Gülzâr-ı Hâcegân
ZÜBEYİR GÜNDÜZALP

Eskiden orduda görevli subayları alaylı ve mektepli diye ikiye ayırırlarmış. Bir kısmı adından da anlaşılacağı üzere mekteplerde yetişmiş, her türlü bilgi ve beceriyi bu tedris sırasında elde etmeye gayret etmişken; alaylılar diye tabir olunan diğerleri ise mektep yüzü görmemiş olmalarına rağmen tabiri caizse sahada yetişerek askerlikle ilgili her şeyi bizatihi hadiselerin içinde öğrenmiş, kendilerine lazım olan her türlü bilgi, beceri ve tecrübeyi yanında yetiştiği üstlerinden elde edip yetkinliklerini kanıtlamış kimselerdir.
Bu tasnifi hayatın her alanına uygulayabilmek mümkündür herhalde. İnsanın bu dünyaya, gurbet hayatına gönderilmesinden murad; Cenâbı Hakk’ın tensib buyurduğu sınırlar içerisinde kulluk vazifelerini muhabbet ve marifetle yerine getirerek O’nun (Azze ve Celle) rızasına ve likasına erişmesidir. İşte marifet elde edilirken de bu iki yoldan herhangi bir tanesi yahut ikisi birden tercih edilebilir. Tabi bu evvelemirde takdir edilen nasible alakalıdır fakat insanoğlunun gayreti, meşrebi ve mesleği de bu hususta etkin sebeplerdendir.
Adına marifet, elde edenlere de ârif denilen ve sahip olanı kelimenin tam anlamıyla “erdirecek” olan bu hakiki, faideli ilmi elde etmekle alakalı olarak Hâce Hazretleri (kuddise sırruh); “İlim iki yolla öğrenilir: Ya bir âlimin rahle-i tedrisinde yahut bir insanı kâmilin sohbetinde.” buyurmuşlardır. Ancak her ikisini de kendisinde cem ederek hem kesbi hem de vehbi iltifata mazhar olmuş bahtiyarlar için de diğer bir ifadelerinde; “Nakşibendî yolunun sair tarikatlere nazaran daha makbul oluşunun en büyük nedeni ekser meşayıhının ulemadan olmasından ileri gelir.” buyurarak hem dini ve fenni ilimleri hem de manevi güzellikleri elde ederek zü’lcenâ-heyn olmanın önemine işaret etmişlerdir.
Asıl konumuza gelmeden önce yapmış olduğumuz bu geniş izahın elbette bir açıklaması var. Bugün insanlar meselenin mana cephesini adeta kapatırcasına her tanıştığına, üstelik biraz da ukalaca bir tavırla hemen ilmi yetkinliğini sormakta ve kendisini tatmin edici(!) bir cevap alamazsa sizi muhatap bile kabul etmemekte maalesef. Hâlbuki Cenâbı Hak insanlara ne kadar çok şey bilip bilmediklerini sormayacak lakin az ya da çok bildikleri ile âmil olup olmadığının cevabını her kulundan isteyecektir.
Hem Üstad Bediüzzaman Hazretleri hem de birçok talebesi -eski tabirle- “nasara-yensuru” okumak olarak özetlenen medrese eğitiminde bulunmayıp ilahiyat fakültelerinde okumasalar da “Siz bildiklerinizle amel ederseniz bilmediklerinizi Allah size öğretir.” hadisi Nebevisi fehvasınca öğrendikleri her şeyle güçleri nisbetinde amele gayret etmişler. Zaten Cenâbı Allah da hayatını bu minval üzere devam ettirebilenleri her iki cihan saadetiyle müjdelemiştir.
İşte bu kutlu ve mutlu insanlardan olduğuna inandığımız ve Hâce Hazretleri’nin (kuddise sırruh) işaretleriyle sayfamızda yer verdiğimiz ulvi şahsiyetlerden bir tanesi de Zübeyir Gündüzalp ağabeydir. Kendilerinin hayatına şöyle bir göz atan herkes “ağabey” tabirinin ona ne kadar yakıştığına ve onu ne denli tarif edici olduğuna kanidir herhalde. Çünkü birçoklarına nazaran Bediüzzaman Hazretleri’ni daha önce tanıyarak sohbetlerinde bulunmuş ve bu şerefin gereğini hem yaşantısıyla hem de hizmetiyle ispat etmiştir. Üstelik sadece bununla yetinmemiş, ahzettiği bütün kıymetleri, gerek Üstad Hazretleri’nin sağlığında gerekse ondan sonraki on bir yılda “Eddînü nasîha-Din nasihattir.” hadisi şerifi mucibince diğer kardeşleriyle sohbetleşip paylaşma gayretinde olmuşlardır.
Kafkas göçmeni bir ailenin çocuğu olarak Konya’nın Ermenek kazasında 1920 yılında dünyaya gelmiştir. Asıl adı Zeyver’dir. Zübeyir ismi kendisine Bediüzzaman Hazretleri tarafından verilmiştir. Zeyver ismi baba tarafından ailesinin lakabı olan Zeyvergil ismine matuf olarak konulmuştur. İlkokulu bitirdikten sonra 1933 yılında postanede çalışmaya başlamıştır. Birkaç sene çalıştıktan sonra kendisinin çalışmasını gören bir müfettiş tarafından meslekte daha da yükselebilmesi için okula devamı konusunda teşvik edilmiş. Ancak bulunduğu ilçede ortaokul olmadığından Silifke’ye gitmiş ve diplomasını orada almıştır.
1939 yılında ortaokul mezunu olarak girdiği imtihanı kazanarak Konya Postanesi’nde memur olarak çalışmaya başlamıştır. 1941-1943 yılları arasında Balıkesir’in Susurluk ilçesinde askerlik vazifesini yerine getirdikten sonra tekrar işine dönmüştür. Yirmi dört yaşında bir delikanlı iken Konya’lı bir esnaf sayesinde “Risâle-i Nûr”larla tanışır ve bu tanışma hayatında bir milad oluverir.
Risâleleri tanıdıktan sonra Üstad Hazretleri ile görüşmeyi çok arzular ve ilk ziyaretini 1946 yılında Emirdağ’a giderek gerçekleştirir. Yaklaşık iki senedir eserlerine muttali olduğu bu büyük âlimin karşısında çok heyecanlanır. Huzurunda titremekten ve ağlamaktan kendisini alamaz. Bediüzzaman Hazretleri ile olan bu görüşmeden o derece etkilenir ki ayrılık vakti geldiğinde bir türlü gitmek istemez. Hatta memuriyeti bırakıp kalmak istediğini ve hizmet etme arzusunu bildirir. Bediüzzaman Hazretleri ise; “Vazifene devam et, Konya'da daha çok hizmet edersin. İnşaallah, seni ileride yanıma alırım.” buyurur. İsminin değişmesi hadisesi de bu ziyarette olur.
Bu tarihten itibaren zahiri memurluğunun yanında artık manevi bir memurluğu da bulunan Zübeyir Ağabey, artık bu iki görevini beraber sürdürmüş. Etrafındaki insanlara öğrendiği hakikatleri anlatmaya gayret etmiş ve çevresinde adeta nurdan haleler oluşturmuştur.
İlk kez 1948 yılında tutuklanmış ve Üstad Hazretleri ile beraber Afyon Cezaevi’nde kalmış. Bu zor günler, kendisi ile Üstad’ı arasındaki muhabbeti ve ilişkiyi o derece kuvvetlendirmiş ki, yanlışlıkla salıverilmesine memuriyetini, ailesini belki de geleceğini hiçe sayarak itiraz etmiş ve tekrar dostlarının yanına dönmüştür.
1949 yılında tahliyesiyle beraber görevine iade edilir ve Islahiye’ye (Gaziantep) gönderilir. Bir yıl sonra kendi isteğiyle Urfa’ya tayin olur. Burada da bir buçuk yıl kalır, ancak yine tutuklanır. Dört ayı geçkin bu süreden sonra 1960 yılına, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin vefatına kadar kendilerine hizmet eder.
Hayatındaki en değerli insanın dünyasını değişmesinden sonra İstanbul’a yerleşmiş, Süleymaniye’deki evinde, gelen kardeşlerinin her türlü sıkıntısına çözüm için elinden geleni yapmıştır. Özellikle Üstad Hazretleri’nin vefatını müteakip üstlendiği birleştirici misyonu sayesinde nur camiasının hemen her kesiminin gönlüne taht kurmayı başarabilmiştir.
Hayatı ile ilgili pek çok kitap kaleme alınan Gündüzalp'in kendi notlarından derlenen Gençliğin El Kitabı, Altın Prensipler, Güzel Gören Güzel Düşünür, Nur Bahçesinden Çiçekler, Yolumuzu Aydınlatan Işık ve Nefis Muhasebesi adlı eserleri yayınlanmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin; “Hayatım hayatınla devam edecek!” ve “Ben Zübeyir'i terbiye ettim.” diye taltif buyurdukları Zübeyir Gündüzalp Ağabey 2 Nisan Cuma günü İstanbul'da vefat etti. Nâşını 4 Nisan 1971 Pazar günü Osman Demirci Hocaefendi yıkadı ve Fatih Camii'nde yine Osman Hoca’nın kıldırdığı cenaze namazından sonra Eyyüb Sultan Kabristanı’na defnedildi.
*Bu ayki yazımızın hazırlığında; zubeyirgunduzalp.net, tr.wikipedia.org, risaleforum.net, forumrisale.net adlı internet sitelerinden istifade etmiş bulunuyoruz. Rabbim bütün emeği geçenlerden razı olsun.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
MEHMED VEHBİ EFENDİ
Hülasatü’l-Beyan adlı tefsiriyle tanınan, son dönem din alimi ve siyaset adamlarındandır. Konyalı Mehmed Vehbi Efendi olarak bilinmektedir. Soyadı Kanunu’ndan sonra Çelik soy ismini almıştır. II. Meşrutiyet’ten sonra birkaç kez Konya’yı temsilen Meclis’te bulunmuş ve Meclis Başkanvekilliği ile Bakanlıkta bulunmuştur. Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılmasından sonra, O’nu padişahlık ve halifelikten azleden ünlü fetvayı vermiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın verildiği yıllarda Konya’da bulunmuş ve Kuvayı Milliyecileri desteklemiş, halkı mücadeleye teşvik etmiştir. Büyük Millet Meclisi’nde de bulunmuş, Fevzi Paşa kabinesinde Evkaf ve Şer’iyye Vekili olarak görev almıştır. Risale-i Nur’da ismi zikredilmiş ve hakkında iltifatlara yer verilmiştir.
Vehbi Efendi, 1862 yılında Konya’nın Hâdim Kazası’nın Kongul Köyü’nde doğdu. İlim ve irfanla uğraşan Çelik Hüseyin Efendi’nin oğludur. Babasının Çelik olan lakabını, soyadı kanununun çıkmasından sonra, soyadı olarak aldı. İlk eğitimini köyünde aldı. Kur’an-ı Kerim’i hatmettikten sonra kıraat ve tecvit dersleri aldı. Arap dili ve edebiyatına dair eserler okuyarak eğitimini sürdürdü. 1877 yılında ilçesi Hâdim’de bulunan medreseye kaydını yaptırdı. 1880 yılında öğrenimini tamamlamak maksadıyla Konya Şirvaniye Medresesi’ne giderek ilim tahsiline devam etti.
Vehbi Efendi, Konya Müftüsü Hacı Hüseyin Efendi’den Arapça dersini alırken, Tavaslı Osman Efendi’den de fıkıh ve usul-i fıkıh derslerini aldı ve bu eğitimini tamamlayarak mezun oldu. 1888 yılından itibaren de Konya’da hocalık yapmaya ve ilk önce Konya medreselerinde çalışmaya başladı. Mahmudiye Medresesi müderrisliğini sürdürdüğü sırada, Konya Hukuk Mahkemesi üyeliğine seçilmesi üzerine müderrislikten ayrıldı. 1903 yılında ise Konya’da yeni açılmış bulunan Hukuk Mektebi’ne veraset ve intikal müderrisi olarak tayin edildi.
Meşrutiyetin ikinci kez ilan edilmesi üzerine (1908) Konya mebusu olarak Meclis-i Mebusan’a girdi. Meclisin dağıtılması üzerine Konya’ya döndü. Memleketine döndükten sonra yeniden eğitim-öğretim işiyle ilgilenmeye ve eser yazmaya başladı. Ünlü tefsirini 1911-1915 yılları arasında devam eden dört yıllık çalışması sonucunda tamamladı. Son Osmanlı Mebusan Meclisine Konya adayı olarak katıldı. Ancak, İstanbul işgal edildi ve Meclis de dağıtıldı (1920). Sultan Vahdettin ile görüşmek üzere seçilen heyette yer aldı ve Padişahtan Anadolu’daki direniş hareketini desteklemesini istedi. Aynı heyet Ankara’ya giderek burada da görüşmelerde bulundu.
Kurtuluş Mücadelesi’nde aktif rol alan Hoca Vehbi Efendi, yaptığı konuşma ve vaazlarla halkı düşmana karşı mücadeleye davet etti. Konya Valisinin halk ile anlaşamaması ve İstanbul’a gitmesi üzerine bir süre Konya Vali vekilliğinde bulundu. Büyük Millet Meclisi’nin açılması üzerine Konya Mebusu olarak Ankara’ya gitti. Bir ara Meclis başkan vekilliğinde de bulundu. Daha sonra Fevzi Paşa tarafından kurulan hükümette Vakıflar ve Şer’iyye Bakanlığı’na getirildi. Padişah’ın İstanbul’u terk etmesinden sonra, Sultan Vahdeddin’i padişahlık ve halifelikten azleden fetvayı hazırladı. Bu sırada bakanlığı devam etmekteydi. Halifenin görevinin; İslam hak ve menfaatlerini korumak olduğunu belirterek, yurtdışına çıkan Vahdeddin’in halifeliği yitirdiğini ve yeni halifenin seçilmesi gerektiğini, fetvasına ilave etti. Meclis tarafından (tarihte ilk kez oya sunulan) fetva kabul edildi. Aynı fetva gereğince, Abdülmecid Efendi halifelik makamına seçildi.
Vehbi Efendi’nin içinde yer aldığı hükümetin meclisteki güvensizlik oyu ile düşmesi üzerine bakanlık görevi, Nisan 1923’te meclisin de feshi ile mebusluk görevi son buldu. Bu gelişmelerden sonra kendisi de tamamen siyasetten ayrıldı. Daha çok ilimle uğraştığı ve siyasetten çekildiği halde zaman zaman baskılara muhatap oldu. Tutuklandığı zamanlar oldu. İzmir Suikastı ile ilişkisi olduğu iddiasıyla yirmi gün gözaltında bulunduruldu. Suçsuzluğunun ortaya çıkmasıyla İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaktan kurtuldu. Konya’da, 27 Kasım 1949’da vefat etti.
Hoca Vehbi Efendi’nin Risale-i Nurla ilk karşılaşmasının pek müspet netice vermediği hatıralardan anlaşılmaktadır. Kötü maksatlı kişiler tarafından kendisine Risaleler götürülerek, tefsir olup olmadıkları sorulmuş ve kendisi de “Tefsir değildir” diyerek itirazda bulunmuştur. İtiraz Bediüzzaman’ı rahatsız etmişse de herhangi bir mukabelede bulunmamıştır. Daha sonra, Isparta’nın Hacılar Köyü’nden bir çoban, Bediüzzaman’a giderek, “Üstadım ben Vehbi Efendiye bu risâleleri okutturacağım” diyerek müsaade ister ve hemen Konya’ya doğru yola koyulur. Konyalı halıcı Sabri vasıtasıyla Vehbi Efendi’nin yanına gider. “Isparta’dan buraya kadar niçin geldin?” şeklindeki soruya, “Hocam bizim orada Bediüzzaman diye birisi var. Şu iki kitabı yazmış, bundaki yanlışları bul da, ona göstereyim” der. Eserleri okuyup inceleyen Vehbi Hoca;
“Vallahi kardeşim. Bediüzzaman seni benim imanımı kurtarmaya, imdadıma göndermiş. Ben daha önce bu kitapları görseydim bütün eserlerimi yakardım. Sen benim yerime Bediüzzaman’ın elini ayağını öp! Bu eserler de bende kalsın, belki necâtıma sebep olur” diyerek duygularını dile getirir.
(http://www.yeniasya.com.tr/2005/05/29/yazarlar/nejateren.htm)
Bediüzzaman, talebelerine (özellikle Konya’dakilere) yazdığı bazı mektuplarında, Vehbi Efendi’nin adını zikretmiş ve iltifatlarda bulunmuştur: “…Çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymettar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi…” (Emirdağ Lahikası, 1997, s. 113), “… Konyalı Sabri'nin Refet'e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki, bu Sabri, öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimî ve çalışkan bir Nurcudur. Bin bârekâllah hem ona, hem onu teşvik ve teşcî eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine! Başta müfessir mübarek Hoca Vehbi…” (Emirdağ Lahikası, s. 147.), “…Ve başta müfessir, hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri…” (Emirdağ Lahikası, s. 236), ifadelerine yer veren Bediüzzaman, selam ve dualarını iletmiştir.
Eserleri
En önemli eseri, Hülasatü’l-Beyan fi tefsiri’l-Kur’an adını taşıyan tefsiridir. Bu tefsiri dört yılda tamamlamıştır. On beş ciltten oluşan eser ilk başlarda iki ayrı zamanlarda basılmış ise de daha sonra çeşitli baskıları yapılmıştır. 1966-69 yılları arasında ise ilk defa Latin harfleriyle basılmıştır. Tefsir ilmi açısından pek yeterli görülmemekle birlikte, halk arasında daha çok rağbet görmüştür. Dört yüz seksen iki hükmün yer aldığı eseri, Ahkâm-ı Kur’aniyye adını taşımaktadır. Hükümler alfabetik sıraya göre dizilmiş ve bu şekilde ele alınmıştır. 1922’de ilk defa basılan eserin daha sonraki dönemlerde bir çok baskısı yapılmıştır. el-Aka’idü’l-Hayriyye fi tahriri mezhebi’l-fırkati’n-naciye ve hum Ehlü’s-sünne ve’l-cema’a ve’r-red’ala muhalifihim adlı eserinde inanç konusuyla ilgili olarak yüz otuz üç mesele incelenmiştir. Arapça olarak yazılan eser 1919 yılında tamamlanmıştır. Müellifi tarafından Türkçe’ye, Akaid-i Hayriye Tercümesi adıyla çevrilmiştir. Bir diğer eseri ise, Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Muhtasarı Tercümesi adını taşımaktadır. Aynı zamanda bir siyaset adamı olan Hocanın siyasi hatıraları ise hala basılmamıştır.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
MUHAMMED EMİN ER

Kapıyı çaldığımızda görüşüp görüşmeyeceğimizi bile bilemiyorduk. Torunu olduğunu zannettiğimiz delikanlı bizi evin salonuna aldı. Hocaefendi’nin sonradan geleceğini tahmin ederek Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) önde bizler ardında salona girdik. Boyuna uzun odanın sağlı sollu duvarları boydan boya kütüphane ve itina ile dizildiği her halinden belli olanlar kitaplar. Odanın diğer ucunda camın kenarında önünde duran minderlerin üstündeki kâğıtlara kalemini bırakan Muhammed Emin Hocaefendi, yaşının da vermiş olduğu etki ile yavaş yavaş doğruldu ve bizlere hoş geldiniz dedikten sonra hemen ikramda bulunup bizleri buyur etti.
Tanışıp kaynaşmak sünnet elbette. Hâce Hazretleri’nden (kuddise sırruh) başlayarak tek tek hepimizle konuşup tanıştıktan sonra gayet mütevazı bir şekilde öz geçmişini anlatıp kendini de tanıttı. Hasbihalden sonra kalkacağımızı söyleyince arkadaşlarımızdan birine işaret edip -rahatsızlığı sebebiyle kalkamadığından- arkasındaki dolaplardan birinde bulunan kitaplardan her birimize birer tane vermesini söyleyerek başka bir sünnetinde ihyasıyla hediyeleşerek bizzat bizi uğurladı.
Bu girişten sonra şunu söylemek lazım ki Hâce Hazretleri’nin isim isim işaretiyle araştırıp bulabildiğimiz kadarıyla hayatlarına yer verdiğimiz bu sayfadaki mümtaz kişilerden az bir kısmını hayatta iken anlatabildik. Hayatta olanlar içinden de görüştüğümüz ender insanlar arasındadır Hocaefendi. Bunun için anlatırken yukarıda zikrettiğim ve toplamda bir saati geçmeyen bu görüşme hafızamızda tüm tazeliği ile yerini korumakta ve aşağıda anlatacaklarımızın omzuna yüklediği yükün adeta zahire yansımasından kamburlaşan sırtı, sünneti seniyyeye uygun kıyafeti ve piri fani duruşu ile siması hep gözümüzün önünde.
Yaklaşık yüz yaşında bir çınar Hocaefendi. Kendisindeki bu ilim aşkı ve öğrenme tutkusuyla birlikte bu arzuladıklarını elde etme gayretinin kelimelerle ifadesi neredeyse imkânsız. 1914 yılında Diyarbakır’ın Çermik ilçesinin Kalaş köyünde dünyaya geldi. Babaları yörenin önde gelen isimlerinden ve zenginlerinden Hacı Zülfikâr Bey idi. Kendisinde bulunan ilim muhabbeti ile Hocaefendi’yi ve ağabeyi Ali Efendi’yi okutması için hususi hocalar tutup onları yetiştirmek için elinden gelen imkânı kullanmaya gayret etmiştir. Ancak ömrü vefa etmemiş, çocukları henüz elifba öğrenirlerken Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Belki ömrü daha uzun olsa evlatları en azından birçok sıkıntıyı çekmeden daha rahat ilimleriyle meşgul olabileceklerdi lakin kimbilir.
İşte 1925 yılında gerçekleşen bu vefattan sonra Hocaefendi için uzun ve meşakkatli bir dönemin kapılar aralanır. Yetim kalan Hocaefendi artık çalışmak zorundadır ve Hz. Peygamber başta olmak üzere enbiya-yi kirâm hazeratının sünnetlerine ittiba ile çobanlık yapma başlar. Dağlarda işini yaparken kendi kendine Osmanlıca alfabeyi çözerek okuma yazmayı öğrenir.
Cenabı Hakk’a her zaman Kurân-ı Kerim okuyabilmek ve ilim öğrenmek için gözyaşlarıyla dua etmekte olan Muhammed Emin Er Hocaefendi kendilerinden istifade edilebilecek hangi ilim ehlini işitmişse “Acaba ondan da bir şeyler öğrenebilir miyim, bana yardımcı olabilir mi?” düşünceleriyle onun peşine düşmüş, görüşmüş ve fikir alışverişinde bulunmuş, mümkünse ona talebe olmuştur. Hatta bu uğurda -o zamanda vasıta imkânı bu kadar gelişmiş değil- yaya olarak çok uzak bölgelere sefer etmiştir. Hakiki olarak arzuladığı ilmi ahzedebileceği kimseler bulunduğu yörede pek fazla yoktu yahut olanlar da rejimin şiddetle uyguladığı eski yazı öğrenme ve öğretme (Bu Kur’ân bile olsa yasaktı ki hayvan barınaklarında, samanlıklarda Kur’ân öğrenildiğini yahut Mushafların saklanıldığını hemen hepimiz işitmişizdir.) yasağı yüzünden kendi çocuklarını dahi okutamaz hale gelmişlerdi. Bunun için Suriye’ye gitmeye karar vermiştir. Ancak bu tarihlerde sınırdan geçmek yahut pasaport almak pek zahmetli bir iş zaten.
Suriye’ye gitmek için yola çıkmış, bu uğurda önce Gaziantep’e gitmiş ancak oradan sınırı geçme imkânı bulamayınca Adana’ya oradan İstanbul ve Bursa’ya gidip tekrar Adana’ya döndü. Zaten imkânsızlık yüzünden meşakkatle bu beldelerde bulunan Hocaefendi, hayatta kalabilecek kadar yiyip içmek için buralarda çeşitli hizmetlere girdi. Yedi sene süren bu zorunlu, bir o kadar da meşakkatli yolculuktan sonra sılayı rahim için tekrar memleketine döndü. Kısa bir müddet sonra Suriye’ye ilim tahsiline gidip bir müddet orada kaldı. Tekrar memleketine döndü ve ilim tahsiline burada devam etti.
25 yaşlarında burada da asıl ilim tahsiline başlayan Hocaefendi, medreselerde altı-yedi yılda öğrenebilinen dersleri bir yıl gibi kısa bir zamanda ahzederek arkadaşları arasında fark edilmiş ve en kısa zamanda onların arasından tefeyyüz etmiştir. 1950 yılında eş-Şeyh Muhammed Maşuk b. Şeyh Muhammed Masum’dan gördüğü ilimlerin hepsinden (Fıkıh, Tefsir, Ferâiz, Tecvid…) icazet aldı.
Tasavvufi yönden de kendisini yetiştirmiş olan Hocaefendi Cizreli meşhur Allahdostu merhum Şeyh Muhammed Saîd Seyda el-Cezerî’den amelî icâzetini (halkı irşad izni) aldı.
Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerini de gören Seyda ona talebe olmak istemiş, Üstad Hazretleri onu has talebeliğine kabul etmekle beraber kendisinin takip edilmemesi ve devlet tarafından fişlenip rahatsız edilmemesi için onu yanında tutmamıştır.
Dünyanın hemen her yerindeki Müslüman coğrafyayı neredeyse karış karış gezdi. Hem Avrupadaki, hem Amerikadaki, hem Afrika, Ortadoğu, Orta ve Uzak Asyadaki Müslümanların ahvaline şahit olmak için seyahatler düzenledi. Yaklaşık on bir ay süren bu seyahatte dünyanın her yerindeki Müslümanlar hakkındaki kanaatlerini zaman zaman sevenleri ile paylaştı. Mesela Tebliğ Cemaati hakkında;
“Pakistan’da Tebliğ Cemaatini ziyaret ettim. Bunların gayesini imanda yakin hâsıl etmek, Allah’ın emirlerini ifa, nehiylerinden kaçınmak ve talebe yetiştirmek olarak tesbit ettim.” şeklinde yorumlarda bulunur.
Afganistan’daki mücahitlerin içinde bulunduğu günleri ise şu şekilde anlatıyor;
“Ramazan günleri idi. Güneş tepemizde. Mücahidlerin hepsi oruçlu. Üzerlerinde ağır teçhizat var. Rusların topları 15 km’lik, mücahidlerin ki 10 km. Buna rağmen Allah mücahidlere nusrat veriyor. Mücahidlerin hali çok perişan. Yemeklerinde yağ yok. Üstleri başları perişan. Bir aylık mesafede cepheler var. Buralara yaya gidiyorlar. Yiyecekleri bitince ot yiyorlar. Afganistan cihadı, Allah’ın lütfü ile devam ediyor.”
Halen Ankara’da ikamet etmekte olan Hocaefendi ilim tahsilinden sonra imamlık, vaizlik, tebliğ ve İslam’a davet gibi resmi yahut fahri hizmetlerle meşgul olduktan sonra halen evinde taliplilerine ömrü kifayet ettiğince ders vermeye gayret etmektedir. Cenabı Hak kendilerine hayırlı, uzun ömürler ihsan eylesin ve adetlerini artırsın inşaallah. Âmin.
Bu ayki yazımızı hazırlarken; milligorusforum.biz adresinden, Altınoluk Dergisi 22. Sayı, ve Hocaefendi’nin kitaplarındaki hal tercümelerinden faydalanmış bulunuyoruz. Emeği geçenlerden Rabbimiz ebediyyen razı olsun.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
AHMED DAVUDOĞLU

Hadisi şerifte Efendimiz (sav); “Peygamberler ve sonra da derece derece mü’minlerdir. Kişi, dini oranında belâ görür/imtihan edilir. Dini kuvvetli ve sağlam ise belâsı ağır olur. Dininde zayıflık söz konusu ise, dini kadar belâ görür/imtihana tâbi tutulur. Belâ insanın yakasına öylesine yapışır ki, günahsız gezene kadar peşini bırakmaz.” (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel) buyurmuşlardır. Bu ay hayatını aktaracağımız Hocaefendi de bu ifadenin derin manaları doğrultusunda yaşamış, başından geçenlerle hem kendinin hem de ümmetin bu hakikate olan inancını adeta bir kat daha perçinlemiştir.
Kendilerine daha önceki sayımızda yer verdiğimiz merhum Ali Yakub Cenkçiler Hocaefendi gibi Ahmed Davudoğlu Hocamız da Rumeli’de gözlerini açmış, Bulgaristan’ın Şumnu vilayetine bağlı Kalaycıköy’de dünyaya gelmiştir. İlk öğrenimini evinde almıştır diyerek yazımıza başlamak istiyoruz fakat şimdi devir değişti. Bugün maalesef evlerimiz ilim/irfan, eğitim/öğretim yuvaları olamadığı için ilköğrenimini evde almış deyince malesef çok manasız ve basit gibi algılanıyor. Hâlbuki hem Hocaefendi’nin dünyaya gelip yetiştikleri ev hem de o zaman ve onlardan evvel yaşamış kadim ulemanın evleri küçük birer medrese numuneleri idi adeta. Bunun için çocukların dimağları, öğrenmek için en verimli çağ olan dört ila yedi yaş arasında en güzel şekilde temellendiriliyordu.
Böylece evinde, aile büyüklerinden aldığı temel eğitiminden sonra şimdiki ortaokullara karşılık gelen rüşdiyeye 1924’de, Medrese-tü’l-Nüvvâb’ın (Kadı vekili yahut müftü yetiştiren okullar) liseye denk düşen orta kısmını 1933’te, yüksek kısmını ise 1936’da Şumnu’da tamamladı. Henüz ömrünün baharında, yirmi dört yaşında bir delikanlı iken kendisindeki cevheri açığa çıkaracak başarılara imza atmış, Nüvvâb okulunu dereceyle bitirerek Bulgaristan Başmüftülüğü’nce, eğitimini ilerletmek için Mısır’a, el-Ezher Üniversitesi Şeriat Fakültesi’ne gönderilmiş.
Son yazılarımız yan yana konup şöyle bir göz atıldığında Ali Ulvi Kurucu, Ali Yakup Cenkçiler, Emin Saraç Hocaefendiler’den bahsederken bu yazılarda ortak olarak andığımız iki isme dikkatlerinizi çekmek isterim. Gerçi gerek Devlet-i Âliye’nin son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi’nin, gerekse de Zahid Kevserî Hocaefendi’nin hayatlarına -elimizden geldiğince- hususen yer de verdik ama birçok ismin biyografilerinde de isimleri zikredildi. Onlar, bazen ilim aşkıyla öğrenimlerini daha ileri seviyelere taşımak için, bazen de Türkiye’deki ve Balkanlar’daki idarelerin -özellikle 1900’lü yılların başından 1950’lere kadarki zalimlerin- baskısından yanlarına, Mısır’a gelen talebelere bu gurbet hayatında adeta sığınacak bir liman olmuşlardır. Onun için oraya giden her talebenin ama az ama çok; ama kısa süreli ama uzun soluklu bu iki muhterem zevât ile muhakkak bir dirsek teması olmuştur.
“Âlimlerin meclislerinde bulunmak ibadettir.” buyurmuş Efendimiz (sav). Bu hakikatin izahı mesabesindeki şu beyit de ne kadar övgüye layıktır:
Âlim ile sohbet et dürr ü mercân incidir
Câhil ile etme sohbet âkıbet cân incitir
Buradan da anlıyoruz ki ismi geçen bu zevât, diğer kıymetlerinin yanında, son devrimizde ümmeti Muhammed’e “ehli sünnet ve’l-cemaat” çizgisinde yol göstermek için çırpınan bu iki değerli ismin yanında bulunmaları, onların bir takım hizmetlerini görmeleri, onların sohbetlerine iştirak etmeleri ve onlar tarafından sevilmeleri hasebiyle her zaman anılmaya ve hayırla yâd edilmeye layıktırlar şüphesiz.
Merhumun o yıllarda Ezher Üniversitesi’nde baş gösteren mezhepsizlik(!) gibi tehlikeli bir cereyandan da Mustafa Sabri Efendi’nin sohbetleri/izahları neticesinde korunduğunu da kendisiyle yapılan bir röportajdan öğrenmekteyiz. Bu manada diğerlerine nazaran Mustafa Sabri Efendi ile bambaşka bir münasebetinin olduğu da muhakkak. Mısır’da imanını ve iz’anını bu tip tehlikelerden koruyup hem memleketinde hem de memleketimizde birçok gencin yeni yeni filizlenen iman ağacının sırat-i mustakime muttali olmasına bu muhafaza sayesinde vesile olmuştur.
Ahmed Davudoğlu Hocaefendi Ezher’den mezun her sağlam ilim adamı gibi –Sağlamlıktan kasdımız yukarıda izaha çalıştığımız üzere “ehli sünnet ve’l-cemaat” çizgisinde anlayışını muhafaza edebilmiş ariflerdir.- memleketinde İslamî uyanışın yeniden oluşması ve neşv ü neva bulması için çalışmaya başlamıştır.
Tabi o tarihlerde Bulgaristan’da hüküm süren komünist idare Hocaefendi’nin faaliyetlerinden rahatsız olup 1945 yılında “Türkiye lehine casusluk örgütü kurduğu” gibi saçma bir suçlama ile kendilerini askeri mahkemeye sevk etti. Hâlbuki fakülteyi bitirip ülkesine döneli daha üç yıl olmuş, üstelik bu kadar kısa bir sürede okumuş olduğu Nüvvâb Medresesi’ne önce öğretmen daha sonra müdür olarak tayin edilmişti. Ancak hem müdürlüğü sırasında hem de sivil hayatta komünist idareye karşı duruşu onun kısa zamanda -tabiri caizse- mimlenmesine sebep olmuştu. İşte tüm bu hadiselerden sonra girdiği cezaevinde bir ay kadar hapse mahkûm edilmiş ve diğer suçlularla birlikte baraj inşaatında çalıştırılmış. Fakat gördüğü ağır işkenceler sonrası yakalandığı rahatsızlığı sebebiyle tutuklanmasından yaklaşık beş-altı ay sonra serbest bırakılmış, görevine iade edilmiştir. Ancak kısa bir süre sonra müdürlükten azlini isteyerek öğretmenliğe geri dönmüştür.
Bir cemiyette yapmış olduğu vaazdan sonra Şumnu’da konuşlandırılmış olan komünist birliklerin komutanı tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilince bin bir güçlükle elde ettiği pasaportlarla hanımı ve iki kızı ile birlikte memleketimize iltica etmiştir.
Tabi bu hicretle hayatında yepyeni bir sahife açılmış ve her şeyi belki de hiç ummadığı biçimde değişmiştir. 1949 yılının sonlarında gerçekleşen bu hicretin ardından önce Adapazarı’na daha sonra da İstanbul’a yerleşen Hocaefendi ülkemizde imam-hatiplikle başladığı memuriyete vaizlik, Bursa Orhangazi’de müftülük, Fatih ve Süleymaniye Kütüphaneleri’nde memur olarak devam etti. 1956 yılına kadar süregelen bu memuriyetten sonra İstanbul İmam-Hatip Lisesi’nde öğretmenlik yapıp aynı yıl kurulan Yüksek İslam Enstitüsü’nün eğitmen kadrosu içinde yer aldı. 1963 yılında bu kurumda müdürlüğe getirildikten bir yıl sonra bu görevden ayrılıp yine enstitüde Arap Dili ve Edebiyatı dersleri okuttu.
1966 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nın düzenlediği bir seminerde yaptığı konuşmada “belediye nikahından sonra dinî nikahın da hemen ve küçümsenmeden yapılması gerektiğini” söyleyince bu, “laikliğe aykırı beyan” olarak kabul edilip, ağır cezaya çarptırıldı. Bir yıl hapse ardından bir müddet zorunlu ikamete tabi tutuldu, daha sonra da memuriyetle ilişiği kesildi.
1971’den sonraki bu hayatına, bu sayfada hâl tercümelerine yer verdiğimiz diğer hayırlı kimseler gibi –Ki onlar Allah’ın lütfu ve inayetiyle hem kendilerine hem de çevresindekilere faideli olabilmiş kimselerdir.- memuriyet- ten ayrılsa bile o da Nisan 1983 yılında vefat edene kadar etrafındakilere dünya ve ukba için yararlı olabilmek niyetiyle hizmet etmeye devam etmiştir. Bu gaye ile verdiği eserlerini şöyle sıralayabiliriz:
1. Selâmet Yolları:
İbn Hacer el-Askalânî’nin ahkâm hadislerine dair Bülûgu’l-Merâm adlı eserinin tercüme ve şerhi olup, eser büyük ölçüde Emîr Es-San-’ânî’nin Sübülü’s-Selâm adlı şerhine dayandığı, onun bir tercümesi mahiyetinde olduğu için, bu şekilde adlandırılmıştır.
2. Sahîh-i Müslim Tercümesi ve Şerhi: Müslim b. Haccâc’ın el-Câmiu’s-Sahîh adlı meşhur hadis kitabının tercüme ve şerhidir.
3. Kur’ân-ı Kerim ve İzahlı Meâli
4. Tibyân Tefsiri:
Ayıntâbî Mehmet Efendi’nin Tefsîr-i Tibyân adlı Türkçe tefsirinin Süleyman Fâhir Bey’in sadeleştirdiği nüshanın yeniden gözden geçirilmiş şeklidir.
5. Reddü’l-Muhtâr ale’d–Durri’l–Muhtâr: İbni Âbidîn’in fıkha dair meşhur eseri Reddü’l-Muhtâr’ın tercümesidir. Merhum bu eserin ilk on cildini hazırlamış, sağlığı elvermediği için sonraki ciltleri Mehmet Savaş ve Mazhar Taşkesenlioğlu tarafından tercüme edilmiştir.
6.Mülteka Tercümesi
7.Dini Tamir Davasında Din Taripçiliği
8.Ölüm Daha Güzeldi
Bunlarla birlikte Mehmed Zihni Efendi’nin Nimet-i İslam adlı eserini de sadeleştirmiş ancak bu eser henüz neşredilmemiştir.
Hocaefendi’yi hem eserleri hem de yaptığı diğer hizmetleriyle Müslümanlara dinlerini öğrenme ve bu doğrultuda amel etmelerine yap tığı katkılardan ötürü bir kez daha hayır dualarla yad ederken, kendilerine tekrar Allah’tan rahmet dileriz. Mevlâm onu ve bu Din-i Mübîn’e hizmet eden herkesi Cemâli ile müşerref eylesin inşaallah!
Bu ayki yazımızda yararlandığımız; sidre.org, İlkadım Dergisi, bulgaristanalperenleri.blogspot.com, ihvanforum.org sitelerine emeklerinden ötürü teşekkürü bir borç biliriz.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
EMİN SARAÇ HOCAEFENDİ

Hocaefendi’nin hayatıyla ilgili araştırma yaparken dikkatimizi çeken ifadelerden başında onun kadim ulema ile günümüz Müslümanları arasında bir köprü vazifesi gördüğünü anlatan cümleler olmuştur. Onlar Osmanlı’nın son devir ulemalarından Mustafa Sabri Efendi, Zahidü’l Kevserî, Ömer Nasuhi Bilmen, Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Hüsrev Aydınlar Hocaefendileri görmüş, onlara talebelik yapmış ve her biri kendi sahalarında derya deniz olan bu ulu zevattan yudum yudum ilim şerbeti içme şerefine nail olmuştur. Bu yüzden geçmiş ulema ve sulehanın güzel hallerinden, onların ilmi derinliklerinden, taliblilerine bildiklerini aktarma gayretlerinden ve bu dini mübine olan hizmetlerinden hemen her fırsatta uzun uzun bahseder, günümüzde yerlerinin doldurulamayacağından esefle söz eder ve onların yeni nesil tarafından muhakkak tanınması gerektiğini ifade eder kendileri.
Tokat ilinin Erbaa ilçesine bağlı Tanoba köyünde dünyaya gelen Hocaefendi’nin aileleri hem zahir hem de batın ilimlerini öğrenmek için gayretli ve bu gayretin gerekliliklerini yerine getiren hizmet ehli kimselerdendir. Babası Hafız Mustafa Efendi, dedeleri de Nakşibendî tarikatı meşayıhından ve bölgenin sayılı ulemasından Üzeyir Efendi imiş. Yani kendisinin ilk medresesi aile yuvası olmuş. Babaları kendisi ile beraber diğer üç erkek kardeşini -tek parti döneminin bütün zorbalık ve dayatmalarına rağmen- geceleri teheccüde kaldırıp ders okutmak suretiyle hafız olarak yetiştirmiş. Hayatının bu devresini anlatırken babasının talebe yetiştirme gayretinden bahsetmeden geçmez ve bu yüzden defaatlerle sorgulanıp hapse atılmasına rağmen davasından vazgeçmediğini muhakkak belirterek “Ya Rabbi! Evlatlarımızı din-i Mübin-i İslam’dan ayırma.” diye dua edişini hatırlatır.
Cenâbı Hakk’ın kendisine lütfetmiş olduğu hıfzın bereketiyle daha genç yaşında hizmetin tadını almış ve Niksar ve Merzifon kazalarında 1941-42 ve 43 yıllarının Ramazan ayında üç yıl mukabele okumuş. Daha sonra da tahsilini ilerletmek için İstanbul’a gitmiştir. Önce Fatih Camii imamlarından Ömer Efendi’de biraz okumuş, daha sonra 1950 yılına kadar Üçbaş Medresesi’ne devam etmiş, buradaki öğreniminin ardından Ali Haydar Efendi’nin; “Bu iş burada tamamlanmaz.” nev’inden teşvikleriyle Mısır’a gitmek nasib olmuş.
Zaten bu seyahat onun hayatında da –o yıllarda Mısır’a giden her talebe gibi- yepyeni güzelliklere vesile olmuştur. Yukarıda bahsi geçen büyük insanlarla münasebetleri burada gelişmiştir. “Âlimlerin meclislerinde bulunmak ibadettir.” fehvasınca buradaki sohbet halakalarında bulunarak hem Mısır ulemasından hem de memleketimizin -ittihatçı zihniyetin kıymetlerini bilmeyerek hatta sürgün kararları alarak yurtlarından ettiği- kıymetlerinden istifade etmiştir.
Önce Ezher’in lise bölümünde daha sonra da Şeriat Fakültesi’nde okumuştur. Daha sonra yine aynı dalda, vukufiyetini artırmak için bugünkü tabirle yüksek lisans yaparken Abdunnasır’ın zulmüyle 1958 yılında öğrenimini yarıda bırakıp İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır.
İstanbul’a döndükten İstanbul İmam-Hatib memleketinde 3 yıl hocalık yaptıktan bilahare askere gitmiş ama Cenâbı Hakk’ın yardımı ile orada da talebeleri eksik olmamış, hatta bazı subaylarla bile ders yapma imkânı bulmuştur.
Askerlik dönüşü o zamanki Diyanet Reisi Tayyar Bey’in hususi ricası üzerine Haseki Eğitim Merkezi’nde bir müddet hocalık yapmış fakat uzun zamandır devam edegelen Fatih Camii’ndeki derslerine de bu süre zarfında bile ara vermemiştir. Hayatının en zevkli anlarını burada ders verirken geçirdiğini ifade eden Emin Saraç Hocaefendi geçmişte kendisinin yetiştiği usulle talebelerini yetiştirmeye gayret etmektedir. “Allah Teâlâ yaptığımız bu dersleri kabul buyursun ve bizi bu derslerden ayırmasın. Cenâbı Hak'tan niyazım odur ki memleketin ilim erbabı kimseleri ders okumayı ve okutmayı kendilerine zevk-i manevi ile hedef kabul etsinler. Zira kazancın yolu buradan geçer. Çünkü insan öldüğü zaman amel defteri kapanır amma üç kişi müstesna; bunlardan birisi de ilm-i nâfi neşretmiş kimseler. Ve ilmin neşredildiği noktalar da İslam tarihi boyunca, Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz’in zaman-ı saâdetinden itibaren camilerdir.” ifadeleriyle ilim öğrenme ve öğretme anlayışını özetleyen Hocaefendi’ye kendi hocaları Gümülcineli Mustafa Asım Efendi’nin manzum nasihatleriyle yazımıza son vermek istiyoruz:
Gönül! gel talib-i dîdar-ı cemal-i seyyid-i ebrar olalım
Reh-i pâk-i Ahmed-i Muhtara kurban olalım
Tenvir eyleyelim dil-i muzlim-i biçaremizi
İnkilab ve fesat âlemindir bâkî-i nâm olalım
Sûret u zîbâyı cihana aldanmayarak
Mekteb-i ilmi ledünden nûşi ab-ı zülâl olalım
Terk idelim du cihanı taliplerine
Bizler tâlib-i dîdâr-ı cemal-i Yar olalım
Gidelim kûy-i mahbûbi Hûdaya essalat diyerek
Gubâr-ı pâyine yüzler sürerek dil-şad olalım
Yek zerre-i hâki kadem Hazreti akdesine
Sad hezâr canlar feda ederek zevk ile seyrab olalım
Rabbimiz’den bu ilim aşkı ve hizmet şerefiyle bizi ziynetlendirmesi niyazında bulunurken, Emin Saraç Hocaefendi’ye de hayırlı ve uzun ömürler diliyoruz. Cenâbı Hak amellerini makbul, sa’ylerini meşkûr eylesin. Âmin…
Bu ayki yazımızı hazırlarken tanobam.com,cevaplar.org, rihledergisi.com.tr, altinoluk.com, ismetefendi.org, inkisaf.net adlı internet adreslerinden istifade etmiş bulunmaktayız. Kendilerine teşekkürü borç biliriz. Allah emeği geçenlerden razı olsun.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



