JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Pazartesi, 12 May 2014 12:48

MEZHEB BİLİNCİMİZ -3

G- EHLİ SÜNNET NE PASİF, NE DE UZLAŞMACIDIR        

Ehli sünnet, İslâm esaslarına karşı çıkan, yahut aykırı davranan ve zulüm yoluna sapan devlet başkanını azlederek, yerine uygun olanını getirmenin, ümmetin görevi olduğunu kabul etmekle beraber, bunun fiilen gerçekleşmesini iki şarta bağlamışlardır:

a) Değişmeyi yapabilecek güce sahip olmak.
b) Fitne çıkması ihtimâli bulunmamak.

Fitneden maksat iç savaş, Müslümanların parçalanıp vuruşmaları, ümmetin varlık ve birliğini tehlikeye düşürücü eylemlerdir. Eğer böyle bir ihtimâl varsa, o zaman, ehli sünnete göre sabretmek câiz değildir. Her hâlükârda hurûç ale’s-sultan (zâlim idâreciye baş kaldırı) gereklidir. Eğer bu konudaki bahsedilen anlayışı ehli sünnet’in pasif ve uzlaşmacı olduğu şeklinde yorumlayanlar ve bu sebeple gayr-i İslâmî emellerini gerçekleştirmek için ehli sünneti siyâseten destekleyenler varsa, bunlar yanılgı içindedirler. Çünkü ehli sünnetin sabırdan maksadı, zulme rızâ göstermek, çâreyi Mehdi’den beklemek değildir; şartlar oluşuncaya kadar beklemek, şartların oluşması için elden geleni yapmaktır. Çünkü, emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker, farz-ı kifâyedir. Bunun en düşük seviyesi muhâlif kalmak, katılmamak, nefret duymak1,  ama tarafsız durmamaktır.

Aslında hiç bir tâğutî düzen, Ehli Sünnet itikadına sahip çıkmamışlardır. Çeşitli devirlerde olduğu gibi, bugün de yaşayan bütün Müslüman devletler, sahip çıkma rolü üstlenmişlerdir. Öyle görünmüş veya görünme gereği hissetmişlerdir. El-ân kimi seküler yönetimlerin, İslâmî olması dahi söylenemezken, bunlar İslâm’a sahip çıkar gibi görünebilmekte, hatta birtakım müesseselerin kurulmasında öncülük dahi edebilmektedirler. Bunun tek sebebi şu olsa gerektir: Dün olduğu gibi bugün de toplumun çoğunluğunu Ehli Sünnet oluşturmaktadır. Böyle bir toplumda güven ortamını tesis etmek için, ehli sünneti destekler gibi görünmek ve gerekirse, insanları pasifize etmek, yozlaştırmak sûretiyle gerçek sünnî mezhebin yeniden ortaya çıkmasını önlemek için sahte laik-sünnî  mezhepçiliğini dahi teşvik ederler.2     

Zâlim ve tâğutî düzenler, tarihten bugüne kendi tespit ettikleri zaaflardan yararlanmasını bilmişlerdir. Kur’ân’a tefsîr olmayan bazı zayıf hadîslerle, asırlar boyunca Müslümanları sömüren ve Kur’ân’ı sadece bir ibâdet kitabı, bir zikir ve fikir kitabı gibi toplumlara gösteren eski bedbaht insanların, perde arkasından beşerî görüşlere göre İslâm’ı kabul ettikleri ve Kurân’a göre İslâm’dan uzak oldukları ortadadır. Bunlara göre Kur’ân bir hüküm kitabı, bir hayat düsturu değil, sadece bir dua kitabı; âhirete yönelik, kul ile Allâh arasında aracı bir kitaptır. İşte bu tip insanlar Ehl-i Kur’ân olmaktan vazgeçerek Ehli Sünnet adıyla ortaya çıktılar. Beşerî düzen ve yönetimler bunların görüşünü, ekmeklerine yağ sürdüğü için İslâmî diye kabul ettiler.3  Geçmişten günümüze, saltanatların devamı ve sürekli kılınması, sünnîlerin ve Sünnî cemaatların pasifize edilip uysallaştırılmaları ile mümkün olmuştur. Bir taktik gereği, ehli sünnete sahip çıkılarak “biz de sizdeniz” mesajları verilmiş, neticede Ehli Sünnet kitle, büyük bir istismara mahkum olmuştur. “Padişah yeryüzünde Allâh’ın gölgesidir.”, “Zâlim de olsa, sultana karşı çıkılmaz.” gibi yapay kanaatlardan yararlanılarak insanlar hep pasifize edilegelmişlerdir.        

Ehli Sünnet kitlenin pasifize edilmesinde, uysal, tepkisiz yığınlar hâline gelmesinde, Emevîler döneminde yola çıkan Mürcie ve onun bugünkü uzantıları büyük oranda etkili olmuşlardır. Ehli Sünnet ne pasif ne uzlaşmacı değilken, bu Mürcie denilen sapık ekol, Ehli Sünnet mensuplarına tepkisizliği, asgari müştereklerde uzlaşmayı, Kur’ân ve sünnet dışı düzenle uyum içinde olmayı, hatta bütünleşmeyi (entegrasyon) telkin ederek onların İslâm adına, insan hak ve hürriyetleri adına her pozitif kıpırdayışlarını fitne diye algılamış, tarihî görevlerini bu şekilde sürdürmüşlerdir.4

H- MEZHEP NEDİR, BİR MEZHEBE BAĞLI OLMAK GEREKLİ MİDİR?

Mezhep, lügat mânası itibariyle gidilecek yol, çığır, benimsenen metod, görüş demektir. Dînde mezhep, dînin esaslarında ve temel mes’elelerde bir olmakla beraber, ayrıntıda bazı farklı durumlar olması sebebiyle müçtehidlerin, zaman ve mekân bağlamında yaptıkları dinî (Kur`ân ve sünnete dayalı) izah ve içtihâdlarının toplamıdır.5  Türkçemizde mezhep yerine ekol sözcüğü kullanılmaktadır.

Mezhebler, incelendikleri konulara göre üç kısma ayrılır:

1) İ’tikadî Mezhebler: İnanç esaslarının açıklanması hususunda, Kur’ân’daki muhkem (hüküm ifade eden anlamı açık âyetler) ve müteşâbih (birden fazla anlama gelebilen) âyetlerin izah edilmesi, kulların fiilleri, Allâh’ın  sıfatları ve fiilleri vs. gibi hususlardaki farklı anlayışların sonucu ortaya  çıkmıştır. Meselâ; Mâturidi, Eş’arî, Mutezile, Cebriyye gibi.

2) Siyasî Mezhebler: Hilâfet (devlet başkanı seçimi) meselesi hususunda, halîfenin seçimle veya tayinle  belirlenmesi gibi ihtilâfların sonucu ortaya çıkmıştır. Meselâ; Hâricilik, Ehli Sünnet, Şiîlik.

3) Fıkhî Mezhebler: İbadetler, insan-Allâh, insan-insan, insan-toplum, insan-tabiat, insan-devlet ilişkileri, ceza, miras, evlenme, boşanma gibi gerek ferdi gerekse toplumsal hayatla ilgili hükümlerin açıklanmasından doğan farklılıklar sonucu ortaya çıkmıştır. Mesela; Hanefi, Mâlikî, Şafiî, Hanbelî, Ca’ferî mezhepleri gibi.

Mezhep kesinlikle bir fırkalaşma, bir ayrışma değil, bir anlamda, kulluk yarışında bir yürüyüş tarzıdır. Mezhep insanlardaki akletme ve düşünme melekesini âtıl bırakan bir kurum da değildir; aksine toplum içerisindeki eğilimleri meşrû sınırlar içerisinde yaşatarak, kulluk görevini yerine getirmede kendisine tanınan manevra alanı kapsamındaki kişiliklere en uygun anlayışı serbestçe seçme hakkının tanınması6  demek olduğu için, bilenlere öyle bir zorunluluk olmasa da, bilmeyenler için lâzımdır, hatta kaçınılmazdır da. Zirâ mezhepler dînin kendisi değildir, ama İslâm kalesinin muhkem ve yıkılmaz sütunlarıdır. Bu sebepledir ki, avam için söylenmiş bulunan “Mezhepsizlik, dînsizliğe bir geçittir.” sözü yerinde bir sözdür.7  Aslında dört büyük imâmı taklit etmek, Kitab ve sünnet karşısında onları alternatif olarak benimsemek demek değil, şefkatli tabip tecessüsü ve dikkatli eczacı mârifetiyle hayata ve olaylara çok boyutlu bakmasını becermiş bulunan bu mütehassıs zâtların (ilim otoritelerinin) yorum ve anlayışları ile Kitab ve sünnete bağlanmak demektir. Tâbi olunan ise, sonuçta yine Kuran ve sünnettir.

Şu da bir gerçektir ki, herkes müçtehid ve dîn bilgini olamaz. Öyleyse halk/avam kendisine öğretilen inanç esaslarına, dinî bilgilere (tâbi olduğu imâmının içtihâdına) uymak zorundadır.8 Çünkü müçtehid olmamanın bedeli, çâresiz mukallit olmaktır. 9

1-  Karaman, age., s. 100
2-  Bk. Mehmet Çağlayan, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 97; Karagülle, age., s.98
3- Koç, age., s. 101  
4- Mürcie hakkında bk. "İKİNCİ BÖLÜM", 'ÎMAN' -M- bendi.
5-  Bk. Yeni Ansk..c. 3, s.1164; Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 394. İçtihâd: Kur’ân ve Sünnet’in metinlerini anlayabilme ve onlardan hüküm çıkarabilme amacıyla bazı metotların kullanılmasıdır. Ancak içtihâd, hükmün bir kaynağı değil, şer’î hükmü ortaya çıkarıcı ve keşfedici bir ameliyedir. DİB İlmihal II  (Komisyon), s. 291. İctihâd faaliyeti, bir anlamda ilahî irâdenin keşfi çabası olup aslâ bir dogmatizm değildir. Zira o irâdeyi anlama ve yorumlama yetkisi Hıristiyanlık`taki gibi belirli kişi ve kurumlara değil, ümmet arasından adına ‘müctehid’ denen ehliyetli ve yetkin kişilere bırakılmıştır. Bk. Yunus Apaydın, İctihad”, DİA, c. 21, s. 435
6- Bk. İslâmoğlu, age., s. 174
7- Zâhidî Kevserî, Makâlât, s. 129-137. Bu sözden "bir mezhebe bağlı kalmadan Allâh'a kulluk ederse dinsiz olur" anlamı çıkarılmamalıdır. Burada muayyen bir mezhebe bağlı kalarak Allâh'a kulluk etmenin önem ve faziletine dikkat çekilmektedir. Bk. Halil Gönenç, age., s. 22.
8-  Bk. İmâm eş-Şâfiî, er-Risâle, md. 1479
9-  Halk arasında bu ifade ‘ya imâm ol, ya imâmı bul’ şeklinde formüle edilmiştir. Bk. Karaman, İslâm Hukukunda İçtihad, s. 216, 218, 220

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 07 May 2014 13:46

MEZHEB BİLİNCİMİZ -2-

E- İCMÂ’I KABUL ETMEYEN, EHL-İ SÜNNET’TEN ÇIKAR MI?                

Ehl-i sünnet, kaynakların tümünde ittifak hâlindedir. İtikadî konularda, zannî delillere yer verilmemiştir. Fıkhî alanda dayandıkları esaslar birdir; ancak deliller noktasında görüş ayrılıkları söz konusu olmuştur.

Bir fırkanın ya da bir kişinin sapık kabul edilmesinin belli başlı temel şartı; Kur’ân’a, hadîse, icmâya ve kıyâsa aykırı olarak inanması ve amel etmesidir. Kendi görüşü ile veya herhangi bir beşerî görüşle Kur’ân ve hadise iltifat etmeden ortaya çıkmasıdır. Bu sebepledir ki, ehl-i sünnet kalmak için Kitab’a, mütevâtir sünnete, icmâya, şûrânın görüşüne, Kur’ân ve hadîste otorite ve birinci sınıf âlim olan müctehidlerin kıyâslarına bağlı kalmak şarttır.1

İcmâ, bir asırda yaşayan bütün ehliyetli (bid’atçı ve fıskı âşikâr olmayan, takvâ sahibi) âlimlerin bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.2  Bu nitelikteki müctehidlerin ayrı ayrı yaptıkları ictihâdlarla icmâ hâsıl olur. Böylece İslâm toplumunun zihnî inşâ sadedinde ana gövdesi belirlenir. İcmâ’ı reddeden, icmâ dışındaki hükümlere inanan, ictihâdı benimsemeyen, ehl-i sünnet olmaktan çıkar. Çünkü müctehid olmayan sıradan insanların, müctehidin ictihâdına göre amel etmeleri vâciptir. Buna inanmak, ehl-i sünnet olmanın gereğidir.3  Âmidî’nin (ö.631), icmâ-’ın hüccet olduğunu kabul eden çoğunluğu “ehl-i hak” olarak nitelendirmesi4  dikkat çekicidir. İcmâ’ı reddedenler sadece ehl-i sünnet olmaktan çıkar, ama böyleleri tekfîr (küfre nisbet) edilmezler.5  Fakat bu, özellikle sahabenin icmâ’ı olursa, bu nitelikteki bir icmâ’ı inkâr eden küfre girer. Çünkü sahabenin icmâ’ı, âyet ve mütevatir haber durumunda olup hüküm bağlamında kesinlik ifade eder.6  İcmâ-ı sarîh/kat’î için de durum aynıdır diyen âlimler de mevcuttur.7

F- MÜSLÜMAN OLMAK İÇİN EHL-İ SÜNNET OLMAK MI LAZIMDIR?            

Mes’eleye bireysel olarak bakarsak, Müslüman olmak için ehl-i sünnet olmak şart değildir. Kendilerine ehl-i bid’at denilen mezheplerin çoğunun mensupları Müslümandır; çünkü ehl-i sünnet, karşısında yer alan mezheplerin tümünü küfürde görmemekte, hatta bazılarını ehl-i sünnet Müslümanlığına oldukça yakın telâkki etmektedirler. Meselâ, Şiî-Ca’ferî, Şiî-Zeydî olan kimseler -bu mezhep ler sünnî olmadıkları hâlde- Müslümandırlar. Bid’at mezheplerinin bir kısmı küfre düşmüştür. Eğer fert küfrü gerektiren görüşlerden birini benimsemişse, o zaman küfründen bahsedilebilir. Kâfir olmadığı hâlde sünnî olmayan kişilerin tamamı bid’at ve dalâlet içindedirler. Eğer bir fert, ismen Şiî veya Hâricî olduğu hâlde, itikadı içinde ehl-i sünnet prensiplerine aykırı hiç bir unsur yoksa kendisine bid’at ve sapıklık içinde olduğu söylenemez, yalnızca mezhebinin adını değiştirmesi tavsiye olunur. Bunun gibi bir fert, ismen sünnî olduğu hâlde, itikadı içinde küfür ve sapıklık varsa, ona da “Sen hak üzeresin!” denilemez. Böylesine, mezhebinin adını değiştirmesi değil, inanç ve düşüncesini sünnî prensiplere uydurması tavsiye olunur.8         

Bunun gibi, modern dünyamızda “Kur-’ân ve Sünnet” doğrularıyla çatışan bir yaşantı tarzına rıza göstererek “Allâh bugünümüzü aratmasın!” diyen, kendi hevâ ve hevesleri doğrultusunda sekülerist bir dünya görüşünü benimseyerek Müslümanlığı sulandırmaya ya da laçkalaştırmaya çalışan,  ama hâlâ sünnî olmaktan dem vuran fert ve toplumların, ehl-i sünnet olmaları şöyle dursun, önce Müslüman olup olmamaları noktasında itikadlarını gözden geçirmeleri gerekir. Böyleleri için Saîd b. Cübeyr’in (95/714) şu sözü ne kadar ilginçtir: “Benim için tam anlamıyla fâsık bir sünnî ile dostluk, ibâdetlerine düşkün, ama bid’atçi olan biriyle dostluk tan daha iyidir.9”

Netice olarak, ehl-i sünnet, Müslüman olmanın değil, İslâmî kalmanın ölçüsü ve kendisi olmuştur. Buna paralel olarak da sünnîlik, “Kur’ân ve Sünnet” dışında ayrı bir inanç sistemi değildir, olmamıştır da.10

“Ehl-i Bid’at”ın Durumu:        

Sırf akla dayanarak nassları münakaşa konusu hâline getirmenin ve onları akl-ı selîmi tatmin etmeyen bir kısım peşin kabullerden hareketle keyfî (sübjektif) yorumlamanın ve delilleri yeterince kullanmamanın adına bid’at, bu yolda yürüyenlere de ehl-i bid’at denilmektedir. İslâm medeniyetinde ilk felsefî hareket de ehl-i bid’at içinden doğmuştur.11  
Ehl-i bid’at’ın dayanakları, Resûlullâh’ın (as)  getirdiği dînî hükümleri kendi yanlış görüş ve arzularına göre anlamak ve yorumlamak esasına dayanır. Bu sebeple bid’at ehli için ehl-i ehvâ, mübtedia ve fırak-ı dâlle12 tâbirleri de kullanılmıştır. Ehl-i bid-’at görüşünde olanlar, bir mes’elenin nasıl olduğunu anlamak için öncelikle akla dayandı ve güvendiler; daha sonra görüşlerini Kitab ve sünnet ile uzlaştırıp desteklediler.13  Metodolojik açıdan nassçıların aksine, ilk önce aklî izahla işe başlayarak kendi ekollerini “dinî doğmaları cesaretle yorumlayan” bir akım biçiminde öne çıkarmışlardır. Ehl-i bid’atın temel özelliklerini dört maddede özetlemek mümkündür:

1- Nassa veya akla körü körüne bağlılık,

2- Sahabeye karşı iyi niyetli olmamak, onların özellikle dîni ilgilendiren rivâyet, anlayış ve uygulamalarına değer vermemek (sadece Ehl-i Beyt’in rivâyetlerine itibar etmek),

3- Hz. Peygamber’in kavlî ve fiilî sünnetine karşı olumsuz bir tavır takınmak,

4- Ashabtan itibaren oluşan çoğunluğun (ma’şeri şuur, cemâat, cumhûr) dîn anlayışından kopup ayrılmak, azınlık psikolojisi içinde karşı grupları küfürle itham etmek ve dînin temel hükümlerini sürekli tartışmaya açık tutmak, izah ve yorumu zor olan nassları (müteşâbih) irdelemeyi âdet edinip dînin ilke ve hükümlerini kaygan bir zemine çekmeye çalışmak.14

Ehl-i sünnet ve’l cemâat müctehid imâmları, tekfîr hususunda çok titiz davranmışlardır. Bilindiği gibi Allâh Resûlü (as) “Ben zâhire göre hüküm vermeye memur kılındım, sırları Allâh (cc) bilir”15  buyurmuştur. Buna göre dili ile “Ben Müslümanım!“ diyen herkesi, bu ikrâr sebebiyle Müslüman sayarız. Ehl-i sünnet dışında kalanlar, zarurât-ı dîniyeyi16 tasdik ettikleri ve Şeriat’in mütevâtir olan herhangi bir unsurunu inkâr etmedikleri müddetçe ehl-i kıble diye anılır ve Müslümandırlar. Kat’iyyen tekfîr edilemezler.17  Tarih içinde ehl-i sünnetin Şiî, Hâricî, Mutezilî ve benzeri bid’at ehli mezheplerle çatışması genelde siyasîdir ve yönetimin hâkimiyetiyle ilişkilidir. Yoksa hiçbiri Müslümanlarca kâfir sayıldıklarından öldürülmemişlerdir.18 Esasen, ehl-i kıblenin tekfîr edilemeyeceği konusunda ehl-i sünnet âlimleri ittifâk içerisindedirler.19 Kaldı ki, ehl-i sünnetin dışındaki fırkalar birbirlerini küfürle suçlama alışkanlığının içinde oldukları hâlde, ehl-i sünneti teşkil eden zümreler birbirlerini tekfîrden uzaktırlar.20  İşte bu ve benzeri pek çok sebepten dolayı ehl-i sünnet İslâm’ın özüne ve gayesine en uygun esasların müdafii ve muhafızı olmuş ana bünye ve temel cereyan olarak kabul görmüştür.

Bazı bid’atlar vardır ki, İslâm’ın itikad esaslarına aykırı olduğu için küfürdür. Meselâ, Hz. Ali’nin ilâh olduğunu veya onun kıyâmetten önce yeryüzüne tekrâr döneceğine inanmak gibi. Müfrit/aşırı Şiîler bu kanaattedirler. Yine Râfizîler gibi, Cebrâil’in (as) vahiy getirirken şaşırdığını iddiâ edenler de ne kadar (namazlarında Kâbe’ye yönelişleri itibariyle) kıble ehli olsalar da. Meselâ, haşrı ve âlemin sonradan yaratıldığını inkâr eden, Kur’ân’da haram ve yasak edilen bir şeye inanmayanlarla, inanılması zorunlu olan esaslara aykırı bid’atları sokanlar mü’min sayılamazlar.21 Bir takım bid’atlar vardır ki, inananlarını küfre götürür, ömürlerce ibâdet etseler bile kâfirdirler.22

1- Bk. Abdulhadi Koç, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 95
2-  Y. Vehbi Yavuz, Hanefi Mezhebinde İctihad Felsefesi, s. 164
3- Bk. Süleyman Karagülle, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 69
4-  Âmidî, el-İhkâm fî Usûli’l-Ahkâm, Dâru’l-Fikr, Beyrut-1996, c.1, s. 103
5- Gazzâlî, el-İktisâd, s. 159. İcmâın aslını inkâr ederek delil olamayacağını savunanların küfrüyle hükmolunacağına dair bk. Abdulazîz el-Buharî, Keşfü’l-Esrâr, Beyrut, c. 3, s. 479
6-  Ebu’l-Bekâ, el-Külliyât, s. 43, İcma md. ; Abdulazîz el-Buharî, age., s.479-480
7-  Molla Husrev, Mir’at, Eser Yay., s. 422; Cem’ul-Cevâmi’, c. 2, s. 202; Sa’dî Ebû Ceyb, el-İcmâ, Dâru’l Fikr, Dımeşk, c.1, s. 30
8-  Karaman, age., s. 84
9-  Fiğlalı, age., s. 54
10-  Yılmaz, age.,s. 90.
11-  H.Ziya Ülken, İslam Düşüncesi, s. 32.
12-  age., s. 114.
13-  Bk. Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 126.
14-  Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Ehl-i Bid’at”, DİA, c.10, s. 503-504; Fiğlalı, age., s. 159
15-  Aclûnî, age., H.no. 585.
16-  Zarûrât-ı Dîniye: Özetle, Allâh’ı Rabb, Kur’ân’ı Kitâb, Hz.Muhammed’i (as) Resûl, İslâm’ı Dîn, Kâbe’yi  kıblegâh, Âhiret’i hak bilmektir.
17- Yusuf Kerimoğlu, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri),  s. 85
18-  Yılmaz, age., s. 90
19-  Aliyyu’l-Kaarî, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, s. 241
20-  Fiğlalı, age., s. 51-52
21-  el-Kârî, age., s. 241
22-  İbn Âbidîn, Reddu’l Muhtar, c. 1, s. 413-414; Mehmet Şimşek, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 88

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 06 May 2014 13:44

MEZHEP BİLİNCİMİZ

1) EHL-İ SÜNNET VE’L-CEMÂAT
(Sünnet ve Cemâat Ehli)

Bilindiği üzere Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat’ın hem itikadî hem de amelî/fıkhî boyutu vardır. Ancak biz, kategorize etmeden her iki alanı aynı kapsamda ele almaya çalışacağız.

A - “SÜNNET” KAVRAMI    
Lügat yönünden yol, gidiş, davranış ve âdetlerin iyi ve kötüsüne şümûlü bulunan1 ‘sünnet’ kelimesi, değişik kalıp ve terkipleriyle, gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse hadîs-i şerîflerde karşımıza çıkmaktadır. Biz, bu terkipleri içeren âyet ve hadîs metinlerini, çalışmamızın sınırını aşar endişesiyle, buraya almıyoruz. Kaldı ki, bu bölümde Ehl-i Sünnet’in sistematik ilmî tedkîkini yapmaktan ziyade, bu konudaki pratik bilgilere yer vereceğiz.

Allah’ın kâinattaki değişmeyen, hâkim kanunlarına, hikmet ve tâatının yoluna sünnetullâh,2 Resûlullâh’ın sîret ve yoluna sünnet-i Resûlullâh3, ashabın ictihâd ve özellikle Râşit Halîfeler’in tatbikatlarına da ashabın sünneti denilmektedir.4 Fakat, günümüzde -başlangıçta olduğu gibi- sünnet kavramından anlaşılagelen mâna -lügat mânalarını da korumuş olmakla birlikte- sadece Peygamberimizin (as) yolu, gidişat ve uygulamaları olmuştur. O’nun uygulamaları da hep Allâh’ın emirleri istikametinde olduğuna göre, kelimenin lügatte görülen “kötü yol, gidiş” anlamları ıstılahta kaldırılmıştır.5 Buna göre sünnet, dîni tebliğ ve beyân etmekle görevli bulunan Hz. Peygamber’in İslâm’ın temel konularını anlama ve benimseme tarzıdır.6 Kelâm ilminde ise sünnet kavramı, bid’atın karşıtı olarak kullanılır.7 Ehl-i Sünnet dediğimiz zaman anlaşılması gereken şey ise, bu sünnete, yine o sünnetin rûhuna  aykırı olmadan tâbi olan kimselerdir. “Sağlam ve doğru inancı benimseyenler” mânasına gelen Sünnî kavramının kullanılması ise ilk devirlere rastlamaktadır (H.95).8

B- “CEMÂAT” KAVRAMI

Bilindiği gibi, İslâm’da birlik ve beraberlik esas olup ayrılık/tefrika yerilmiştir. Bu birlik, ümmetin siyasî birliğidir. Bu ifâdedeki cemâat kelimesiyle de ümmet birliğini/vahdetini temsil eden ekseriyet otoritesi kasdedilmektedir. Yani Cemâat Yolu, ilk devir Müslümanlarının ekseriyetinin yoludur.9 Şu hâlde, Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat’tan maksat, Kitab ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, Allâh’ın dîninde cidâl ve münakaşaya sevk eden akla değil, referansını Kitab ve Sünnet’ten alan delile sarılmış olan Sünnet ve Topluluk Bağlılarıdır. Bunlar Hz. Peygamberin (as), bir hadîsinde10 73 Fırka içerisinden istisna ederek ‘kurtuluşa ereceğini’ haber verdiği fırka (fırka-i nâciye)’dır. Ne var ki Peygamber (as), nübüvvetinin bütün bir ümmeti, hatta tüm insanlığı kuşatıcı özelliğine uygun olarak, o fırkayı ismen belirtmemiş, sadece vasfını vermekle yetinmiştir. Kurtuluşta olmanın bu belirleyici kimliği cemâat’tır. O da Peygamberimiz’in genel anlamda belirleyerek “Benim ve ashabımın üzerinde bulundukları yolda olanlar”11 tarzında açıklığa kavuşturduğu topluluktur.12 Şu hâlde cemâat ya da fırka-i nâciye, yani kurtuluşa eren fırka, Hz. Peygamber (as) ile O’nun ashabının yolunu izleyenler, bir başka anlatımla sünnet yolu üzerinde olanlardır. Çünkü Kur’ân ve Sünnet yolunda olanlar cemâat’i, cemâat da fırka-i nâciye’yi temsil etmektedir.13 Ama ne var ki, Peygamberimizin bu genel ve esnek ifadesinden dolayı, İslâm tarihinde ortaya çıkan ekollerin hepsi fırka-i nâciye’yi kendilerinin temsil ettiklerini iddia etmişler, karşı fırkada yer alanları ise yanlışlık ve dalâlette olmakla suçlamışlardır.14 İtikad alanında ortaya çıkan ekollerin prensip ve görüşleri incelendiği takdirde,  görülecektir ki bu sahada Kitab ve Sünnet’e gerçekten bağlı kalan, bu iki kaynakta mevcut, akaide ait delilleri İslâm’ın temel prensiplerine ve rûhuna uygun bir şekilde yorumlayan, özellikle sem’iyyât (vahye dayalı bilgiler) bahislerinde nassa teslimiyet gösteren, Ehl-i  Sünnet olmuştur.15

Ehl-i Sünnet, bid’at ekollerinin aksine ashabı kirâmın hepsine hürmet ve sevgiyle bağlı kalmış, onları hayırda önder bilmiş, rivâyetlerini kabul etmiş, dînin diğer sahalarında olduğu gibi, inanç konusunda da Allâh Resûlü’nden sonra onların yolunu benimsemiştir. Buna göre hadîsteki “Benim ve ashabımın yolunu izleyenler” ifadesine en çok yaklaşan ve bu pâyeye en çok yakışan Ehl-i Sünnet olmuştur.16 Diğerleri ise, Ehl-i Sünnet’in temsil ettiği İslâm’ın genel yapısına aykırı birtakım fikirler ortaya attıkları için ayrı bir ekol oluşturmuşlardır.17

C- “EHL-İ SÜNNET” KAVRAMI NASIL ORTAYA ÇIKTI?            

Ehl-i Sünnet terkibi birden bire ortaya çıkmış değildir. Tedricen çıkmış, son şeklini alması için de birkaç asır gerekmişti. Başlangıçta yeni fikir ve telakkileri benimseyen Müslümanları bid’atçı sayan muhafazakâr tâbiatlı an’anavî bir dîn anlayışına bağlanan çoğunluk, ‘selef’ ve ‘selef-i sâlihîn’ dedikleri sahâbe, tâbiîn ve etbâuttâbiînin izini aynen takip etmenin gereğini hararetle savunuyorlardı. Bu Müslümanlar başlangıçta kendilerine Ehl-i Sünnet ve’l Hadîs, Ehl-i Sünnet ve’l Eser gibi isimler vermekteydiler. Zamanla bu isimlerin hepsi unutulup gitti ve Ehl-i Sünnet ve’l cemâat tâbiri yerleşip kaldı. Bu şekilde kullanışa ilk defa Ebu’l Leys Es-Semerkandî’nin (ö.373/983) Fıkhu’l-Ekber Şerhi’nde rastlanmaktadır.18
Bilindiği üzere Hz.Peygamber (as) zamanında, dolayısıyla sahabe devrinde mezhep ve fırka bulunmadığından, tabiatıyla “Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat” tâbiri de ortada bulunmamaktaydı. H.1. asırda Hâriciler, Şîa, Kaderiye, Cehmiye ve daha sonra Mutezile mezhepleri ortaya çıkınca bunlara karşı olanlar kendilerine Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat demişlerdi.19

Mutezile gibi yeni yorumlara açık ve reformdan yana birtakım fırkaların ortaya çıkmasıyla muhafazakâr tabiatlı âlim ve kitleler dînin tahrif (bozulma ve yozlaşma) endişesi içerisinde, İslâm’ın ilk şeklini koruma gayretiyle bu fırkaları bid’atçı ve ehl-i dalâlet sayarak dışlamışlardır. Geniş halk kitlelerinin benimsedikleri bu an’anevî dîn anlayışına sâdık âlimler, bu sadâkatlerinden dolayı kendilerine cemâat ehli adını verdiler. Böylece Ehl-i Sünnet hareketi, bid’at ve firkat (ayrılık) hareketlerine tepki sonucu ortaya çıktı.20 Ehl-i Sünnet tâbirinde yer alan sünnet, ashabın yaygın telakkisi, cemâat da, çoğunluğun siyasî temâyülü şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle cemâat kavramının Hz. Muaviye (ra) tarafından ortaya konulduğu ve Hz. Hasan’ın (ra) hilâfetten çekildiği 41. (661) yıla cemâat yılı denildiği nakledilmektedir.21    

Çok haklı sebeplerden ötürü ortaya çıkan Ehl-i Sünnet kavramı ile Resûlullâh (as), ashabı ve Râşit Halîfeler’in söz ve uygulama (fiil) hâlinde ortaya koydukları İslâm anlayışına sahip çıkılmış, bunun yozlaştırılması, başka dîn ve felsefî akımların tesiri altında bozulması önlenmek istenmiştir.22

Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, zamanla kurumlaşan Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat fikri, her ne kadar ilk dönemlerinde siyasî zorunluluktan (Hz. Ali dönemi ve sonrasındaki yaşanan siyasî mücadeleler) ortaya çıkmış ise de, kelâmî (itikadî) ve fıkhî alanlarda da kendini göstermesi kaçınılmaz olmuştur. Zira siyasî ekoller kendileri için kelamî, ahlakî-fıkhî bir temel ortaya koymaya yönelmişlerdir. Çünkü İslâm’ın siyâset anlayışının temelinde zaten fıkıh vardır. Nitekim Ebû Hanife Hazretleri (ö.150/767), kelamî bir tartışma ile ilgili olarak, kendini Ehlu’l-Adl ve’s- Sünne’den biri olarak nitelemiştir.23

Halk arasında amel bakımından ‘dört hak mezhep’ diye anılan Hanefî, Malikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin imâmları büyük çoğunluk itibariyle Ehl-i Sünnet’tirler. İtikadî bakımdan Ehl-i Sünnet dışında -meselâ Zeydî- oldukları hâlde, amelî bakımdan bu dört mezhepten birine mensup olanlar da vardır. Buna göre Ehl-i Sünnet kavramı, aynı zamanda amelî mezhepleri birbirinden -hak olanını olmayanından- ayırmak için kullanılan bir tâbirdir. Amelî bakımdan “hak mezhep” olarak tanınan dört mezhepten başka sünnî-amelî mezhepler vardır. Ancak, zaman içinde tâbileri kalmadığı, aralarındaki ihtilâflar pek cüz’î (şeklen ve biçimsel) olduğu için amelî mezheplerin sayısı fiilen dörde inmiştir, diğer bir ifadeyle dörtte dondurulmuştur.24

Bilindiği gibi dört delîl; Kitab, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ’dan ibârettir. Ehl-i Sünnet mezhepleri bu delillerde ittifak etmişler, bu dört şer’î delilin yasamada asıl kaynak olduğunda hemfikir olmuşlardır. Görüş ayrılıkları ayrıntılarla ilgilidir. Tâli ve ikinci derecedeki mes’elelerde görüş ayrılığı olmuştur. Meselâ: Sağlam hadîs şartları, hadîslerin hangi şart ve konularda kaynak olduğu, icmâın imkânı v.s. gibi.                                        

D- EHL-İ SÜNNET’İN ESASLARI                         
İslâm tarihi boyunca olduğu gibi bugün de inanç sahasında isabetli yolu izlediği kabul edilen ve Müslümanların büyük çoğunluğunu sînesinde toplayan Ehl-i Sünnet’in temel prensipleri, ilk önce, tabiî olarak selef (Ehl-i Sünnet-i Hâsse) döneminde belirlenmiştir. Dolayısıyla selef bu anlamda Ehl-i Sünnet’in ilk temsilcisidir. Selef denince; sahabe, tâbiûn ve fıkhî mezheplerin oluşmaya başladığı fukaha dönemi ile ashabu’l hadîs (hadîsçiler) dönemi akla gelir. Şu hâlde Ehl-i Sünnet’i oluşturan ilk zümre Selef’tir.25

Ehl-i Sünnet’in esasları Kitab ve Sünnet’ten kaynaklanır. Her zaman Kitab ve Sünnet’le uyum hâlinde olan selim/olgun akla dayanır. Ehl-i Sünnet, aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak; ayrıca Kitab, Sünnet, icmâ, kıyâs gibi bütün şer’î usüllere başvurmak suretiyle doğruya ulaşma ihtimâlini yükseltmiş ve hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır. Günümüz dünyasında Ehl-i Sünnet % 90’nın üstünde kuşatıcı güç olan Müslüman çoğunluğunun mezhebi durumundadır.26 Oysa Ehl-i bid’at’ın dayanakları, Resûlullâh’ın (as) getirdiği dinî hükümleri kendi yanlış görüş ve arzularına göre anlamak ve yorumlamak esasına dayanır. Bu sebeple bid’at ehli için ehl-i ehvâ, mübtedia ve fırak-ı dâlle27 tâbirleri de kullanılmıştır.    

Şunu ifâde edelim ki, Ehl-i Sünnet, Allâh’ın zâtı, sıfatları, âlemin yaratılışı, kader, peygamberlik, mucize ve kerâmet konularında fikir birliği içinde olmakla birlikte; bu konuların ayrıntılarında, izah ve yorumunda farklı görüşlere sahip olmuş, bu yüzden kendi arasında Selefiyye, Mâturidiyye ve Eş’âriyye olmak üzere üçe ayrılmıştır. Hicrî IV. asır başlarına kadar Ehl-i Sünnet inancının tek temsilcisi olan Selefiyye’nin nakle (âyet ve hadîse) dayanan, akla gerekli yeri vermeyen metodu ile devrin rasyonalist ve sapık mezhebi olan Mutezile’ye karşı çıkması mümkün değildi. İşte bu ihtiyaç, Mutezile’ye ve diğer bid’at mezheplerine karşı çıkacak ve onlara karşı aklî deliller ileri sürecek bir Ehl-i Sünnet kelâm sisteminin (halefiyye) kurulması sonucunu doğurdu. Bir taraftan Ebu’l Hasen el-Eş’arî (873/936), Eş’arî mezhebini28 kurarken, diğer taraftan Ebû Mansûr Muhammed el-Mâturidî (862/994) de, Mâturidî mezhebini29 kurdu. Ehl-i Sünnet’in görüşlerini bütünüyle sistemleştiren ve halefiyye (Ehl-i Sünnet-i Âmme) diye anılan iki ekol, selefiyenin aksine müteşabihler üzerinde düşünmenin, anlamaya çalışmanın ve onları muhkem âyetler ışığında tefsir etmenin bizzat Kur’ân-ı Kerîm’in mantığına uygun olduğunu ve taklitten kurtularak delilleriyle inanmanın dînin emri olduğunu kabul ederler.30

Ehl-i Sünnet’in bu üç mezhebi arasındaki görüş farklılıkları31, Ehl-i Sünnet’in temel prensiplerini oluşturan çerçeveyi ihlâl etmeyen sınırlar içinde kalmıştır. Oysa Ehl-i bid’at temel konularda dahi fikir birliği içinde olmadıkları gibi, birbirleriyle çelişen görüş içindedirler.

Ehl-i Sünnet ve’l-cemâat’in ittifak ettiği temel maddeler şunlardır:
1-Kâinat hayâl ve heyûla (vehim, kuruntu)dan ibaret olmayıp onun öz ve hakikî mânasının mevcut olduğuna inanmak.
2-Kâinat bütün cüzleriyle yaratılmış olup mutlak olarak bir tek yaratıcısı vardır.
3-Allâh’ın zâtından ayrılmayan kâmil ve sâbit sıfatları bulunup -hâşâ- noksanlık şâibesinden pâk ve münezzehtir.
4-Allâh Teâlâ    bu dünyada keyfiyeti bilinmeyecek bir şekilde âhirette mü’minlere görünecektir.
5-Kader haktır. Fakat Cebriye’nin anlayışı gibi insan cansız, câmit bir varlık değildir. Onun irâdei cüz’iyyesi vardır. Kaderin de zorlayıcı bir fonksiyonu yoktur.
6-Peygamber ve mucizeleri, evliyâ ve kerâmetleri haktır.
7-Peygamberlerden başkası mâsum değildir.
8-Peygamberimiz’den (as) sonra hiçbir peygamber gelmez. Son peygamber Hz. Muhammed’dir.
9-Allâh’ın kelâmı kadîmdir. Ancak o kelâmın ifade ettiği yazı ve lafız hâdistir (sonradan var olmuştur).
10-Âhiret ve ahvâli; cennet ve cehennem, sırat, hesap, mîzan, şefaat haktır. Cennet, sâkinleri ile birlikte sonsuzdur.  
11-Dört Büyük Halîfe’nin faziletleri, beşerî anlayış itibariyle, halîfelik sırasına göredir. Ama hakikatte faziletlik derecelerini tayin etmek Allâh’a mahsustur.
12-Ehl-i Kıble tâbiri ile bilinen ve Allâh’a inanıp kıbleye karşı namaz kılan hiçbir kimseye küfür isnat etmek câiz değildir. İsnat edenin küfründen korkulur.
13-Muntazam şekilde ilâhî hükümleri icrâ ve yürürlüğünü temin etmek için bir imâma/halîfe-i rûy-i zemîne ihtiyaç vardır.32

1-İbn Esîr, En-Nihâye, c. 2, s-n-n md.; Vehbe Zuhaylî, Usûlü’l-Fıkh, c. 1, s. 450
2-Ahzab/33, 38, 62, Fâtır/35, 43, Ğâfir/40, 85, Fetih/48, 23
3-El-İsfehanî, El-Müfredât, s-n-n. md.
4-Usûlü’s-Serahsî, Eda Neş., c. 1, s. 114; M.S. Hatipoğlu, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 28
5-Mevlüt Özler,  İslâm Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s. 98
6-Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, c. 10, s. 525.
7-Mevlüt Özler, age., a.y.
8-Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 29; Fiğlalı, Çağımızda İtikadî İsl. Mezhepleri, Saîd b.Cübeyr’in kullanışı için bk. age.,  s. 54
10-Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 34; Yusuf Şevki Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, c. 10, s. 525
11-İbn Mâce, Kitabu’l-Fiten, Bab. 17,  Ha. 3993
12-Tirmizî, Kitabu’l-İman, Bab. 18, Ha. 2641
13-Özler, age., s. 90
14-age., s. 91
15-age., s. 92, 94
16-age., s. 96
17-age., s. 96
18-Sabri Hizmetli, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s.146-147
19-Fiğlalı, Çağımızda İtikadî İsl. Mezhepleri, s. 55; Süleyman Uludağ, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 47
20-Hayrettin Karaman, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 43
21-Uludağ, age., s. 47
Mahmud Abdullatîf Salih el-Ferfurî, Tarihu’l-Fıkhı’l-İslamî, Beyrut-1995, s. 30; Ayrıca bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, c. 10, s. 526
22- Karaman, age., s. 59
23- Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 70
24- Bk. age., s. 71; İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 138; Ahmet Yılmaz, Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 75
25- Özler, age.,  s. l01
26- Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Ehl-i Sünnet”, DİA, c. 10, s. 527, 529
27- Bk. Özler, age., s. 114
28-  Birkaç konuyu hariç tutarsak, akılla nakil arasında denge kurmaya çalışan, ama genellikle kelâm, felsefe ve tasavvuf disiplinlerini birleştiren bir inanç ve düşünce ekolü olarak görülür. Değerlendirmeler için bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Eş’ariyye”, DİA, c. 11, s. 454
29- Nasları ihmâl etmemekle birlikte itikadî esasların yanı sıra İslâm`ın bütün ana ilelerini aklî bilgilerle temellendirmeye çalışan; kısaca akılla nakli uzlaştırma yöntemini kullanan bir ekoldür. Bk. Yusuf Şevki Yavuz, “Mâturidî”, DİA, c. 28, s. 165
30- Fiğlalı, age., s. 74

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

19)Gezegenler:
Yûsuf Sûresi’nde ay ve güneşten ayrı olarak on bir gezegenin varlığına işaret edilmektedir.
“Ey babacığım, muhakkak ben, on bir gezegen ve ay ile güneşi bana secde ederken gördüm.” (Yûsuf/4) mealindeki âyet, bu gerçeğin ifadesidir.

20)Noterlik:
“Ey îman edenler, tayin edilmiş bir vakte kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın.” (Bakara/282).1

Seneler vurmadan silgiyi
Bağlayın yazıyla bilgiyi

21)Burçların Varlığı:
Bürûc Sûresi böyle bir ilmî mucizeye işaret etmektedir. Buna ilişkin olarak son zamanlara kadar art düşünceli çevrelerce mizah konusu olmuş şu hadîs önemlidir:
Allâh Resûlü’ne (as) soruluyor:
-Yâ Resûlallâh, dünya neyin üzerinde? diye.
-Öküzün, buyuruyor.
Bir başka gün, bir başkası soruyor:
-Yâ Resûlallâh, dünya neyin üzerinde?
Aldığı cevap:
-Balığın üzerinde, oluyor.

Birkaç îzah ihtimali olan ve iki şekilde verilmiş bulunan bu peygamberî cevaptan öğrendiğimiz bir gerçek var. O da, tâ on beş asır öncesinde “Burç”lardan söz edildiği ve Efendimiz’in (as) asırlar sonra kavranabilecek fennî mucizesinin bütün tazeliği ile önümüzde durduğu hususudur:

Birinci ihtimal:
Dünyamızla ilgili iki melek vardır: Hût (Balık), Sevr (Öküz). Bunlar, ya bu adda, yahut bu şekilde olduklarından Hût ve Sevr olarak anılmışlardır.
İkinci ihtimal:
“Devlet, kılıçlarla kalemlere istinat eder.” sözünü ele alalım. Bu ifade, devletin, kalemlerle, kılıçlardan güç kazandığını anlatır. Yani bir devletin gücü âlimlerin ilmine, askerlerin silahına; ülkenin kalkınması, ekonomisinin iyi olmasına bağlıdır. Bir milletin tarihi, askerlerin kanı, âlimlerin mürekkebi ve işçilerin teri ile yazılır, gibi ifadeler de hep bu kabildendir. İşte dünyanın öküz üzerinde durması böylesine mecazî bir anlatımdır. Ne var ki teşbih ve temsiller, âlimlerin elinden câhillerin eline düştüğünde zamanla hakikat zannedilmeye başlanmıştır. Söz konusu hadîs de aynı âkıbete maruz kalmış olabilir.

Üçüncü ihtimal:
O günkü insanların çoğu ziraatla geçindikleri için, ziraatla geçinenlerin dünyası öküzün omuzlarında idi. Sahillerde yaşayanların ise balık ile beslendiğinden onların dünyası da balığa dayanıyordu. Balık olmasaydı sahillerde yaşayanların dünyası yıkılmış olacaktı.

Dördüncü ihtimal:
İlk sorunun sorulduğu zaman dünya Boğa Burcu üzerinde/içinde olduğu için Efendimiz (as); “Sevr’in üzerindedir.” demiş, aradan günler geçip bir başkasının aynı soruyu sorma sürecinde de dünya, Balık Burcu üzerinde bulunduğu için “Dünya Hût’un üzerindedir.” demiştir. Bütün bu ifadeleri anlamak ve Peygamberimiz’in (as) hadîsini iyice kavramak için mutlak sûrette astronomi bilmek gerekmektedir. Ve âlimlerimiz, bunun fennî ve ilmî îzahını bu şekilde yapmışlardır.2

22)Kanın Haram Kılınışındaki Gerçek:
Aslında diğer semâvî dinlerde3 de haramiyeti sâbit olan kanda bir miktar ürik asit bulunmaktadır. Kur’ân’ın, hayvanları boğazlamada emrettiği4 özel usûlün sırrı budur.

İslâmî usullerle kesilip vücuttaki kanların tamamen akıtılmasını temin etmek gerekmektedir. Bu da boyundaki ana damarı kesmekle mümkündür.

Gayrimüslimlerin yaptığı gibi şoklama yoluyla veya darbe sonucu öldürülen hayvanın damarlarındaki kan donar ve vücudun diğer organlarına yayılır. Ve bu zehirli maddenin bütün bedene sirâyeti sonucunda hayvanın kanı büsbütün zehirlenir.

Bu bağlamda şunu da kaydetmekte yarar var. İslâm, damardaki kanı değil, damardan dışarıya akan kanın yenilmesini haram kılmıştır (En’âm/145).

Yâ Rab, bu nasıl kitab-ı âli
İdrâke sığışmıyor meâli

Buraya kadar Kur’ân’ın birçok özelliğini, her türlü bilginin -ama ince bir îma yoluyla, ama açıkça- onda var olduğunu anlatmaya çalıştık. Tâ ki yeni yeni keşif ve icatlarına parmak ısırarak baktığımız Batı medeniyetinin ilhâm kaynağının, öncelikle ilmi ibâdet sayan, bilmi ötelemeyen ve hatta bilmin gözlem ve deneye dayalı verileriyle örtüşen kendi kitabımız Kur’ân-ı Kerîm olduğunu anlayıp Batı ve bâtılın karşısında yenilgi psikolojisine bürünerek aşağılık kompleksine düşmeyelim; yegâne Rehberimizle barışık yaşayalım, ona sımsıkı sarılalım, onunla irtibatımızı koparmayalım; okuyalım, anlayalım, hayatımızı ondan aldığımız motiflerle şekillendirelim; her şeye rağmen kurtuluşumuzun yalnızca ona, hem de sımsıkı sarılmakla mümkün olacağı anlayışı içerisinde olalım. Ve bilelim ki “marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi, ittiba-i Kur’ân’dır.”5

Şunu ilave edelim ki, anlaşılmadan okunup zevk alınan tek kitap Kur’ân’dır. Bu nitelikte ikinci bir kitap gösterilemez. Ama okunup, düşünüp öğüt alınması gereken de odur.6 Çünkü o hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı dua ve ibâdet, hem de bir kitab-ı hidâyettir. Okumaktan nihâyetsiz derecede zevk duyduğumuz bu Kur’ân’ı bir anlasak, kıpır kıpır kaynar; Mekke’den Medine’ye koşan, oradan ilk kıblemiz Kudüs’e, Kudüs’ten İstanbul’a seğirten sahabe gibi yerimizde duramazdık. Cehennemi anlatan âyetlerde cehennemin devâsa alevlerini görür, cenneti tasvir eden âyetlerde efil efil cennet râyihasını duyar gibi olurduk.

Özetle, Hıristiyan âlemi, bozuk da olsa İncil şeriatını yaşarken, Yahudi milleti, muharref de olsa Tevrat şeriatını harfiyyen uygularken7, Müslümanların, ana sütü gibi herkese göre süzülmüş bir gıda sunan; akıllı rûhların besin ve esin kaynağı olan Kur’ân’dan ve onun mutlu kılan nizâmından uzak ve kayıtsız kalmaları düşünülemez.

O Kur’ân ki, bardak bardak sunar Hak nûrunu;
Ufuk ufuk yağdırır rahmetin yağmurunu.

O Kur’ân ki, âleme deste deste renk verir,
Varlıklara nizâm ve kalplere âhenk verir.
O Kur’ân ki, şifa şifa dindirir âhu zârı;
Onunla sükun bulur her asrın intizârı.

Tek düstur, tek hakikat, kalmasın bir duymayan,
Medeniyet, Kur’ân’dır; medenî, ona uyan...

1 Peygamberimizin noter uygulaması için bak. Buharî, Kitâbu’l-Büyû’: 19 ve bak. Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, s. 107
2 Hekimoğlu, age., s. 2; Yeni Ansiklopedi’(c. 1, s. 132)de, bu hadîs için “Câmiu’s-Suyutî, el-Hakâik fî Ahbâri’l-Memâlik, s. 80-81” kaynak gösterilmektedir. Ayrıca geniş açıklama için bak. Bediuzzaman, Lemâlar, s. 86-89
3 Bak. Tevrat, Levililer/17: 14, Tesniye/13: 16; İncil, Habercilerin İşleri/15: 29
4 Bak. Bakara/173, Mâide/3, En’âm/145
5 Bediuzzaman, Mektubât, s. 484
6 Bak. Kamer/17, 22 ve tekrarları.
7 İsrail’de şeriat gereği, Cumartesi günleri Yahudiler ellerini işe sürmezler, çalışmazlar, ateş yakmazlar. Buzdolaplarında et ve süt yanyana konulmaz. Gündelik hayatta yer alan bazı önemli olayların video kameralarıyla kaset hâline getirilmesi, insanın kendi kendisini yeniden yaratmaya                                                                               kalkışmasının Tanrı’ya ait olan yaratıcılığa şirk koşmak olduğu gerekçesiyle, yasaktır. (Aytunç Altındal, Yeni Günaydın’dan naklen Milli Gazete, 17 Kasım, ‘93).

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

9)Kömürün Oluşumu ve Petrol:

“Rabbiniz ki, otlakları çıkardı. Sonra onları siyah kuru hâle getirdi.” (A’lâ/4-5)
Bu, jeoloji ilminin ortaya koyduğu ilmî gerçekleri destekleyen âyettir. Yeryüzünün ilk canlı örtüsü, büyük eğrelti otu ve alg mer’alarıdır (su yosunları). Dünyamızda hayatın ilk öncüleri olan dev mer’alar, sonra büyük jeolojik olaylarla toprak altına intikal etmiş, orada özel bir ayrışımla petrole dönüşmüştür.

Arzın bu dev mer’aları / eğrelti otu tarlaları öylece kalsa idi, arz atmosferinde oksijen şiddetle artacak ve atmosfer tutuşacaktı.

Sûre-i A’lâ’nın üçüncü âyetinde açıklanan takdîr ve ölçü çerçevesinde, bütün bu dev bitki örtüsü görevini tamamlayınca toprak altına gömüldü. Büyük jeolojik olaylarla “ğusâ”ya (petrol seline) dönüştü.

Petrolün, daha çok deniz kıyısındaki eğrelti ve alglerin kaya tabakaları arasında çeşitli bakteri işlemleri ile ayrışmasından ortaya çıktığını bilir, petrol yataklarında bazan deniz hayvancıklarının da bulunduğunu nazara alırsak Ğusâ/siyah sel suyunun ne anlama geldiğini anlamakta güçlük çekmeyiz. Sel suyu, petrolün yeraltında akışını tanımlayan en somut ifadedir. Ayrıca sel suyu, humus (çürümüş organik bitki) artıklarını sürükler ki, petrol de böyledir.

Böylece bu âyet, petrolcülerin “petrol göçü” dedikleri petrol derelerinin akışını da bize anlatıyor, on beş asır önce!..1
Yüce Rabbimiz bir başka âyetinde de şöyle buyurmaktadır: “Öyle bir ateşten korunun ki, yakıtı, taş ve insanlardır.” (Bakara/24)

Bu âyette “ve’l-hicâre” kelimesi fennî bir uyarıyı içermektedir. Gerçi bu “hicâre”de maksat heykeller ve putlardır ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep olan “vegûd”un insanlar ve tapılan putlar olduğu açıklanmaktadır. Fakat aynı ifadede o, çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor ki, fenciler bunun taş kömürü olduğunu söylüyorlar.2

10)Oksijenin Doğuşu:
“O ki yeşil ağaçtan alev yaptı da siz ondan ateş yakıyorsunuz.” (Yâsîn/80)
Bu âyete göre Yüce Mevlâ, bir tazelik sembolü hâlinde duran yeşil ağaçtan oksijen imalini on beş asır önce haber veriyor.
Oysa yanma olayının havadaki oksijenle, yakmak istediğimiz maddenin karbonunun birleşmesinden doğduğu asırlar sonra, yıllar sonra da oksijenini bitkilerin, yeşil ağaçların imal ettiği anlaşıldı.
Ateş dediğimiz olay, oksijenin etkileşmesi olayıdır. Oksijensiz yanma olmaz. O hâlde ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Çünkü yeşil ağaç karbondioksit zehirli gazını emer, canlıların temel can kaynağı olan oksijeni dışarı verir.3

11)Ampül ve Elektrik:
“Allâh göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûru, içinde kandil bulunan bir oyuk (tan yayılan ışığa) benzer. O kandil ki sırça fânus içindedir; o fânus ki, inci (gibi parıldayan) bir yıldızdır sanki!..” (Nûr/35)
Ampülü bulan Edison öldükten sonra masasının gözünde bu âyetlerin bulunduğu rivâyet edilmektedir. Onun “Muhyiddin-i Arabî benim hocamdır.” dediği de bu rivâyetler cümlesindendir.4
Yine aynı şekilde Rahmân Sûresi 35. âyette geçen “Şuvâz” kelimesinin dumanlı ateş olduğuna göre, “Nuhâs” karinesi ile elektrik olarak tefsir edilmesi de konumuza ışık tutmaktadır.5
Nûr Sûresi’nin yukarıda geçen âyetindeki “ateş değmeden ışık veren kandil” ifadesi de ampul ve elektrikten bahsediyor, şeklindeki tefsir ve yorumlar da konuya açıklık getirmektedir.6

12)Matematik İlmi (İlm-i Hesap), Geometri:
“Erkek için, iki kadının payı vardır.” (Nisâ/176) gibi birçok feraiz/miras ile ilgili âyetlerde matematik ilmine teşvik vardır. Cenâbı Hakk’ın “Ayın ve Güneş’in hesapla” olduğunu (Rahmân/5, En’âm/96) bildirilmesinde bile matematiğe bir özendirme söz konusudur. Öyle ya, gezegenler matematik ölçüler ile dönüp mutlak itaatı ve iktisadı göstermektedir. Kâinatın çarkları hesapla dönmektedir.

Yüce Yaratıcı’nın, yeryüzünde alan ve hacimleri geometrik hesaplara pek de gelmeyen çeşitli şekillerdeki yaprakları yaratmasında da geometri okumaya özendirmenin olduğunu anlamak gerekir. Kaldı ki, geometri kitaplarındaki, alan ve hacmi pek kolay bulunabilen basit şekiller, yeryüzündeki şekillerin binde biri bile değildir.

Bir âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Üç dallı bir gölgeye gidin.”  (Mürselât/30) Bu âyette de geometri ilmine işâret vardır. Çünkü üçgen şekillerin ilkidir. Bu şekil hangi köşesinden olursa olsun güneşe tutulduğunda, açı uçları tahdit edildiğinden, gölge meydana getirmez. Bu yüzden Allâh (cc), cehennemliklerle alay ederek, hiçbir gölgenin olmayacağı o dehşet günde onlara bu şeklin gölgesine gitmeyi emredecektir.7

Matematik ve Geometri ile uğraşan İslâm âlimleri bütün bu teşvikleri ibâdet olarak algılayıp hayatlarını anlamlandırmanın gayreti içerisinde olmuşlardır. Nitekim İslâm âlimlerinin, bahsi geçen feraiz hesaplarından doğan zaruretten cebiri buldukları söylenebilir. Yoksa bir fantezi ya da amatörce bir iş değildi yaptıkları.

13)İtme ve Çekim (Dâfia ve Câzibe) Kanunu:
“Yer üzerine düşmesin diye göğü tutuyor. (Gök) ancak O’nun izniyle düşer.” (Hacc/65)
Allâh’ın göğü tutup yer üzerine düşmesine mâni olması, kâinata koyduğu çekim kanunu gösterir. Cisimler birbirini çekerler. Buna göre sistemimizde ve diğer sistemlerde bulunan yıldızlar çekim kanunu uyarınca yer üzerine düşmek isterler, ama dengeyi sağlamak için çekim kanununa zıt olarak konulan itme kanunu, bu düşmeyi önler ve cisimler birbirlerinden belli uzaklıkta, kendi yörüngelerinde sağlam kalırlar.

14)Uçak ve Füze:
Kur’ân’da bahsedilen, Hz. Süleyman’ın (as) mucizesi olarak, O’nun rüzgârla (dalga boylarıyla) bir günde iki aylık mesafeyi katetme olayının (Enbiyâ/81) uçak ve füzeye, ayrıca da rüzgârla yol alan deniz filolarına, hatta günümüz mikrobiyolojisine işaret olduğu söylenebilir.
Kezâ Kur’ân’ın değişik yerlerinde kuş ve sinekten bahsedilmektedir. Ve sanat yönünden sinek ve kuş uçakla mukayese edilmeyecek kadar üstündürler.
Tabiatın içinde, hazır hâlde bir uçak bulunmamakla beraber, uçak için gerekli bütün şeyler ve kanunlar vardır. Meselâ, uçakta kullanılan demir, bakır, alüminyum, cam ve kauçuk tabiatta bulunuyordu. Kuşların uçması da gösteriyordu ki UÇMAK, imkân dâhilindeki bir eylemdir. Böylece uçaklar yapıldı, tabiat içine saklanan uçak meydana çıkarıldı.8
Tabiat içinde uçakları çıkarmak için nasıl ki ilim adamına ihtiyaç varsa, Kur’ân’dan bazı gerçekleri çıkarmak için de ilim adamına ihtiyaç vardır.
15)Sondaj ve Pompa:
“Bir de hani Musâ, (Tih’de susayan) kavmi için su arayınca, ‘Asânı taşa vur!’ demiştik de ondan on iki pınar kaynamıştı.” (Bakara/60)
Hz. Mûsâ’nın asâsını taşa vurarak suyu çıkarması bize sondaj ve pompayı hatırlatmaktadır.

16)Sanayi ve Teknoloji:
“Kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için faydalar bulunan demiri indirdik.” (Hadîd/25)
Bugünkü insanlık medeniyeti demir üzerine kurulmuştur. İğneden ipliğe hiçbir sanat yoktur ki onda demirin hizmet ve faydası olmasın. Demir, bütün sanayinin hem bel kemiği hem eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar da onunla kazılır, şehirler de onunla yapılır. Yiyecek de onunla, giyecek de onunladır. Altın olmasa hiçbir maslahat aksamaz ama demirsiz bir medeniyet düşünülemez.9

Kur’ân aynı zamanda demirin eritilebileceğine de şu âyeti ile işaret eder: “O’na da demiri yumuşattık.” (Sebe’/10) Hz. Davud’un (as) elinde demirin hamur gibi yumuşatılması bu sahadaki ilerlemeye işarettir.

17)Televizyon ve Video:
“Nezdinde kitaptan bir ilim olan (zât) ‘Ben dedi, gözün sana dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel onu (Belkıs’ın tahtını) sana getiririm.’” (Neml/40)
Hz. Süleyman’ın (as) isteği üzerine, bu âlim zatın, tahtı çok kısa bir zaman birimi içerisinde getirmesi, eşyayı aynen veya sûreten göstermenin mümkün olduğuna işaret olduğu gibi, “ışınlama” yoluyla nakil çalışmalarına ışık tutması bakımından da önemli bir mucizedir.

Yine, Hz. Peygamber’in (as) değişik hadîslerinde “Mi’râç gecesinde bana gösterildi.” gibi ifadelerle başlayan mübârek sözleri de video gerçeğine işaret ediyor gibidir. Çünkü henüz cehennem faaliyette değilken “bir kısım insanların çeşitli şekillerde azaplandırılmaları” sadece temsilî bir sahnedir. Zira âlemi melekûtta (ya da misâl âleminde) ameller teşekkül eder.1 Temsilî sahnelerin Mi’râç’ta çokça vuku bulmasının hikmeti şu olsa gerektir: Yani, “ümmetin, günahlarına göre bu şekilde azaplandırılacaktır, git ve haber ver” anlamında bir ikazdır.

18)İlk Buharlı Gemi:
İlk Buharlı Gemi Hz. Nuh’un (as) gemisidir (Hûd/40). Böylece marangoz ve gemicilerin pirinin bu büyük Peygamber olduğunu yine Kur’ân’dan öğrenmiş oluyoruz.1

1 Nurbaki, age., s. 34; Elmalılı, age. (sad.), c. 8, s. 390
2 Elmalılı, age., c. 1, s. 273
3 Nurbaki, age., s. 113
4 Abdulfettah Şahin, age., c. 2, s. 138
5 Mahir İz, Yılların İzi, Kitabevi,  s. 202; Ayrıca bak. Canan, age., s. 147.
6 Elmalılı, age. (Eser Neşr.), c. 5, s. 3523
7 Bak. Süyutî, el-İtkân (trc.), s. 249-50; Ayrıca bak. Kırca, age., s. 221
8 Hekimoğlu İsmail-H.Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, s. 114
9 Elmalılı, age. (Eser Neşr.), c. 6, s. 4757
1 Ayrıca bak. Fussilet/53. Gümüşhanevî, Levâmi’, c. 1, s. 46; Elmalılı, age.(sad.),  c. 8, s. 280.
1  Bak. Elmalılı, age., ilgili âyet.; Ayrıca izah için bak. Canan, age., s. 152 vd.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort