Gülzâr-ı Hâcegân

Salı, 17 Aralık 2013 15:11

ADİL ERDEM BAYAZIT

 

Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden

İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden

Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm

Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm

Erdem Bayazıt 'Mavera'nın yedi güzel adamından bir tanesi. Bu sayfada daha önce hayatlarına yer verdiğimiz yahut ilerleyen sayılarımızda yer vermeyi planladığımız Ersin Gürdoğan, Mehmet Akif İnan, Alaaddin ve Rasim Özdenören kardeşler, Cahit Zarifoğlu ile Hasan Seyithanoğlu  gibi isimlerle birlikte onun da adı özellikle bu dergiyle anıla gelmiştir.

Malumunuz 'mavera' öte, görünen alemin ötesi ya da perdenin arkasında olanlar manasına gelmektedir. Onların bir araya gelerek çıkardıkları dergiye bu adı vermeleri gayet anlamlı. Çünkü onlar, öncelikle görülemeyen, sonsuz olan o alemin Rabbi'ne  kulluğu, bu anlayışın neticesinde de O’nun dinine ellerinden gelenin en iyisiyle hizmet etmeyi kendilerine düstur edinmişlerdir. Onların hayatlarını ayrı ayrı incelediğinizde de M. Akif Ersoy'dan, N. Fazıl Kısakürek'ten, Sezai Karakoç'a ve onlardan da günümüze kadar gelen bu kuşağın hep aynı fikri cephede mücadele ettiklerini ve kendilerine ihsan edilen her şeyi de bu uğurda kullandıklarını görürsünüz.

1939 yılında Maraş'ta dünyaya gelen Erdem Bayazıt, ilk ve orta öğrenimini yine burada görmüş ve 1959 yılında Maraş Lisesi’ni tamamlamıştır. Maraş Lisesi onun hayatında bir milad olmuştur. Buradaki yıllarında kendisinde bulunan cevheri ortaya çıkarabileceği etkinliklere katılmış,  kendi tabiriyle Allah'ın bir lütfu olarak bir araya geldiği arkadaşlarıyla kendisini de geliştirme imkanı bulmuştur. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırmıştır. İki yıl burada okuduktan sonra hem okuyup hem çalışabilirim düşüncesiyle kaydını Ankara Üniversitesi'ne aldırmıştır. Okulunu bitirmeden askere giden Erdem Bayazıt, döndüğünde herkesi şaşırtan bir kararla yine aynı üniversitenin Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kayıt yaptırır ve buradan 1971 yılında mezun olur.

Bu tarihten sonra başta mezun olduğu Maraş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği olmak üzere çeşitli resmi kurumlarda memurluklar yapmış, Akabe ve Mavera dergilerinin yönetimlerinde bulunmuştur. 1987 yılı genel seçimlerinde Maraş'tan milletvekili olarak meclise girmiştir. Meclis içeresinde de çeşitli komisyonlarda görev almış fakat bir dönem sonra tekrar aday olmamıştır.

Erdem Bey'in şiirlerinde tok, mücadeleci, destansı bir üslup  hakimdir. İslamî ton ise “leitmotiv” yani sürekli tekrarlana gelen bir ses olmuştur. Nitekim Resul Tosun onun şiiri hakkında şöyle der: “Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un şiirlerinde farklı formlarla dile getirilen İslam ideali ve duyarlılığı, Erdem Bayazıt'ta yeni bir sese kavuşur. Bu ses doğal olarak önceki iki büyük şairden izler taşır. Bu ses, onda kabarıp coşan merhametin tezahürüdür. 'Evrenin Efendisine' bağlanmışlığı ve müminin duruşunu ortaya kor.”

Yusuf Kaplan ise onun için, “Şiirlerinde Yahya Kemal ve Necip Fazıl şiirindeki çağlayanı andıran diriliği, Sezai Karakoç şiirindeki çağları delip gelen dinginliği ve enginliği, C. Zarifoğlu şiirlerindeki derin işçiliği meczedebilmiş, kendine özgü bir dille yeniden üretebilmiş has bir şairdi”  der.
Şiire bakışı yakın arkadaşı C. Zarifoğlu'ndan gayet farklıdır. Zarifoğlu, şiiri bir heykeltıraşın taşları kırarak meydana getirdiği heykele benzetirken, o şiirlerinin tamamen ilhama dayalı olduğunu, düşünülerek yazılmadığını söyler. Hatta şiirlerinin az olmasını da ilhamın az gelmesine bağlar.

“Edebiyat Ortamı” dergisine verdiği röportajda kendi şiiri için şunları söyler: “Ses olarak benim şiirim eğer illa bir irtibat kurulacaksa, Nazım Hikmet'le ya da Ahmet Arif'le kurulur. Tempo olarak, doz olarak, ritim olarak onlarla irtibat kurulabilir ya da kurulmalıdır” der. Mehmet Kaplan'da 'Şiir Tahlilleri'nde onun şiirlerini Marksistlerinki ile aynı kefede değerlendirmiş ancak oldukça tepki çekmiştir.

Şiir anlayışının oluşmasında altmışlı yıllarının siyasi ortamlarının ve Müslümanların ıstırabını çekmelerinin etkili olduğunu savunur. İşte bu ıstırap  1981 yılında onun çok farklı bir maceraya atılmasına sebep olacaktır. 1981 yılının temmuz ayında 1400 adlı bir firmanın filim ekibiyle beraber Afganistan'a doğru yola çıkar ve bazı yakın arkadaşlarından oluşan çekirdek bir kadro ile Pakistan' nın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan içlerini gezer. Yaptığı bu iki aylık gezinin izlenimlerini topladığı “İpek yolundan Afganistan'a” adlı eseri ile 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü'nü kazanır.

İlk şiir kitabı ''Sebeb Ey'' 1972 yılında Edebiyat Yayınları arasında yayımlandı. Son şiirleri ''Risaleler'' adı altında 1987'de Akabe Yayınlarından çıktı. Şiirleri ve yazıları Açı, Hamle, Çıkış, Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayımlanmıştır. Vermiş olduğu eserleri ile TBMM Başkanlık Divanı'nca “Üstün Onur Ödülü” verilmesi kararlaştırılan 71 kişi arasında bulunmaktadır.

Geleneğin iletişim aracını güncelleştirebilen, fikirlerin kesretini duyguların sadeliği ile buluşturan, imanı günlük dille duygu sahasına indiren ve yakın tarihimizin mühim simalarından bir tanesi de Erdem Bayazıt'tır. “Ölüm ki sonsuza açılan bir kapıydı, hiç unutmadım/ Nasıl unuturum, nasıl unuturum, hiç unutmadım” mısralarıyla hiç unutmadığı ve unutturmadığı ölüm onu 5 Temmuz 2008 yılında İstanbul 'da yakalamış ve onu ötelerdeki sonsuzlukta Yaratıcısı ile kavuşturmuştur.

(Bu ayki yazımızı yazarken daha önce kendisi ile ilgili yazılar kaleme alan Gökhan Özcan, Rasim Özdenören,  Resul Tosun, Yusuf Kaplan'ın yazılarından ve Edebiyat Ortamı dergisinin kendisi ile yapmış olduğu röportajdan ve yedi İklim dergisinin adına düzenlediği özel sayıdan istifade etmiş bulunuyoruz. Kendilerine değerli çalışmalarından dolayı teşekkür ediyoruz.)

Geçen sayımızda Ahmet Cahit Zarifoğlu sehven yanlış yazılmıştır. Doğrusu Abdurrahman Cahit Zarifoğlu olacaktı. Bu hatamızdan dolayı özür diliyoruz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 09 May 2013 15:14

CAHİT ZARİFOĞLU

 

cahit_zarifoglu

Cahit ZARİFOĞLU
(1940 - 1987)


 

Bil tefekkür koruna düşsen

Ödün kopmaz zalimden, dersin Allah daim

 

Elin şakaklarında yangın

Öyle fikret çatlasın başın

  

Kaybolan Şiir-Hayretlerimiz


Aslen Maraşlı olan Cahit Zarifoğlu, 1940 yılında Ankara’da doğmuştur. Soyları, bundan uzun yılar önce Kafkaslardan Maraş’a göçmüş bir aileden gelmektedir. Dedelerinden birisinin ismi “Zarif” olduğundan bu soyadı almışlardır.  İlk ve orta öğrenimini hâkim olan babasının görev yaptığı Urfa, Ankara ve Maraş gibi çeşitli illerde tamamlamış, yüksek öğrenimini gördüğü İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünden 1972 yılında mezun olmuştur.

Henüz öğrencilik yıllarında çevirmen olarak çeşitli kurumlarda çalışan Zarifoğlu, öğrenimini tamamladıktan sonra dil kursları için Avrupa’ya gitmiş ve bu esnada birçok Avrupa ülkesini gezme/ tanıma imkânı bulmuştur. Yurda döndükten sonra öğretmenlik, bazı resmi kurumlarda çevirmenlik ve İstanbul radyosunda denetçilik gibi çeşitli görevlerde bulunmuştur.

Hayatı boyunca değişmeyen tek yanının şairliği ve yazarlığı olduğunu söyleyen Cahit Zarifoğlu’nun kalem meyveleri Türk Dili, Papirüs ve Yeni Dergi gibi dergilerde yayımlansa da asıl ününe S.Karakoç’un çıkardığı “Diriliş” dergisinde ve Maraş Lisesi’nden -Nuri Pakdil, Erdem Bayazıt, Alaaddin Özdenören ve  M.Akif İnan gibi- yakın arkadaşlarıyla birlikte kendisinin de kurucu üyeleri arasında bulunduğu “Edebiyat” ve “Mavera” adlı dergilerde yayımlanan eserleri ile kavuşmuştur.

Abdurrahman Cem, Ahmet Sağlam, Vedat Can ve Âdem Yaşar gibi müstear isimler de kullanan yazarımız bu isimlerle Yeni Devir, Milli Gazete ve Zaman gazetesinde yazılar yazmış ve geniş bir okuyucu kitlesine kavuşmuştur. Ayrıca İslam, Kadın ve Aile ve bazı çocuk dergilerinde de ürünleri yayımlanan yazar, çocuklar için yazdığı ve “Yürekdede Ve Padişah” adını verdiği kitabı ile de 1984 yılında Türkiye Yazarlar Birliği'nce “Çocuk edebiyatı dalında” yılın yazarı ödülüne layık görüldü. Bu kitabı Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilköğretim öğrencileri için hazırlattığı yüz temel eser arasında da bulunmaktadır. Yediden yetmişe hitap eden eserlerinin bir bütün olarak sıralanışı ise şöyledir:

Şiir: İşaret Çocukları, Yedi Güzel Adam, Menziller, Korku ve Yakarış

Hikâye: İns

Çocuk Hikâyeleri: Serçekuş, Katıraslan, Ağaçkakanlar, Yürekdede ile Padişah, Küçük Şehzade, Motorlu Kuş, Kuşların Dili

Çocuk Şiirleri: Gülücük,  Ağaçokul (Çocuklara Afganistan Şiirleri)

Roman: Savaş Ritimleri, Ana

Günlük: Yaşamak

Deneme: Bir Değirmendir Bu Dünya
Zengin Hayaller Peşinde

Tiyatro: Sütçü İmam

Şiir ve kompozisyon yazmaya daha lise sıralarında başlayan Zarifoğlu, gerek yukarıda gerek dergimizin bize ayrılan edebiyat sayfasındaki diğer yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi Türk Edebiyatına damgasını vurmuş, inanan insanların duygularına kendilerine has üslupları ile hayat veren önemli isimlerle aynı sıralarda oturmuşlardır.

Şiirlerinde kullandığı dil, ilk bakışta zor, ancak düşünce sistemini, kişisel yapısını, kısacası onu daha yakından tanımakla daha rahat anlaşılan, kendine has bir yapıya sahiptir. Nitekim yakın dostlarından Alaaddin Bey’in onun hakkında söylediği şu cümleler onun ilk görüşte anlaşılamayacak bir yanının olduğunu ve ancak kendisi isterse bu yönünün bilinebileceği hususunu gösterir bizlere: “O, kendi içine dönük ve kendi dünyasını yaşayan bir insandı. Sanırdınız ki, her şeye karşı ilgisiz bir tavır içinde. Fakat sonradan yazdıklarında görüyorduk ki, her şeyi dikkatle incelemiş, özümlemiş.”

Yine Mavera Dergisi zamanlarından onu tanıyan ve o yıllarda henüz yeni yeni yazdığı şiirlerini kendisine değerlendirmesi için gönderen Mustafa Özçelik de; onun bütün bir yeryüzü müstezaflarının, Mü’minlerinin dili olmayı başarmak gibi bir meziyetinin olduğunu ve dönemin sanatçıları ve gelecek nesillere bunu öğrettiğini anlatır bizlere. Hem öyle bir zamandaki… O günlerde böyle bir şiiri çoğu sanatçılıkla bile bağdaştıramaz.  Yazısının devamında ise Cahit Zarifoğlu'nun "zarif" bir insan olarak "edep" tavrını nasıl titizlikle koruyup kolladığını belirtir ve bunu şuurlu bir Mü’minin doğal tavrı olarak niteler.  

Hali hazırda kullanılan ürünlerin İslamiliği konusundaki –kendi ürünleri de dâhil- endişelerini zaman zaman dile getirir, ancak bunları değerlendirirken de gerçekleri bir kenara bırakıp boş teoriler üretmezdi. Nitekim yılların alışkanlıklarının kolayca bir kenara bırakılamayacağını belirtmiş, ancak yeni neslin bu konuda daha fazla yol kat edebileceğini hatırlatmıştır.

Hayata bakışımızın nasıl olması gerektiğini ehli imanın dilinden ve elinden gelen en iyi işle, şiirleri ve yazılarıyla anlatmaya çalışan ve ömrünü bu anlayışa vakfeden Cahit Zarifoğlu 7 Haziran 1987 yılında, henüz ömrün baharında İstanbul'da dar-ı bekâya göçmüştür. Sanatçının kabri İstanbul Beylerbeyi'nde Küplüce Mezarlığı'ndadır.

(Bu ayki yazımızı yazarken “Sohbet; Olcay Yazıcı, Türkiye/10 Mayıs 1986” ve “Mustafa Özçelik; Zarifoğlu’nun Kişilik ve Sorumluluk Boyutları” künyeli yazılardan istifade etmiş bulunmaktayız. Kendilerine teşekkürü borç biliriz.)

ARZUHAL   

Çiledinmi
Dünya tutar inilemen
Ne saltanatı dünya pahada
Ne saltanatı dünya pahada
Ne kalbi altın mezarı şöhret
Yer şahit
Şahit bizler kardeşlerin
Alevli hüzünlerdin mevla için


Ne atın yıllar verdin hep
Dirilsin diyordun ve yöneliyordu binlerle
Kapkara parlak ışıklı ve ışıtan göz
Kıvırcık utangaç ve uçurumlardan güvenlere götüren
Ve yalın
Henüz gelmiş gibi kınından
Ne altın yıllar verdiğin hep
Ve ağır ağır çeviriyordun
O dalgın ve ağır yüzünü devrin
Yuya yuya o güzel Elçiye


Ne altın yıllar verdiğin hep
Biriki bronz kişi konabilseydi önüne
Ve ne altın yıllar daha çiledin
Artık yalnız değil adımların
Şimdi daha iri doğuyor sabahları
Horantası bir hayli arttı güneşin


Kişinin güzelliği ağa ustalarına göredir


Senin köylün olayım
O uzak iklimleri erişilmez beldeye
Bakabilemezdik senin götürmen olmasa


Şu küçücük kalpte
(Yaman halimiz helal ettiremezsek)
Nice hakkın yüklü.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR


Cuma, 15 Mart 2013 20:36

MUSTAFA MÜFTÜOĞLU

Mustafa MÜFTÜOĞLU

(1925-2006)



Hepsi göçmüş, hani yoldaşların hiçbiri yok!
Sen mi kaldın, yalnız kafileden böyle uzak?

M. Âkif Ersoy


Mehmet Âkif Ersoy'un, Abbas Halim Paşa'nın ardından söylediği bu beyiti bu günün insanlarının duygularına tercüman olarak, Mustafa Müftüoğlu'nun arkasından da söyleyen İbrahim Doğan gerçekleri söylemeyi kendisine şi'ar edinmiş bir yıldızın daha hayatımızdan kayıp gitmesinden duyduğu üzüntüyü böylece dile getirir.

Bizde yapmış olduğu bu haklı tesbiti sizlere aktararak yazımıza başlamak istedik.   

1925 yılında Eskişehir'de dünyaya gelen Mustafa Müftüoğlu'nun  asıl ismi Mustafa Hayreddin Tatlısu 'dur. Müftüoğlu ismiyle meşhur olmasının sebebi ise babası Ali Osman Tatlısu Efendi 'nin Eskişehir müftüsü olmasıdır. Mustafa Bey, kendi kurduğu yayınevinde soyismi yerine “Müftüoğlu” adını kullanmış ve bundan sonrada  kendisi için Mustafa Müftüoğlu adı kullanagelmiştir.     

Yayımladığı eserleriyle özellikle yakın tarihimize ve Cumhuriyet tarihinin bilinmeyenlerine ışık tutan değerli yazar, elindeki belgeleri ve bilgileri okurlarıyla paylaşarak tarihimizin gerçek yüzünü bizlere göstermiş ve sırf belli çevrelere, onların ideolojilerine hizmet adına tarihi gerçekleri saptıran kimi çıkarcıların karşısında inanan insanın dik duruşunu göstermiş ve baskılara boyun eğmemiştir. Osmanlı adının ağza alınmasının bile yasak olduğu dönemlerde bildiği tarihi gerçekleri söylemekten  çekinmemiş, elindeki belgelere dayanarak Osmanlı'yı var gücüyle savunmuştur.     

Çok genç yaşta yazın hayatına atılan Mustafa Bey, yıllardır bir çok tarihi gerçeğin saptırılarak Müslümanların hedef alınması zulmüne dur demek için bütün gayretiyle mücadele etmiş ve bir biri ardınca bir çok esere imza atmıştır. Bunlardan bir kısmının ismini burada zikredebiliriz:     

Yalan Söyleyen Tarih Utansın (12 cilt), Üç Beyinsiz Kafa, İstanbul'a Yürüyen Ordu: 31 Mart'ın Perde Arkası, İttihat ve Terakki'nin İçyüzü Bir Fedainin Romanı, Yakın Tarihimizden Bir Olay Menemen Vak'ası, Millî Mücadele Gerçekleri, Cumhuriyet Devrinde Mühim Olaylar,  Sultan Aziz Niçin Tahttan İndirildi, Nasıl Şehid Edildi?...     

Yazıları,  1944 ve 1950 yılları arasında kendi çıkardığı Volkan, Kızılelma dergilerinde, Ebuzziya Velid'in çıkardığı Tasvir dergisinde ve Necip Fazıl Kısakürek'in sahibi olduğu Büyük Doğu'da yayımlanmıştır.     

İnanan insanların haklarını savunmayı ve onları bilinçlendirmeyi kendine dert edinen M. Âkif Ersoy, Eşref Edip, Necip Fazıl, Osman Yüksel gibi yazarlarımızın yaptığı hizmeti o da yerine getirmiş ve Anadolu'nun hemen her köşesinde binlerce konferans vermiştir. Böylece ısmarlama yazılan tarih kitaplarının maskelerini bir bir düşürmüş ve temiz duyguları yıllarca sömürülen halkımızı aydınlatmıştır.       

Müftüoğlu'nun en uzun süre yazarlık yaptığı müessese ise Milli Gazete'dir. Bu gazetenin kuruluşundan itibaren buradaki köşesinde yazılarını yazmaya başlamış ve hastalığının ilerleyen dönemlerine kadar bu görevini sürdürmüştür. Bu arada kendisine bir çok gazeteden teklif gelmiş ama buradan kovulana kadar görevini bırakmayacağını söylemiştir. Mustafa Bey'in bu gibi hadiselerde daha belirgin bir şekilde ortaya çıkan vefası, onu, sevenlerinin gönüllerinde bambaşka yerlere taşımıştır. Çünkü o, hayatı boyunca  sadece İslam düşmanlarına karşı dargın olmuş onun dışındakilere ise şefkat ve merhametten bir an dahi geri durmamıştır. Babasından sonra en çok merhum Mahir İz'den istifade etmiştir. Mahir İz, Müftüoğlu 'nun ortaöğrenimini gördüğü Haydarpaşa Lisesi'nde öğretmenlik yapmaktaydı. Kendisi Büyük Millet Meclisi'nin İlk katiplerindendir. Dolayısıyla birçok tarihi hadiseye yakinen şahid olmuştur. Onun bu tecrübesinden ve engin bilgisinden yararlanan Müftüoğlu, ondan aldığı önemli bilgileri eserlerinde bizlerle paylaşma imkanı bulmuştur.  

Hayatının son dönemlerine kadar çalışmalarını sürdüren Mustafa Müftüoğlu, resmi tarih bilgileri ile çatışan birçok eser kaleme almıştır. Sadık Albayrak'ın ifadesine göre   sırf bu yüzden  birçok kez mahkemelerde yargılanmıştır.   

Yakalandığı akciğer hastalığı sebebiyle evinde bir süre tedavi gören Müftüoğlu, 7 Mart 2006 tarihinde İstanbul'da vefat etmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 13 Mart 2013 02:20

İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU

İRFAN FETHİ GEMUHLUOĞLU

fethi_gemuhluoglu

"Bizi inzivaya çekilmiş say,
Mescit ile medreseyi terk eyledik zahitlere... Hakk'a ibadet etmeye, yeter bize viraneler..."

Hilmi Yavuz’un “sözle sema yapan adam” diye tarif ettiği Fethi Gemuhluoğlu’nu anlamak ve anlatabilmek gayet güç. Dostları, onu hep “aşk adamı” olarak anlatır.

Yıllar önce duyduğum bir konuşmada hatip, sevginin tarifini şöyle yapıyordu; “Sevgi, gönülde bulunan ve sevgilinin istediklerinin dışında oradaki her şeyi yakan bir ateştir.” Evet. Böyle olsa gerek her halde. Çünkü ancak böyle bir sevgi insanı hafifletir, onu zarifliğe, rikkate ve Kur’an’nın ifadesiyle “kavl-i leyyîn”e götürür.

İşte bu ve bunun gibi, ancak insanda bulunan ve kişinin kendisini bilmesiyle ortaya çıkarabileceği özellikleri ile tanıdığı herkesin ve her kesimin gönlünde taht kurabilmiştir Fethi Gemuhluoğlu.

Fethi Bey 1923 yılında Malatya’nın Arapkir kazasından İstanbul’a muhacir bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da gözlerini dünyaya açtı. Babası Mustafa Neşet efendi, annesi Fatma Saniye hanımdır. Ailesi İstanbul’da yaşamasına rağmen yöresine has şivesini, saflığını, kısacası Anadolulu kimliğini kaybetmemiş, örf ve adetlerinden, inançlarından tavizkar olmamıştır. Böyle bir aile onun fikri cephesinin oluşumunda büyük bir etki sahibidir.

Dostlarından Muharrem Ergin, onu anlatırken derki; “Fethi’nin yetişmesinde ailesinin ve yaşadığı çevrenin çok büyük bir etkisi vardır. Göztepe’de bulunan evleri tam yolun kenarındadır. Arada yüksek bir duvar… Duvarın bir kenarında müthiş bir gürültü diğer tarafında ise tam bir sükûn hâkimdir. İşte bu tablo Fethi’nin ruhunu yansıtan mükemmel bir ayna gibidir.”

İlköğrenimini yetiştiği çevrede gören Gemuhluoğlu, orta öğrenimini de Haydar Paşa Lisesi’nde tamamlar. Oradan İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girer. Öğrenciliği sırasında askere gider. Döndükten sonrada iki-üç dersi kaldığı halde fakülteyi bitiremez. Zaten ömrünü hizmete, gençlere adamış; iman, aşk, vatan, hürriyet ve dava bilinci gibi kavramların anlaşılabilmesi için çaba sarf etmiştir. Bu yüzden kendi hayatına çok fazla vakit ayıramamıştır.
Tek parti döneminde gençlerin halk evleri gibi belli kurumlara yönlendirildiği zamanlarda bile mücadeleci kimliği ile ön plana çıkmıştır. Kendisiyle aynı düşünceleri paylaşan arkadaşlarıyla birlikte çeşitli çalışmalar yapmışlar; resmi faaliyetler, dernek çalışmaları yapamasalar bile çeşitli toplantılar, anma günleri düzenlemişlerdir. Bir araya geldikleri kahvehaneleri, yatakhaneleri hatta sokakları kendilerine dershane edinmiş; edebiyattan, hürriyetten, siyasete kadara birçok konu üzerine fikir alış verişi yapmışlardır. O, ülke menfaati için şahsi hesapların bir kenara bırakılması gerektiğini vurgulamış ve herkes için ortak bir zemin olan aşk ve hizmet ekseninde buluşulması gerektiğini söylemiştir.

Aşk… Onu tanıyan herkesin, onun ağzından sık sık duyduğu bir kelimedir bu. Yaşının ilerleyen dönemlerinde, Anadolu’dan onu ziyaret için gelen gençlere özellikle sorduğu ve buradan yola çıkarak öğretisine başladığı soruların başında gelir. Aşkın insanın bütün katılıklarını eritip, onu yumuşattığını ve bu duyguyla da karşılaşılan güçlüklerin kolaylıkla aşılabileceğini savunmuştur.

Onun gönlüne bu ateşi düşüren ise gencecik yaşında, ömrünün baharında, 1940’lı yılların başında tanıdığı, Halvetî silsilesine mensup bir zat olan Ahmed Tahir Memiş Efendi’dir. Gemuhluoğlu’nun tasavvufi yönünü bilen ve sayıları pek fazla olmayan dostları, onun Ahmed Efendi’nin yanındaki halini şöyle tarif ederler:
“Dışarıda ateşli konuşmalar yapan, etrafındakileri birkaç cümleyle etkisi altına alabilen Fethi Gemuhluoğlu, şeyhinin huzurunda öyle bir ruh haline bürünürdü ki varlığı ile yokluğu belli olmaz, dışarıda bülbül gibi konuşan dili, içeride lal olur, kelimeler heyecandan boğazına düğümlenirdi.”

"Kenarda durmak selamettir” diyen Fethi Bey, bugün anladığımız manada siyasetle uğraşmamış ancak onun rahle-i tedrisinde yetişen gençler, bürokraside yüksek mevkilere gelmiş ve çeşitli önemli görevlerde bulunmuşlardır.(1) Günümüzde politikacı olmasalar bile yazılarıyla, konuşmalarıyla siyasi etkiler oluşturabilen kimi mühim isimler, zamanında onunla tanışmış ve onun fikirlerinden etkilenmiş kimselerdir. “Bizim yapacağımız kadroyu oluşturmak” diyor ve kimde bir kıvılcım görse onun elinden tutmaya çalışıyordu. Onun bu halini üstad Necip Fazıl bir kitabında şöyle dile getirir: (bugünkü ifadeyle)  “O, kendisini hiçbir zaman öne çıkarmak istemeyen, olacak hadiseleri Cenab-ı Hakk’ın takdirine teslim etmiş, sessiz, ortada görünenleri fikirleriyle adeta sulayan bir fikir sakasıdır.”  Onun mesleği, sevenleri tarafından “İnsan yetiştirmek” olarak tanımlanır.  Dünyaya “Ekmek bıçaklarının, hürriyet yolunda bilenirse ne menem kestiğini” göstermek için gelen Gemuhluoğlu, hayatının her döneminde tanıştıklarının hayatından bir daha kolay kolay çıkmamış onları düşünceleriyle, hizmetiyle kendisine bağlamıştır. Türkiye’nin her kesiminden insanla ilgilendiği ve onların dertlene eğilip, çözüm arayışında olduğu için “Türkiye’nin Muhtarı” olarak da adlandırılmıştır.

1946 yılında kurulan Türk Kültür Ocağı’nın kuruluşuna Gemuhluoğlu katılamamıştır. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi o tarihlerde askere gitmiştir. Ancak askerlik sonrası ocak faaliyetlerinde aktif görevler alır. Daha sonra Türk Kültür Ocağı ile birlikte üç derneğin birleşmesiyle Milliyetçiler Derneği kurulur. Bu tarihlerden sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde yaptığı edebiyat öğretmenliğinden, Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğüne;  Milli Eğitim Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü’nden, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Basın Müşavirliği’ne kadar birçok resmi görevde bulunmuştur. Ayrıca Aydınlar Ocağı ile Türk Edebiyat Cemiyeti’nin İstişare Kurulu’nda ve Anadolu Bankası’nın yönetim kurulunda da görev almıştır. 1969 yılından itibaren de kurucuları arasında da bulunduğu Türk Petrol Vakfı’nın sekiz yıl süreyle genel sekreterliğini yapmıştır.

22 Kasım 1975'te dostluk üzerine yaptığı konuşması vefatından sonra yapılan çeşitli eklemelerle, “DOSTLUK ÜZERİNE” adı altında kitaplaştırılmıştır. Konuşmasında milliyetçilik, ümmetçilik, alevi-sünni meselesi, dünya üzerindeki Müslümanların ahvali, Avrupalı devletler hakkındaki öngörüler, tasavvuf, halk edebiyatı gibi çok çeşitli alanlardan bahsetmiş ve bu konular hakkında görüşlerini bildirmiştir. Kitaba yapılan ekler arasında Arapgir Postası başta olmak üzere diğer yayınlarda yer alan yazıları, şiirleri, mektupları ve Gemuhluoğlu ile yapılan röportajlar yer almaktadır. Özellikle dostlarına yazdığı mektuplar ve kendisi ile yapılan röportajlar, onu tanıma ve gelecek nesillere anlatma adına önemli kaynaklar sayılabilir.

Konuşmasının bir yerinde “ Bu sözleri size sanki bir veda gibi, sanki son sözlerim gibi… ' Hal sâridir' buyrulmuştur. Maraz da sâridir. Dilerim ve umarım ki benim marazım sâri olmasın ve burada şevk sâri olsun, cezbe sâri olsun ve aşk sâri olsun." diyen Fethi Bey özellikle bu tarihlerden sonra gün-be-gün zayıflamıştır. Çocukluğundan beri birçok hastalıkla uğraşan Gemuhluoğlu’nun kalbi son zamanlarda iyice zayıflamıştır.

Ölümünden kısa süre önce dostlarıyla ve aile efradıyla çeşitli vesilelerle vedalaşan İrfan Fethi Gemuhluoğlu 5 Ekim 1977 yılında, elli dört yaşında Çarşamba günü vefat etmiştir. Ertesi gün Fatih Camii’ndeki cenaze törenine her kesimden ve her meslekten kalabalık bir topluluk katılmıştır. Kabri Sahra-i Cedit mezarlığındadır.

Vefatının ardından kendilerine adeta mürşitlik yaptığı dostlarından olan Akif İnan; “Vakt erişip, davet gelince, varıp huzura erdi. İşbu misafirhanede bir er kişi olarak dolanırdı.” ifadesiyle, Cahit Zarifoğlu da; “Onun gidişi bir medeniyetin gidişiydi; Fethi Ağabey'le birlikte, zamanımızda ve yaşadığımız düzen içerisinde, zaten havuzuna giremediğimiz dervişliğin, sohbete, birilerinin önünde diz çökmeye bağlı büyük medeniyetin fırsatlarından biri daha gitti." cümlesiyle üzüntülerini dile getirmişlerdir.

Fikri, zikri Allah olan Gemuhluoğlu; “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah diyenlerle beraberim. Başka bir şeyle ilgilenmedim” demiş ve hayatı boyunca bu düsturu unutmamaya ve buna hizmet etmeye gayret etmiştir.

Cenab-ı Hak bizlere de bu kelimeyi yaşatabilmeyi ve bu kelime uğruna yaşayabilmeyi nasib eylesin.

1) Yeni Şafak Gazetesi 06.10.2003


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR


Pazar, 24 Şubat 2013 08:08

RASİM ÖZDENÖREN

 

rasim_ozdenoren

RASİM ÖZDENÖREN

Dergimizin geçen ayki sayısına ulaşan ve özellikle de edebiyat sayfamıza vakit ayırabilen kıymetli okurlarımıza bu isim tanıdık gelmiştir muhakkak. Tabii genel olarak edebiyat tarihimizle ilgilenen, hususen de yakın geçmişimizle birlikte bugünün edebiyatçılarına ve bu sahaya merakı olanlar müstesna, onlar zaten biliyorlardır.

“Kişi arkadaşının dini üzeredir” buyurmuş fahr-i kâinat Efendimiz. Rasim Bey’in de rahmetli dostu Mehmet Âkif İnan’la olan münasebetine kısa da olsa değinmiştik. O da tıpkı arkadaşı gibi Rabbi’nin verdiği iman nimetinin farkına varmış ve bu lütfun şükrünü edâ babında Cenâb-ı Hakk’ın kendisine verdiği meziyetleri elinden geldiğince kullanma gayreti içerisinde olmuştur. Malumdur ki insanın -özellikle de bu din-i mübine- hizmet ederken elinden geleni en iyi işi, hakkıyla yerine getirmeye çalışması onun başarı şansını oldukça arttıracaktır. Kıymetli yazarımız da sesini daha çok edebi sahada duyurmuş ve güçlü kalemi sayesinde edebiyat tarihimizde hak ettiği üne ve layık olduğu yere kavuşmuştur.

2006 yılında yazın hayatında yarım asrı geride bırakan Rasim Özdenören, 1940 yılında Kahramanmaraş’ta dünyaya gelmiştir. İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya ve Tunceli gibi doğu ve güney illerinde tamamlayan yazarımız yükseköğrenimini de İstanbul Üniversitesi’nde iki fakülte bitirmek suretiyle tamamladı. Bu fakülteler: Hukuk fakültesi ve gazetecilik enstitüsüdür. Mezuniyetinden sonra Devlet Planlama Teşkilatında uzman olarak çalışan Özdenören, 1970–1971 yıllarında takriben iki yıl süren bir araştırma amacıyla yurt dışına gönderildi. 1975 yılında Kültür Bakanlığı Müşavirliği’ne getirildi. Bunun dışında bakanlık bünyesinde bir yıl da müfettişlik yaptı. 1978’de istifa ettiği devlet görevine bir süre sonra tekrar döndü.

Türk hikâyeciliğinin en önemli şahıslarından olan Rasim Özdenören öykülerinde, kendi öz değerlerinden koparılmış Anadolu insanının, büyük kentlerin kenar mahallelerinde kıstırılmış bireyin/ailenin yaşadığı sıkıntıları, onların acılarını ve yalnız kalmışlığını gündeme getirerek, yanlış yollara sürüklenen ülke insanının yaşadığı kültür şokunu derinlemesine bir yaklaşımla dile getirmiştir.

O, insanın istikamet üzere olabilmesi için muhakkak yönünün belli olması gerektiğini söyler. Aksi takdirde insanın bir belirsizlik içinde hareket edeceğini ve kendisine bir yön belirlemeden yola çıkmanın ancak şaşkınlara mahsus bir hareket olduğunu bildirir.

Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem) bakışı, onun huzurunda duruşu da bir farklıdır bu rikkat sahibi yazarın. Bir üst paragrafta bize gösterdiği şaşkınlığa düşmemek için en emin olan el-Emîn’e tutunmaya, onun razı olacağı davranışlarda bulunmaya ve onun yolunda olmaya gayret eder. Kendisinden ve hayat felsefesinden çok etkilendiğini düşündüğümüz Üstad Necip Fazıl gibi çoğunlukla “O” diye hitap eder kâinatın solmayacak Gülü’ne.

Kaside-i Bürde vakasını bilirsiniz. Ka’ab bin Züheyr, Efendimiz’ e bir şiir sunmuş. Peygamber Efendimiz de şiirden duyduğu hoşnutluğu belirtmek için hırkasını ona vermişti. Bunun üzerine bu şiir Kaside-i Bürde namıyla meşhur olmuştur. Şair Nurullah Genç de bir yazısında bu hadiseyi hatırlattıktan sonra şöyle bir tesbitte bulunur: “İşte bundan dolayıdır ki asırlardır Müslüman şairler O’nun hırkasına layık olabilmek için yüzlerce naat yazmışlardır.”

Bizler de Rasim Bey için diyebiliriz ki o Tarikat-ı Muhammedî’ye tabi olabilme arzusuyla çarpan bir kalbe sahipti. Bunun için biliyordu ki o hırkayı alabilmek O’nun hoşnutluğunu/rızasını alabilmekti. O’nu memnun etmek de Allah’ı memnun etmekti. Bu yüzden hayatını o en güzel Rehber’in(?) dinine elinden geldiğince ve yapabildiğinin en güzeliyle hizmet etmeye adadı.  Hem O, (sallallahu aleyhi ve sellem) öyle bir rehberdi ki hizmeti bizlere anlatırken bile Allah (azze ve celle) adına en büyük hizmeti kendisi yapmaktaydı.

Yapmış olduğu çalışmalarını ülkemizde ve dünyada çeşitli ödüllerle taçlandırılan Rasim Özdenören, Türkiye’de İslami düşünce sisteminin son dönemde yetiştirdiği en büyük kalemlerden birisi olmuştur. Cenab-ı Hak, yapmış olduğu hizmetlerini kendisinden kabul buyursun ve şuurlu, bilinçli Müslümanların sayılarını arttırsın inşallah.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort