
1950’li yılların başında İmam-Hatib liselerinin açılmasına müsade eden kanun değişikliği ile yurdun dört bir yanında başlayan seferberliğin Konya’daki öncülerinden bir tanesi de Hacı Mustafa Efendi olmuş, topladığı bağışlar, yönlendirdiği hayırseverler dışında inşaatı sırasında bizzat çalışarak herkese örnek olmuş, bittikten sonra da köy köy dolaşarak okula öğrenci toplamıştır. Hatta bununla da yetinmeyerek “Hocam bunca emek verdiniz. Bir derse de siz girseniz de talebeler sizin ilminizden de mahrum kalmasa!” teklifi üzerine “Elbette! Bir değil beş derse gireceğim inşaallah!” cevabıyla himmetinin yüceliğini bir kere daha göstermiştir.
En yakın dostlarından bir tanesi de Konya’nın başka bir kıymetlisi Ladikli Ahmed Efendi Hazretleri’dir. Karşılıklı olarak sıkça ziyareti adet edinen bu iki dost, gıyaplarında da duayı eksik etmez ve birbirlerinin meziyetlerini anlatmaktan geri durmazlardı. Nitekim merkez imam-hatib lisesinden kendisini ziyarete gelen talebelere, Ahmed Efendi Hazretleri mevsimi olmayan, hatta onların daha önce görmedikleri meyvelerden ikram ederek; “Bunları Hızır Aleyhisselam getirdi. Bana gelmeden önce de hocanız Hacı Veyis-zâde’ye uğradı.” buyurarak onun manevi halleriyle ilgili ufak da olsa ipuçları vermiştir.
Yaşantısındaki güzellikler ve takvası adeta dillere destandır. Okuldayken bile dersleri arasında bir boşluk varsa abdestini tazeleyip nafile namaz kılmak için mescide gittiğine öğrencileri çok şahit olmuştur. Tatlı dili, yumuşak huyu, güler yüzü onun yediden yetmişe tüm Konyalılar tarafından sevilmesine vesile olmuştur. Sokakta karşılaştığı herkese büyük küçük, genç yaşlı demeden selam verir, esnaf onunla selamlaşmak için dükkan önlerinde beklerlermiş.
Hayatta iyi ya da kötü her şeyin bir sonu olduğu gibi bu güzel ömürde sona yaklaştığının sinyallerini öncelikle hastalıklarla vermiş. Vefatına yakın zamanda kendisinde şeker hastalalığı peyda olmuş, fakat o; “Hamdolsun Rabbimiz’e ki hastalığımızı bile şekerden verdi.” diyerek tevekkülden bir an geri durmamıştır. 5 Şubat 1960 Cuma gününe gelindiğinde ise şiddetlenen rahatsızlığı nedeniyle Hakk’a yürümüş, dudaklarından dökülen son cümle “Çare tükendi, imdadımıza yetiş ya Resûlallah!” olmuştur.
Cenabı Hak cümlemizi yoluna adanmış bu ömürler uğruna mağfiret buyurup sırat-i mustakîmden ayırmasın.
Not-1: 5 Mart 2011 Cumartesi günü vefat eden muhterem Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’ye bu vesile ile tekrar Allah’tan rahmet diliyor, elli yılı aşkın bir süre kürsülerden seslenip insanları uyandırmaya çalıştığı gaflet uykusundan gözlerimizi açarak bu din-i mübine hizmet edebilmeyi Mevlâ-i Müteâl Hazretlerin’den diliyoruz. Rabbim şefaatlerine nâil etsin.
Not-2: Bu ayki yazımızı hazırlarken diyanethaberler.-com, ihvanforum.org, kenthaber.com, ladikliahmetaga.com ve veyis.blogcu.com adlı adreslerden istifa etmiş bulunmaktayız. Rabbim emeği geçenlerden razı olsun.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
ABDURRAHİM KARAKOÇ

Bu köşede, yaklaşık iki senedir, yakın tarihimizde yaşamış, imanları, ahlakları, yaşantıları ve vücuda getirdikleri eserleriyle özellikle genç neslin, fikir dünyalarına ışık tutmuş olan kişilerin hayatlarına yer vermeye çalıştık. Bunların içinden birçoğu dünyasını değişmiş (Allah kendilerine rahmet eylesin.), ancak Rasim Özdenören, Sezai Karakoç gibi kimi isimler de Rabbimizin kendilerine verdiği ömürle aramızda olmaya ve bizlere yol göstermeye devam etmektedirler. Cenabı Hak onlara da hayırlı uzun ömürler versin.
Bunlar içersinde, Abdurrahim Karakoç’un bizim için farklı bir yeri var. Çünkü hayatta olanların içerisinde de bir tek onunla görüştük ve kendisine merak ettiklerimizi sorma imkânı bulabildik.
Anadolu insanı deyince hemen hepimizin zihninde olumlu bir tip şekilleniverir. Bütün hayatını sâfiyet içerisinde çalışarak dürüstçe geçirmeye çalışmış, Cenabı Hakk’ın kendisine bahşettiği iman nimetini, yine aynı durulukla muhafaza için var gücüyle gayret etmiş bir insandır o. Yardımseverliği, iyi niyeti ve belki de burada sayamayacağımız bir sürü meziyeti vardır onun.
Nedendir bilmiyorum ama onu ilk gördüğümde birden bu düşünce geldi aklıma. O, tam bir “Anadolu insanı” dedim kendi kendime. Elinde tesbihi çayını yudumlarken ettiği sıcak sohbet sayesinde biz de rahatladık ve sormak istediğimiz her şeyi rahatça sormaya başladık.
1932 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde dünyaya gelmiş. İlkokulu bitirdikten sonra bir müddet çiftçilik, marangozluk gibi işlerde çalıştıktan sonra, 1958 senesinde belediyeye muhasebeci olarak girmiş ve emekli olana kadar burada çalışmış. Bugün üniversite okumadan bir şey olunamayacağını, bir yerlere gelinemeyeceğini düşünen diploma meraklılarına ibretlik bir örnektir o. Çünkü bizim bildiğimiz manada bir okuldan mezun değil. Fakat o kadar çok okumuş ki, kendi ifadesiyle; “Daha on sekizine gelmeden, o zamanlar Türkiye’de bulundurulması bile yasak olan birçok kitabı okumuş.” Bugünkü yazılarından ve ortaya koyduğu eserlerden anlaşılıyor ki okuduğu kitapların yelpazesi gayet geniş. Çünkü hemen her konu hakkında yazabiliyor ve yazdığı her şeyin arkasında cesurca durup onları sağlam temellere oturtabiliyor.
1984 senesinde emekli olduktan sonra çocuklarının okulu için Ankara’ya göç etmiş ve bu tarihten itibaren çeşitli gazetelerde günlük yazılar yazmaya başlamış. Kendi çıkardıkları Gündüz isimli günlük gazetenin kapanmasından sonra da Vakit Gazetesi’nde yazılar kaleme almaya başlamış. Önceleri haftada beş gün yazı yazan Karakoç, şimdi ise üç gün yazmaya devam etmektedir.
Ailece şair olduklarını söylemek mümkündür. Dedesi, babası, kardeşleri de şair. Bunların yanında biz biliyoruz ki Kahramanmaraş’tan Necip Fazıl Kısakürek, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Rasim ve Alaaddin Özdenören kardeşler gibi birçok şair ve edebiyatçı yetişmiş. Bunun sebebi sorulduğunda da; “Bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor.” diye mütevazı bir cevap vermiş. Bu manada, kendi zamanından birçok kimsenin ilgisizlikten körelip gittiğini dile getiren Karakoç, kendi gelişmesini de “Sağolsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, 'bilimsel' cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar vs. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum. Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular.”cümleleriyle açıklar.
Gazetedeki köşesinde yazılarının başına koyduğu dörtlüklerin haricinde artık şiir yazmadığını ifade eden şair, her şeyin kararında bırakılması gerektiğini söylüyor. Çünkü vakti gelince bırakmadıkları için nice büyük şairin adeta tekerleme yazar duruma geldiklerini üzülerek ifade ediyor.
Yaşı itibariyle canlı bir tarih sayılır Abdurrahim Karakoç. 27 Mayısı 1960’ı, 12 Mart 1971 Muhtırasını, 12 Eylül 1980 darbesini, 28 Şubat’ı bizzat yaşamış ve gerek bu dönemlerde yazmış olduğu yazılar sebebi ile gerekse de diğer zamanlarda dile getirdikleriyle hakkında birçok dava açılmıştır. Birinci dereceden akrabaları arasında avukatların bulunmasına rağmen, bu otuzu aşkın davaların hepsinde kendi kendini savunmuş ve yalnız bir sefer, o da “davacının onurunun korunması(!)” gerekçesiyle cüz’î bir tazminata mahkûm edilmiştir. Bir ara politikaya da girip ayrılan yazar, niçin girip, niçin ayrıldığını bir röportajda şöyle cevaplandırıyor: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım.”
1958 yılına kadar yazdığı ve iki kitap oluşturabilecek hacimdeki bütün şiirlerini yakmış. Sadece bu tarihten itibaren yani takriben elli yıldır elinden kalem düşmeyen Abdurrahim Bey’in on dört tane şiir, iki tane de nesir kitabı vardır. Bunların birçoğu da baskı üzerine baskı yenilemiş, son dönemde pek çok kimseye nasip olmayan bir teveccühle karşılaşmıştır. Bunlar; Hasan'a Mektuplar (1965), El Kulakta (1969), Vur Emri (1973), Kan Yazısı (1978), Suları Islatamadım(1983), Beşinci Mevsim(1985), Dosta Doğru, Akıl Karaya Vurdu (1994), Yasaklı Rüyalar(2000), Gökçekimi (2000), Gerdanlık-I (2000), Gerdanlık-II (2002), Gerdanlık-III (2005),Parmak İzi (2002) adlı şiir kitapları ve Düşünce Yazıları, Çobandan Mektuplar adlı nesir kitaplarıdır.
Görüşmemiz sırasında sorduğumuz her soruya samimiyetle cevap veren, bildiklerini bizlerden esirgemeyen Sayın Abdurrahim Karakoç’a teşekkür ederek yazımı noktalamak isterim. Cenabı Hak kendilerine hayırlı ve uzun ömürler versin.
Not: Bu ayki yazımızı hazırlarken antoloji.com sitesinden de istifade etmiş bulunuyoruz.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
ALİ ULVİ KURUCU

Söze başlamadan önce onun insancemiyet ilişkisine bakışını aktarmak, hayatında nelere değer verdiğini, neleri ön sıralara yerleştirdiğini göstermek için, vefatından hemen önce; kızına vasiyet olarak söylediği şu cümleleri aktarmak isterim:
“Kızım, insan sadece şahsî hedef ve gayelerini ön planda tutarak yaşarsa vefatıyla hatıralardan silinir. Cemiyet, millet ve fikirleri uğruna yaşayanlar, ölseler de gönüllerde kalıcıdırlar. Gözler hep onları arar ve özler. Kim severek yaşarsa sevilerek ayrılır ve unutulmaz.”
Evet, kendi heva ve hevesini bir kenara itip, genelde insanlığın özelde ise Müslümanların selameti, hayrı ve yararı için çalışabilenlere ne mutlu. Çünkü onlar hayatlarını bu uğurda vakfedebilmiş kutlu insanlardır. Merhumun yukarıda aktardığımız pasajda da buyurduğu gibi bu vakıf insanları asla unutulmaz ve vakfedilen her şey gibi kıyamete kadar onlardan istifade edilir.
Nitekim İslam tarihine bakıldığında insanlığın hizmetine kendilerini adayanlar hiç unutulmadıkları görülür. Hz. Âdem’den Efendimiz’e, hususen de Efendimiz’den günümüze kadar gelen insanlar içerisinde adeta yüreklere kazınan şahsiyetler vardır. İsimleri anılmasa da yapmış olduğu hizmetler kıyamete dek unutulmayacaktır. Bunlar gerek Kur’an-ı Kerim’de gerek tarih kitaplarında hep zikredile gelmiştir ve bugünden sonra da kıyamete kadar unutulmayacaktır Allah’ın izniyle…
1920’de Konya’da dünyaya gelen Ali Ulvi Kurucu, ilk ve orta öğrenimini de burada tamamlar. Hem okuyup hem de Kur’an hıfzını bitiren üstad, bir taraftan zamanın gerektirdiği şekilde eğitim ve öğretimini sürdürürken, diğer taraftan da kendisine her iki âlemde de fayda verecek olan dini eğitimini tamamlıyor ve tâ o zamanlardan çok yönlü bir insan olmanın temellerini atıyordu. 1938 yılında ailesi ile birlikte önce Kahire’ye oradan da Medine’ye göç etmişler ve böylece Kâinatın Efendisi ile altmış yıl sürecek olan komşuluklarına başlamışlar.
Yükseköğrenimini o zamanın İslam devletleri nazarında mümtaz bir yere sahip ve bünyesinde çok sayıda değerli âlim barındıran El-Ezher Üniversitesi’nde (Kahire) tamamladı. Buradan mezun olduktan sonra uzun yıllar, Medine Evkaf Dairesi’nin İnşaat ve Sicillat Emini olarak çalıştı. 1953’ten 1975’e kadar Sultan Mahmud’un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi’nde, daha sonra da 1985’te emekli olana kadar Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi’nde çalıştı. Araştırmayı, okumayı-okutmayı seven insanlar için adeta keşfedilmemiş hazineler olan kütüphanelerde çalıştığı yıllarda, ecdad yadigârı birçok kıymetli eser elinden geçmiş, onlardan öğrendikleriyle de yeri geldikçe paylaşmış, böylece her konuda etrafındakileri aydınlatan bir kandil gibi olmuştur.
Medine’ye yerleştikten vefat ettiği tarihe kadar olan süre altmış yıldır. Peygamber şehrinde, Dost’un muhitinde, O’na komşu olarak geçirilen koskoca bir ömür. Toplam yaşamının dörtte üçüne tekabül eden bu süre zarfında Türkiye’yi de ihmal etmemiş, senenin belli bölümlerini Türkiye’de geçirmeye özen gösterirmiş.
Allah dostu, gönül ehli her kâmil gibi çok yüce gönüllü idi. Onun için her insana değer vermeyi, onların ihtiyaçlarını gidermeyi ve onlara hizmet etmeyi de çok severlerdi. Ancak gençlere bir başka önem verirlermiş. Çünkü kendisinin henüz genç olduğu yaşlarda Türkiye’de dini yaşamanın ne kadar zor olduğu, Müslümanların ne denli sıkıntılar çektiği birçoğumuzun malumu. Kur’an öğrenmenin-öğretmenin yasak olduğu hatta Mushafların kıyıya köşeye saklandığı bir döneme rastlar onun en verimli çağları. Ailesi bu sıkıntıları daha fazla çekmiş. Ailesinin ilme ne derece düşkün oldukları, bugün bile Konya’da herkesçe malumdur. Dedesi Hacı Veyis Hocaefendi, ardından amcası Hacı Veyis-zâde Mustafa Efendi o civarın en meşhur âlimlerindendir. Onların Kur’an-ı Kerim için verdikleri mücadele, O zor günlerde insanlara kaça göçe elif-be öğretmeleri, saklanarak besmele çekmeleri, onca engellemeye karşı iman ağacını sulama gayretleri onları muasırları arasında ön plana çıkmışlardır. İşte merhum Ali Ulvi Kurucu gençliğinde bu sıkıntıları gördüğü için, gençlerin üzerine titrer ve onlara; “Sizler benim gerçekleşen rüyalarım, kabul olunan dualarımsınız.” demekten kendilerini alamazlarmış.
O, Allah diyen herkese aynı mesafede durmayı kendisine düstur edinmişti. Hayatında Üstad Bediüzzaman’dan, Hasan El-Benna’dan, Zahid El-Kevseri’den, M. Zahit Kotku Hazretleri’nden, Sami Efendi Hazretleri’nden, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’den, Seyyid Kutub’dan, Seyyid Hasan En-Nedvi’den, Mehmet Akif’den, Kemal Pilavoğlu’ndan, Ömer Nasuhi Bilmen’den ve burada ismini sayamadığımız birçok değerli isimden izler görmek mümkündür.
Yazmış olduğu şiirleri onun iç dünyasına ayna olmuştur. Üslup olarak büyük şair Mehmed Akif’i andıran şiirleri merhumun gönlündeki güzelliklerin, gizli hazinelerin; ilimle, irfanla terennümünden ibarettir. Şiirlerinin toplandığı Gümüş Tül ve Alevler, nesirlerinin toplandığı Gecelerin Gündüzü, hatıralarının toplandığı Bir Ömürden Sayfalar, Medine Notları, Şeyh İbrahim B. İdrîs es–Sünûsî’den tercüme ettiği Asırlar Boyunca Parlayan Nur, Ebu’l Hasen en–Nedvî’den tercüme ettiği Muhammed İkbal eserlerinden bazılarıdır.
Ancak onu bize en iyi anlatan eser hiç şüphe yok ki muhterem M.Ertuğrul Düzdağ’ın hazırladığı, Üstad Ali Ulvî Kurucu-Hatıralar adındaki üç ciltlik eseridir. Bu eser onun özellikle şimdiki gençler arasında tanınmasıyla birlikte adeta onun ilişkide olduğu diğer simalarında ilminden, feyzinden ve anlayışlarından da haberdar olmalarına vesile olmuştur. Çünkü o ahir ömründe, geride kalanların istifadesi için bütün hayatını yanındakilere bir bir anlatarak kaydettirmiştir. Onun için Türkiye’de Allah demenin yasak olduğu dönemlerden, çileli hicretlerine, yukarıda bir kısmının ismini saydığımız zevât-ı muhteremle olan görüşmelerine ve Medine’de görüştüğü, konuştuğu diğer Müslümanlara ait birçok hatıra unutulmamış, günümüz gençlerinin önüne birer kilometre taşı olarak konmuştur.
Ömrünü Medine–i Münevvere’de Peygamber Aleyhisselâm’ın yanıbaşında huzûr ve sükûn içinde geçirmiş, dünyanın her tarafından o nurlu şehre gelen ilim adamlarıyla, saf Müslümanlarla görüşmüş, onları misafir etmekten büyük haz almış olan Ali Ulvi Kurucu, 2002 yılının Şubat ayında rahmet-i Rahman’a yürümüştür. Allah kendisine ve imanla ahirete göçen bütün mümin ve müminelere rahmet eylesin.
Şunu unutmamak gerekir ki; Cenabı Hak hiçbir zamanı, o zamandaki insanları başıboş, sahipsiz, kendi hallerine bırakmamıştır. Onun için bu günün Müslümanları özellikle de gençleri, geçmiş büyüklerin hayatlarını okuyup istifadeye çalıştıkları gibi bugünün nur saçan kandillerini de arayıp bulmalı, onlarla şerefyâb olmaya, kendilerini ve hayatlarını rızaya uygun bir şekle getirmeye çalışmalılar. Gerçi bizi bulacak onlardır fakat bizler de gayretimizle Hak Teâlâ’nın rahmet nazarlarını üstümüze çekmeye çalışmalı, O’nun dostları ile ünsiyet kurabilmek için can atmalıyız.
Hâlık-ı Zü’l-Celal Hazretleri bizleri sevsin, sevdiklerine sevdirsin, sevindirsin inşaallah. Âmin!
Bu ayki yazımızı hazırlarken davetci.com, cemaat.com, biyografi.net, tumgazeteler.com adreslerindeki konumuzla ilgili yazılardan istifade etmiş bulunmaktayız. Yüce Mevla emeği geçenlerden ebediyyen razı olsun.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



