JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

9- Milletlerin Kendi Zulümleriyle Helâk Olmaları:
Allâh’ın “Zulüm ve Zâlimler” hakkındaki bir sünneti de, milletlerin kendi zulümleriyle helâk olmalarıdır. Bu umumî sünnetin îzahı çerçevesinde Kur’ân’da pek çok âyet bulunmaktadır; “Böylece zulmeden milletin ardı kesildi.” (En’âm/45) “Zâlim toplumdan başkası mı helâk edilir?” (En’âm/47) “İnanmadıkları için sizden önceki nice nesilleri helâk etmişizdir.” (Yûnus/13)
Son âyette geçen sebep durumundaki “Lemmâ“ kelimesi, başka bir fiillin oluşmasından dolayı, fiilin meydana gelmiş olmasına delâlet eden zarfdir. Yani bu kelime, sebep durumundaki “zulm”ün meydana gelmesiyle geçmiş milletlerin yok olup gittiklerine delâlet etmektedir.

Zulüm iki çeşittir:
1- Kişilerin, günahları ve Allâh’ın itaatindan çıkmaları ve birbirlerine zulmetmeleri sebebiyle nefislerine zulümleri.
2- Halkının haklarını yok yere harcayan, onları, devamlılıktan uzak, sıkıntılı ve düşkün bir yaşantıya sürükleyen ve düşmanların istilâsına müsait konuma getiren idarecilerin zulmü.
Bu noktada Allâh’ın şu sözü ne kadar doğrudur;
“(Halkı) zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik.” (Enbiyâ/11)1
İşte bu kanun milletler arasında sürekli ve kaçınılmaz bir sünnettir. Zulümleri sebebiyle yok olup gitmelerinin bir zamanı vardır. Bu zaman, durumlarının ve düşmanlarının (zayıf ve kuvvetli oluşları gibi) hallerinin değişmesiyle değişir. İşte bu, âyette işaret edilen ecelleridir; “Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri (ecelleri) gelince ne bir ân geri kalırlar, ne de ileri giderler.” (Yûnus/49)2

10- Zâlim Milletlerin Helâki için  Belli Bir Süre Vardır:
Zâlim milletlerin yok olması için belli bir ecel söz konusudur. Şöyle ki, zâlim milletlerin devamı belli bir süre ile sınırlıdır. Bu süre sona erince ecelleri gelmiş demektir. Tıpkı ömrünün müddeti bitip eceli geldiğinde insanın ölüp yok olması gibi. Bunu şöyle îzah etmek mümkündür: Bir millet içerisinde zulüm, insandaki hastalık gibidir. Hastalık, kendisi için takdir edilen sürenin bitiminden sonra hastanın ölümünü hızlandırır. Bu sürenin bitimiyle artık onun ölüm zamanı yaklaşmıştır. Aynı şekilde millet içerisinde zulüm, Allâh’ın ecel olarak bildirdiği muayyen sürenin bitmesiyle yıkıma, yok olmaya götüren yıkıcı tesir ve alâmetlerin meydana gelmesiyle o milletin helâkini hızlandırır. Yani Allâh’ın, milletlerin ecelleri için koymuş olduğu umumî sünnetinin gereği takdir ettiği müddet, o millette var olan adâlet gibi devam unsurları veya zamanla ortaya çıkan zulüm gibi bozulma ve yıkım âmillerine bağlıdır.
“Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri (ecelleri) gelince (onlar), ne bir ân geri kalırlar, ne de öne geçerler (tam vaktinde bitip giderler).” (A’râf/34)
Âlûsi (1270/1853) bu âyet hakkında şunları söylemektedir; “Yani, helâke uğramış her milletin bir eceli, köklerinin kazınması için konulmuş belli bir süreleri vardır.”3 Bu milletin helâki, muhakkak olsa da geliş zamanı bizim için mâlum değildir. Yani, yakînen biliyoruz ki, zâlim bir millet “Zulüm ve Zâlimler Hakkındaki Sünnetullâh” gereği kesin helâk olacaktır. Fakat yok oluşunun vaktini bilmemiz ve kavramamız mümkün değildir. Hiç kimse buna ne bir gün ne de bir yıl tâyin edemez. Bu, Allâh katında belli saatlerle sınırlanmıştır. Bu sebeple Allâh (cc) şöyle buyurmuştur; “Süreleri (ecelleri) gelince bir ne ân geri kalırlar ne de öne geçerler.” (A’râf/34)4

11- Sünnetullâh, Zâlim Milletlerin Helâki İçin de Geçerlidir:
Sünnetullâh, zâlim milletlerin helâki için de geçerli bir ilahî bir kanundur. Allâh (cc) şöyle buyurur; “(Yâ Muhammed!) Bu Sana anlattıklarımız, o şehirlerin  haberlerinden (başlarına gelen olaylardan)dır. Onlardan kimi hâlâ ayakta, kimi de biçilmiştir. Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı. Rabbi’nin emri geldiği zaman, Allâh’tan başka çağırdıkları tanrıları, kendilerinden hiçbir şeyi savamazdı ve onların ziyanların artırmaktan başka bir işe yaramadı! İşte Rabbin, zulmeden şehirleri yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması, çok acı ve çok çetindir.” (Hûd/100-102)
Allâh (cc) “Biz onlara zulmetmedik.” buyuruyor. Helâk etmekle biz onlara zulmetmedik. Fakat yaptıkları sebebiyle nefislerine zulmederek helâk olup gittiler, demektir.
“İşte Rabbin, zulmeden şehirleri yakaladığı zaman böyle yakalar.” Yani, Allâh’ın azâbı geçmiş milletlere özgü değildir. Aksine, bütün zâlimleri cezâlandırma hususunda O’nun sünneti birdir. Kimsenin, helâkin sadece geçmiş zâlimlere mahsus olduğunu zannetmesi doğru değildir. Çünkü Allâh onların durumlarından hikâye ile buyruyor ki; “İşte Rabb’in, zulmeden şehirleri yakaladığı zaman böyle yakalar.” Anlaşılıyor ki, helâke götüren bu durumlarda geçmiş zâlimlere ortak olan herkes, aynı çetin azâba çarptırılmada da onlara ortak olacaktır. Âyet, zulmün vehâmetinden sakındıriyor. Öyle ise, zâlim kendine verilen mühlet ve tanınan süre ile aldanıp durmasın!5

12- Bir Devlet Küfr ile Devam Eder Ama Zulm ile Durmaz:
Allâh Teâlâ şöyle buyruyor: “Halkı ıslâh edici kimseler olsaydı, Rabbin, o şehirleri haksiz yere helâk edecek değildi.” (Hûd/117)
Kâfir bir devlet âdil olabilir. Yani, kanunları insanlara zulmetmediği gibi ne insanlar nefislerine, ne aralarında birbirlerine zulmetmezler. İşte bu devlet, küfrüne rağmen ayakta kalır. Çünkü, bir devleti yalnız küfrü sebebiyle helâk etmesi Allâh’ın sünnetinden değildir. Fakat devlet, küfrüne, insanların birbirine olan zulümlerini eklerse durum farklı olur. Bunu ilim erbâbı ve müfessirler söylemektedirler. İmâm er-Râzî (544/1149) tefsîrinde şunları söylemektedir; “Bu âyetteki zulümden maksat şirktir. Yani Yüce Mevlâ aralarındaki muamelelerinde islâh edici oldukları, bozgunculuktan uzak kalarak birbirlerine dürüst davrandıkları sürece yalnız şirkleri sebebiyle bir şehir halkını helâk etmez.”6
Kurtubî Tefsîri’nde ise şunlar yazılıdır: “Zulüm, şirk ve küfür demektir. Halkı ıslâh edici kimseler demek, yani aralarındaki hak alışverişlerinde ıslâh ediciler demektedir. Âyetin mânası şöyledir; Allâh, fesadı karıştırmadıkça, yalnız küfürleri sebebiyle onları helâk etmemiştir. Nitekim Şuayb’ın (as) kavmini ölçü ve tartıda hîle yapmaları, Lût kavmini de livata (eşcinsellik) gibi çirkef bir fiili işlemeleri sebebiyle helâk etmiştir.7

13- İbn Teymiyye’nin Zâlim Bir Devletin Helâki Hakkındaki  Sözü:
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye (662/1263) şöyle der: “İnsanların işleri, dünyada, günaha bulaşmayan haklar konusundaki zulümdense, ancak içinde bir takım günahların bulunduğu adâletle düzelir. Bunun için Allâh, kâfir de olsa, âdil devleti ayakta tutar ama Müslüman da olsa zâlim olanı berdevam etmez, denilmiştir. Yine dünya, adâlet ve küfürle devam eder ama zulüm ve İslâm’la devam etmez, denilmiştir. Adâlet, he şeyin ölçüsüdür. Dünya işlerinde adâlet icra edilirse, icra edenler kâfir oldukları için, âhirette mükâfat alamasalar da, o adâlet sâyesinde dünya ayakta kalır. Fakat adâlet icra edilmese dünya ayakta kalmaz. Halkın îmanı da olsa, adâleti uygulamaya koymadıkları için, îmanları âhirette onlara fayda sağlamayacaktır.”8

14- Kanunun Uygulamada İltimâs, Helâke Götürücü Zulümdür:
Kanunun, tüm insanlara aynı ölçüde ve kayırma olmadan tatbik edilmesi gönüllere rahatlık verir. Haklı olan zayıfta, kuvvetli olanın zulmünden emin olduğu kanaatini yerleştirir. Çünkü devlet, onun yanında mahkemelerinin adâlet ve ciddiyetle, herkese ve iltimassız tatbik ettiği kanunlarının temsilcisidir. Her kimin, devlet, kanunlarıyla yanındadır, o kimse, ne kadar güç, mevki ve yetki sahibi olsalar da, başkalarından daha güçlüdür.
Bu hal bozulup kanunlar herkese tatbik olunmayıp kayırmalar baş gösterince ve hele hâkim buna önayak olunca bu, devletin bizzat işlediği ve yardımcı olduğu veya susup engel olmadığı bir zulümdür. Devlet bizzat zulme sarılır ve onu örtbas ederse, artık o devlette helâk ve yok oluş sebebi baş göstermiştir. Zamanla yok olur gider. Bu, Resûlüllâh’ın (as) bizi sakındırdığı durumdur. Buharî ve Müslim’in Hz. Aişe’den rivâyet ettikleri bir hadîste şöyle denilmektedir: “Mahzum Kabilesi’ne mensup olan hırsız bir kadının durumu Kureyş’i fazlaca meşgul etmişti ki bu hırsızlık konusunda Resûlullâh’la kim konuşabilir, deyip duruyorlardı. Buna Resûlullah’ın sevdiği Üsame b. Zeyd ancak cesaret edebilir, dediler. O da konuyu açınca Resûlullah’ın yüzünün rengi değişti. Ve buyurdu ki; ‘Allâh’ın hududundan bir had (cezâ) konusunda benden şefaat mi bekliyorsun?’ Üsâme; ‘Estağfirullah, Yâ Resûlüllâh!’ dedi. Akşam olunca Resûlullah kalkıp hutbe okudu. Allâh’ı layıkı vechile sena ettikten sonra buyurdu ki; ‘İmdi, sizden öncekiler, ancak içlerinden soylu/aristokrat birinin hırsızlık yapması durumunda onu salıvermeleri, ama güçsüz birinin hırsızlık yapması durumunda da ona cezâ/had uygulamaları sebebiyle helâk oldular. Nefsimi kudret elinde bulundurana yemin olsun ki ben Muhammed’in kızı Fatıma hırsızlık etse elini keserim.’ Sonra emretti, o hırsızlık eden kadının eli kesildi.”9
Bu hadîsin şerhinde; “Bu hadîste, evlat da olsa, akraba da olsa, asilzâde de olsa gerekli kimselere haddi yerine getirmede iltimasın terkedilmesi gereği konu edilmektedir. Bu iş, bir hayli sıkı tutulmuş olup, hadîs, bu hususta ruhsat kullananı da kınamıştır.” denilmiştir.10

15- Devletin Zulüm Sebebiyle Helâk Olmasının Delili:
Hırsızlık eden kadın hakkında bahsi geçen hadîste Resûlullâh (as) buyuruyordu ki; “Sizden öncekiler, ancak içlerinden soylu birinin hırsızlık yapması durumunda onu salıvermeleri, ama güçsüz birinin hırsızlık yapması durumunda da ona had uygulamaları sebebiyle helâk oldular.”
Kanunun tatbikinde iltimas, devletin bizzat yaptığı veya yardımcı olduğu bir zulümdür. Halbuki devletin zulmü ortadan kaldırıp mazlumları himâye ederek zâlimleri cezâlandırması beklenirdi. Zulmün en ağır ve acı olanı da seni korumakla yükümlü olandan gelen zulümdür. Zulmün bu ve diğer çirkin çeşitlerini bizzat devlet uygular veya göz yumar yahut yardımcı konumda bulunursa, halkın zihninde kötü bir izlenim bırakır, devlet hakkında var olan ümitleri korku ve endişeye dönüşür ve devlete olan güvenleri sarsılır. Ayrıca bu durum onları devleti önemsememeye, idareyi zayıflatmaya, idarenin devamından yana olmamaya ve onu müdafaa etmemeye iter. Daha kötüsü, onları devletin yıkımını, düşman istilasıyla bile olsa yok olup gitmesini isteme gibi bir düşüncenin kucağına atar. Sonra da lisân-ı halleriyle şöyle derler; “Devlet artık bizim için güven duyduğumuz, himâye gördüğümüz, haklarımızın korunması konusunda huzur içinde olduğumuz ve zâlimlerin düşmanlıklarına meydan verilmeyen büyük bir sığınak durumunda değildir.”
Zulüm, bizzat devlet eliyle devam eder veya örtbas etmek, bertaraf etmemek yahut görmezlikten gelinmek suretiyle yayılma gösterirse iş, devleti kendilerine düşman gören insanlarla işbirliği yapıp devleti yıkmak üzere harekete geçen mazlumlara kalır. Bu söylediğim, mazlumları tahrik etmek  için değildir. Zulmederek onları bu hâle düşüren, bu konuda zâlime yardımcı olan veya gücü yettiği halde zulme engel olmayan devletin durumunu ortaya koymaya çalışıyorum.

1 Tefsîr-i Menâr, c.11, s. 315.
2 age., c.11, s. 315.
3 Tefsîr-i Âlûsî, c. 8, s.112.
4 Tefsîr-i Menâr, c. 8, s. 402.
5 Tefsîr-i Zemahşerî, c. 2, s. 447; Tefsîr-i Râzî, c.17, s. 517.
6 age., c.18, s.76.
7 Tefsîr-i Kurtubî, c. 9, s.114.
8 İbn-i Teymiye, Risâletü Emru bi’l-Mâ’rûf ve’n-Nehyu Ani’l-Münker, s. 40.
9 el-Askalânî, age., c.12, s. 87; Nevevî, age., c.11, s.187; Aynî, age., c. 23, s. 276.
1 el-Askalânî, age., c.12,  s. 96
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

1- Zulmün Lügat Anlamı:

Lisânu’l-Arab’ta:1 “Zulüm, bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymaktır. Zulüm, haksızlık etmek ve haddi aşmak temeline dayanır. Hak sahiplerinin haklarına engel olanlara “zaleme” denir. Birbirlerine zulmettiler, demektir” denilmektedir.

El-Müfredât’ta:2 “Lügatçılara ve çoğu ilim erbâbına göre zulüm, bir şeyi eklemek veya eksiltmek yahut da yer ve zamanından değiştirmek suretiyle hususi yerinden başka bir yere koymaktır.” denilmektedir.

Firuzabâdî3 de “Zulüm, hakkı terk etmenin azında ve çoğunda kullanılır.” demektedir.

2- Zulmün Şer’î Anlamı:

Sahîh-i Buharî’nin şerhinde İmâm Askalânî (773/1371) şöyle demektedir: “Zulüm, bir şeyi meşru olan yerinden alıp başka bir yere koymaktır.”4

İmâm Aynî (762/1361) ise “Zulüm, haktan sapma ve haddi aşma esasına dayanır. Şer’î anlamı ise, meşru olan yerinden alıp bir başka yere koymaktır.”5 demektedir.

3- Zulüm Adâletin Zıddıdır:

Zulüm, adâletin karşıtıdır. Öyleyse adâlet nedir?

Lisânu’l-Arab’ta “Adâlet, zihinlere doğru ve dürüst diye yerleşen bir kelime olup sapmak kelimesinin karşıtıdır. Hâkim adâletle hükmettiğinde, denilir. Hak ile doğru hükmetmektir. İnsanların âdili, sözünden ve hükmünden râzı olunan kimsedir.”6 denilmiştir.

El-Müfredât’ta “Adâlet, benzerler arasında eşitliği sağlamaktır.” denilmektedir.7

İbnu’l-Esîr (606/1209) en-Nihâyesi’nde “Adalet, kişinin kendisiyle hevâ ve arzularına meyletmeyip hükmünden sapmadığı bir olgudur.”8 demektedir.

Firuzabâdî (476/1083) ise şöyle diyor: “Adâlet, zulmün zıddıdır. Hükmünde doğru davranana âdil denir.”9

Adâletin Tercih Edilen Tanımı:

Adâletin (ki zulmün karşıtı idi) ve zulmün tarifleri ışığında, adâleti, bir şeyi şer’î yerine bırakma, her şeyin yer, mertebe, hüküm ve teklif bakımından hakkını vermek şeklinde tanımlamak mümkündür.

4- Her Şeyde, Herkes İçin Zulmün Haram Oluşu:
Zulmün ve zulme yanaşmanın haramlığı hakkında Kur’ân’da ismiyle anılan birçok apaçık âyet mevcuttur. Ve bu, adâletin emredilmesi şeklindedir. Çünkü adâletle emretmek, zulümden nehyetmek demektir. Şu âyet, bu kabildendir: “Allâh adâleti emreder.” (Nahl/90)

Bu, mutlak bir emir olduğundan, her türlü adâletin herkes için emri söz konusudur. Şu halde kâfir olsun, zâlim olsun hiçbir kimseye zulüm câiz değildir. İbn Teymiyye (ö.728/1327) şöyle demektedir; “Bu sebeple adâlet, her şeyde ve herkese vacip bir emir olurken, zulüm de her şeyde ve herkese haram olmaktadır. Öyleyse, Müslüman olsun, kâfir olsun, zâlim olsun hiç kimseye zulmetmek helâl olmaz. Allâh (cc) buyuruyor ki: “Ey insanlar, Allâh için adâletle şâhidlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın, takvâya yakışan budur.” (Mâide/8) “Şeneânu kavmin” demek, kâfir bir kavme olan buğzu, kızgınlığı demektir.”10

Yine İbn Teymiyye; “Çünkü adâlet, ki kitaplar ve peygamberler onunla gelmiştir, zulmün zıddıdır. Zulüm ise haramdır. Nitekim bir kudsî hadîsde, Peygamber (as), Rabbi’nden şöyle rivâyet ediyor; Ey kullarım! Zulmü Kendime haram kıldım. Aranızda da onu size haram kıldım, zulmetmeyiniz.”11

5- Zâlimin Tevbesi, Âhiret Azabını Kaldırır mı?

Bilindiği gibi zulüm günahtır. Zâlim, zulmünden tevbe etmezse, âhirette onunla cezâlanır. Fakat bir daha dönmemek üzere nasuh ve makbul bir tevbe edince, tevbesi zulmünün âhiretteki cezâsını düşürür. Ancak, zulmü haksız yere adam öldürmesi veya öldürmeksizin bedenine eziyet vermesi, yahut bir başkasının hakkını gasbetmesi gibi kul haklarıyla ilgili ise, tevbesi zulmünün âhiretteki cezâsını düşürür mü? İbn Teymiyye bu meseleyi şöyle ele alır; “Sırf tevbe Allâh hakkını, dolayısıyla azâbı düşürür. Mazlumun hakkını ise düşürmez. Tevbe edenin tevbesi ile mazlumun hakkı düşmez. Ancak, mazlumdan zulmen aldığının aynısını iade etmesi, tevbesinin makbul olmasını sağlar. Dünyada olmasa bile, âhirette mutlaka iade edecektir. Öyle ise, tevbe eden zâlime gereken, iyiliklerini öylesine artırmasıdır ki, mazlumların hakkı verildiğinde kendisi müflis (sermayesini yitirmiş) durumda kalmasın. Bununla birlikte Allâh (cc), dilediğinin, şirkten başka günahını affetmeyi dilemesi gibi, kendi katından mazluma vermeyi dilediği zaman buna kimse engel de olamaz.”12

6- Zâlimin Dünyada Cezâlandırılması:

Genelde zâlim -zulüm ve zâlimler hakkında sünnetullâh gereği- başkasına yaptığı zulmünden dolayı, daha dünyada iken cezâ görür. Buna, Ebû Dâvud’un (ö.275/888) rivâyet ettiği hadîs delil olmaktadır: “Allâh’ın, âhirete saklamakla birlikte, bağy ve sılâ-i rahm gibi daha dünyada iken sahibine cezâyı layık gördüğü hiçbir günah yoktur.”

Bu hadîsin şerhinde: “Allâh (cc), bağy, yani zulüm ve sultana karşı gelmek, bir de sılâ-i rahm, yani akrabalarla ilişkiyi kesmek gibi, hiçbir günahın cezâsını, âhirete ertelemekle birlikte, işleyene âcilen revâ görmemiştir.”13 denilmiştir.

Mazlumun duâsı da makbuldur. Buharî’nin (ö.256/870) İbni Abbâs’tan rivâyet ettiği hadîste, Hz. Peygamber’in (as) Yemen’e gönderirken Muaz b. Cebel’e şöyle dediği nakledilir: “...Mazlumun bedduasından sakın. Çünkü onunla Allâh (cc) arasında perde yoktur.”

Bu hadîsin Askalânî’ye (852/1448) ait şerhinde “Yani, mazlumun sana bedduâ etmemesi için zulümden kaçın. Öte yandan burada zulmün her türlüsünden sakındırma söz konusudur.” “Onunla Allâh arasında perde yoktur.” demek, yani o bedduaya engel olacak bir güç de yoktur, öyle ise mazlum, âsi de olsa, Ebû Hureyre’nin rivâyet ettiği hadîste olduğu gibi, duâsı makbuldur. Peygamber (as) buyruyor ki: “Günahkâr da olsa mazlumun duâsı makbuldur. Onun günahı kendine aittir.”14 Bu hadîsten şu hükmü çıkarmak mümkündür; mazlum, âdeta zulmedene bedduâ yapıyor ki, Allâh, dünyada ondan intikam alarak zâlime olan kinini söndürüp kalbine şifa versin. Allâh dilerse dünyada iken zâlimi cezâlandırmak suretiyle mazlumun duâsını kabul buyurur.

Bir Düzeltme ve Bir Açıklama:

Genelde zâlim daha dünyada iken zulmünün cezâsını görür, demiştik. Ancak “genelde” ifademizden anlaşıldığı gibi, her zâlim, daha dünyada iken hemen cezâlanır, şeklinde bir anlam çıkarılmaz. Çünkü, zâlime mühlet vermesi (imhâl) Allâh’ın bir sünnetidir. Onun cezalandırmayı ihmâl etmesi söz konusu değildir. Bazen onu dünyada cezâlandırma, bizim bilmediğimiz, ama Allâh’ın bildiği, istidraç (nimet vererek zaman tanımak istemesi) gibi bir hikmetten dolayıdır. Ya mazlum başkalarına zulmetmişti de, düştüğü durum onun zulmünün bir cezâsı olarak karşısına çıkmıştır. Ya da Allâh, zâlimin ileride düzelip samimî bir tevbe edeceğini ve kendine zulmedenden hakkını alacağını biliyor. Yahut  da cezâsının gecikmesine sebep olan başka hikmetlerden dolayı Allâh (cc) zâlime zaman tanıyor olabilir.

Allâh’ın hikmetini ve kulları hakkındaki sünnetlerinin herbirini bütün yönüyle kavramamız mümkün değildir. Ancak zulüm, naklettiğimiz hadîste olduğu gibi, zâlime cezânın tez gelmesini sağlar. Mazlumun, zulme uğrayanın duâsı müstecabtır ki o, çoğu defa kendisine zulmedene âcil bir intikam için beddua eder. Bütün bunlar, cezânın zâlime peşinen gelmesinin sebeplerindendir. Fakat sebeplerin de ötesinde, Allâh’ın kulları hakkındaki hikmeti, güçlü ve etkin dilemesi (meşîet) vardır.

7- Bir Zâlimi Diğer Bir Zâlimin Üzerine Salmak da Bir Cezâlandırma Biçimidir:

Allâh’ın, “Zulüm ve Zâlimler” hakkındaki bir diğer ilahî kuralı da fertleri birbirine zulmeden bir milletin başına, yaptıklarının bir cezâsı olarak, zâlim bir idâreciyi musallat etmesidir. Nitekim Yüce Mevlâ buyruyor ki; “İşte kazandıkları (günahları)ndan ötürü zâlimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine böyle takarız.” (En’âm/129)

Bu âyetin tefsîrinde; “Bir kısım zâlimleri diğer bir kısmının üzerine salarız, o da onları zillet ve felâkete götürür. Bu, zâlimler için bir tehdittir. Eğer zulmünden vaz geçmezse, Allâh ona diğer bir zâlimi musallat eder. Nefsine zulmeden zâlim, halkına zulmeden yönetici ve ticaretiyle insanlara zulmeden tüccâr gibi bütün zâlimler bu âyetin şümûlüne girmektedir.”15 denilmektedir.

İmâm er-Râzî (544/1149), bu âyetin tefsîrinde; “Âyet gösteriyor ki halk, ne zaman zâlim durumunda olurlarsa, Allâh (cc) onlara kendileri gibi başka bir zâlimi musallat eder. Bu zâlim idâreciden kurtulmak istedikleri zaman da zulmü terkederler.” demektedir.16

Âlûsî (1270/1853) de bu âyetin tefsîrinde şöyle demektedir; “Âyetten anlaşılmaktadır ki, yönetilenler zâlim olunca, Allâh (cc) kendileri gibi zâlim birini onlara musallat eder. Hadîste de zaten; “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” buyrulmaktadır.17

8- Zâlimler Kurtulmazlar:

Allâh’ın “Zulüm ve Zâlimler” hakkındaki sünnetinden birisi de onların, âhirette kurtulamayacakları gibi dünyada da iflâh olmamalarıdır. Allâh (cc) şöyle buyruyor: “De ki: Ey kavmim, gücünüz yettiğince yapacağınızı yapın, Ben de yapacağımı yapıyorum. Yakında (dünya) yurdu(nu)n sonunun kimin olduğunu bileceksiniz. Muhakkak ki zulmedenler, kurtuluş yüzü görmezler!” (En’âm/135)

Bu, Allâh’ın elçisi Hz. Muhammed’e (sav) küfürlerinde ısrar eden kavmine âyette geçen sözleri söylemesini istediği hitaptır. Aynı zamanda korkunç bir tehdittir de.

Yani, doğru zannediyorsanız, yolunuzda, yerinizde öylece devam edin. Ben de yolumda  ve istikametimde devam etmekteyim. Bu dünyada iyi neticeler kiminmiş, ileride bileceksiniz. Elbette Resûlü’nün ve O’na tâbi olan inananlarındır. Nitekim Allâh (cc) va’detti, va’dîni yerine getirip Resûlü’nü kâfirlere karşı destekledi. Resûlü ve mü’minler için söz konusu olan iyi neticelerin de sebebine işâreten sünnetinin; “Zâlimler iflâh olmaz.” şeklinde olup mü’minlere muhalif olanların zâlim olacağını bildirdi. Zulüm, daha kapsamlı olduğundan küfrün yerine kullanıldı. Bu daha faydalıdır. Çünkü, zâlim kurtulamayacağına göre, zulüm çeşitlerinin en kötüsü olan küfrün mensubu kâfir nasıl kurtulur?
Haklar noktasında insanlara zulmedenleri kapsadığı gibi, Allâh’ın nimetlerine nankörlük ederek veya ulûhiyette O’na ortak koşarak nefislerine zulmedenler de “kurtulmayan zâlimler”in kapsamına girerler. Sünnet değişmez. O da, zâlimlerin iflâh olmayacakları, yardım görmeyecekleri ve arzularına kavuşacakları kanundur. Allâh’ın âdil sünnet ve âdeti gereği, zâlimler için kurtuluş söz konusu olmayınca, bunun hak ehli ve adâlet ehli olan peygamberler ve onlara uyan mü’minlere mahsus olduğu şu âyetlerde ifade edilmiştir;

“Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında hem de şahidlerin (şahidliğe) duracakları günde yardım ederiz.” (Gâfir/51)

“Gönderilen peygamber kullarımıza şu sözümüz geçmişti: Mutlaka kendilerine yardım edilecektir. Ve gâlip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur.” (Saffât/171-173).18

*Abdulkerim Zeydan’dan Tercüme
1 İbn Manzûr, age., c.15, s. 266.
2 el-İsfehânî, age., s. 315.
3 Fîrûzâbâdî, age., c. 4, s. 230.
4 Şerh-u Sahîh-i Buharî, c. 5, s. 95.
5 Aynî, Umdetü’l-Kaarî, c.12, s. 238.
6 Lisânu’l-Arab, c.13, s.156
7 el-İsfehanî, age., s. 325
8 İbnu’l-Esîr, age., c. 3, s. 189
9 Fîruzâbâdî, age., c. 4, s. 28
10 İbn Teymiye, age., c.1, s. 351-352.
11 age., c.1, s. 353.
12 age., c.1, s. 362. İbn Teymiye’nin “Mazlûmların hakkı verildiği zaman müflis durumda kalmasın” sözü, Buharî’nin Ebû Hureyre’den rivâyet ettiği şu hadîse işâret ediyor gibi: Resûlullâh (as) buyurdu ki; “Kim bir kardeşinden haksız olarak bir şey almışsa kıymetlenmeden aynı gün iâde etsin. Eğer iyi bir ameli varsa ondan haksızlık ettiği kadar alınır, yoksa kardeşinin günahından ona yüklenir.” Askalânî, Şerh-i Sahîh-i Buharî, c. 5, s.161.
13 Avnu’l-Ma’bûd, Şerh-i Sünen-i Ebî Davûd, c.13, s. 244.
14 el-Askalânî, age., c. 3, s. 357-360.
15 Tefsîr-i Kurtûbî, c.7, s. 85.
16 Tefsîr-i Râzî, c.13, s.194.
17 Tefsîr-i Âlûsî, c. 8, s. 27.
18 İbn Kesîr, age., c. 2, s.178-179; Âlûsî, age., c. 8, s. 31; Tefsîr-i Menâr, c. 8, s.119-120; Fîzilâl, c. 8, s.113
.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

23- Emîr Tâyini, İtâat Edilmek ve İhtilâfı Kaldırmak İçindir:

Cemâatin emîr tâyin etme maksatlarından biri de aralarındaki uyuşmazlıkları önlemektir. Nitekim Ebû Dâvud’un (202/275) rivâyet ettiği: “Üç kişi yolculuğa çıktığında aralarından birini emîr seçsinler.” hadîsinin şerhinde İmâm Hattâbî (388/998) şöyle demektedir: “İşleri bir olsun ve uyuşmazlık meydana gelmesin diye Allâh Resûlü (as) böyle buyurmuştur.”


24- Emîre İtâat, Allâh ve Resûlü’ne İtâattır:

Emîr, cemâat kendisine itâat etsinler diye seçilir. Ve cemâat, emîrin bunun için seçildiğini bilir. İtâat etmeyeceklerse seçilmesinin bir mânası kalmaz. Çünkü cemâatin, emîrlerine itâati demek, Allâh ve Resûlü’ne itâatleri demektir. İmâm Buharî’nin (194/810) Sahîhi’nde Ebû Hureyre’den rivâyet ettiği  hadîste Resûlullâh (as) şöyle buyurmaktadır: “Bana itâat eden, Allâh’a itâat etmiştir. Bana isyân eden de Allâh’a isyân etmiştir. Emîrime itâat eden Bana itâat etmiştir, emîrime isyân edense Bana isyân etmiştir.”

Bu hadîsin İbn Hacer el-Askalânî’ye (773/1371) ait şerhinde şöyle denilmektedir: Müslim’in Hümâm rivâyetinde “Emîre itâat eden Bana itâat etmiştir.” şeklindedir. Her iki rivâyetin de aynı anlamda olması mümkündür. Çünkü hakkı emreden ve âdil olan her emîr, aynı zamanda Allâh ve Resûlü’nün emîridir. Zira o Şâri’in (şeriat koyucu/Allâh ve Resûlü’nün) emir ve şerîatını üstlenmiştir. Her iki durumda cevabın birliği bunu tâyin etmektedir: “Bana itâat etmiştir.” Yani benim şerîatımın gereğini yapmıştır. Aynı şekilde Hümâm’ın bir rivâyeti de muzarî (geniş zaman) kalıbıyla şöyledir:
ifâdesi de kezâ muzarî kalıbıyladır. Bu da emre muhatap olan kişiyle daha sonra gelen kişileri şümûlüne almak gibi bir anlam ifâde eder.

Bu şerhin özü şudur; şerîat gereği bir şeyin reisliğini üstlenen ve yine şerîatın gereği hükmeden kimse şerîat tarafından emîr kabul edilir ve ona itâat vacipdir. Ona itâat eden, böyle bir itâati emreden Resûlullâh’a (as) itâat etmiştir. Resûlullâh’a itâat eden ise Allâh’a itâat etmiş demektir. Kim böyle bir emîre karşı çıkarsa Allâh ve Resûlü’ne isyân etmiş demektir.

Sahîh-i Müslim’de, Ebû Hureyre’den gelen bir rivâyette Allâh Resûlü (as) şöyle buyurmuştur: “Kim Bana itâat ederse Allâh’a itâat etmiş; kim de Bana isyân ederse Allâh’a isyân etmiş demektir. Emîre itâat eden Bana itâat etmiştir, ona isyân eden Bana isyân etmiştir.” Nevevî (676/1277) bu hadîsin şerhinde: “Çünkü Allâh Teâlâ Resûlü’ne itâati emrederken, Resûlullâh (as) da emîre itâati emretmiştir. Şu halde her iki itâat birbirini gerektirir.” demektedir.

25- Allâh’a İsyân Olan Konularda Emîre İtâat Olmaz:

Cemâati uyuşmazlıktan koruyan ve vacip olan itâat, ancak Allâh’a isyân olmayan konularda bahis mevzuudur. Emîr, Allâh’a isyânı emrederse, ona itâat câiz olmaz. Buharî ve Müslim’in rivâyet ettikleri şu hadîs bunun delilidir: “Kişiye düşen, hoşlandığı ve hoşlanmadığı şeylerde itâat etmesidir. Ancak, isyânla emrolunursa itâat etmez.”

İmâm Nevevî (676/1277) bu hadîsin şerhinde şöyle demektedir: “Nefsin hoşlanmadığı, zor ve ma’siyet olmayan şeylerde emir sahiplerine itâat vaciptir. Ma’siyeti emrederse o zaman ona itâat olmaz.”

İmâm Buharî ve Müslim’in Hz. Ali’den rivâyet ettiği, lafzı Buharî’ye ait olan hadîste şöyle denilmektedir: “Resûlullâh bir seriyye gönderirken bir adamı onlara emîr tâyin etti. Ve ona itâat etmelerini emir buyurdu. Emîr onlara bir defasında kızınca şöyle dedi; ‘Resûlullâh bana itâat etmenizi emretmedi mi?’ Arkadaşlar; ‘Evet.’ dediler. Sonra reis dedi ki: ‘Odun toplayıp yakmanızı, sonra da içerisine girmenizi istiyorum.’ Onlar da odunu toplayıp tutuşturdular. Ateşin içine girmek istediyseler de durup birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Kimisi; ‘Nasıl girelim, zâten biz ateşten kaçmak için Nebî’ye (as) tâbi olduk.’ dediler. Onlar böyle düşünürken ateş söndü, reisin kızgınlığı gitti. Daha sonra olay Nebî’ye (as) intikal edince buyurdu ki; ‘Ateşe girseydiler ebediyyen çıkamazlardı. İtâat ancak ma’rûf(şerîatın uygun gördüğü konular)tadır.”

26- İtâata Konu Olmayan Ma’siyetin Anlamı:

Emîr, emrettiği zaman itâat edilmememesi gereken ma’siyet, hakkında tefsîre ve içtihada ihtimal olmayacak derecede açık şer’î bir delîl bulunan günahtır. Seriyye kumandanının, komutası altındakilere ateşe girmelerini emretmesi gibi. Çünkü ateşe girmek, kendini öldürmektir. Bu ise aslâ câiz değildir. İçtihada açık olan durumlarda ise, emîre itâat vacipdir. Çünkü emîrin, içtihâda konu olan bir mes’elede bir görüşü bırakıp diğer bir görüşü benimsemesi günah (ma’siyet) değildir.

27- Emîrin Şûrâ Kararlarına Göre Hareket Etmesi, İhtilâfı Önler:

Cemâat arasındaki uyuşmazlığı önleyen davranışlardan biri de emîrin şûrâ kararlarına göre hareket etmesidir. Bu ona vaciptir. Çünkü şûrâ İslâm’ın ana prensibi ve mü’minlerin ayrılmaz özelliklerindendir. Allâh Teâlâ, Resûlü’ne (as) şûrâyı emreden âyetlerinde şöyle buyruyor; “(Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış.” (Âl-i İmrân/159) “İşleri, aralarında danışma iledir.” (Şûrâ/38)

Müslümanların, şûrâ prensibine bağlı kalmaları gerektiğinin bilincinde olmaları, Müslüman hâkimlerin, emir sahiplerinin şûrâ ile hareket etmelerini sağlamak, hatta bunların şûrâyı terk etmeleri durumunda azledilmekle karşı karşıya kalabileceklerini göstermek için bu emrin muhatabı, vahiyle desteklenen Muhammed (as) Efendimiz olmuştur. İmâm Kurtubî (671/1273) şöyle demektedir: “İbn Atiyye (481/542) der ki; Şûrâ, şerîatın temel prensiplerinden olup ahkâmın karara bağlandığı organdır. Din ve ilim erbâbıyla istişâre etmeyenin azli vaciptir.”  Buna göre, Müslüman cemâatin liderine yakışan, cemâatle aralarındaki şûrâ meclisi kanalıyla istişâre etmesi, emredeceği bir görüş edinmeden önce dâvet ve cemâat konularında cemâate danışmasıdır.

28- Emîr İçin Şûrâ Bağlayıcı Mıdır, Yoksa Bildiri Niteliğinde Midir?

Emîrin, aralarındaki şûrâ meclisi kanalıyla, cemâatiyle istişâresi vacip olduğuna göre, meclis üyelerinin oy birliğiyle öne sürdükleri görüşe göre hareket etmesi vacip midir? Bu durumda şûrâ bağlayıcı olur mu? Yoksa vacip olmayıp, meclis kararıyla hareket edebileceği gibi, o kararı terkedebilir de mi? Emîrin, meclisin görüş birliğine rağmen kendi görüşünü benimsemesi durumunda şûrâ bağlayıcı değil de bildiri toplantısı niteliğinde olmaz mı? Bunun cevabı cemâatin tüzüğüne bağlıdır. Tüzük eğer şûrâya sadece bağlayıcılık veya sadece bildiri niteliği vermişse, bu emir cemâat içinde yürürlüğe konması gereken bir vecîbedir. Hangisinin daha tercihli olduğunu, yani bağlayıcı niteliği olanın şûrânın mı, yoksa ilân niteliğindeki şûrânın mı daha tercihli olduğu bizim konumuz değil. Mes’ele, içtihâdîdir. İçtihâda konu olan bir görüşün tercihi ise, zaman ve mekân itibâriyle cemâatin hâl ve tâbiî anlayışına, onu kuşatan muayyen yapı ve konumuna, üyelerinin kapasitesine; azlığına, çokluğuna, dindârlıklarına, verâlarına (günahlardan titizlikle kaçınmalarına) ve ilimlerine; emîr seçilenlerin takvâ, ilim, yeterlilik derecelerine ve sözü uzatmamak için sıralamayı uygun bulmadığımız niteliklere bağlıdır.

29- İhtilâftan Korunma Yollarına Tutunmanın Sonucu:

Sözünü ettiğimiz uyuşmazlıktan korunma yollarından bazıları şunlardır:

1- Cemâat tarafından emîr seçimi,
2- Emîrin -açıkladığımız şekliyle- cemâatin işlerini idâre etmede şûrâyı benimsemesi.

İşte bu korunma yollarına tutunmak    -inşâallâh- cemâatten, onları parçalayacak, aralarına düşmanlık sokacak çirkin ihtilâfı uzaklaştırır. İhtilâf olsa bile tedâvisi ve dâvalarının maslahatını ileri sürerek inâtlaşan ve âdeten ihtilâfı tasvip eden tarafların gönüllerindeki kötü niyet gediklerini kapatmak mümkündür. Oysa, dâvanın maslahatı, cemâatin tüzüğüne karşı çıkmakla olmaz. Bu, ancak bu tüzüğe, istenen istişâreden sonra meşru olan konularda şerîatın öngördüğü emîre itâat hakkına sıkı sıkıya bağlanmakla olur.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

C- Fıkıhçılarla Tasavvufçuların İhtilâfı:

Sevimsiz tartışmalardan biri de fıkıhçılarla tasavvufçuların arasında görülen ihtilâftır. Bazen birinciler ikincilerin, kalbin halleri ve kalbin tezkiyesine dair bütün iddiâlarını ve delillerini inkâr ederken; tasavvufçular da fıkıhçıların zâhire tutunup onu sağlama aldıkları, bâtın ve bâtının (iç) hâl ve hükümlerine önem vermedikleri yönünde ithamlarda bulunarak fıkıh yolunun ölçüyü kaçırdığını söylerler. İşte, her iki taraf arasındaki böylesi bir uyuşmazlık çoğu defa parçalanmaya, aralarının bozulmasına ve birbirlerine kin ve nefret beslemeye kadar götürür. Bütün bunlar Allâh’ın dîninde haramdır. Harama düşmeye sebep olmamak, düşüncede de onu ortadan kaldırmak gerekir.

Bu İhtilâftan Korunmak:

Tarafların, kendilerine ait bilgilerini inkâr etmeleri, Yahudi ve Hristiyanlar’ın edinilmemesi gereken çirkin huylarındandır. Allâh Teâlâ onların bu özelliğini yererek şöyle buyurur; “Yahudiler; ‘Hristiyanlar, bir temel üzerinde değiller.’ dediler. Hristiyanlar da; ‘Yahudiler bir temel üzerinde değiller.’ dediler. Oysa hepsi de Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi demişlerdi. Artık Allâh, ayrılığa düştükleri şeyde, kıyâmet günü aralarında hüküm verecektir.” (Bakara; 113)
Taraflar için şu da söylenebilir: Onların fıkıhçı veya tasavvufçu oluşları, kendilerini savunmak için herhangi bir tenkid, saldırı ve inkâr hakkını onlara vermediği gibi, onları hatasız da kılmaz. Aksine onların, şerîatın hükmüne boyun eğmeleri, her söz ve davranışlarının da şerîatın hükmüne uygun olması gerekir. Böylece şerîatın câiz gördüğü câiz ve geçerli, câiz görmediği ise hatâ ve sakıncalı olmuş olur. Yani, onların söz ve eylemleri, hoşlansınlar veya hoşlanmasınlar, şerîatın hükmü gereği, ya vacip ya mendup ya mübah ya da haram özelliği taşır.

Taraflara şu da söylenebilir: Şerîatın zâhire (görünüre) yönelik olan hükümleri herkes için geçerli olup ondan mutasavvıflar istisnâ edilmemiş, onların da zâhire bağlı kalmaları istenmiştir. Bütün bu ve benzeri ifâdelerle, tasavvufçularla fıkıhçıların arasındaki ayrılığı gidermek, hiç olmazsa -Allâh’ın izni ve tevfikiyle- şerlerini azaltmak mümkündür.

17- Üçüncüsü: İslâmî Cemâatlerin İhtilâfı ve Bundan Korunmak:

İslâm memleketlerinde, İslâm’a dâvet eden, “emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker” vacibini yerine getiren cemâatlar bulunmaktadır. Bunların çalışmaları takdire şâyân olup -genel anlamıyla- Allâh yolunda cihad demektir. Fakat onların da aralarında uyuşmazlık bulunabilmektedir. O halde bundan korunmanın yolları nelerdir?

Cemâatleri Birleştirmek:

İslâmî cemâatler arasındaki uyuşmazlıkları kaldırmanın en doğru yolu, onları tekrar cemâat hâlinde birleştirmektir. Çünkü, hedef bir oldukça bu kadar çoğalmaya ihtiyaç yoktur. Hedef; İslâm’ın genel düsturlarını yaymak ve ona ters düşen ideolojileri ortadan kaldırmak sûretiyle dine hizmet etmektir.

Fakat ihtilâfın kalkmasına vesile gördüğümüz bu konu -ki bu İslâm’ın da istediği, özendirdiği ve kendisine dâvet ettiği bir husustur- gerçekte ve uygulamada mevcût değildir. Gelecekte de pek kolay gözükmemektedir.

İslâmî cemâatlerin birleştirilmesi gerçekleşmeyince, ihlâsla çalışmayı arzulayanlara İslâm için çalışma alanının cidden geniş olduğunu ve bunun aslâ dar tutulamayacağını anlatmak gerekir, ki hepsi de İslâm’a hizmet etmeyi arzulamaktadırlar. Onların, kendileri gibi İslâm için çalışan bir başkasını gördüklerinde sevinip memnûn olmaları, bu uğurdaki gayretlerinin içtenliğini gösterir. Bir başkasının çalışması ve İslâm için ortaya atılmasından rahatsızlık duymaları ise, onların ihlâs ve niyyetlerinin bozukluğuna delildir. İslâmî cemâatlerin geniş bir birlik dâiresi içerisinde kalmaları, ihtilâf izlenimi veren davranışlardan kaçınmaları, mescitte namaz kılan cemâatin çoğalması, ders ve zikir halkalarının artması gibi hususlara önem vermeleri gerekir. Ortaya koydukları değerli çalışmalarla birbirlerine rekabet etmelerinin bir mahzuru yoktur.

18- Dördüncüsü: Müslüman Cemâatin Üyeleri Arasındaki İhtilâf:

Cemâat olarak çalışma kolay bir şey olmayıp ferdî çalışmadan oldukça zordur. Fakat cemâat olarak çalışmanın bıraktığı tesir daha derin, daha bereketli ve faydalıdır. Bunun zorluk tarafı; cemâat olarak çalışmanın ölçülü, düzenli, hassas ve doğru bir atılıma ihtiyacı vardır. Bu, âdeta, bir ordunun hareket ve seyir hâline benzer. Sonra cemâatçe çalışma, iştirakçi kadronun sevinçlerini disiplinize etmeye ve bu sevinci cemâatin hedeflediği yöne kaydırmaya muhtaçtır. Çünkü cemâat böylesi bir tutumun sorumluluğunu taşıdığı kadar, onun sonuçlarına katlanmaya da mecbur ve mahkûmdur.

19- Müslüman Cemâat İçerisindeki İhtilâfın Zararları:

Cemâat olarak çalışmanın zorluğundan, hassasiyetinden, sevinçlerinin kontrol edilme ihtiyacından ve bu sevincin güzel bir şekilde yönlendirilmesinden bahsettik. Cemâat içerisinde ihtilâf, çok kötü izler bırakır ve fazlaca zarar verir. Hatta, çalışmasını durdurur veya geciktirir, güç ve gayretinin bir çoğunu bu ihtilâf yönüne ve bu ihtilâfın şerrinden korunma cihetine kaydırmaya mecbûr bırakır. Cemâati, aslî gayreti olan İslâmî çalışmadan alıkoyarak İslâm’ın ve kendisinin düşmanlarıyla karşı karşıya getirir. Kökten halledecek biçimde sür’at ve temkinle ihtilafın üzerine gidilmediği zaman çok tehlikeli ve nâhoş sonuçlara götürür. Bazı üyelerin cemâatten ayrılması veya ayırılması bu kötü sonuçlardan biridir. Çıkma ve çıkarılma, bir başka cemâatin oluşumuna sebep olurken, birinci, ana cemâate hîleyi amaçlayabilir. Bundan dolayı çoğu kez aralarında, İslâm düşmanlarıyla uğraşmaktan alıkoyacak husûmetler ve insanları dâvadan yüz çevirtecek suçlamalar meydana gelebilir.

Bu İhtilâftan Korunmanın Yolları:

Müslüman cemâat içerisindeki bu çirkin ihtilâftan korunmak, şu hususları gerektirir:

a- Allâh’a isyân olmayan şeylerde itâat edeceği emîrinin olması.

b- Emîrin  önemli ve dâvetle ilgili konularda, içerisinde şûrâ meclisi aracılığıyla cemâatle istişârede bulunması.

Kendisine itâat edilecek emîrin bulunması ve daha ilk şûrâ toplantısında ona bağlılığın arz edilmesiyle ihtilâfa düşmemek veya ihtilâfın az meydana gelmesi yahut düşüldüğünde zararının asgari düzeyde ve bırakacağı izin önemsiz olması ümit edilir. Böyle bir emîrin zarûretinden biraz bahsedelim.

20- Müslüman Cemâat İçin İhtilâfı Ortadan Kaldıracak Bir Emîrin Bulunması Kaçınılmazdır:

İslâm, şer’an yasak konusu olmayan gayelerle bir araya gelen en küçük bir cemâat için dahi lider tâyin etmeyi öngörürken, Müslüman cemâat için de bir emîrin bulunması gâyet tâbiîdir.

Ebû Dâvûd’un (202/275) Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet ettiği hadîste Hz. Peygamber (as) şöyle buyurmuştur:

“Üç kişi yolculuğa çıktığı zaman (aralarından) birini emîr (reis) tâyin etsinler.”

İmâm Hattâbî (388/998) şöyle diyor: “İşleri hep bir, görüşleri aynı olsun ve aralarında ayrılık meydana gelmesin diye Resûlullâh (as) bunu emretmiştir.”1

Ebû Dâvûd’un Nâfi’den, o da Ebû Seleme’den, o da Ebû Hureyre’den rivâyet ettiği diğer bir hadîste Resûlullâh (as) şöyle buyurmaktadır: “Üç kişi bir yolculuğa çıkacak olurlarsa (aralarından) birini emîr tâyin etsinler”. Nâfi diyor ki, biz de Ebû Seleme’ye  “Öyleyse sen de bizim emîrimizsin dedik.”

Bu hadîsin şerhinde: “Bir cemaat -ki en azı üçtür- bir araya gelince aralarından birini kendilerine reis tâyin etsinler.” denilmiştir.2

21- Emîrini Cemâat Seçer:

Hadîs, cemâat için emîr seçiminin meşrûiyetine, hatta bunun vacip oluşuna işâret etmektedir. Çünkü hadîs, “İçlerinden birini emîr yapsınlar.” diyor. Emirde aslolan vücûb ifâde etmesidir. Bu, en ufak bir gaye ve idealde birleşen küçük bir toplulukta söz konusu olursa, İslâm hizmeti dâvasıyla iştigal eden cemâat için nasıl olmasın? Üstelik, cemâat çalışmalarının daha çok tertip ve disipline ihtiyacı vardır.

Ayrıca hadîs, cemâatin bizzat kendisinin emîrini seçmesine işâret etmektedir. Yani, herhangi bir çalışma içinde olmayı arzulayanlar kendi emîrlerini seçerler. İslâm hizmeti için çalışmaya katılma hususunda istekli olanlar da bu idealle topluluk oluştururken aynı maksatla kendilerine emîr/lider seçerler. İster topluluğun tüm üyelerinin, isterse üyeler arasından seçilmiş “Cemâatin Şûrâ Meclisi” adı verilen bir topluluğun iştirakiyle olsun, emîr seçiminde değişen bir şey yoktur. Bu şûra, emîr seçiminde cemâatin yerine görüşleri alınan, dâvet konularında kendileriyle müşâvere edilen danışma meclisi konumundadır.

22- Cemâat, Seçtiğine İtâat Etmelidir:

Müslüman cemâatin emîr seçimi tamamlandıktan sonra, bütün fertlerinin ona itâat etmeleri, seçimi meşrû yollarla, hîlesiz, âdil ve temiz bir şekilde oldukça ve emîrlik şartlarının asgarisi kendisinde bulundukça herhangi bir gerekçeyle itâat etmeyip baş kaldırmaları câiz değildir. Çünkü bu durumda, başkasının değil de onun seçilmiş olması makbûl bir içtihâdî konudur. Öyleyse bu seçilmiş emîre karşı çıkmak ona ve onun temsil ettiği topluluğa isyân sayılır. Bu da gösterir ki onlarda Yahudi ve Hristiyanların özellikleri bulunmaktadır. O da, istemediklerinin peygamberliğini kabul etmemeleridir. Kitap ehline (Yahudi ve Hristiyanlar) benzeyiş kuşkusuz pek çirkin bir nitelik olup Yüce Mevlâ (cc) onların bu hallerini yererken şöyle buyrur:

“Ne zaman ki, bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanlıyor, kimini de öldürüyordunuz.” (Bakara/87)

Bilinmelidir ki, Allâh’a dâvetle meşgul olan Müslüman cemâate tebelleş olan en çetin sınav, ayrılığın aralarına düşmesi, düşmanın işini, eziyet ve istismarını kolay kılacak bir biçimde fırkalara ayrılmasıdır. Bunun örnekleri bir hayli fazladır. Akıllı kimse, başkalarına ibretle bakıp ders çıkarır. Akıllı bir mü’minse, bir yılan tarafından iki kere sokulmaz.

1- Avnu’l-Ma’bûd, Şerhu Sünen-i Ebî Dâvûd, c. 7, s. 267.
2- age., c.7, s. 267.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

A- Mezhep Mukallidleri Arasında İhtilâf:

İçtihâd edemeyenlerin muteber bir İslâmî mezhebi taklit etmeleri câizdir. Şu âyetin genel ifâdesi böyle bir taklidi de kapsamına almaktadır: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” (Nahl/43)

Sormaktan maksat, bilmediklerini zikir ehline sorup öğrenmektir. Müslüman, bir mes’ele hakkında şerîatın hükmünü ve o mes’elenin ihtiva ettiği şer’î hükümleri ilim ehlinden sorar ve öğrenir. Ve bu sorma yüz yüze, sözlü bir şekilde diri olan ilim sahiplerine olduğu gibi, şer’î bir mes’ele hakkında onların yazıp hükümlerini açıkladıkları sözlerine müracaat etmekle de olur.

Mukallidin, şerîatın hükmünü taklit ettiği imâmını tanıyıp bilmesi taklidin güzel olan tarafıdır. Buna göre câhilin muteber İslâm mezheplerini taklit etmesi câizdir. Ancak mukallidin, taklit ettiği kişinin sözlerine kesin hak ve doğru olarak inanması, diğer karşıt görüşlerin de kesin hatalı olduğunu savunması câiz değildir. Bu davranış, şer’an kabul edilmeyen, ümmeti darmadağın eden ve zayıf düşüren sonuçları intaç eder. Bir taklitçinin, karşıt görüşteki diğer bir taklitçiyle ilgiyi kesmesi, onun peşine namaz kılmaması bu nevi bir sonuçtur. Kimi zaman da işi düşmanlığa, çekişmeye, hatta birbirlerine en ağır suçlama ve kötü vasıflarla nitelendirmelerle işi daha da kötüye vardırırlar ki, bu türden kaoslar geçmişte en acıklı şekliyle yaşanmıştı. Şüphesiz bu nevi ihtilâflar, mezhep imâmlarının tasvip etmedikleri, kesinlikle çirkin olan ihtilâflardır. Mukallidler böyle yaparken imâmlarını bilmemektedirler.

Bu Nevi İhtilâftan Korunmak:

Mezhep mukallidleri arasındaki bu nevi ihtilâftan şu şekilde korunmak mümkündür: İhtilaf ettikleri konu hakkında şerîatın hükmünü bilmek, İslâm mezhepleri realitesini ve bu mezheplerin mânâ ve karakterini kavramak ve Müslümanların, bu mezhepler arasındaki konumunun şuurunda olması.

İslâmî mezhepler, Kur’ân ve hadîse dayanan şer’î delillerin yorum şekillerinden ve şer’î hükümlerin, o delillerden ve o delillerin ışığında yine o delillerin anlaşılmasında geçerli olan belli başlı kaidelerden istinbât edilmesinden başka bir şey değildir.

İslâmî mezhep imâmları, kendilerinde ilim ve îmanın açık bir biçimde görüldüğü ilim erbâbı şahsiyetlerdir. Onlar, İslâm hukuku dalında imâmdırlar. Hayatlarında insanların İslâm şerîatının hükümlerinden sorup bilgi edindikleri ehil şahsiyetlerdir. İmâmların hayatlarında insanlar tarafından bizzat müracaat edilen sözleri, vefatlarından sonra da baş vurulan fetvâları, yanlış olma ihtimali olan doğrular olup bizi Allâh’ın koyduğu hükümleri bilmeye kadar götürürler. Fakat bu ihtimal, bir mezhebe, yani bizzat bir müçtehidin sözlerine has bir durum olmayıp diğer muteber mezhepler için de söz konusudur. Ne var ki, kimisinde doğruluk ihtimali ya bütün yönüyle, ya belli mes’elelerde yahut da fıkhın bütün mes’elelerinde diğerine nazaran daha güçlüdür. Doğruluk ihtimallerine ve Allâh’ın hükmüne erdiricilik ilkesine göre, muteber İslâmî mezheplerin görüşlerine tâbi olmak câizdir. Bu, bütün mezhepler için geçerli olup sadece birine has bir durum değildir. O halde, hiçbir mukallidin bütün doğruları kendi mezhebinin tekelinde görmesi, yanlışları da muhalif mezhebe mâl etmesi câiz değildir. Bunu hiçbir mezhep ve mezhep imâmı yapmadığı gibi, böyle bir iddiada bulunmamıştır da. O halde mezhep taklitçileri bunu nasıl yaparlar ve nasıl böyle bir iddiada bulunabilirler?

Açıkladığımız geçerli sebeplerden dolayı, fikhî mezheplere uymak câiz olunca, mezhep taklitçileri arasında düşmanca ve aykırı tutum içinde olmak, kendi mezhebinin bütün görüşlerinin doğru, muhalif mezhebin görüşlerinin ise katiyetle asılsız olduğuna, o mezhep mensuplarıyla küs tutulup ilişkinin kesilmesi gerektiğine inanmak câiz değildir. Bütün bunlar, çirkin ve yerilmiş ihtilâflardır. Bundan korunmaksa, mukallitlerin söylediğimiz hususları göz önünde bulundurmalarıyla mümkündür. Allâh (cc), doğru yola iletendir.

B- Mukallidlerle Taklîdi İnkâr    Edenler Arasında İhtilâf:

Bütün mezhep taklitçileri arasında bir cihetle, taklîdi kabul etmeyenler arasında da diğer bir cihetle ihtilâf söz konusu olabilir. Ve aralarındaki bu uyuşmazlık açık bir düşmanlık, birbirlerini dinde bid’atçilikle veya dinden çıkmakla itham etmek, birbirlerine lakap takmak ve kötü vasıflarla nitelemek gibi sevimsiz sınırlara varabilir.

Bu İhtilâftan Korunmak:
Bu ihtilâftan korunmak, her iki fırkanın da mezhep mukallidlerinin kendi aralarındaki ihtilâfa oranla söylediklerimize göz atmalarıyla olur. Biz, bütün yönüyle taklidi kabul etmeyenlere şunu söylemekle burada konuyu biraz daha açıyoruz; mes’ele basit ve gâyet açıktır. Mukallidlerle aramızda ihtilâfın olması doğru değildir. Şöyle ki, Müslümanlardan beklenen, şerîatın, yani Allâh’ın Kur’ân’da indirmiş olduğu ve Resûlullâh’ın sünnetindeki şerîatın hükümlerini ve icmâ gibi delillerin öngördüğü, kendisiyle şer’î hükmün bilindiği kaynakları bilmesidir. Müslüman, içtihâd ehli olarak bu bilgiyi kendinde bulundurabilirse bunu yapsın, yani taklidi kabul etmesin. Kendi kendine şer’î hükmün bilgisine ulaşsın, ki bu durumda zâten taklit ona haram olur.

Bundan âciz olan ise, bilmediği ve öğrenmek istediği mes’elede Allâh’ın emrinin gereği ne ise onu yapmalıdır. Allah Teâlâ: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” buyuruyor. Şer’î hükümlere oranla ehl-i zikir, şer’î hükümleri bilendir ki, onlar şerîatı en ince ayrıntılarıyla anlayanlardır. Onların başında da fıkıhta imâmlığı herkesçe kabul edilen ve kendi isimleriyle anılan mezhep imâmları gelir. Onlara sormak, ya hayatlarında bizzat sözlerine veya vefatlarından sonra fetvâlarına baş vurmak tarzında olur. Sîbeveyh’in (793/1380) lügat ilimlerinde ve söz sahibi olduğu sahalarda sözlerinin benimsenmesi gibi, onlar da sorulmaya, sözleri kabul edilmeye layıktırlar. Yine taklitçi, ancak doğru olma ihtimalini ve şerîatın hükmünü bilmeye ulaştırmasını göz önünde bulundurarak taklit ettiği müctehid imâmın sözünü alır. Bunun bir zararı olmadığı gibi, şerîatın hükmünü bilmede bu yolu benimsemek de ayıp değildir. Kişinin bu yola sâlik olması, kara yoluyla Mekke’ye gitmeyi arzulaması gibidir. O kişi kendisi için bir kılavuz edinir. O kılavuzun kendisini Mekke’ye ulaştıracak güvenli çöl yollarını bildiğini zannetmektedir. Bu şekilde doğru olma ihtimali olan o zannının işâret ettiği yol izlerinde yürür ve o izi tâkib eder.
a- Câhilin İçtihâd İddiâsı:

İçtihâda ehil ve liyakatı olmayan ve kaynaklarından şer’î hükümleri istinbât edemeyen câhilin içtihâd ve kendi başına şer’î hükümlerin bilgisine erişeceğini savunması, böylece Kur’ân ve hadîslerdeki şer’î delillerin üzerine abanıp onları istediği tarzda yorumlaması, o delillerden istediği tarzda hükümler çıkarması, bir şeye kendince yapılmasında maslahat, terkinde mefsedet (fenâlık) gördüğü için helâl ve haram hükmünü vermesi veya usûl ve kuralını bilmeden kıyâs yapması câiz değildir. Bâzen câhil, kendinin, içtihâd derecesinde ve istinbât gücünde olduğunu alenen iddiâ etmez. Fakat kendisinin müçtehidler kadar çaba sarfettiğini savunarak ilim erbâbının dediklerine ve istinbâtlarına baş vurmadan Allâh’ın kitabını ve âyetlerini arzuları yönünde tefsîr eder. Yahut bir kitapta nebevî bir hadîs bulur, başlar, onu tertemiz, sünneti iyi bilen erbâbına, onların bu hadîs hakkında dediklerine, konuyla ilgili diğer hadîslerle ilişkisine, talep/emir sîğasıyla ise ibâhe/mubahlık, nedb/mendûb veya vaciplik/îcab’a; nehiy sîğasıyla ise kerâhat/mekrûhluk veya haramlığa delâlet eden hüküm gibi hadîsi tefsîr etmeden ve gereğini söylemeden önce hadîsle ilgili bilinmesi gerekli olan hususlara müracaat etmeden, hevâsına göre tefsîr etmeye.

b- Mezhep İmâmlarını Karalamak Câiz Değildir:

Bazen içtihâd iddiâsı ve taklidi kabul etmeme cehâleti, işi, kendi adlarıyla tanınan Ebû Hanife, İmâm Şâfiî... mezhep öncüleri olan hidâyet ve fıkıh imâmlarına dil uzatmaya, işi onlar hakkında asılsız şeyler söylemeye kadar götürebilir. Bu câhiller şu iddaları öne sürerler; “Mezhep imâmları dîni parçaladılar. Hiçbir şekilde onların sözlerini almak câiz değildir.” Ve bu imâmlara saldırarak onları karalamayı kendilerine mubah sayarlar. Onların Müslümanlar katındaki şöhret ve derecelerini hafife alırlar. Bu, onların câhilliklerine, aşırılıklarına, hevâ ve heveslerine uyduklarını, kitâb ve sünnete aykırı davrandıklarını gösteren büyük delildir. Oysa Allâh Teâlâ ilim ehlinin derecesini yüceltmiştir: “Allâh sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.” (Mücâdele/11)

Ebû Hanife (148/767), Şâfiî (204/820), Mâlik b. Enes (ö.179/795), Ahmed b. Hanbel (241/855) ve diğer muteber mezhep imâmlarının ilim ehli olduğunda ihtilâf yoktur. Onlar da bu âyetin şümûlüne girmektedirler. Bu, onların Allâh katındaki dereceleridir. Çünkü âyette kasdedilen “ilim”, şer’î ilimdir.

Bu âyetin tefsîri hakkında Âlûsî’den (1270/1853) nakledeceğim şu husus faydalıdır. Şöyle der: “Kendilerine ilim verilenler.” Yani, şer’î ilim. “Dereceler” Makam diye de ifâde edilen yüce mertebeler. “İlim verilenler” cümlesinin “inananları” cümlesi üzerine atfedilmesi, başka bir cinsmiş gibi, îman edenlerden sonra, kendilerine ilim verilenlere ta’zim olarak, hass’ı (dar kapsamlı ifadeyi) âmm (geniş kapsamlı ifâde) üzerine atıf kabilindendir. Peygamber (as) şöyle buyuruyor: “Kıyâmet gününde üç kişi şefâat edecektir; peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler”. Öyleyse ben sâdık ve onaylanmış Peygamberin (as) şehâdetiyle, şehitlikle peygamberlik arasında kalan mertebeye hürmet ve o makamı ta’zim ederim. Kaldı ki, ilim ve âlimlerin faziletine işâret eden hadîsler sayılamayacak kadar çoktur. Onların fazileti hakkında vârid olanların bana göre en güzeli, İmâm Ebû Hanife’nin, Müsned’inde İbn Mes’ûd’dan rivâyet ettiği şu hadîstir. Resûlullâh (as) buyuruyor ki: “Allâh (cc) kıyâmet gününde âlimleri toplayıp onlara şöyle diyecektir: Ben hikmeti kalbinize, hakkınızda hayır murâd ettiğim için koydum. Günahlarınızı affettim, girin cennete!”

Âyetin (Mücâdele/11), âlimlerin faziletine delâleti açıktır. Şöyle ki, İbn Münzir (656/1258), İbn Mes’ûd’dan rivâyet ederek onun şöyle dediğini nakleder: “Allâh, bu âyette âlimlere bahşettiğini başka bir şeyde bahşetmemiştir. Allâh, îman edip de kendisine ilim verilenleri, îman edip ilim verilmeyenler üzerine, yüce mertebeleri vererek üstün kılmıştır.1”

Allâh Teâlâ, âlimlerin derecelerini yücelttiğini haber verip dururken, bu câhiller de kötü sözlerle onların derecelerini düşürmeyi arzu ederler. Şüphesiz, Allâh’ın yücelttiğini, câhillerin ve ehl-i hevânın düşürmeye güçleri yetmeyecektir.

Buharî’nin rivâyet ettiği bir hadîste Resûlullâh (as) şöyle buyurmuştur; “Allâh Teâlâ kime hayır murâd ederse onu dinde fakih kılar.”

Bu hadîs, Allâh Teâlâ’nin, Ebû Hanife ve benzeri fıkıh imâmlarına hayır murad etiğine gâyet açık bir biçimde şehâdet etmektedir. Çünkü onlar kesinlikle fıkıh erbâbı şahsiyetler olup hadîsin delâletiyle Allâh’ın kendilerine hayır murad ettiği kimselerdir. Câhillerin onlar hakkındaki iftira ve karalamaları, Allâh’ın dilediği hayrı asla onlardan kaldıramaz.

Yine, mezhep imâmlarına saldırmayı kendilerine görev bilen, onların sözlerini almaktan insanları men eden ve bu konuda söz birliği eden ve bu birlikteliğe dayanan taklit karşıtlarına şunu söyleyebiliriz:

Kendi sahasında uzman olan imâmların sözlerini benimsemek alışılan bir şey olduğu kadar kabul edilebilir bir davranıştır da. Bu konuda herhangi bir uyuşmazlığın olması doğru değildir. Nitekim bizim de Sîbeveyh (793/1380), Kisâî (384/994) ve benzerlerinin lügat, sarf ve nahiv konularındaki sözlerini delil ve örnek olarak getirmemiz ihticâc değil midir? Bizim bu ihticâcımız, onların lügat ilimlerinde hünerli olduklarını kabul edenler tarafından da etmeyenler tarafından da makbûl karşılanmıştır. Buna göre, nasıl olur da alışılmışın dışına çıkıp, fıkıh imâmlarının sözleriyle ihticâcı terkeder, onları kabul edilebilir görmeyiz? Onların sözlerinin benimsenmesi demek, her ne şekilde olursa olsun alınır, terki câiz olmaz demek değildir. Ancak delil olarak kabul edilmeye müsait ve amel edilmeye elverişli olup, onun delilinden daha kuvvetli bir delil olmadıkça terk olunmaz demektir.

c-İlim Erbâbına Hürmet Ederiz, Ancak Onların Mâsumiyetlerine İnanmayız:

Müslümana düşen, ilim ehlinin kadrini yüksek tutup onlara hürmet etmesi, kıymetlerinin bilincinde olarak onlar için duâcı olmasıdır. Kaldı ki, biz onların ilimlerinden istifade ediyoruz, söz ve görüşlerini benimsiyoruz. Ama hatâdan uzak oluşlarına dair bir inancımız söz konusu değildir. Her insan hatalıdır ve hatalı olabilir de. Ancak Hazreti Peygamber Efendimiz (as) bundan istisnâ edilmiştir. Buna göre, ilim erbâbından birisinin sözünün hata olduğu ortaya çıkarsa ve hatalı olduğuna dair delîl de bulunursa, başkasının sözüne dönmek gerekir. Kezâ başka bir görüşün daha tercihli olduğu yönünde delîl bulunsa o alınır. Tercihse, layık bulunmayan terkedilir.

1-Tefsîr-i Âlûsî, c. 28, s. 29.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort