JoomlaLock.com All4Share.net

İHTİLÂF VE İHTİLÂFA DÜŞENLER HAKKINDA SÜNNETULLAH-3 (İHTİLAF KANUNU)

A- Mezhep Mukallidleri Arasında İhtilâf:

İçtihâd edemeyenlerin muteber bir İslâmî mezhebi taklit etmeleri câizdir. Şu âyetin genel ifâdesi böyle bir taklidi de kapsamına almaktadır: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” (Nahl/43)

Sormaktan maksat, bilmediklerini zikir ehline sorup öğrenmektir. Müslüman, bir mes’ele hakkında şerîatın hükmünü ve o mes’elenin ihtiva ettiği şer’î hükümleri ilim ehlinden sorar ve öğrenir. Ve bu sorma yüz yüze, sözlü bir şekilde diri olan ilim sahiplerine olduğu gibi, şer’î bir mes’ele hakkında onların yazıp hükümlerini açıkladıkları sözlerine müracaat etmekle de olur.

Mukallidin, şerîatın hükmünü taklit ettiği imâmını tanıyıp bilmesi taklidin güzel olan tarafıdır. Buna göre câhilin muteber İslâm mezheplerini taklit etmesi câizdir. Ancak mukallidin, taklit ettiği kişinin sözlerine kesin hak ve doğru olarak inanması, diğer karşıt görüşlerin de kesin hatalı olduğunu savunması câiz değildir. Bu davranış, şer’an kabul edilmeyen, ümmeti darmadağın eden ve zayıf düşüren sonuçları intaç eder. Bir taklitçinin, karşıt görüşteki diğer bir taklitçiyle ilgiyi kesmesi, onun peşine namaz kılmaması bu nevi bir sonuçtur. Kimi zaman da işi düşmanlığa, çekişmeye, hatta birbirlerine en ağır suçlama ve kötü vasıflarla nitelendirmelerle işi daha da kötüye vardırırlar ki, bu türden kaoslar geçmişte en acıklı şekliyle yaşanmıştı. Şüphesiz bu nevi ihtilâflar, mezhep imâmlarının tasvip etmedikleri, kesinlikle çirkin olan ihtilâflardır. Mukallidler böyle yaparken imâmlarını bilmemektedirler.

Bu Nevi İhtilâftan Korunmak:

Mezhep mukallidleri arasındaki bu nevi ihtilâftan şu şekilde korunmak mümkündür: İhtilaf ettikleri konu hakkında şerîatın hükmünü bilmek, İslâm mezhepleri realitesini ve bu mezheplerin mânâ ve karakterini kavramak ve Müslümanların, bu mezhepler arasındaki konumunun şuurunda olması.

İslâmî mezhepler, Kur’ân ve hadîse dayanan şer’î delillerin yorum şekillerinden ve şer’î hükümlerin, o delillerden ve o delillerin ışığında yine o delillerin anlaşılmasında geçerli olan belli başlı kaidelerden istinbât edilmesinden başka bir şey değildir.

İslâmî mezhep imâmları, kendilerinde ilim ve îmanın açık bir biçimde görüldüğü ilim erbâbı şahsiyetlerdir. Onlar, İslâm hukuku dalında imâmdırlar. Hayatlarında insanların İslâm şerîatının hükümlerinden sorup bilgi edindikleri ehil şahsiyetlerdir. İmâmların hayatlarında insanlar tarafından bizzat müracaat edilen sözleri, vefatlarından sonra da baş vurulan fetvâları, yanlış olma ihtimali olan doğrular olup bizi Allâh’ın koyduğu hükümleri bilmeye kadar götürürler. Fakat bu ihtimal, bir mezhebe, yani bizzat bir müçtehidin sözlerine has bir durum olmayıp diğer muteber mezhepler için de söz konusudur. Ne var ki, kimisinde doğruluk ihtimali ya bütün yönüyle, ya belli mes’elelerde yahut da fıkhın bütün mes’elelerinde diğerine nazaran daha güçlüdür. Doğruluk ihtimallerine ve Allâh’ın hükmüne erdiricilik ilkesine göre, muteber İslâmî mezheplerin görüşlerine tâbi olmak câizdir. Bu, bütün mezhepler için geçerli olup sadece birine has bir durum değildir. O halde, hiçbir mukallidin bütün doğruları kendi mezhebinin tekelinde görmesi, yanlışları da muhalif mezhebe mâl etmesi câiz değildir. Bunu hiçbir mezhep ve mezhep imâmı yapmadığı gibi, böyle bir iddiada bulunmamıştır da. O halde mezhep taklitçileri bunu nasıl yaparlar ve nasıl böyle bir iddiada bulunabilirler?

Açıkladığımız geçerli sebeplerden dolayı, fikhî mezheplere uymak câiz olunca, mezhep taklitçileri arasında düşmanca ve aykırı tutum içinde olmak, kendi mezhebinin bütün görüşlerinin doğru, muhalif mezhebin görüşlerinin ise katiyetle asılsız olduğuna, o mezhep mensuplarıyla küs tutulup ilişkinin kesilmesi gerektiğine inanmak câiz değildir. Bütün bunlar, çirkin ve yerilmiş ihtilâflardır. Bundan korunmaksa, mukallitlerin söylediğimiz hususları göz önünde bulundurmalarıyla mümkündür. Allâh (cc), doğru yola iletendir.

B- Mukallidlerle Taklîdi İnkâr    Edenler Arasında İhtilâf:

Bütün mezhep taklitçileri arasında bir cihetle, taklîdi kabul etmeyenler arasında da diğer bir cihetle ihtilâf söz konusu olabilir. Ve aralarındaki bu uyuşmazlık açık bir düşmanlık, birbirlerini dinde bid’atçilikle veya dinden çıkmakla itham etmek, birbirlerine lakap takmak ve kötü vasıflarla nitelemek gibi sevimsiz sınırlara varabilir.

Bu İhtilâftan Korunmak:
Bu ihtilâftan korunmak, her iki fırkanın da mezhep mukallidlerinin kendi aralarındaki ihtilâfa oranla söylediklerimize göz atmalarıyla olur. Biz, bütün yönüyle taklidi kabul etmeyenlere şunu söylemekle burada konuyu biraz daha açıyoruz; mes’ele basit ve gâyet açıktır. Mukallidlerle aramızda ihtilâfın olması doğru değildir. Şöyle ki, Müslümanlardan beklenen, şerîatın, yani Allâh’ın Kur’ân’da indirmiş olduğu ve Resûlullâh’ın sünnetindeki şerîatın hükümlerini ve icmâ gibi delillerin öngördüğü, kendisiyle şer’î hükmün bilindiği kaynakları bilmesidir. Müslüman, içtihâd ehli olarak bu bilgiyi kendinde bulundurabilirse bunu yapsın, yani taklidi kabul etmesin. Kendi kendine şer’î hükmün bilgisine ulaşsın, ki bu durumda zâten taklit ona haram olur.

Bundan âciz olan ise, bilmediği ve öğrenmek istediği mes’elede Allâh’ın emrinin gereği ne ise onu yapmalıdır. Allah Teâlâ: “Bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz.” buyuruyor. Şer’î hükümlere oranla ehl-i zikir, şer’î hükümleri bilendir ki, onlar şerîatı en ince ayrıntılarıyla anlayanlardır. Onların başında da fıkıhta imâmlığı herkesçe kabul edilen ve kendi isimleriyle anılan mezhep imâmları gelir. Onlara sormak, ya hayatlarında bizzat sözlerine veya vefatlarından sonra fetvâlarına baş vurmak tarzında olur. Sîbeveyh’in (793/1380) lügat ilimlerinde ve söz sahibi olduğu sahalarda sözlerinin benimsenmesi gibi, onlar da sorulmaya, sözleri kabul edilmeye layıktırlar. Yine taklitçi, ancak doğru olma ihtimalini ve şerîatın hükmünü bilmeye ulaştırmasını göz önünde bulundurarak taklit ettiği müctehid imâmın sözünü alır. Bunun bir zararı olmadığı gibi, şerîatın hükmünü bilmede bu yolu benimsemek de ayıp değildir. Kişinin bu yola sâlik olması, kara yoluyla Mekke’ye gitmeyi arzulaması gibidir. O kişi kendisi için bir kılavuz edinir. O kılavuzun kendisini Mekke’ye ulaştıracak güvenli çöl yollarını bildiğini zannetmektedir. Bu şekilde doğru olma ihtimali olan o zannının işâret ettiği yol izlerinde yürür ve o izi tâkib eder.
a- Câhilin İçtihâd İddiâsı:

İçtihâda ehil ve liyakatı olmayan ve kaynaklarından şer’î hükümleri istinbât edemeyen câhilin içtihâd ve kendi başına şer’î hükümlerin bilgisine erişeceğini savunması, böylece Kur’ân ve hadîslerdeki şer’î delillerin üzerine abanıp onları istediği tarzda yorumlaması, o delillerden istediği tarzda hükümler çıkarması, bir şeye kendince yapılmasında maslahat, terkinde mefsedet (fenâlık) gördüğü için helâl ve haram hükmünü vermesi veya usûl ve kuralını bilmeden kıyâs yapması câiz değildir. Bâzen câhil, kendinin, içtihâd derecesinde ve istinbât gücünde olduğunu alenen iddiâ etmez. Fakat kendisinin müçtehidler kadar çaba sarfettiğini savunarak ilim erbâbının dediklerine ve istinbâtlarına baş vurmadan Allâh’ın kitabını ve âyetlerini arzuları yönünde tefsîr eder. Yahut bir kitapta nebevî bir hadîs bulur, başlar, onu tertemiz, sünneti iyi bilen erbâbına, onların bu hadîs hakkında dediklerine, konuyla ilgili diğer hadîslerle ilişkisine, talep/emir sîğasıyla ise ibâhe/mubahlık, nedb/mendûb veya vaciplik/îcab’a; nehiy sîğasıyla ise kerâhat/mekrûhluk veya haramlığa delâlet eden hüküm gibi hadîsi tefsîr etmeden ve gereğini söylemeden önce hadîsle ilgili bilinmesi gerekli olan hususlara müracaat etmeden, hevâsına göre tefsîr etmeye.

b- Mezhep İmâmlarını Karalamak Câiz Değildir:

Bazen içtihâd iddiâsı ve taklidi kabul etmeme cehâleti, işi, kendi adlarıyla tanınan Ebû Hanife, İmâm Şâfiî... mezhep öncüleri olan hidâyet ve fıkıh imâmlarına dil uzatmaya, işi onlar hakkında asılsız şeyler söylemeye kadar götürebilir. Bu câhiller şu iddaları öne sürerler; “Mezhep imâmları dîni parçaladılar. Hiçbir şekilde onların sözlerini almak câiz değildir.” Ve bu imâmlara saldırarak onları karalamayı kendilerine mubah sayarlar. Onların Müslümanlar katındaki şöhret ve derecelerini hafife alırlar. Bu, onların câhilliklerine, aşırılıklarına, hevâ ve heveslerine uyduklarını, kitâb ve sünnete aykırı davrandıklarını gösteren büyük delildir. Oysa Allâh Teâlâ ilim ehlinin derecesini yüceltmiştir: “Allâh sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.” (Mücâdele/11)

Ebû Hanife (148/767), Şâfiî (204/820), Mâlik b. Enes (ö.179/795), Ahmed b. Hanbel (241/855) ve diğer muteber mezhep imâmlarının ilim ehli olduğunda ihtilâf yoktur. Onlar da bu âyetin şümûlüne girmektedirler. Bu, onların Allâh katındaki dereceleridir. Çünkü âyette kasdedilen “ilim”, şer’î ilimdir.

Bu âyetin tefsîri hakkında Âlûsî’den (1270/1853) nakledeceğim şu husus faydalıdır. Şöyle der: “Kendilerine ilim verilenler.” Yani, şer’î ilim. “Dereceler” Makam diye de ifâde edilen yüce mertebeler. “İlim verilenler” cümlesinin “inananları” cümlesi üzerine atfedilmesi, başka bir cinsmiş gibi, îman edenlerden sonra, kendilerine ilim verilenlere ta’zim olarak, hass’ı (dar kapsamlı ifadeyi) âmm (geniş kapsamlı ifâde) üzerine atıf kabilindendir. Peygamber (as) şöyle buyuruyor: “Kıyâmet gününde üç kişi şefâat edecektir; peygamberler, sonra âlimler, sonra şehidler”. Öyleyse ben sâdık ve onaylanmış Peygamberin (as) şehâdetiyle, şehitlikle peygamberlik arasında kalan mertebeye hürmet ve o makamı ta’zim ederim. Kaldı ki, ilim ve âlimlerin faziletine işâret eden hadîsler sayılamayacak kadar çoktur. Onların fazileti hakkında vârid olanların bana göre en güzeli, İmâm Ebû Hanife’nin, Müsned’inde İbn Mes’ûd’dan rivâyet ettiği şu hadîstir. Resûlullâh (as) buyuruyor ki: “Allâh (cc) kıyâmet gününde âlimleri toplayıp onlara şöyle diyecektir: Ben hikmeti kalbinize, hakkınızda hayır murâd ettiğim için koydum. Günahlarınızı affettim, girin cennete!”

Âyetin (Mücâdele/11), âlimlerin faziletine delâleti açıktır. Şöyle ki, İbn Münzir (656/1258), İbn Mes’ûd’dan rivâyet ederek onun şöyle dediğini nakleder: “Allâh, bu âyette âlimlere bahşettiğini başka bir şeyde bahşetmemiştir. Allâh, îman edip de kendisine ilim verilenleri, îman edip ilim verilmeyenler üzerine, yüce mertebeleri vererek üstün kılmıştır.1”

Allâh Teâlâ, âlimlerin derecelerini yücelttiğini haber verip dururken, bu câhiller de kötü sözlerle onların derecelerini düşürmeyi arzu ederler. Şüphesiz, Allâh’ın yücelttiğini, câhillerin ve ehl-i hevânın düşürmeye güçleri yetmeyecektir.

Buharî’nin rivâyet ettiği bir hadîste Resûlullâh (as) şöyle buyurmuştur; “Allâh Teâlâ kime hayır murâd ederse onu dinde fakih kılar.”

Bu hadîs, Allâh Teâlâ’nin, Ebû Hanife ve benzeri fıkıh imâmlarına hayır murad etiğine gâyet açık bir biçimde şehâdet etmektedir. Çünkü onlar kesinlikle fıkıh erbâbı şahsiyetler olup hadîsin delâletiyle Allâh’ın kendilerine hayır murad ettiği kimselerdir. Câhillerin onlar hakkındaki iftira ve karalamaları, Allâh’ın dilediği hayrı asla onlardan kaldıramaz.

Yine, mezhep imâmlarına saldırmayı kendilerine görev bilen, onların sözlerini almaktan insanları men eden ve bu konuda söz birliği eden ve bu birlikteliğe dayanan taklit karşıtlarına şunu söyleyebiliriz:

Kendi sahasında uzman olan imâmların sözlerini benimsemek alışılan bir şey olduğu kadar kabul edilebilir bir davranıştır da. Bu konuda herhangi bir uyuşmazlığın olması doğru değildir. Nitekim bizim de Sîbeveyh (793/1380), Kisâî (384/994) ve benzerlerinin lügat, sarf ve nahiv konularındaki sözlerini delil ve örnek olarak getirmemiz ihticâc değil midir? Bizim bu ihticâcımız, onların lügat ilimlerinde hünerli olduklarını kabul edenler tarafından da etmeyenler tarafından da makbûl karşılanmıştır. Buna göre, nasıl olur da alışılmışın dışına çıkıp, fıkıh imâmlarının sözleriyle ihticâcı terkeder, onları kabul edilebilir görmeyiz? Onların sözlerinin benimsenmesi demek, her ne şekilde olursa olsun alınır, terki câiz olmaz demek değildir. Ancak delil olarak kabul edilmeye müsait ve amel edilmeye elverişli olup, onun delilinden daha kuvvetli bir delil olmadıkça terk olunmaz demektir.

c-İlim Erbâbına Hürmet Ederiz, Ancak Onların Mâsumiyetlerine İnanmayız:

Müslümana düşen, ilim ehlinin kadrini yüksek tutup onlara hürmet etmesi, kıymetlerinin bilincinde olarak onlar için duâcı olmasıdır. Kaldı ki, biz onların ilimlerinden istifade ediyoruz, söz ve görüşlerini benimsiyoruz. Ama hatâdan uzak oluşlarına dair bir inancımız söz konusu değildir. Her insan hatalıdır ve hatalı olabilir de. Ancak Hazreti Peygamber Efendimiz (as) bundan istisnâ edilmiştir. Buna göre, ilim erbâbından birisinin sözünün hata olduğu ortaya çıkarsa ve hatalı olduğuna dair delîl de bulunursa, başkasının sözüne dönmek gerekir. Kezâ başka bir görüşün daha tercihli olduğu yönünde delîl bulunsa o alınır. Tercihse, layık bulunmayan terkedilir.

1-Tefsîr-i Âlûsî, c. 28, s. 29.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort