JoomlaLock.com All4Share.net

TASAVVUF ZÜHD-İ NEBEVÎDİR -2-

Geçen ayki sayımızda tarifi, mevzuu ve faidesine kısaca değindiğimiz, sadece ehlinden talim edilebileceğini belirttiğimiz ve bu makalenin amacı olarak yapılan bir takım yanlış uygulamalara gayriyi tenkid değil de özeleştiri bağlamında değerlendirmelerde bulunduğumuz yazımıza bu ay da devam edeceğiz inşaallah.

Makalemizin ilk bölümünde inabe kavramına değinmiş, yalnız inabe ile mutasavvıf/sûfî olunamayacağını belirtmeye çalışmıştık. Üstelik bu seyir sanıldığı kadar kolay olmamakla birlikte “Allah, kimseye gücünün ötesinde bir teklifte bulunmaz.” (el-Bakara; 286) fehvasınca rıza nimetine ermek ve Cemâl cennetine nail olmak isteyenin ulaşamayacağı kadar da ütopik/hayalî değildir.  

Büyüklerimizin ifadelerinden anladığımız kadarıyla bu seyir; insanın ezelden ebede olan yolculuğunda dünya tarlasını kendisine vahiy ve tecrübeyle aktarıldığı şekli ile ekip neticede hem dünya hem ahiret saadetine erişmesini sağlayacak bir hasat elde etmesidir. Buradaki vahiy ve tecrübe ifadelerini de izah etmek gerekirse şöyle tarif edilebilir:

Vahiy, Allah’ın Kitabı Kurân-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in hayatını şâmil sünnet-i seniyyedir. Çünkü Efendimiz’in hayatının her anı; “İn huve illâ vahyun yûhâ - O (nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm; 4) ayetinden de anlaşıldığı gibi vahiyle yani Cenâbı Hakk’ın O’na (sav) olan ilhâmâtı ile yaşanmıştır.  

Tecrübe ise sahabeyi kiramdan başlayıp günümüze kadar ulaşan manevi silsilenin, yani saâdâtı kiram efendilerimizin hayatlarıdır. Bunun da bizler için ayrı bir önemi vardır. Şöyle ki; gerek Efendimiz’in (sav) gerekse de diğer peygamberlerin seçilmişliklerinden ötürü sahip olduğu birtakım özellikler onların bulundukları makamların, hayatlarındaki mükemmelliklerin ve istikametlerinin anlaşılmasını bir nebze de olsa mümkün kılar. Yani O’nlar ismet, fetanet gibi üstün özelliklerle techiz edilmişlerdir.

Ancak hem sahabe efendilerimiz hem de onlardan sonra gelen büyüklerimiz bulundukları duruma hepimizde bulunan insani özelliklere sahip oldukları halde gelmişlerdir. Bu cihetiyle onlar bizim için önemli bir örnektir. Elbette ki onlar da Cenâbı Hakk’ın inayetiyle kulluk bilincine ermiş, bu bilgisini amele çevirmiş ve istikamet ehli olmuştur. Amennâ! Cenâbı Hak yardım etti mi olmayacak değil, lakin bizim anlatmak istediğimiz, günah işlemeye, nefsin heva ve hevesine kapılmaya meyyal oldukları halde bu duygularına gem vurup ruhlarının beden mülküne hâkim olmasına gayret etmişlerdir.  

Ashabdan günümüze gelen bu mes’ud, varlıklarının anlamını idrak eden hazreti insanların yetişme usullerinin en başında sohbet gelmektedir. Peygamberlerden sonra en hayırlı topluluk olan ve Efendimiz’in rahle-i tedrisinde bulunan ashabın yetişmesi de bu şekilde yani göz ve kulakla olmuştur. Onlara sahabe denilmesinin nedeni de zaten budur.  Onlar Efendimiz Aleyhisselatü Vesselâm’la sohbet arkadaşlığı yapmış ve O’ndan duyduklarını yine O’nun uygulamasıyla görüp hayatlarına geçirmişlerdir. Bu taklitleri zamanla onları tahkike erdirmiştir. Öyle ki onların icma’ı edille-i şer’iyyeden sayılmış, hemen hepsi müçtehid payesinde ulemadan olmuş, “Allah kimin için hayır murad ederse onu dinde fakih (ince anlayış sahibi) kılar.” [Buhari, Farzu'l-Humus 7, İlm 13, İ'tisam 10; Müslim, İmaret 98, (1038); Tirmizi, İlm 1, (2647)]  hadisinin mücessemleşmiş birer numunesi haline gelmişlerdir.

Sohbet müekked sünnettir. Ve bir insanın yetişebilmesine, yanlışlarını öğrenip yerlerine doğruyu ikame edebilmesine en büyük vesilelerden bir tanesidir. İnsana adeta yeni ve doğru bir anlayış kazandırılmasıdır. Anlayışın önemi ise şöyle izah edilebilir:

Mürşid, müridinin herhangi bir yerindeki manevi sıkıntısını teveccühle izale edebilir. Misal insanın kalbinde bir sıkıntı vardır; mürşid ona nazarla, dokunma ile, sarılma ile, dua ile teveccüh eder ve Allah’ın keremiyle o sıkıntı giderilir. Ancak topyekûn bir düzelme olmadığından uzun süreli bir faide sağlanamaz. Aynı vücut gibi. İnsanın iç organlarında külliyen bir bozukluk varsa siz onun kalbini ameliyat etmişsiniz ne fayda? Kalb belki düzeltildi fakat diğer organlar sıkıntılı. Bu bozukluk içerisinde düzgün çalışan bir kalbin de çok faydası olmuyor. Yani vücut tam manasıyla sıhhatli sayılamıyor.

Ancak anlayış öyle değil. İnsana düzgün bir anlayış yerleşti mi, bu o insanın adeta DNA’larına bir müdahale oluyor. Ve başarılırsa sadece o insana değil onun neslinden gelecek tüm insanlara etki eden bir değişiklik olup, kalıcılık sağlanıyor. Çünkü DNA kalıtımsaldır. Anlayışı olgunlaşan insanın içerisine her yönüyle düzgün çalışan bir mekanizma yerleşir adeta. Öyle bir mekanizma ki dışarıdan ne gelirse gelsin işe yarayacaklarla yaramayacakları ayırır, işe yarayanları da en güzel şekilde işleyerek gerekli merkezlere ulaştırır.  Böyle bir insana daha bir şey yapmanıza gerek kalmaz. Buradan iki mana anlama mümkündür. Birincisi mürşid cihetinden bir diğeri de mürid cihetinden…

Birinci mana şudur ki o insan büyüğünü -tabiri caizse- pek fazla yormaz artık. Mürşidi ona ne söylerse –gerek kâlen gerekse hâlen- anlatmak istediğini anlayarak yaşar ve ona göre istikametini belirler. Dervişlerin en çok yaptığı dualardan biri de; “Ya Rabbi! büyüklerimizin yükünü hafiflet!”dir. Bizler dilimize peleseng olmuş bu duayı yaparken kendimiz onların sırtından inmeyi düşünmüyoruz nedense? İşte anlayışı yerleşmiş, DNA’ları değişmiş insan artık mürşidinin sırtına yük olmak şöyle dursun, elini taşın altına sokarak atacağı her adımda ona ve onun hizmetine yardımcı olma şerefine nail olur.

İkinci mana ise; müridin kendi gayreti ve çabası açısındandır. Çünkü bu dünya hayatında insana her şey adetle verilmiştir. Günleri, ayları, yılları hatta sanki hiç hesapsızmış gibi alıp verdiği nefes bile mahduddur. Geçmişle gelecek arasında bir mola yeri olan dünyada ve iki nefes arası kadar kısa olan ömürde az işleyip çok kazanacağı bir ticaretin yolunu araştırmalıdır sâlik. Tabi neticede kul kendisine takdir edilen nasibi bulur lakin çalışma ile emrolunmuştur. Bunun için diyoruz ki daha fazla bir şey yapmanıza gerek kalmaz. İçinde çalışan o sistem ona yakaza/âgâhiyet kabiliyetini kesbettirecek ve “Onlar ki, gerek ayakta, gerek otururken ve gerekse yanları üzerinde yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler…” (Âl-i İmrân; 191) ayetinin manasına ererek her anını ibadetleştirmenin huzurunu duyacaktır.  

Bugün cerrahi müdahalenin(!) yalnız kendileri tarafından yapıldığını, diğerlerinin ancak pansuman yaptığını söyleyen; ğavsiyyet, kutbiyyet, ferdiyyet gibi makamları kendilerinden başka kimseye layık görmeyen kimi kesimlerin sohbeti adeta arka plana atarak yalnızca nazarla terbiye ettiklerini iddia etmeleri ne derece sıhhatlidir? Mesele nazarın kuvveti ise Hz. Peygamber’in her şeyde olduğu gibi bu sahada da en kuvvetli tabip olduğu muhakkaktır. Sohbetle kıyas edildiğinde tesiri geçici olan ve tam manasıyla tedavi etmek yerine geçici müdahale gibi sayılabilecek bu yöntem irşad için tek yolmuş gibi lanse edilmemelidir. Yani diğerleri nazar edemedikleri için konuşup duruyorlar gibi bir anlayış asla kabul edilemez. Bu nazarın bir devamı olmalı. Bir demirci gibi; elindeki katılığı nazarla işlenebilir hale getirdikten sonra onu sohbetle ve örnek olacak bir yaşantı ile adeta yeniden şekillendirmek gerekir. Sadece nazarla ısıt, bırak; ısıt, bırak yani şekillendirme -Allah muhafaza- o insanı öyle acaip bir hale getirir ki belki de daha düzelmesi mümkün olmaz.

Gidip gelen insanların kötü hasletlerini bir anda terk etmesi tamam ama bunun yanında hayatlarında dinin emirlerini ikame etmekle birlikte onlarda sohbete, evrad ve ezkara devamlılıkla “üsve-i haseneye” benzemeye çalışan bir şekil aldıramayınca ne idüğü belirsiz bir topluluk çıkıveriyor ortalığa. Bir de bu insanlar kendi kötürüm hallerine bakmadan dört başı mamur birer sofi(!) olduklarını zannederek hizmet etmeye kalkınca tasavvufun hakikatine verdikleri zarar, faydasından çok maalesef.

Sâlik için bir diğer önemli husus da evrad ve ezkardır. Mürşid onun için manevi bir doktor gibidir. Bu manada bizim irşadımız için gerekli olan her şeyi onun bize bildirdiği şekilde ve tayin ettiği zamanda yerine getirmemiz gerekir. Öyle kafamıza göre, istediğimiz zaman aldığımız, istemeyince terk ettiğimiz; adedini arzularımıza göre belirlediğimiz, şu da iyi gelir, bak öteki bunu kullanıyor diye aldığımız ilacın, nasıl tedavi umarken hastalığımızın daha da kötüleşmesine sebep olabileceğini biliyorsak zikir hususunda da aynı hassasiyeti göstermeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenabı Hak müminlere sürekli zikri emretmiştir. Bize bildirilen adetli zikir letâiflerimizin nefis ve avanesinin elinden kurtulup melekût âlemindeki asılları ile kavuşmasından sonra kurulu bir saat gibi her vakti geldiğinde zikretmesi içindir. Çünkü sâlikin zikre devamı onda bir derinleşmeye ve tefekküre yol açacaktır. Zikirle kalb boş kalmayacaktır. Hayatımızda yaptığımız yanlışlar, konuştuğumuz boş sözler, kalbimize gelen vesvese, havâtır hep bu kalp boşluğundan kaynaklanmaktadır. Hâce Hazretleri, evdeki balığın, muhabbet kuşunun beslenmesine gösterdiğimiz ilgi kadar kalbimize özen göstermediğimizi vurgulamış ve zikirsizlik yüzünden ölen bir kalbin vebalinin besinsizlik yüzünden ölen bir hayvanın cinayetinden çok daha büyük olduğunu ifade buyurmuşlardır.  

Öte yandan ne sahip oldukları bir ilim, ne ikmale erdirdikleri bir sülûk ne de gördükleri mânevî bir terbiye olan kimileri de bırakın sohbet etmeyi konuşmayı dahi beceremediklerinden saçma sapan metodlarla insanların vakitlerini boşa harcamaktadırlar. Gözlerin ve ışığın açık olduğu, kadınların seyrettiği ortamlarda râfizî semahına benzer şekillerde yapılan/yaptırılan zikirler insanların bağırıp çağırarak kendilerini tatmin etmelerinden öteye gitmemektedir. Çünkü büyüklerimiz “Men lâ edebe lehû ve lâ tarîka lehû-Edeb yoksa tarikat yok!” buyurmuşlardır. Ne sünnet-i seniyyede ne de büyüklerimizin kadim geleneklerinde benzerlerine rastlayamadığımız bu davranışlarla istifade etmek şöyle dursun, gördüğümüz zarar da cabası oluyor.

Ancak bugün birileri himmet-gayret ilişkisini anlayamamış ve kendisini teslimiyet kılıfı altında adeta tembel tembel yatar hale getirmiştir. İnsanın kendisini irşad edecek manevi sahibine teslim olması ancak ona bildirilenlerle ilk adımı atması halinde mümkün olacaktır. Hiçbir şey yapmadan oturmak teslim olmak değildir. Bir defasında Hz. Ömer, Medine’de boşta gezen bir gruba “Siz necisiniz?” diye sorunca onlar; “Biz mütevekkilleriz” diye cevap vermişlerdi. Bu çarpık tevekkül anlayışına Hz. Ömer’in cevabı çok anlamlıdır; “Hayır, sizler mütevekkil değil, “müteekkil”ler(yiyiciler)siniz!” Allahu Teâlâ’nın kefil olduğu maddi rızkımız için bile muhakkak bir çalışma gerekirse teminini bize bıraktığı manevi rızkımız için gayret etmemek olur mu? Hadisi kudsî de Cenâbı Hak; “Kulum Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana bir kulaç yaklaşırsa Ben ona bir arşın yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.” (Buhari, Tevhid, 15; Müslim, Tevbe, 1.) buyurmuşlardır. Buradan da açıkça anlaşılmaktadır ki ilk adım hep kuldan olmalı. Bu kimi zaman aczimizi bilmekle kimi zaman ibadet/tâatle kimi zaman terk edilmesi gerekenleri Allah için geride bırakmakla olacaktır.

Maalesef günümüzde müridlerinin yerine zikreden, sakal bırakan, onları sadece nazarla eğiten ve her hareketinde adeta insanları hazır yiyiciliğe alıştıran bir anlayış hâkim. Bizler amellerimizle bir şey olmayacağını biliyoruz. Ancak himmetin gayretle birleştiğinde insanın hem dünyasına hem de ahiretine faideli olacağına inanıyoruz.

Cenâbı Hak cümlemize istenildiği gibi gayret edip büyüklerimize teslim olabilmeyi, atacağımız her adımda onların işlerini kolaylaştırabilmeyi nasip etsin. Yüce Rabbimiz, işlediğimiz her fiilde büyüklerimizin yüzünü güldürebilmeyi, Efendimiz’in (sav) iftihar edeceği bir ümmet, Cenâbı Hakk’ın meleklerine karşı övüneceği bir kul olabilmeyi müyesser buyursun.    

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort