Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 27 May 2014 10:48

MÜMİNLER ANCAK KARDEŞTİR

Hepimizin malumu olduğu üzere her kabulün şartları olduğu gibi İslam’ı kabul etmenin ve böylelikle tevhidin de muhatabına yüklediği belli sorumluluklar ve çizdiği belli sınırlar vardır. Kişi yahut kişiler bu sınırların içine girerek adeta belli taahhütlerde bulunur ve o dairenin içerisinde kalmak da ancak bu kuralları benimsemek ve onları canü gönülden yerine getirmekle mümkün olur. Orada şahsi tercihler ve fıtrattan kaynaklanan bazı hususiyetler olsa da “ben” kavramından çok “biz” kavramı hatta onunda ötesinde “o” kavramı bizim için ilk planda olmak zorundadır.

Bizler İslam ile şereflenmenin ve Müslümanca bir yaşam sürdürmenin hayatımızdaki maddi yahut manevi bütün kıymetlerin üstünde olduğu bilicindeyiz. Çünkü hidayeti ancak dilediğine veren Allahü Zü’l-Celâl Hazretleri’nin bizi de imandan nasibdâr etmesi hem dünyada hem de ukbada sahip olabileceğimiz en büyük saadet vesilesidir. Hâlıkımız tarafından bizim bu seçilmişliğimiz nimet-i uzmâdır. Eğer meselenin bu kısmı iyi idrak edilebilirse bundan sonraki her farklılığımız bir ayrışmaya sebep olmak şöyle dursun bilakis zenginliğimiz olarak bir araya geldiğinde bizi kuvvetlendirecek birer unsur haline gelecektir.

Her şeyden önce yaratılışta bizim için yapılan tercihe razı olmalı, bundan dolayı bir üzüntü duymamalı insan. Yaratılan insanın hangi milletten olacağı, cinsiyeti, rengi, dili vs. diğer bütün fıtrî farklılıkları Cenâbı Hakk’ın bizim için yapmış olduğu bir tercihten ibarettir neticede. Yapmamız gereken iş, bu tercihlerin bize yüklemiş olduğu sorumluluklar ne ise bunları en güzel şekilde yerine getirerek şükrünü îfâ etmeye çalışmaktır. Bu bağlamda hadiselere göre sabrı mucib halde sabır, şükrü mucib bir halde şükür, fikretmek gerektiğinde tefekkür edebilmenin en doğru yolu kâmil bir imana sahip olmaktır ki bunun için herkesin “Muhammedî olmak” ortak paydasında buluşması gerekir. İşte bu payda da buluşmanın bize yüklediği en büyük vazifelerden bir tanesi de “İnneme’l-mü’minûne ihve - Mü’minler ancak kardeştir…” (Hucurât Sûresi; 10) ve “Onlar düşmandır, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın!” (Munâfikûn Sûresi; 4) gibi daha pek çok ayeti kerimeyle sınırları çizilen İslam Cemaati ve bu cemaat içerisinde ümmet olma bilincidir.

Burası iyi idrak edildikten sonra mü’minler için adeta bir miheng mesabesinde olan bu bilince diğer unsurlar vurularak onların kıymet-i harbiyyesi anlaşılır. Hadisenin bu cihetiyle ilgili gerek peygamberler tarihinden gerekse ashabı kiram efendilerimizin hayatlarından birçok örnek vermek mümkündür. Hz. Nuh’un iman etmeyen oğlunu Rabbimiz; “Ey Nuh, o senin ailenden olamaz!..” (Hûd Sûresi; 46) diyerek reddetmiş ve “Ancak Ona tabi olanları selamlayarak, bereketle faydalandıracağı” (Hûd Sûresi; 48) emri ile de üst kimliğini kendisine ait olan alt kimliğine tercih etmiş, yani inancının ve bu istikametteki vazifesinin ona yüklemiş olduğu sorumluluğa dikkat çekmiştir. Hz. Ebubekir’in Bedir günü karşı safta olan oğluna (Bedir’den daha sonraki zamanda Müslüman olmuştur.) sormuşlar; “Babanla karşılaşsaydın ne yapardın? Cevaben demiş ki; “Hemen orayı terk ederdim.” Aynı soruyu Hz. Ebubekir’e yönelttiklerinde ise o; “Hiç düşünmeden kellesini uçururdum.” buyurarak hakiki aidiyyetin neseben değil, haseben olduğunu bizlere bildirmiştir. Yine ashabın önde gelen isimlerinden Mus’ab bin Umeyr’le ilgili bir vakıa da meselenin ciddiyetini ve tercihin nelere göre yapılması gerektiğini bizlere bir kez daha göstermektedir. Bedir Savaşı’nda Hz. Mus’ab’ın kardeşi de mücahidler tarafından esir alınır. Kardeşinin esir alındığını gören Hz. Mus’ab, onu esir alan sahabiye dönerek; “Ona iyi sahip çık. Çünkü annesi çok zengindir. Karşılığında sana yüksek bedeller öder.” der ve bırakın milliyetçiliği, kavmiyetçiliği, söz konusu Allah’ın dini ve O’nun Sevgili olunca en yakın kan bağının bile önemli olmadığını bizlere bir kez daha gösterir. Müşriklerin Efendimiz’i (sav) üzen her hareketinde Hazreti Ömer’in en yakın akrabalarından başlayarak onlara hesap sorma arzusu da onun dini hassasiyetini ve İslam’ın kendisine kazandırdığı yüceliği koruma gayretini gösteriyor.

Bu hadiselerden de gayet iyi anlıyoruz ki insanların milletleri, kavimleri, kabileleri, dilleri, yaşadıkları bölgeye bağlı olarak şekillenen renkleri hatta en yakın akrabalık bağları bile asla bir taassub vesilesi olmamalıdır. Bu ancak birbirlerinin tekâmüllerine yardımcı olsunlar, birinin yapamadığını diğeri yapsın ve ayeti kerimenin ifadesine göre de; “tanışıp kaynaşmamız” (Hucurât Sûresi; 13) için Hâlıkımız’ın bizim adımıza tercih ettiği güzelliklerdir. Çünkü en güzel boya “Allah’ın boyası”dır. Müslüman bu boyayla boyanıp kendisine sırat-i müstakîm caddesinde bir yol bulabildi mi, daha onun için biiznillah korku yoktur.

“Allah her şeyden evvel Benim nûrumu kendi nûrundan yarattı.” hadisi şerifine göre yaratılan ilk şey Efendimiz’in nûrudur. Aynı hadisin devamında Hz. Âdem’in arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördüğü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahu Teâlâ’nın; “Bu, ismi gökte Ahmed ve yerde Muhammed olan ve senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurduğu da ifade edilmiştir. Ayeti kerimede de; “Ruhum’dan üfledim.” (Sâd Sûresi; 72) buyrulmuştur. Buradan anlıyoruz ki Hz. Âdem’in evlatları olarak da her insanda Allah’ın ruhundan bir parça ve Efendimiz Muhammed Mustafa’nın (sav) nurundan bir cüz bulunmaktadır. Bu iki değerli cevher her insanın mayasında vardır. Kendisine hidayet erişen kimse evvela Allah’ın inayeti sonra da kendi gayreti ile bu kıymetleri açığa çıkarıp bunlarla ziynetlenmiş; kâfir de bu hakikatlerin üzerini örtmekle bedbaht olup gitmiştir. Hâce Hazretleri (ksa) bu bağlamda; “Ben o kadar âlim, şeyh, velî gördüm fakat Ğavs Hazretleri gibi insana yalnızca insan olduğu için değer veren başka kimse görmedim.” buyurarak insanın önce insan olarak muhatap alınması gerektiğini vurgulamışlardır. Şairin;

Kamûnun Hâlık’ı birdir,
Niçin bazısı kâfirdir
Bu ne hikmet, bu ne sırdır?
Bilen gelsin bu meydâna

mısralarıyla dikkat çektiği bu sır, kainat kuruldu kurulalı en bilinmez muammalardan biri olmuş ve sadece ârifler bu sırra vakıf olmuşlardır.  

Milliyetlerini, renklerini, kavimlerinin şerefini(!), zenginliklerini öne sürerek İslam dinini kabul etmeyenlerin ahmaklıklarına karşın; tâ Fars diyarından kalkıp gelen ve bu yolda nice meşakkat çekerek, sonunda köle olmak gibi ciddi bedeller ödeyen Hz. Selmân-ı Fârisî’nin şanı ne yücedir. Ashabı kiram bir gün kendi aralarında oturmuşlar her biri Hz. Peygamber’e olan akrabalık bağlarıyla, ona kaçıncı dereceden yakınlıklarıyla -haklı olarak- övünüyorlar. Hz. Selmân da oradalar. Kendileri Fars diyarından, akraba olmak şöyle dursun, Arab bile değiller. Bu kutlu sahabî, oradaki ashaba bakmış ve haline üzülmüş, mahzun olmuş. O sırada Cenâbı Peygamber teşrif etmişler. Hz. Selmân’ın bu halini görünce sebebini sorup hadiseyi baştan sona dinlemişler ve O’na oradakilerin alt kimlikleriyle (milliyet, kavmiyet, akrabalık vs.) erişemeyecekleri bir kıymeti bahşetmiş; “Selmân ehli beytimdendir.” buyurmuşlardır. Başka bir zamanda da “Selmân İslam’ın oğludur.” buyurarak adeta ona bir basamak daha öteye geçtiğinin müjdesini vermişlerdir.

Bizler insanların milliyetlerini, asliyyetlerini inkâr etmeleri gerektiğini söylemiyoruz. Bilakis insanların meşru sınırlar içerisinde bunlarla övünmeleri gerektiğini vurguluyoruz. Hâce Hazretleri, etrafında bulunan her milletten insana, Türküne, Kürdüne, Arabına, Lazına vs. kendi kültürlerine sahip çıkmaları, örf, âdet, gelenek ve göreneklerini öğrenmeleri ve anadillerini iyi bilmeleri gerektiğini ifade buyururlar. Efendimiz’in, “Üç hasletten dolayı Arabı seviniz: Çünkü ben Arabım, Kur’ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olmuştur ve cennet ehlinin konuştukları dil Arapça’dır.” (Feyzü’l-Kadîr 1:178 Hadis no: 225) buyrukları da insanın aidiyyetiyle duyduğu sevincin en güzel misallerinden bir tanesidir.

Bununla beraber kendilerini diğer ırklardan üstün görmek, bütün insanların soylarının Türkler’den neşet ettiğini öne sürmek ve “Güneş Dil Teorisi” gibi meskürat meclislerinde onaylanmış saçma tezlerle dünya dillerinin bile Türkçe menşe’li olduğu iddiasında bulunmak tamamıyla banazlık olarak ifade edilebilir. Aynı bağlamda Efendimiz’in (sav) büyük dedelerinden Hz. İbrahim’in Türk olduğunu iddia ederek Hz. Peygamber’i bile Türkleştirme gayretinde bulunmak gözü dönmüşlükten başka bir sıfat kabul etmez herhalde.

Hâlbuki uhrevi saadetin yolunu gösterme meziyeti şöyle dursun, bugün batının ehli insaf bilim adamlarının bile “dünyanın ilk evrensel insan hakları beyannamesi” olarak kabul ettiği Efendimiz’in (sav) “Veda Hutbesi”nde bu üstün görünme çabası her vechesi ile reddedilmiş, “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır. Arabın Arab olmayana, Arab olmayanın da Arab üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur…” ifadeleri ile insanın kendisini üstün görmesi –tabiri caizse- en yetkili ağız tarafından yasaklanmış ve “Haberiniz olsun ki Allah yanında ekreminiz en takvalınızdır...” (Hucurât Sûresi; 13) ayetiyle de Allah indinde geçer akçenin takva, hatta onun da ötesinde etkâ olduğu ilan edilmiştir. Ahmed er-Rufâî Hazretleri’nin ifadelerine göre de bu geçer akçeyi elde etme hususunda; “Yedi yaşındaki bir sabî ile yetmiş yaşındaki bir pîr-i fânî eşittir.”

Hâce Hazretleri (ksa) buyururlar ki; “Ayeti kerimelerin de işaret ettiği gibi kâfirlerin aklı kıttır. Bu yüzden oyunlarını bir türlü değiştiremiyorlar. Aynı oyunları temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp farklı planlarla önümüze getiriyorlar.” Hakikaten öyle. Siyonizmin uşakları dün milliyetçilik zırvalarıyla Selçuklu’yu, Osmanlı’yı nasıl parçalamışlarsa bugün de Kürttü, Arabtı, Acemdi diyerek ittihâd-ı İslam’a çomak sokmanın gayreti içerisindedirler. “Müslüman aynı delikten iki defa ısırılmamalı.” (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63.) buyurur Efendimiz. Mü’min şüpheci olmalı ve kendilerine “Bir iyilik dokununca üzülüp, bir musibet gelince buna da sevinien” (Âl-i İmrân Sûresi; 120)  ve “Apaçık düşmanımız” (Nisâ Sûresi; 104) olan kâfirlere fırsat vermemelidir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 23 May 2014 15:32

TASAVVUF ZÜHD-İ NEBEVÎDİR -2-

Geçen ayki sayımızda tarifi, mevzuu ve faidesine kısaca değindiğimiz, sadece ehlinden talim edilebileceğini belirttiğimiz ve bu makalenin amacı olarak yapılan bir takım yanlış uygulamalara gayriyi tenkid değil de özeleştiri bağlamında değerlendirmelerde bulunduğumuz yazımıza bu ay da devam edeceğiz inşaallah.

Makalemizin ilk bölümünde inabe kavramına değinmiş, yalnız inabe ile mutasavvıf/sûfî olunamayacağını belirtmeye çalışmıştık. Üstelik bu seyir sanıldığı kadar kolay olmamakla birlikte “Allah, kimseye gücünün ötesinde bir teklifte bulunmaz.” (el-Bakara; 286) fehvasınca rıza nimetine ermek ve Cemâl cennetine nail olmak isteyenin ulaşamayacağı kadar da ütopik/hayalî değildir.  

Büyüklerimizin ifadelerinden anladığımız kadarıyla bu seyir; insanın ezelden ebede olan yolculuğunda dünya tarlasını kendisine vahiy ve tecrübeyle aktarıldığı şekli ile ekip neticede hem dünya hem ahiret saadetine erişmesini sağlayacak bir hasat elde etmesidir. Buradaki vahiy ve tecrübe ifadelerini de izah etmek gerekirse şöyle tarif edilebilir:

Vahiy, Allah’ın Kitabı Kurân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hayatını şâmil sünnet-i seniyyedir. Çünkü Efendimiz’in hayatının her anı; “İn huve illâ vahyun yûhâ - O (nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm; 4) ayetinden de anlaşıldığı gibi vahiyle yani Cenâbı Hakk’ın O’na (sav) olan ilhâmâtı ile yaşanmıştır.  

Tecrübe ise sahabeyi kiramdan başlayıp günümüze kadar ulaşan manevi silsilenin, yani saâdâtı kiram efendilerimizin hayatlarıdır. Bunun da bizler için ayrı bir önemi vardır. Şöyle ki; gerek Efendimiz’in (sav) gerekse de diğer peygamberlerin seçilmişliklerinden ötürü sahip olduğu birtakım özellikler onların bulundukları makamların, hayatlarındaki mükemmelliklerin ve istikametlerinin anlaşılmasını bir nebze de olsa mümkün kılar. Yani O’nlar ismet, fetanet gibi üstün özelliklerle techiz edilmişlerdir.

Ancak hem sahabe efendilerimiz hem de onlardan sonra gelen büyüklerimiz bulundukları duruma hepimizde bulunan insani özelliklere sahip oldukları halde gelmişlerdir. Bu cihetiyle onlar bizim için önemli bir örnektir. Elbette ki onlar da Cenâbı Hakk’ın inayetiyle kulluk bilincine ermiş, bu bilgisini amele çevirmiş ve istikamet ehli olmuştur. Amennâ! Cenâbı Hak yardım etti mi olmayacak değil, lakin bizim anlatmak istediğimiz, günah işlemeye, nefsin heva ve hevesine kapılmaya meyyal oldukları halde bu duygularına gem vurup ruhlarının beden mülküne hâkim olmasına gayret etmişlerdir.  

Ashabdan günümüze gelen bu mes’ud, varlıklarının anlamını idrak eden hazreti insanların yetişme usullerinin en başında sohbet gelmektedir. Peygamberlerden sonra en hayırlı topluluk olan ve Efendimiz’in rahle-i tedrisinde bulunan ashabın yetişmesi de bu şekilde yani göz ve kulakla olmuştur. Onlara sahabe denilmesinin nedeni de zaten budur.  Onlar Efendimiz Aleyhisselatü Vesselâm’la sohbet arkadaşlığı yapmış ve O’ndan duyduklarını yine O’nun uygulamasıyla görüp hayatlarına geçirmişlerdir. Bu taklitleri zamanla onları tahkike erdirmiştir. Öyle ki onların icma’ı edille-i şer’iyyeden sayılmış, hemen hepsi müçtehid payesinde ulemadan olmuş, “Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih (ince anlayış sahibi) kılar.” [Buhari, Farzu'l-Humus 7, İlm 13, İ'tisam 10; Müslim, İmaret 98, (1038); Tirmizi, İlm 1, (2647)]  hadisinin mücessemleşmiş birer numunesi haline gelmişlerdir.

Sohbet müekked sünnettir. Ve bir insanın yetişebilmesine, yanlışlarını öğrenip yerlerine doğruyu ikame edebilmesine en büyük vesilelerden bir tanesidir. İnsana adeta yeni ve doğru bir anlayış kazandırılmasıdır. Anlayışın önemi ise şöyle izah edilebilir:

Mürşid, müridinin herhangi bir yerindeki manevi sıkıntısını teveccühle izale edebilir. Misal insanın kalbinde bir sıkıntı vardır; mürşid ona nazarla, dokunma ile, sarılma ile, dua ile teveccüh eder ve Allah’ın keremiyle o sıkıntı giderilir. Ancak topyekûn bir düzelme olmadığından uzun süreli bir faide sağlanamaz. Aynı vücut gibi. İnsanın iç organlarında külliyen bir bozukluk varsa siz onun kalbini ameliyat etmişsiniz ne fayda? Kalb belki düzeltildi fakat diğer organlar sıkıntılı. Bu bozukluk içerisinde düzgün çalışan bir kalbin de çok faydası olmuyor. Yani vücut tam manasıyla sıhhatli sayılamıyor.

Ancak anlayış öyle değil. İnsana düzgün bir anlayış yerleşti mi, bu o insanın adeta DNA’larına bir müdahale oluyor. Ve başarılırsa sadece o insana değil onun neslinden gelecek tüm insanlara etki eden bir değişiklik olup, kalıcılık sağlanıyor. Çünkü DNA kalıtımsaldır. Anlayışı olgunlaşan insanın içerisine her yönüyle düzgün çalışan bir mekanizma yerleşir adeta. Öyle bir mekanizma ki dışarıdan ne gelirse gelsin işe yarayacaklarla yaramayacakları ayırır, işe yarayanları da en güzel şekilde işleyerek gerekli merkezlere ulaştırır.  Böyle bir insana daha bir şey yapmanıza gerek kalmaz. Buradan iki mana anlama mümkündür. Birincisi mürşid cihetinden bir diğeri de mürid cihetinden…

Birinci mana şudur ki o insan büyüğünü -tabiri caizse- pek fazla yormaz artık. Mürşidi ona ne söylerse –gerek kâlen gerekse hâlen- anlatmak istediğini anlayarak yaşar ve ona göre istikametini belirler. Dervişlerin en çok yaptığı dualardan biri de; “Ya Rabbi! büyüklerimizin yükünü hafiflet!”dir. Bizler dilimize peleseng olmuş bu duayı yaparken kendimiz onların sırtından inmeyi düşünmüyoruz nedense? İşte anlayışı yerleşmiş, DNA’ları değişmiş insan artık mürşidinin sırtına yük olmak şöyle dursun, elini taşın altına sokarak atacağı her adımda ona ve onun hizmetine yardımcı olma şerefine nail olur.

İkinci mana ise; müridin kendi gayreti ve çabası açısındandır. Çünkü bu dünya hayatında insana her şey adetle verilmiştir. Günleri, ayları, yılları hatta sanki hiç hesapsızmış gibi alıp verdiği nefes bile mahduddur. Geçmişle gelecek arasında bir mola yeri olan dünyada ve iki nefes arası kadar kısa olan ömürde az işleyip çok kazanacağı bir ticaretin yolunu araştırmalıdır sâlik. Tabi neticede kul kendisine takdir edilen nasibi bulur lakin çalışma ile emrolunmuştur. Bunun için diyoruz ki daha fazla bir şey yapmanıza gerek kalmaz. İçinde çalışan o sistem ona yakaza/âgâhiyet kabiliyetini kesbettirecek ve “Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler…” (Âl-i İmrân; 191) ayetinin manasına ererek her anını ibadetleştirmenin huzurunu duyacaktır.  

Bugün cerrahi müdahalenin(!) yalnız kendileri tarafından yapıldığını, diğerlerinin ancak pansuman yaptığını söyleyen; ğavsiyyet, kutbiyyet, ferdiyyet gibi makamları kendilerinden başka kimseye layık görmeyen kimi kesimlerin sohbeti adeta arka plana atarak yalnızca nazarla terbiye ettiklerini iddia etmeleri ne derece sıhhatlidir? Mesele nazarın kuvveti ise Hz. Peygamber’in her şeyde olduğu gibi bu sahada da en kuvvetli tabip olduğu muhakkaktır. Sohbetle kıyas edildiğinde tesiri geçici olan ve tam manasıyla tedavi etmek yerine geçici müdahale gibi sayılabilecek bu yöntem irşad için tek yolmuş gibi lanse edilmemelidir. Yani diğerleri nazar edemedikleri için konuşup duruyorlar gibi bir anlayış asla kabul edilemez. Bu nazarın bir devamı olmalı. Bir demirci gibi; elindeki katılığı nazarla işlenebilir hale getirdikten sonra onu sohbetle ve örnek olacak bir yaşantı ile adeta yeniden şekillendirmek gerekir. Sadece nazarla ısıt, bırak; ısıt, bırak yani şekillendirme -Allah muhafaza- o insanı öyle acaip bir hale getirir ki belki de daha düzelmesi mümkün olmaz.

Gidip gelen insanların kötü hasletlerini bir anda terk etmesi tamam ama bunun yanında hayatlarında dinin emirlerini ikame etmekle birlikte onlarda sohbete, evrad ve ezkara devamlılıkla “üsve-i haseneye” benzemeye çalışan bir şekil aldıramayınca ne idüğü belirsiz bir topluluk çıkıveriyor ortalığa. Bir de bu insanlar kendi kötürüm hallerine bakmadan dört başı mamur birer sofi(!) olduklarını zannederek hizmet etmeye kalkınca tasavvufun hakikatine verdikleri zarar, faydasından çok maalesef.

Sâlik için bir diğer önemli husus da evrad ve ezkardır. Mürşid onun için manevi bir doktor gibidir. Bu manada bizim irşadımız için gerekli olan her şeyi onun bize bildirdiği şekilde ve tayin ettiği zamanda yerine getirmemiz gerekir. Öyle kafamıza göre, istediğimiz zaman aldığımız, istemeyince terk ettiğimiz; adedini arzularımıza göre belirlediğimiz, şu da iyi gelir, bak öteki bunu kullanıyor diye aldığımız ilacın, nasıl tedavi umarken hastalığımızın daha da kötüleşmesine sebep olabileceğini biliyorsak zikir hususunda da aynı hassasiyeti göstermeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenabı Hak müminlere sürekli zikri emretmiştir. Bize bildirilen adetli zikir letâiflerimizin nefis ve avanesinin elinden kurtulup melekût âlemindeki asılları ile kavuşmasından sonra kurulu bir saat gibi her vakti geldiğinde zikretmesi içindir. Çünkü sâlikin zikre devamı onda bir derinleşmeye ve tefekküre yol açacaktır. Zikirle kalb boş kalmayacaktır. Hayatımızda yaptığımız yanlışlar, konuştuğumuz boş sözler, kalbimize gelen vesvese, havâtır hep bu kalp boşluğundan kaynaklanmaktadır. Hâce Hazretleri, evdeki balığın, muhabbet kuşunun beslenmesine gösterdiğimiz ilgi kadar kalbimize özen göstermediğimizi vurgulamış ve zikirsizlik yüzünden ölen bir kalbin vebalinin besinsizlik yüzünden ölen bir hayvanın cinayetinden çok daha büyük olduğunu ifade buyurmuşlardır.  

Öte yandan ne sahip oldukları bir ilim, ne ikmale erdirdikleri bir sülûk ne de gördükleri mânevî bir terbiye olan kimileri de bırakın sohbet etmeyi konuşmayı dahi beceremediklerinden saçma sapan metodlarla insanların vakitlerini boşa harcamaktadırlar. Gözlerin ve ışığın açık olduğu, kadınların seyrettiği ortamlarda râfizî semahına benzer şekillerde yapılan/yaptırılan zikirler insanların bağırıp çağırarak kendilerini tatmin etmelerinden öteye gitmemektedir. Çünkü büyüklerimiz “Men lâ edebe lehû ve lâ tarîka lehû-Edeb yoksa tarikat yok!” buyurmuşlardır. Ne sünnet-i seniyyede ne de büyüklerimizin kadim geleneklerinde benzerlerine rastlayamadığımız bu davranışlarla istifade etmek şöyle dursun, gördüğümüz zarar da cabası oluyor.

Ancak bugün birileri himmet-gayret ilişkisini anlayamamış ve kendisini teslimiyet kılıfı altında adeta tembel tembel yatar hale getirmiştir. İnsanın kendisini irşad edecek manevi sahibine teslim olması ancak ona bildirilenlerle ilk adımı atması halinde mümkün olacaktır. Hiçbir şey yapmadan oturmak teslim olmak değildir. Bir defasında Hz. Ömer, Medine’de boşta gezen bir gruba “Siz necisiniz?” diye sorunca onlar; “Biz mütevekkilleriz” diye cevap vermişlerdi. Bu çarpık tevekkül anlayışına Hz. Ömer’in cevabı çok anlamlıdır; “Hayır, sizler mütevekkil değil, “müteekkil”ler(yiyiciler)siniz!” Allahu Teâlâ’nın kefil olduğu maddi rızkımız için bile muhakkak bir çalışma gerekirse teminini bize bıraktığı manevi rızkımız için gayret etmemek olur mu? Hadisi kudsî de Cenâbı Hak; “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana bir kulaç yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 1.) buyurmuşlardır. Buradan da açıkça anlaşılmaktadır ki ilk adım hep kuldan olmalı. Bu kimi zaman aczimizi bilmekle kimi zaman ibadet/tâatle kimi zaman terk edilmesi gerekenleri Allah için geride bırakmakla olacaktır.

Maalesef günümüzde müridlerinin yerine zikreden, sakal bırakan, onları sadece nazarla eğiten ve her hareketinde adeta insanları hazır yiyiciliğe alıştıran bir anlayış hâkim. Bizler amellerimizle bir şey olmayacağını biliyoruz. Ancak himmetin gayretle birleştiğinde insanın hem dünyasına hem de ahiretine faideli olacağına inanıyoruz.

Cenâbı Hak cümlemize istenildiği gibi gayret edip büyüklerimize teslim olabilmeyi, atacağımız her adımda onların işlerini kolaylaştırabilmeyi nasip etsin. Yüce Rabbimiz, işlediğimiz her fiilde büyüklerimizin yüzünü güldürebilmeyi, Efendimiz’in (sav) iftihar edeceği bir ümmet, Cenâbı Hakk’ın meleklerine karşı övüneceği bir kul olabilmeyi müyesser buyursun.    

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 23 May 2014 14:39

TASAVVUF ZÜHD-İ NEBEVÎDİR -1

Dergimizin bu ayki dosya konusu “Yurdumuzdaki İslamî Hareketlerin Dünü ve Bugünü” idi. Gayet geniş bir sahaya sahip bu mevzuu nasıl işleyeceğimiz hakkında “netice-i meram” yazarları olarak aramızda yaptığımız istişare neticesinde, her birimizin bu hareketlerden birisini incelemesine, böylelikle her alanın daha derinlemesine işlenebileceğine karar verdik. Bu karar doğrultusunda biz de yurdumuzda tasavvufî cereyanın dünü ve bugününü işlemeye gayret edeceğiz. Cenâbı Hak bizleri tevfîki ile muvaffak, cümlemizi de lütfu ile müstefîd eylesin…

Tasavvufla ama uzak ama yakın bir ilişkisi olan herkes onun anlatılamayan bir hissiyat, seven ve sevilenden başka kimsenin mahrem olamayacağı bir ikili ilişki olduğu noktasında hemfikirdir. Hal böyle olunca bu konu hakkında yazı yazmak takdir edersiniz ki oldukça zor olacaktır. Ancak İmam Efendi Hazretleri’nin de buyurduğu gibi; “Efendimiz’den (sav) tevarüs eden diğer tüm ilimler gibi tasavvuf ilminin de bir tarifi, mevzuu, binası ve faidesi vardır. Ve diğer aklî ve naklî ilimler gibi bu ilim de ancak ehlinden talim edilir.” Bu açıdan, yazımızı yazarken tasavvufun hakikatinin daha da anlaşılabilir olması ve günümüzdeki oluşumların bu sağlam mihenge vurularak değerlendirilmesi daha isabetli sonuçlar elde etmemize zemin hazırlayacaktır.

Bâtın temizliği yapmak olarak tarif edilen, gafletten sakınarak her an huzur-i ilâhîde olduğunun bilincinde yani Cenâbı Hakk’ın Râkîb oluşunu aklından ve gönlünden çıkarmamak olarak mevzuu belirlenen tasavvufun faidesi, nefsanî her şeyden kurtularak kulun Mevlâsı’na layık hale gelmesidir.

Meselemizin daha iyi anlaşılması için öncelikle serlevhadaki “zühd” kelimesinin üzerinde biraz durmak istiyoruz. Zühd; “dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek…” gibi manalara gelir. Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm da; “Rabbim Beni kul bir peygamber olmakla hükümdar bir peygamber olmak arasında muhayyer bıraktı. Hangisini tercih edeceğimi bilemedim. O sırada dostum Cebrail’e baktım. Cebrail: ‘Rabbin için tevazu et!’ dedi. Ben de kul bir peygamber olmayı tercih ettim.” buyurmuşlardır.  

Daha yaratılışın başında iken O (sav) dünyalık hiçbir şeyi tercih etmemiş yalnız Rabb-i Rahîmi’ne layık bir kul olabilmenin arzusu içerisinde olmuştur. Her hangi bir mal ve mülke iltifat etmediği gibi makam ve mansıp peşinde de olmamıştır asla. Hizmet edilmenin sefasını sürmek yerine bizâtihi kendisi de çevresindeki her canlıya hizmet ederek onları şereflendirmiştir.

İmanını kemâle erdirme gayretinde olan her mümin hayatını -zerreden kürreye- Efendimiz’in hayatına benzetebildiği ölçüde kâmildir. İçinde bulunduğumuz zaman diliminden Efendimiz’e mutabaatın yegâne yolu ise Fahr-i Kâinat Efendimiz’le irtibatının bir an kesilmesine dahi tahammülü olmayan insan-ı kâmile ittibâ etmektir. Büyüklerimizin bu yolun daha başında bize en büyük tavsiyelerinden bir tanesi de bu yolun yolcusunun hizmet edilmeyi beklemek yerine hizmete talip olması ve nefsini firavunun nefsinden bile aşağı görerek yolun en sonunda olduğu bilincini hep canlı tutmasıdır. Bu anlayışla garazsız ve ivazsız bir hizmetin içerisinde olmalıdır sâlik.

Günümüzde ise ehli tarik olanlar sadece menfaat için hizmetle meşgul olmakta işin daha da kötüsü kendilerine verilen terbiyede de böyle bir düşüncenin fenalığından bahsedilmemektedir. Belki dünyalık menfaatler zemmedilmekte ancak sâlik ahiret metaına yönlendirilmektedir. Şeyh efendilerin tüm derdi evliya yetiştirmek, yerlerine halife bırakmak olmuştur. Böyle olunca da adeta manevi bir kısırlık olmuş, Cenâbı Hak ümmetin maddi manevi dertlerini çözüme kavuşturacak hayırlı insanların sayısını günden güne azaltmıştır. Tabi hakikat olmayınca da ehliyetsiz insanların elinde saf (temiz) niyetli nice insan adeta heba olmuştur.

Hâlbuki ümmetin adeta manevi babaları olan ve Cenâbı Hakk’ın dengede tutmak için dağlar misali yeryüzüne diktiği insanı kâmilin yegâne arzusu Allah’a (cc) layık bir kul, Efendimiz’e (sav) layık bir ümmet yetiştirmek olmalıdır. Çünkü Hâce Hazretleri’nin ifadeleriyle; “Kulun piyangosu Allah’ın onu görmek istediği yerde (kulluk dairesi içerisinde) durmasıdır.” Kıymetini bilen için de bundan daha değerli bir mevkii yoktur. Büyüklerimiz, Efendimiz’in (as) kıymetlerini anlatırken Cenâbı Hakk’ın O’na olan –ve kâinatta kimseye lütfetmediği- izzet ve ikramına rağmen; “Sen Bizim neyimizsin?” hitabına “Ben Abdullah’ın yetimiyim.” diye cevap vererek kendisini kâmilen sıfırlayabilmesini de aktarırlar.
Söz tam buraya gelmişken Ğavs’ül-Âzam Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin veciz ifadelerini hemen hatırlamakta faide görüyoruz. Hazreti Pîr; “Menfaat kapısına baktım kuyruk tâ arşa dayanmıştı, fakr ve zaruret kapısına nazar ettim kendimden gayrisini göremedim.” buyurmuşlardır. Aynı doğrultuda Hâce Hazretleri de (ksa): “İbrahim bin Edhem madde sultanlığını terk etti, Cenâbı Hak ona ne nimetler verdi.  Bir de mana sultanlıklarını terk etmek var. Düşünün Allahu Teâlâ’nın buna mukabelesi nasıl olur?” buyurmuşlardır. Şahı Nakşibend’in (ks) sâlike dünyayı, ukbayı, varlığını terk ettikten sonra bunları terk ettim, duygusundan da kurtulması gerekliliğini de vasiyet etmesi aynı hakikate işarettir.

Her yolun bir başlangıcı olduğu gibi tasavvufun/seyr-i sülûkun başlangıç noktası da intisabdır. İntisab; talibin yolun büyüğüyle yahut onun görev verdiği kimseyle Efendimiz’in bey’at sünnetine uygun bir şekilde karşılıklı olarak ahidleşmelerine verilen isimdir. Farklı tarikatlere göre çeşitli ritüeller uygulansa da öz olarak bey’at tarafların birbirlerinin tövbelerine ve Allah için verdiği sözlere şahit olmasıdır. Ancak burada üzerinde durmak istediğimiz nokta bu meselenin bir başlangıç olduğu ve devamının sohbetlere, hatmi şeriflere, evrad ve ezkâra müdavemetle olacağı gerçeği bir kenara bırakılarak; “Sadece tövbe etmenin, kurtuluş için yeterli olduğu(!)” gibi sığ bir anlayışla tâliblerin yanlışa sevk edilmesidir.

İntisab edilen yolun büyüklüğü kadar intisab edenin de meselenin bilincinde olması çok önemlidir. Onun için mesele adeta “oldu  bitti”ye getirilmeden, yolun inceliklerini anlamaya çalışarak, usullerinin ve anlayışının kendi meşrep ve mesleğine uygunluğunu tartarak yapılacak bey’at insana daha farklı bir istifade imkânı verecektir. Çünkü çiftçi ne kadar bilgili olursa olsun, elindeki tohum ne kadar kaliteli olursa olsun, eğer sâlik gönlünü bu ekime hazırlayamazsa bir faide elde edemez. Şu hâlde “Ben burada yapılan uygulamalarla, bana tarif edilenlerle gönül tarlamı ekime müsait hale getirebilir miyim?” bunun hesabı iyi yapılmalı.

Neyin ne olduğunu anlamadan, hiçbir izahta bulunulmadan, irtibatın kuvvetlenmesi için neler yapılması gerektiği açıklanmadan adeta elini tuttuğuna tarikat tarif etmek –Allah muhafaza- kârdan çok zarara yol açacaktır belki de. Bu da sanki anlaşılamayan bir hesapla tasavvufî cemaatleri kelle sayısını artırmaya dolayısıyla da artan her sayının maddi manevi kaynaklarından istifade gibi tehlikeli bir girdaba sürüklemiştir. Hazırûn cemaati bir başka dergâha, hatmeye, sohbete, hatta camiye cumaya dahi göndermeme gibi bir gözü dönmüşlük de aynı maddi kaygılardan oluşsa gerek.

Bir de bu müesseselerin adeta bir yükseköğrenim kurumu gibi olduğu bilinci de taliplere yerleşmeli kanaatindeyiz. Ne demektir bu? Tasavvuf, şeriat dairesinin içinde bir oluşumdur. Yani hususi bir eğitim kurumudur. Yükseköğrenime kaydolacak bir öğrencinin ilkokulu, ortaokulu, liseyi başarıyla bitirerek gereken dersleri vermek zorunda olması gibi bu kuruma kaydolmak isteyen kimsenin de namazla, oruçla, zekâtla, hâsılı şeriatin zahir emirleriyle bir problemi kalmamalı. Yani bunlarda herhangi bir ihmali olmamalı, gevşeklik dahi göstermemelidir. Aksi takdirde tasavvuftan istifadesi mümkün olmaz.   

Zaten son günlerde cemaatlerde gördüğümüz çoğalma da -üzülerek ifade etmek gerekirse- sanki biraz bu türden bir çoğalma. “Gel tövbe et, tamam!” bu anlayışla nereye varılır? Amel var mı, bu yol sana ne kattı, bunca yıldır neyin değişti, ahlakın zemimeden hamideye tebdil oldu mu? Bunların muhasebesinin yapılması elzemdir. Bunun için eskiler dervişe “abdal” demişler. Tebdil eden, değiştiren manasına. Neyi değiştirecek peki? İnsanın temel yapı taşlarını oluşturan, adına anâsır-ı erbaa denilen ve bize yaratılışta verilen özellikleri değiştirecek yani aslına döndürecek. Ataleti, tembelliği (toprak) tevazuya, mahfiyete; uçarılığı, kibri, haşarılığı (hava) vakara, ağırbaşlılığa; ucb, riya, içine girdiği kabın şeklini, rengini almayı (su) merhamete, ülfet-ünsiyete; gadap, kin, asabiyet (ateş) aşka, şecaate dönüşecek Allah’ın izni, Efendimiz’in duası ve büyüklerin himmeti ile. Maalesef bu anlayış oluşmadan sayımız ne kadar artarsa artsın. Bu sefer o çokluktan bereket yerine başka şeyler ortaya çıkacaktır. Çünkü asıl olan nitelik değil niceliktir. Yani pahada ağır gelmektir. Tonlarca toprağı bir kenara yığsak karşısına da bir kilo altın koysak aklı başında her insan altının daha değerli olduğunu anlayacaktır. “Yahu toprak dağlar kadar, şu halde daha değerlidir.” diyenin ne derece sıhhatli düşündüğü hepimizin malumudur.

Bunun için büyüklerimiz az olsun ama öz olsun, biz ümmete kefaret bir cemaat yetiştirmek istiyoruz anlayışıyla hareket etmiş ve kendilerine Hz. İsmail’in iradesiyle Hz. İbrahim’e teslimiyeti gibi teslim olan her ihvanını “Muhammedcik” olarak yetiştirme arzusunda olmuşlardır.
Devam edecek...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bu yazımızda, dünyevi ve uhrevi saadet için mü’mine lazım olan ilmi, edinilen bilginin âdeta sergilenişi olan ameli ve amele ruh veren ihlâsı işlemeye gayret ettik. Tevfîk ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’tandır.

Hâcegân yolunun temel esasları sıralanırken iman ve aşkla beraber ilim de zikredilmektedir. Zaten yolumuzun sair tariklere oranla efdal ve ekmel olmasının sebebi de ekser meşayıhının ulemadan olmasındandır. Büyüklerimiz, uzun uğraşlar ve ciddi gayretler sonucu ahzettikleri bilgi ve birikimlerini en güzel şekilde amele döküp, bu amellerde de ihlâsı elde etmenin yolunu tecrübeyle sabitleştirdikten sonra bir disiplin halinde muhiblerine talim ettirmişlerdir.

Çünkü bizim büyüklerimiz her şeyde olduğu gibi ilim öğrenmekten gayenin de Cenâbı Hakk’ın bizi bu dünyaya göndermesindeki murad ve maksadının anlaşılması olduğu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Adına kulluk denilen bu ulvi vazifeyi idrak etmek, onu yerine getirmek için ne yapmak gerekiyorsa yapmayı yani ameli, o amelin kıymet ve lezzetini anladıktan sonra da kendisine verilen nasib doğrultusunda derinleşebilmeyi yani ihlâsı getirecektir. Zaten kendisi ile amel edilmeyen bilgi insana adeta kambur olmuş, ilmi ile âmil olmayanlar Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kitap yüklü merkeplere1 benzetilmişlerdir. Ayeti kerime her ne kadar yahudilerin Efendimiz’in geleceğine ve O’nun şahsî ve manevî vasıfları hususunda bilgi sahibi olmalarına rağmen O’na tabi olmamaları hakkında nazil olmuş olsa da ulemâ bu ayetin hitabının şahsî, hükmünün umûmî olduğunu bildirmişlerdir.

Hâce Hazretleri insanın vazifesinin anlaşılması için evvel emirde “levlâke” sırrının iyice idrak edilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Çünkü insanın yaratılış gayesi “gulâmi Muhammed” olmaktır. Yani Efendimiz’e (sav) ve O’nun tebliğ ettiği dîn-i mübîne hizmetkâr olmak ve yine O’ndan (sav) öğrendiğimiz şekilde, Kurân-ı Kerim’in ifadesiyle,2 Allah’ın dinine yardım etmektir. Ancak Allah’ın dinine yardım edebilmek için öncelikle ilme yani bozulmamış bir bilgiye ihtiyacımız olacaktır. İşte bu ilmi öğrenmenin yolunu da büyüklerimiz bize tarif etmişler; ya bir âlimin yanında, onun rahle-i tedrîsinde oturmak yahut da bir mürşidin sohbet-i seniyyelerinde bulunmaktır.

Ancak şu hakikat hiç unutulmamalıdır ki ilim, sadece öğrenip malumat sahibi olmak, ben biliyorum deyip caka satmak için değildir. Öğrenilen hakikatlerle amel edip yine Cenâbı Hakk’ın bizden istediği vazifelerle nefsimizi meşru bir daire içerisinde meşgul edip tabiri caizse oyalayarak onun, Rabbimiz’in belirlediği haddi aşmasının önüne geçmeye çalışmaktır.

Zaten bize hidayet rehberleri olarak gösterilen ve hangisine tabi olursak kurtuluşa ereceğimiz müjdelenen sahabe-i kirâm efendilerimiz de bu şekilde yani göz ve kulakla yetişmişlerdir. Kendileri, Efendimiz’den (sav) işittikleri hakikatleri öğrenip yine bizzat O’ndan görerek ayniyle uygulamaya çalışmış, bilgisini aksiyona, amele çevirmiştir. Bu uygulama sırasındaki samimiyet ve ihlâslarındaki derecelerine göre de onlara Cenâbı Hakk’ın vuslat kapıları açılmış, gerek Efendimiz’in şahsına ve getirdiği hakikatlere hizmetleri gerekse de O’na tabi olmaktaki gayretleri onlara Allah’ın rızasını3 kazandırmıştır.

“İman edip de salih amel işleyenler” 4 ifadesi Kurân-ı Kerim’in birçok yerinde geçmektedir. Zaten imanın tarifi yapılırken buyruluyor ki; ”İman; dil ile ikrâr, kalb ile tasdîk, amel ile de tatbîkdir.” Bu cepheden bakılacak olursa iman da bir bilgidir aslında. Rabbi’nin kim olduğunu, O’nun elçilerinin insana neler getirdiğini, helal ve haramın sınırlarını, icrâ edilmesi gereken vazifeleri, yeniden dirilişin, hesabın, cennet ve cehennemin hak olduğunu bilmenin adına iman denir. Ama bu kadar bilgi ve bunları kabulleniş sadece yeterli görülmemiş aynı zamanda bu inancın gerektirdiği şekliyle amel de istenmiştir. Hadisi şeriflerinde Efendimiz (sav); “Kul amentü billâhi festakim-İman ettim de, dosdoğru ol.”5 buyurmuşlardır. Hucûrat Sûresi’nde de istikamet üzere olmanın ancak Allah’ın emirlerine imtisâl6 ile olacağı beyan buyrulmuş adetâ hadisten kastedilen mana şerh edilmiştir.

Buradan anlıyoruz ki ilim yani doğru bilgi insanı amele sevk eden bilgidir. Ayeti kerimede bizlere en güzel örnek, usve-i hasene olarak gösterilen Efendimiz’in hayatı, bu hakikatin sürekli izhârı olmuştur. O (sav), geçmiş ve gelecek bütün hataları bağışlandığı halde kendisini ibadetten berî görmemiştir. Enbiya mâsum, evliyâ ise mahfuz oldukları halde sürekli ameli salihle meşguliyete gayret ediyorlar da biz hangi halimize güvenerek böyle tembel tembel oturabiliyoruz? Şu halde bildiğini iddia ettiği halde Allah’ın emirlerine uymakta gevşek olan kimse en hafif tabiriyle cahildir ve bildikleri ona zarardan başka bir netice vermeyecektir.

Bildiği ile amel eden kimseye Cenâbı Hak iyiyi kötüden ayırt edecek bir meleke ve nûr bahşeder. Böylece o, bu dünyanın ahirete tarla olduğunun bilinciyle salih amel tohumunu ekecektir. Zaten insanın hüsrana düşmemek için salih amele devamı zaruridir. O amele devam ettikçe Rabbimiz de bu gayreti karşısında ona bilmediklerini öğretir. Bildikleri ile amel ettikçe sürekli öğrenecek ve öğrendikçe de ameli artacak bu döngü ona günbegün terakkinin kapılarını aralayacaktır.

Ancak insanın asıl bilmesi gereken odur ki; Cenâbı Hakk’ın bizlere ihsan ettiği nimetleri pek çoktur. Geçmiş ümmetlere kıyasla ümmet-i Muhammed’in nâil olduğu güzelliklerin ise had ve hesabı yoktur. Bizlere öyle büyük nimetler vermiştir ki Hak Teâlâ, onlardan kimini peygamberlerine dahi lütfetmemiştir. Bizler ne kadar kaliteli amel işlersek işleyelim bunlar o nimetlere -hâşâ- bir bedel olamaz.

O yüzden bize düşen; işlediğimiz hasenelere karşı Allah’tan -cennet bile olsa- bir şeyler istemek, ücret talebinde bulunmak değil, bizlere meccânen verdiği zenginliğimizin farkına vararak bunların şükründen aciz olduğumuzun idrakine ermek olacaktır. Kul 0olarak vazifemiz Hâlıkımız’ın bizden arzuladığı her şeyi yüksünerek değil, aşk ve şevk ile yerine getirmeye çalışıp muvaffakiyeti Allah’tan bilip şükretmek, oluşan aksaklıklar için de nefsimize dönüp tövbe ve istiğfâr ile meşgul olmaktır. Böyle fakr ve acziyet içinde yerine getirilen ve karşılığında yalnızca Mâbud’unun rızası ümid edilen amel, sahibine ihlâsın kapılarını açacaktır.

Hadisi kudsîde; “İhlâs, Benim sırlarımdan bir sırdır; onu kullarımın içinde sevdiklerimin kalbine emanet ederim.” 7 buyrulmaktadır.

Büyüklerimiz de ihlâsı, amellerin gösteriş ve kendini beğenme gibi nefse ait paylardan temizlenmesi ve halkın -iyi yahut kötü- ne diyeceğini bir kenara bırakıp, asıl, Allah’ın hakkımızda nasıl bir hüküm vereceğine bakarak taatte bulunmak olarak tarif etmişlerdir. Zaten insan Allah’a olan her türlü amelinde şu veya bu işlerle uğraşmayı kenara bırakıp bütün sâfiyeti ve benliğiyle sadece ibadetin hakikatine yönelmeye çalışmalı ve o sırrı bizim gönlümüze de emanet etmesi için Allah’a yalvarmalıdır. O sır, öyle bir “mevhibei ilâhî”dir ki vâkıf olana ilm-i billâhın yolunu açar. İşte amel böyle olunca sahibine fâide verir.

Unutulmamalıdır ki ilm-i billâh ile yapılan az amel, ilm-i billâhsız yapılan çok amelden daha makbuldür.

KAYNAKLAR
1 Cum’â Sûresi 5. Ayet
2 Muhammed Sûresi 7. Ayet
3 Beyyine Sûresi 8. Ayet
4 Bakara, 25, 82, 277; Nisa, 57; Hud 23; Kehf, 2…
5 Sahîh-i Müslim, Kitâbü’l-Îmân, B. 13, Hds. 62/2
6 Hud Sûresi 112. Ayet
7 Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 13/80-82

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 12 May 2014 12:17

HEKİMOĞLU İSMAİL

“Ömer Okçu kimdir?” diye sorulsa her halde birçoğumuz cevap veremeyiz. Çünkü hem onu hem de birçok eserini kullanmış olduğu müstear ismiyle tanırız. Nitekim şahsına da sorulsa içindeki bu çift kimliklilik bariz bir şekilde kendini gösterir. Bir tarafta tıkır tıkır işleyen bir sistemin içersinde hayatını yaşayan bir memur, bir astsubay olarak şuurlu bir vazife bilinciyle üzerine hangi iş düşmüşse hakkını vermeye çalışan, hak ve hukuk gibi kavramların kendisi için son derece mühim olduğu temiz bir Anadolu insanı; diğer tarafta hem kendi hayatının vartalarını çekinmeden irdeleyebilecek kadar mert hem de etrafındaki her türlü mezalim ve yanlışa velev ki bunu yapan devlet bile olsa baş kaldıracak cesarete sahip vakur bir adam.

1932 yılında Erzincan’da dünya gelen Hekimoğlu İsmail’in kullandığı bu isim, ona dedesi İsmail Efendi’nin mirasıdır denebilir aslında. İsmail Efendi, babasının hekim olması hasebiyle bu isimle anılır olmuş. Fakir bir ailenin çocuğu. Babası İstiklal Savaşı gazisi. Ne annesi ne de babası okuma yazma bilmiyor. Bu yüzden evlerinde kitap dahi yok. Bunları öğrenince insanın “Nereden nereye?” diyesi geliyor. Geride bıraktığı seksen seneye elliye yakın eser sığdıran ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in kendisini ziyareti sırasında yazmak istedikleri ile ilgili planları olduğunu söyleyen, başka bir ifadeyle ömrünü yazarak geçiren bu insanın evinde kitap dahi yok.

İlk ve orta öğrenimini Erzincan’da tamamlayan Ömer Okçu, 1952 yılında İstanbul’da Zırhlı Birlikler Okulu’ndan mezun olmuştur. Aynı yıl tank astsubayı olarak göreve başlamış, bir süre Erzurum Kandilli’de görev yapmasının ardından 1960'ta Hava Kuvvetleri'ne geçerek füzeci olmuştur. Amerika'ya elektronik üzerine 6 aylık eğitime gönderilmiş ve füzeler üzerinde uzmanlaşmıştır. Askerlik hayatı boyunca 10'dan fazla kez Amerika'da eğitimlere katılmıştır. Birçok kez Avrupa'ya da gönderilen Okçu, bu geziler hakkında “Avrupa’yı İslamiyet’ten fazla bilirim, Allah beni affetsin. Yani hayatımı oraya harcadım. Avrupa ülkelerini bir bir dolaştım. Ordu beni dolaştırdı, orduya minnettarım.” demektedir. Sahip olduğu Müslüman kimliği yüzünden birçok kez hakkında işlem yapılmasına karşın bilgisi ve çalışkanlığıyla örnek bir kişiliğe sahip olmasından dolayı ordudan atılmamış, ancak üstlerinin emriyle çok kereler hapis cezası almıştır.
Arapça, İngilizce ve Osmanlıca’yı şahsi çabalarıyla öğrenen Hekimoğlu İsmail, Kur’ân’ı okumayı da kendi kendine öğrenmiş. Kur’ân-ı Kerim ile gerçek manada tanışması 1957 yılında olmuştur. Bu manevi uyanışla birlikte İslami eserleri okumaya başlamış, Nur Risaleleri’nden istifadesi de aynı sene içerisinde olmuştur. Bu risalelerin müellifi Bediüzzaman Hazretleri ile tanışmak için Emirdağ’a gitmiş ve Said Nursî Hazretleri’nin talebeleri arasına katılmıştır.

1967 yılında İttihad Gazetesi’nde yazı hayatına “Hekimoğlu İsmail” adıyla başlamıştır.  Memur olması ve dönemin baskıcı politikaları sebebiyle iş çevresinden, arkadaşlarından ve ailesinden gizli yazmıştır. Hatta en çok bilinen eseri Minyeli Abdullah’ı imkânsızlıktan, meselesini kimseye açamamaktan ötürü çaresiz kalmış ve önce çöpten topladığı kâğıt parçalarına yazmış. Büyük işler için çok çaba sarf etmek gerekiyor herhalde. 2009 yılı itibari ile seksenden fazla kez baskısı yapılan, yüzbinlerin okuduğu Minyeli Abdullah romanı her ne kadar Mısır’ın Minye şehrinde yaşanmış bir hayatı konu alsa da dönemin Türkiyesi’ni anlattığı, baskı ve zulmün en ince ayrıntılarına kadar işlendiği fakat bunca zorluğa rağmen inancın ve yüce değerlerin kıymetini ve Cenabı Hakk’ın müminlere olan tevfik ve inayetini işlemektedir. Hatta kitabın asıl isminin Minyeli Abdullah değil, “Ankaralı Abdullah” olduğunu ancak bu sakıncalı olacağı için isminin bu şekilde değiştirdiğini de aktaran Okçu’nun, “Bu isimle çıksaydı hemen toplatılırdı.” şeklindeki beyanı da bilinmektedir. Zaten kimliğinin ortaya çıkması ile birlikte 1986 yılında Minyeli Abdullah toplatılmış, yaklaşık bir yıl sonra kendisi de “devlet düzenine karşı çıkmaktan” suçlanmıştır.  Bu roman, İslamî kesimde 1970’lerde “Hidayet Romanları” da denilen bir akımın başlamasına ve İslamî kesimde romanın yaygınlaşıp okunmasına sebep olmuştur.

İmam-Hatip lisesinden mezun olan gençlerin Harp Okulları’na kaydedilmemesiyle gençlerin ve ıstırap içerisindeki ailelerinin durumunu anlatan ve Zaman Gazetesi’nde yayımlanan “Demek ki Öyle…” başlıklı yazısının ardından aldığı bir yıllık cezanın akabinde 1992 yılında Şile Cezaevi’nde yetmiş iki gün hapisle cezası infaz edilmiş. Yazdığı yazılar sebebiyle hakkında birçok sefer soruşturma açılan, hatta birkaç kez de DGM’de yargılanan Ömer Okçu, bu davaların hepsinden beraat etmiştir.   

1969’tan 1974 yılına kadar Yeni Asya Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmış, 1975'te Sur Dergisi'ni çıkarmıştır. 1975'te Ahmed Günbay Yıldız ile birlikte Türdav'ı, 1982'de ise birçok ortakla beraber Timaş'ı kurmuştur. 1988'den beri de Zaman Gazetesi'nde köşe yazarlığı yapmaktadır.

3 Şubat 2002’de Eyüp Sultan Camii’nde beyin kanaması geçirmiş, komadan kurtulup evine getirilmesinin ardından 1 Mart 2002'de ikinci defa beyin kanaması geçirmiştir. Kendisine müdahale eden doktorların % 5 yaşama şansı vermesine karşın hayatta kalmış ancak vücudunun sol tarafı felç olmuştur.

Eserlerinden bir kısmını sizlere aktararak yazımıza son verirken ülkemizdeki Müslümanların şuurlanması ve dava bilinci kazanması yolunda büyük gayret sarfetmiş olan Ömer Okçu Beyefendi’ye emekleri için teşekkür ederken, rahatsızlıkları için Rabbimiz’den kendilerine acil şifalar diliyoruz:

Minyeli Abdullah (roman), Maznun (roman), Sibel (roman), Bir Deliyle Evlendim, Menan Cinleri/Hikâyeler, Firavun'un Öldüremediği Musa'dır, “Her Şey Allah'ı Anlatıyor” dizisi (çocuk), İslam'da Davet/Hakkı Tebliğde Metod, Manevi Hastalakılara Manevi Reçeteler, Neye Nasıl İnanırım/Ben Bir Müslümanım, İyi Günde Kötü Günde Evlilik, Hizmet ve Şahsiyet, Bediüzzaman Said Nursi...

Bu ayki yazımızı hazırlarken; hekimogluismail.com, tr.wikipedia.org, tr.fgulen.com, izafet.com, tunagur.word-press.com adlı internet adreslerinden istifade etmiş bulunuyoruz. Kendilerine teşekkürü borç biliriz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort