JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 30 Nisan 2014 14:01

KUR’ÂN’IN BAHSETTİĞİ İLİMLER -1-

Okuyucuyu bu alanda yapılmış çalışmalara, özellikle dipnotta gösterilen kaynaklara havâle ederek, sadece konumuzla ilgili kozmolojik yönü de bulunan bir kaç âyete ve bu sadedde yapılan açıklamalara yer vermek istiyoruz:

1)Kâinatın Yaratılışı:

“İnkâr edenler görmediler mi ki göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı?” (Enbiyâ/30).
Bu âyet, çağımız astrofiziğinin ulaştığı bir gerçeği şaşırtıcı bir şekilde doğrulamaktadır. Çağdaş bilmin kabulüne göre kâinat, başlangıçta gazlardan birleşmiş tek bir kütle hâlinde idi. Sonra bu maddeden, merkezî çekim yüzünden, küreler şeklinde cisimler fırlamıştır. Dünyamız da bu cisimlerden biridir. Güneşten ateş bulutu hâlinde kopan dünya, kendi ekseni etrafında dönerken yavaş yavaş soğuyup kabuk bağlamıştır. Oluşumu sırasında dünyadan yükselen gazlar ve buharlar, yağmur şeklinde tekrar dünya üzerine dökülmüş, denizler, okyanuslar meydana gelmiş, daha sonra denizlerde yosun şeklinde bitkisel hayat başlamış.
Bu kuramı kuvvetlendiren bir husus da, bilim adamlarının incelemelerine göre güneşte, yerde bulunan elementlerden altmış yedi tanesinin bulunmasıdır. Bir diğer husus da yerin merkezine inildikçe sıcaklığın nihâyet yüz dereceyi bulacak olmasıdır.1

2)Dünyanın Yuvarlaklığı:

“Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor.” (Zümer/5)
Tekvîr, küre şeklinde sarmaktır. Gecenin gündüze, gündüzün geceye sarılması ancak küre şeklinde olur. Bilindiği gibi küre dünyamız, güneşin karşısında sağdan sola dönmektedir. Güneşe karşı yüzü gündüz, karşı olmayan yüzü gecedir. Sola doğru dönerken dönmüş taraf, yüzünü güneşten öteye çevirmektedir. Arka taraftaki gece, dönen bu yüze sarılmaktadır. Gece tarafında kalan yüzü de bir yandan güneşe doğru dönerken gündüz, o yüzün yani gecenin üzerine sarılmaktadır. Böylece bir yandan gece, gündüzün; öte yandan gündüz, gecenin üzerine sarılmakta ve âyetin açıkladığı sarılma olayı sürüp gitmektedir. Bu, küreden başka bir şekilde olamaz.2
Dünyanın yuvarlaklığını ispat ettiği söylenen Einstein’den yedi asır önce yaşamış bulunan Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin (ö. 638/ 1238) şu tespiti ne kadar güzeldir: “Allâh kemâl sahibidir. Kâinatta kendi kemâl sıfatını göstermiş, gökleri mükemmel yaratmıştır. Mükemmel şekil küredir. Onun için Allâh kâinatı küreler şeklinde yaratmıştır.”3

3)Dünyanın Kendi Ekseni Etrafında Dönmesi:

“Donuk/sabit sandığın dağları bulutlar gibi yürür görürsün.” (Neml/88)
Bulutlar semâda hareket ettiklerine göre, sabitliğin simgesi olan dağlar da uzay mekânı içinde hareket ediyorlar demektir.
Dağların yürüyüşünün tek imkânı, yerin hareketidir. Dağlar dünyanın en yüksek yerleridir. Dünyada yapışık olan dağlar yürüdüğüne göre demek ki, dünya da yürümektedir. Bu hareket kıyâmette olacak değildir, zira kıyâmette dağlar un ufak olacaktır.4
Bu âyetin çok önemli bir mucizesi de, rüzgar önünde hızla giden bulutların hızı ile arzın dönüş hızının aynı değerlere eşit olmasıdır.5

4)Güneşin Kendi Yörüngesinde Hareketi:

“Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir.” (Yâsîn/38)
Bu âyet de pozitif ilmi doğrulayan ilâhî bir mucizedir.
Güneşin hareketini Kur’ân asırlar önce haber vermiştir. Halbuki, pozitif ilim, yakın zamana kadar güneşin sabit bir noktada kendi ekseni etrafında döndüğünü söylüyordu.
Âyet güneşin bir nizâma göre yaratıldığını, bir âhengi temsil ettiğini ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulunduğunu dile getirmekte, ayrıca güneşin kendi sistemiyle beraber bir “mustakarr”a (muntazam bir kanun ve muhteşem bir âhenkle kendi yörüngesinde akıp kıyâmete) doğru yol almakta olduğuna ve bir yıl içinde dönüşünü tamamladığına işaret etmektedir.
Müslüman bilim adamları asırlar önce Kur’ânî hakikatlere dayanarak bu tür kevnî (kozmik) gerçekleri dile getirirken, zifirî bir taassubun içinde kıvranan Ortaçağ Avrupası, bilim adamlarını Engizisyon Mahkemeleri’nce, sorgusuz-sualsiz, idama mahkum edebiliyordu. Muhyiddin-i Arabî’den ilhâm alarak “Dünya yuvarlaktır.” diyen Galile böyle bir âkıbete uğramıştır.6

5)Her Şeyin Çift Yaratıldığı:

“Ne yücedir O ki, toprağın bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve daha bilemedikleri nice şeyleri hep çift yarattı.” (Yâsîn/36)
Canlılardaki erkeklik, dişilik öteden beri biliniyordu; ama otların, ağaçların ve atomlara, bulutlara kadar her türlü maddenin pozitif ve negatif çiftini (anti-madde) kapsaması, oldukça düşündürücü ve hayret vericidir. Kur’ân daha başka âyetleriyle de her şeyin çift olması esası üzerinde ısrarla durmaktadır.7

6)İnsanın Topraktan Yaratılışı:

Modern ilim insan vücudunun, arzın (toprağın) içerdiği elementlerden (On altı inorganik maddeden: Karbon, Oksijen, Fosfor, Kükürt, Azot, Kalsiyum, vs.) oluştuğunu ispat etmiştir. Halbuki Kur’ân, bunu çok önceden haber vermektedir:
“Sizin topraktan yaratılmanız, O’nun âyetlerindendir.” (Rûm/20)
“İnsanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yarattı.” (Rahmân/14)

7)İnsanın Nasıl Yaratıldığı:

“İnsan, neden yaratıldığına (ibretle) baksın. (Babanın) belinden, (annenin) göğüs kemiğinden çıkan atıcı, sıçrayan bir sudan yaratıldı.” (Târık/5-7)
İlim, geçen yüzyıla kadar, erkeğin döl suyunun, sülbünden/belinden, kadının yumurtacıklarının ise göğüs/kaburga kemiklerinden geldiğini bilmiyordu.

8)İnsanın Yaratılış Evreleri:

“Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz (bilin ki) Biz sizi önce topraktan, sonra nutfeden (sperma), sonra alakadan (embriyo), sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim.” (Hacc/5)
Kur’ân’ın ifade ettiği insanın bu yaratılış evreleri, modern anatomi bilgisiyle doğrulanmaktadır. Döllenme esnasında erkek 200-300 milyon küçük hayvancık çıkarır. Sperma denilen her meni hayvancığının büyük bir başı ve uzunca bir kuyruğu vardır. Kur’ân’da nutfe adı verilen bu sperma, kuyruğunun titreşimiyle hareket eder. Kadının ovariomuna ulaşınca yumurtacığı yalnız bir hayvancık aşılar. Aşılanmış yumurtacık ikiye, dörde, sekize, on altıya... bölünmeye başlar. Böylece Kur’ân’ın dediği gibi nutfe, kan pıhtısına benzer bir şekil alan cenîn, kırk gün kadar böyle alaka hâlinde kalır. Bölünme sonunda çoğalan bu nokta, yuvarlaklaşır. Ne olduğu belli belirsiz bir çiğnem et gibi bir görüntü kazanır. Alaka, çiğnenmiş et şekline konmuş olur. Uzunluğu 2,5 cm.’den fazla olmayan mudğanın hacmi,  böylece elli katına, ağırlığı da sekiz bin katına çıkar. Bundan sonra mudğa, birçok hücrelere bölünür. Bu hücrelerin binlercesi kendi aralarında birleşir. Bunlardan her grup, cenînin belli bir parçasını yapar. Mü’minûn Sûresi’-nin 13. âyetinde belirtildiği gibi, insanın yaratılışı nutfe ile başlar. Nutfe alakaya, alaka mudğaya döner. Mudğanın içinde teşekkül eden kemikleri adale dokusu sarar. Yüce kudret böylece insanı yaratır.8

Dipnotlar:   
1-Bak. age., s. 132
2-İbn Hazm, Kitabu’l-Fasl, c. 2, s. 97; Ateş, age., s. 263
3-http://isoru.wordpress.com/tag/sohbet; http://www.matematikciler.com/gazetedergi/sizinti/harikamotifler.
4-Ateş, age., s. 265; Kırca, age., s. 140
5-Nurbaki, Kur’ân-ı Kerîm’den İlmî Gerçekler, s. 61
6-Ateş, age., s. 266
7-Bak. Said Havva, er-Resûl, s. 315; Abdulfettah Şahin, age., c. 1, s. 12
8-Mü’minûn Sûresi 13. Ayet

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 30 Nisan 2014 13:04

İSLÂM’IN İLME VERDİĞİ DEĞER

İslâm dîni, programını Allâh’ın koyduğu, bütün insanları kuşatıcı / evrensel bir tâlim ve terbiye nizâmıdır.

İnsanlığın manevî dünyasını ve ölüm ötesini aydınlatacak bir Hakk kültürü, maddî hayatı tekâmül kanunları içerisinde geliştirecek ilâhî bir medeniyet projesi olan Kur’ân-ı Kerîm’de, dînimizin insanlığa yaptığı ilk mukaddes dâvet “Oku!” dur (Alak/1-5).

Neyin okunacağını açıkça vurgulamaksızın “oku” emrini veren Rabbimiz, öğrenilmesi mümkün ve faydalı olan bütün bilgileri insana öğrenilecek konu olarak sunmuştur.

Dînimiz Allâh’a ve âhiret gününe îman gibi İslâm dîni’nin itikadî temel dinamiklerini konu alan inanç ilmihâlini, Allâh’ın ve Peygamberi’nin emirlerini ve yasaklarını okuma ve öğrenmeyi farz-ı ayın kılmıştır. Rabbimizin nimetlerinden yararlandıracak ve insanlara fayda sağlayacak ilimleri ve sanatları öğrenmeyi de farz-ı kifâye kılmıştır.

İslâm dîni, farz-ı ayın olarak yüklediği ve teşvik ettiği ilmî çalışmayı yalnız erkeklere tahsis etmemiştir. Kadınların yetiştirilmesini de zarurî görmüş, umumî bir eğitim ve öğretimin tatbikini emretmiştir. Peygamber (as) şöyle buyurur: “İlim tahsil etmek, kadın - erkek her Müslüman’a farzdır.1”

Dînimizin faydalı bilgilerin öğrenim ve öğretimini farz kılması ve farz olmayan ibâdetlere üstün tutması her asırda Müslümanların ilim aşkını alevlendirmiştir. Her câmi bir öğretim ve eğitim yuvası hâline getirilmiştir. Emevîler, Endülüs Emevîleri, Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde, sayısız ilim külliyeleri, binlerce laboratuar ve rasathane kurulmuş, tıp, eczacılık, cebir, trigonometri, kimya, fizik, coğrafya, astronomi gibi müspet   ilimlerin temelleri atılmıştır. Bütün dünyaya ilim ve medeniyet nûrları saçılmıştır.

Avrupa ülkeleri tarih boyunca İslâm beldelerine karşı haçlı rûhu ile hareket ettikleri için, Avrupalı ilim adamları bilgi ve ilhâm aldıkları eserleri açıklamamışlardır. Böylece, Müslümanların asırlar önce yaptıkları pek çok keşif ve icatları kendilerine mal etmişlerdir.

Ne acıdır ki, eğitimimiz İslâm tarihine ve millî tarihimize kontra ve bir o kadar da lâkayt tutumundan ötürü, gerçek mânâda objektif medeniyet tarihi araştırıcıları yetiştirememiş ve bu hakîkatleri nesillerimize öğretmemiş / öğretememiştir.

Bunun içindir ki yeni kuşak, bir Toriçelli’yi, bir Paskal’ı, bir Newton’u, bir Pastör’ü, bir Kant’ı ve Ogust Comte’i tanır. Fakat bir İmâm-ı Azam’ı, bir Cabir b.Hayyan’ı, bir İbn-i Heysem’i, bir Ebubekir Razi’yi, hatta bir Ali Kuşçu ve Uluğ Bey’i, bir Sinan’ı ve Ebussuud’u bilmez.2”

Sonuç olarak diyoruz ki, hidâyet rehberimiz olan Kur’ân’ın ilme verdiği değer her türlü takdirin üstündedir. Kur’ân’ın inen ilk âyeti “Oku!” emriyle başlar; kâinattaki her bir zerre okunması gereken coşkulu birer kelime olarak sunulur; okumanın aracı olan kalemden, öğretimden söz eder, câhilliği karanlık, ilmi ise nûr kabul eder (Ra’d/16).

Kâinat, Allâh’ın bilinip ibâdet edilmesi için yaratılmıştır. Allâh’ı bilmek akılla, bilgi ile olur. Bu özellik ancak insanda vardır. Demek ki kâinatın yaratılmasındaki gaye, onun zübdesi (özü, özeti) olan insanın meydana gelmesidir. Bilgisinden ötürüdür ki Âdem (as) melekleri geride bırakmış, onların hizmet ve secde edeceği kadar kutsal bir mevki kazanmıştır. Hasan el-Basrî (ö.110/728) ilmin ve âlimin değerini anlatan bir sözünde şöyle der: “Eğer bilginler olmasaydı, insanlar, hayvanlar gibi olurdu.3”

Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen

Kur’ân Ansiklopedik Bir Kitap Değildir

Îmanla inşa ettiği ideal medeniyet toplumunu ilimle tekâmül ettiren Allâh Resûlü (as) bir hadîslerinde, “Öncekilerin ve sonrakilerin ilmine sahip olmak isteyen Kur’ân’a dalsın4”  buyurarak İslâm’ın modern ilmin kaynağı ve bu anlamda analiz edilmesi gereken esası olduğuna “işaret” etmiştir.

Gavvâs olana Kur’ân-ı Kerîm
Mücevher dolu ummândır derim

İbn-i Abbâs (ra) da, “Devemin yularını kaybetsem onu Kur’ân’da ararım” demektedir  ki5, hiçbir asırda bugünkü kadar müsbet ilimler Allâh’a ve dîne yaklaşmamışlardır.6

Yüce Mevlâ bir âyetinde buyuruyor ki: “Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (En’âm/38). Bir başka âyetinde de: “Yaş ve kuru (hiçbir şey) müstesna olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’âm/59), bir diğer âyetinde ise şöyle buyurmaktadır: "Biz sana her şeyi açıklayan hidâyet rehberi, rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olan Kur'ân'ı indirdik” (Nahl/89).

İslâm âlimleri, bu iki âyette geçen “Kitâb” ve “Kitâb-ı Mübîn” tabirinden kasdedilen şeyin, sırrı ve mâhiyeti ancak Allâh tarafından bilinen ve içerisinde olmuş ve olacak her şeyin yazılı bulunduğu bir levhadır, diye tarif edilen levh-i mahfûz olduğunu anlamışlardır. Ancak, “Kur’ân”dır, diyen âlimlerin sayısı da az değildir. Bu durumda Levh-i Mahfûz’da her şey açıkça ve bütün detayıyla yazılmışken, Kur’ân-ı Kerîm’de de, âdeta dürülmüş, sıkıştırılmış (zipli) ve özetlenmiştir. Tıpkı ağacın çekirdekteki potansiyel mevcudiyeti ve genlerde canlıların programlanışı gibi.

Çü buldum ilm-i Kur’ânî
Ne lâzım ilm-i Yunanî

Bu bağlamda, merhum İzmirli İsmail Hakkı’nın (ö.1946) şu endişelerine yer vermek istiyorum. Hazret, haklı olarak şöyle demektedir: “Kur’ân bir fen kitabı değildir. Çünkü fen ilimleri tecrübeye dayalıdır ve sürekli değişime mâruzdur. Kur’ân ise ezelî ve ebedî bir hakikat olduğu için değişmez. Hiçbir zaman değişmeyen âyetleri her ân değişebilir olan nazariye ve faraziyelerle uzlaştırmaya çalışmak, yani âyetleri asıl maksatlarının dışına taşımak bizzat Kur’ân’ın rûhuna aykırıdır.7”  

Görülüyor ki İzmirli ve benzeri âlimler, kevnî (kozmosla ilgili) âyetlerin yorumuna karşı çıkarken işin ifrata vardırılmaması fikrindedirler. Çünkü Yüce Rabbimizin “Biz onlara hem dış âlemde, hem de kendi nefislerindeki âyetlerimizi yakından göstereceğiz. Böylelikle Kur’ân’ın hak olduğu kendilerine apaçık ortaya çıkacaktır.” (Fussilet/53) âyeti bizim dış âlemde ve nefislerimizde ortaya koyduğu delilleri bulup öğrenmeye, bunun üzerinde tefekküre dalmaya teşvik etmektedir. O hâlde, değil bunları terk etmek, aksine o hususlarda bilgimizi daha da genişletmemiz icap eder8.

Dolayısıyla, Kur’ânî hakikatleri iyi anlayabilmek ve sırlarına birazcık olsun nüfuz edebilmek için, Kur’ân’ın dilini bilmenin yanı sıra, tecrübî ilimlerden de faydalanmak, aklın ve tefekkürün gerekli kıldığı bir gerçektir. İzmirli’nin de ortaya koyduğu gibi, hatalı ve yanlış olan tutum, tecrübeye dayanan ilimlerin sonuçlarını ve bu sonuçlarla âyetlerin yorum ve izahlarını en son ve vazgeçilmez gerçeklermiş gibi kabul etmektir. Kur’ân’ın rûhuna ve İslâm’ın özüne aykırı olmamak şartıyla, îmana ve ahkâma ait âyetlerin dışındaki kevnî âyetlerin pozitif ilim ve bilimsel buluşlarla ya da teorilerle yorumlanması ve böylece mânaların daha iyi anlaşılması için yapılan tefsir ve yorumlar, makbul ve meşru sayılmıştır. Yeter ki bu tefsirler haddi aşmasın ve mâkul çerçeveyi taşmasın...

Kaldı ki, modern ilimlerin gelişmesiyle artan ilim, birçok Kur’ânî hakikatlerin kapılarını bize açmakta; geçmişte anlaşılamayan birçok âyetin sır ve inceliği, bugün bize sır olmaktan çıkmakta ve bu sayede birçok âyet daha iyi anlaşılmaktadır9.

Kasîde-i Lâmiye’de şöyle yazılıdır:

Cemîu’l-ilmi fi’l-Kur’âni lâkin
Tekaasere anhü efhâmü’r-ricâli

Yani “İlmin tamamı Kur’ân’dadır. Fakat insanların anlayışı buna erişememiştir / âciz kalmıştır.”

Tetkik edilip araştırıldığında, Kur’ân’ın ilmî ve fikrî içeriğinde şaşırtıcı bir durum ve yüksek bir âhenk keşfedilir ki, bu da onun âyetlerindeki saf bilgilerin kaynağını teşkil eder. Bundan dolayıdır ki, kâinatla ilgili âyetlerin üslup ve ifadelerindeki ilmî gerçekleri Kur’ân, insanlığın terakkisinden asırlarca önce haber vermiş ve bu gerçekleri ise ilim, ancak asrımızda bulabilmiştir10.  Böylece sonradan yapılan ilmî keşifler, Kur’ân’ın anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.

Evet, Kur’ân’da her şey vardır. Ama Kur’ân, her şeyin birçoğundan serâheten (açık ve net ifadelerle) bahsetmez; o şeylerin özünü ve esasını zikreder, ayrıntılarına girmez. Yalnızca işarî mânalarla örülü fon ve ifadelerden o şeyler anlaşılır. Zira bütün ilimlerden ve eşyadan ayrı ayrı bahsetmiş olsaydı, Kur’ân’ın bir ansiklopedi kitabından farkı kalmayacak, bir modern bilimler ve buluşlar el kitabından ayrılır yanı olmayacaktı. Kaldı ki bu, onun hedefleri dışındadır11.  Zira Kur’ân’ın birincil hedefi, bu kâinat tablosundaki kelime, satır, paragraf ve kitaplarla o tablo sahibini tanıttırmak, O’nun üstün yaratma gücünün tezâhürlerini ortaya koymak, her türlü gücün ve ihtişamın nihaî kaynağının Allâh olduğunu vurgulamak, îman ve ibâdet yolunu açmak; bireysel ve toplumsal hayatı düzenlemek ve dünya mutluluğunun, âhirette dahi devamını sağlayarak insanı mutlak saâdete ulaştırmaktır.

Bikr-i fikr-i kâinatın çâk çâk oldu fakat
Perde-i ismette kaldı ma’nî-i Kur’ân

1-Et-Tebrizî, Mişkâtu’l-Mesabîh, Ha. 218
2-Bak. Demircan, age., c. 1, s. 129, 137-138
3-Bu konuda bak. Ateş, age., s. 245 vd.
4-İbnu’l Esîr, age., c. 1, s. 229; Abdullah b. Mes'ud'a nisbet edilen benzeri söz için bak. Suyutî, El-İtkan (trc.), c. 2, s. 470.
5-Elmalılı, age. (sad.), c. 7, s. 90.
6-Peyami Safa, age., s. 113
7-İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, s. 15-16
8-Celal Kırca, Kur’ân-ı Kerim ve Modern İlimler (Seyyid Kutup, Fîzılâl’ dan naklen) s. 124
9-age., s. 125; Ayrıca bak. Bucaille, Tevrat, İnciller ve Kur'ân, s. 18
10-age.,  s. 127
11-Bu konuda bak. İbrahim Canan, Merak Ettikle-rimiz, s. 140 vd.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 16:07

KUR’ÂN’IN MUHAFAZASI

Kur’ân’ı asıl koruyacak olan elbette ki Allâh’tır (cc). Ama beşerî düzlemde Kur’ân, önce titiz bir şekilde satırlara aktarılarak korunmuştur.1  Daha ilk nâzil olduğu sıralarda âyetler, Peygamberimiz’in konsantrasyonundan sonra, vahiy kâtipleri tarafından hurma dal ve yapraklarına, tabaklanmış koyun ve keçi deri ve kürek kemiklerine, yazıya elverişli bir cins beyaz taşlar, kırık porselenler2  ve papirüs kâğıtlarına yazılmak, yazılanlar da en mutena yerlerde saklanmak sûretiyle kayıt altına alınıp korunmuştur. Sahabe, ezberlemek için çaba sarf etmiyorlar, fakat o kadar çok ve sık okuyorlardı ki tabiî olarak sonuçta Kur’ân, hâfızalarında, tıpkı hayatlarında yer ettiği gibi yer ediyordu. Yani, sahabe, hayatına koymadığı âyeti kafasına koymuyordu. Bu yüzden İbni Ömer (ra) Bakara Sûresi’ni sekiz yılda öğrenmişti. Çünkü onu sekiz yılda anlayarak hayatına aktarabilmişti. Bu nedenledir ki, Hz.Peygamber’in vefatında Kur’ân’ın tamamını ezberleyen hâfızların sayısı bir hayli azdı ve birçoğu O’nun vefatından sonra hıfzını tamamlayabilmişti.3

Sahabenin, Kur’ân’ı öğrenmede bu tarzı benimsemelerinin esprisini, İbn Teymiye’nin (ö.728/1327) şu ifadelerinde görebiliyoruz:

“Kur’ân’dan bir sûreyi hatta Fâtiha gibi kısa bir sûreyi bile, tefekkür ederken her zaman yeni mânalar kendilerini açığa vurur. Onu okuyan kişi (okumadan önce) bu mânaların farkında bile değildir. Sonra bütün bu mânalar yeniden nâzil oluyor gibidirler.” 4
Bu konuda bir de İkbâl’in şu ifadelerine göz atalım:

“Kur’ân’ın mânası senin kalbine yeniden nâzil olmuyorsa, ne Râzî’nin tefsiri ne de Zemahşerî’nin Keşşâf’ı senin dertlerine çâre bulamaz.”5
Bütün bu ifadelerden anlıyoruz ki, Kur’ân’ı önce hayata aktarmanın ve onunla yaşantımızı şekillendirmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Çünkü Kur’ân, insanı hedef almış, insan merkezli bir kitaptır. Cenâbı Hak, “O, insanlar için sırf hidâyettir.” (Bakara/182) buyurmuyor mu? Kur’ân’ın sunduğu toplum ve birey anlayışında, her veçhesiyle siyasî ve ekonomik yapılanmalar, îman ve tevhîd bilinci üzerinde yükselir. Muhammedî risâlet ve toplum yapılanması da böyle bir gelişme süreci izlemiştir.6  Dolayısıyla Kur’ân’ın ana gayesi, insan davranışını düzenlemek ve ona rehberlik etmektir. Bireysel düzeyde dindarlığı veya takvâyı yerleştirmek, toplumsal düzlemde ise sağlam bir ahlâkî temel üzerine inşa edilmiş sosyopolitik bir düzen tesis etmektir.7

Kur’ân’ın dağınık sahifeleri ilkin Hz.Ebû Bekir (ra) zamanında bir araya toplanmıştır. Bir anlamda Kur’ân insanlar için cemedilmiştir. Hz.Osman (ra) zamanında ise yeniden redaksiyonu yapılarak çoğaltılmış ve insanların Kur’ân etrafında toplanmaları sağlanmıştır.

Kur’ân’ın önceleri nokta ve harekeleri yoktu. Sonraları âlimlerimiz, zaruret ortaya çıkıp; Arapça’yı bilmeyenlerin yanlış okuma tehlikesi baş gösterince, âyetler Ebû’l-Esved ed-Düelî tarafından harekelenmiş, Yahya b. Ya’mer tarafından da noktalanarak Müslümanların istifadesine sunulmuştur.8
Her kim okutur sıbyâna Kur’ân
Müftü müderris hep ona kurban

Yahudi’yi Müslüman eden hâdise:

Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halîfelerinden El-Me’mun, engin görüşlü bir devlet adamıydı. Zamanında müslim/gayr-i müslim bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki bilimsel çapta bütün kitaplar Arapça’ya tercüme edilerek bilgi alışverişinde bulunulmuştur. Me’mun, böylesi çalışmalar içinde bulunan ve cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu:

-Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun, neden Müslüman olmuyorsun? Kur’ân’la İncil ve Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun? Yahudi şöyle cevap verdi:

-Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm.

Me’mun Yahudi’ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı.

Yahudiyi kendi hâline terk eden Me’mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me’mun’un meclisindeki ilim adamlarıyla   sohbete başlamıştı. Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm’ı bütünüyle benimsemiş Kur’ân’ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti. Me’mun buna şaştı:

-Hayırdır inşâallah! Bir sene önceki Kur’ân’la bir sene sonraki Kur’ân arasında ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm’a girdiniz?

Yahudi şöyle îzah etti:
-Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur’ân’la bir sene sonraki Kur’ân arasında hiçbir fark yoktur. Beni İslâm’a yaklaştırıp îmana girmeme sebep olan da budur zaten.

-Nedir, Kur’ân’ın değişmezliği mi?

-Evet, bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arz edeyim sizlere. Ve şöyle devam etti:

-Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiçbir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil’i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham’a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti. Bu defa sıra Kur’ân’daydı. Kur’ân büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüzünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüzü tamam yazdım. Üçüncü cüzünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım.
Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün dîn adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur’ân’ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar.
-Bu cüzde şu şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur’ân’ın aslında böyle bir kelime yoktur. Hepsi de benim yazdığım Kur’ân’ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler. Ben anladım ki Kur’ân nasıl nazil olmuşsa aynen zaptedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur’ân’da ilâve-noksan söz konusu değil. Nâzil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm’a girmeme sebep olan araştırma böyle oldu.
O sırada Basra kadısı olan Yahya bin Eksem bu hâdiseyi hacca gittiğinde büyük velî Süfyân bin Uyeyne’ye (ö.198/813) anlatır. Süfyân Hazretleri şöyle cevap verir:
-Bu hâdise, Kur’ân’ın bir âyetinin de fiilî tasdikidır. Rabbimiz (Tevrat ve İncil’i) ben muhafaza edeceğim diye bir teminat vermemiştir. Ama Kur’ân-ı Kerîm için böyle bir teminât-ı İlâhiyye vardır. Hicr Sûresi’nin dokuzuncu âyetinde şöyle buyurur:
“Ku’rân’ı Biz indirdik, Biz. Onun koruyucuları da, şüphesiz ki, Biziz”.9

Kasîde-i Bürde sahibinin, Kur’ân’ın bazı özelliklerine dikkat çeken şu beyitleri ne kadar anlamlıdır:
“Lem yakterin bi zemânin vehye tuh    birunâ
Ani’l-meâdi ve an Âdin ve an İremi”

Yani “(Kur’ân’ın) mânaları bize, öldükten sonra dirilmeden, (gelip geçmiş olan) Âd kavminden ve İrem’den haber veriyor ki, böylece muayyen bir zamana mahsus değildir.”
“Dâmet ledeynâ fefâget külle mu’cizetin
Minennebiyyîne iz câet ve lem tedümi”

Yani “(Kur’ân) kıyâmete kadar tahrîf olunmadan, yanımızda daima korunmuş olmakla diğer peygamberlerin bütün mucizelerinden üstündür. Çünkü o peygamberlerle gelen mucizeler (zamanlarıyla sınırlı olup) sürekli olmamıştır.10”

1- Bu konudaki farklı yaklaşımlar için bk. Hasan Elik, Kur’ân’ın Korunmuşluğu Üzerine, s. 185.
2-Hamidullah, Kur’ân Tarihi, s. 50; Zerkanî, age., c. 1, s. 287
3-  Suyûtî, el-İtkan fî Ulûmi’l Kur’ân (trc.), c. 1, s. 170; Ayrıca bak. DİA., c. 26, s. 385.
4- Rahman, Ana Konularıyla Kur’ân (Mecmûu Fetevâ’dan naklen) s. 8
5- age. (Bâl-i Cibril’den naklen), aynı yer.
6- Sadık Kılıç, İslam’da Sembolik Dil, s. 189.
7- Rahman, İslam Geleceğinde Sağlık ve Tıp, s. 24.
8- Osman Keskioğlu, Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri,  s. 154
9-http://www.islammerkezi.com/ilmihal/kitaplaraiman;http://dinibilgiler.ravda.net/yahudimusluman (es-Süyûtî, Hasâis’den naklen); Osman Keskioğlu, Kur’an-ı Kerim Bilgileri, s. 323.
10-Harputî, Şerhu Kaside-i Bürde (Şeyhzâde Şerhi ile), s. 153-155

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 15:35

KİTAPLARA İMAN -3-

Kur’ân-ı Kerîm’in i’câzını ve eşsizliğini gerektiren özellikler:

1) Lafzen Mucizelik (Arapça Olması):
Yani Arapların kendi dillerinde, ama orijinal bir ifade, ilginç bir söz örgüsü (nazım) ve üslup özelliğiyle (özel söz dizimiyle) indirilmiştir (Şuarâ/192-195).1
Arapça’nın kendinde bulunan fonetiğinden (telaffuz kolaylığından)2  ve ifade zenginliğinin (üslubu, dili ve fesâhatı) gücünden faydalanarak şiirde, fesâhat ve belâğatta3  alabildiğine ileri gitmiş olan bir topluma Arapça lafızlarla, ama eşsiz bir anlatım tarzı ve muhteva güzelliği ile inen Kur’ân’ın, Arapları ve onların söz ustalarını âciz bırakması, lafzen mucizeliktir.
Yani Kur’ân Arapların anladıkları dilde (Arapça) nâzil olacak, onlar onu anlamaktan ve ona nazîre (bir benzerini) getirmekten âciz kalacaklar. İşte bu, Kur’ân’ın lafzen mucizeliğidir.4
Kur’ân’ın Arapça olma özelliğine bakarak onun evrensel ve tüm insanlığa hidâyet olarak gönderilmiş bir kitap olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Arap olmayan milletler de kendilerini böylece mazur sayamazlar. Bu iddiada bulunanların Kur’ân’ı gerçek anlamda kavrayamadıkları ortadadır. Şunu hemen ifade edelim ki, Kur’ân’ın tarif edilemez, diller üstü bir anlatım üslubu vardır. Onun dili o kadar tabiîdir ki, baş kulağı ile dinlenilse bile, ancak gönül kulağı ile anlaşılır. Herhangi bir ırkın, bir kavmin, bir kültürün, bir medeniyetin diline sığmayacak kadar üst bir dildir. Ne var ki, bir kitap evrensel bir kılavuz olması durumunda bile, belli bir dilin gramatikal kelime gruplarını kullanmak durumundadır. Böyle olmalı ki o dili konuşan insanlar, kitabın, ilk hedef kitle (çekirdek toplum) olarak, öğretilerini anlayabilsinler, mesaj ve direktiflerini diğer insanlara iletebilsinler (Fussilet/44). Bu harekete dair mesajın evrensel ölçüde yaygınlaşmasının tek tabiî biçimi budur.5
Kitab’ın, Peygamberin kendi toplumunun diliyle gönderilmesi, mesajlarının evrensel olmadığı anlamına gelmez. Zira mesajlarının umumîliği, risâletin getirdiği ilkelerin genel oluşuna bağlıdır; Peygamberin veya kitabın özel lisanına değil… Meselâ, Kur’ân’ın Arap-Acem ya da doğu-batı ayrımı yapmadan “Ey insanlar!” diye başlayan kuşatıcı ve kucaklayıcı hitabını ele alacak olursak, bu bile tek başına onun evrenselliğine kâfi gelmektedir. Kaldı ki Kur'ân bizzat kendisi evrenselliğini ilân ediyor ve şöyle buyuruyor "Kur'ân, âlemler için ancak bir öğüttür" (Yusuf/104).
Kezâ kitabın sadece yazıldığı dildeki kitlelere faydalı olabileceği iddiası da doğru değildir. Böyle bir iddianın doğru kabul edilmesi hâlinde, bütün bilim tarihinin de yanlış kabul edilmesi gerekir. Gene insanoğlunun bütün ortak tarihî ve kültürel değerleri, dil yüzünden evrensel olmaktan çıkıp, yalnızca bulunduğu ülkeye özgü kılınması ve tabiî ki bu değerleri koruma adına kurulan (UNESCO gibi) dünya bilim ve kültür örgütlerinin de inkâr edilmesi gerekir. Bu mantığa göre, uluslararası enformasyon ve iletişim araçları da reddedilmelidir. Bu durumda şu iki sorunun cevaplanması gerekir: 1- –Hâşâ- Noksanlığı Arapça olarak gelmiş olması mıdır ki, Kur’ân Araplara ve Arap Yarımadasına mahsus kılınmaya çalışılmaktadır? 2- Latince ya da İngilizce’ye tanınan tolerans neden Arapça’ya tanınmamaktadır?
Günümüzde Kur’ân mesajını iletmenin en güzel ve kestirme yolu, şimdilik internet teknolojisi ve uydu aracılığıyla enformasyon gözükmektedir. Korkunç bir iletişim ağının olduğu böylesine son model teknolojik platformda, dilinin Arapça oluşu bahanesiyle Kur’ân öğretilerine kulak tıkamanın ya da ona gönlünü açmamanın mazur görülecek hiçbir yanının olmayacağı açıktır.

2)Mânen Mucizelik:
Yani, Kur’ân lafızlarının birkaç muhtemel mânaya yorumlanabilmesine rağmen, gerçek anlam ve maksat boyutlarının kullar tarafından bilinememesi. Birçok kelimenin kullanış keyfiyetinin bizzat Peygamber (as) tarafından Araplara bildirilmesi bunun açık ispatıdır.6
Bu bağlamda merhum Elmalılı’nın bir mütâlaasını sunmak istiyorum: “Allâh kelâmında, mânalar üzerinde söz ve kelimeler, çekici bir yüzün gül renkli cildi gibi anlamlı ve psikolojik dokusuna ezelî bir bağla bağlıdır. İşte bu mucizevî özelliğinden dolayı Kur’ân, benzeri yazılamadığı gibi aynen tercüme de edilemiyor. İlk önce seçkin ifâde üslubu kayboluyor ve tercümeler çekici bir güzelliğin derisini yüzüp altındaki organlara cansız bir elbise geçirmek gibi oluyor.”7

3)Peygamberimize İnmiş Olması:
Çünkü Peygamberimiz (as) müşrikler arasında doğup büyüdü. Ümmî bir toplumda ümmî olarak büyüdüğü (Ankebût/48) ve hiçbir ilim tahsilinde bulunmadığı hâlde, O’na böylesi çok yönlü mucize/eşsiz bir Kitab’ın indirilmiş olması ayrı bir mucizedir.

4)Tevâtür8  Yoluyla Bize Kadar Nakledilmiş Olması.

5)En Son Kitap Olması (Hem mesaj hem de zaman ve mekân açısından genele hitap edişi):
Daha önceki ilahî patentli (kaynağının sağlamlığı ilkesi) dînler de kuşkusuz bildirdikleri mesaj itibariyle evrenseldiler. Ama hüküm ve mesajlarının kıyâmete kadar devam ederek, hiçbir ayrımcılık ve kutuplaşmaya meydan vermeden, tüm insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak olması (evrensel yeterliliği/tüm zaman ve mekânları kucaklayıcılığı), hayat kitabı olan Kur’ân’ın başat özelliklerindendir. XXI. asrın dîni olma misyonu her geçen gün daha da belirginleşen9  İslâm’ı fıtrî (beşerî), tabiî ve evrensel yapan, son ve en mükemmel ilahî dîn oluşu (Mâide/3); yani, kendi kendine yeterli olup hiçbir sistem ve ideolojinin alternatifi olmaması; kutsal kitabının ilk nâzil olduğu gibi korunuşu (her türlü müdâheleden berî oluşu); mesajlarındaki akıl ve mantığa aykırı bir hususun bulunmayışı; her sosyal konumdaki ve farklı kültür düzeyindeki insanın fıtrat ve mizacına uygun anlam katmanlarını, fon ve motifleri barındırıyor olması; emir ve yasaklarının insanın fizikî ve ruhî yapısını yıpratmayacak bir kıvamda oluşu… gibi özellikleridir.10  Nitekim, ünlü Alman şairi Goethe, “Kur’ân’ın benim rûhuma uygun bir havası var" derken11  yüce dînimiz ve onun mu’ciz Kitabı’nın, ana sütü gibi her seviyedeki insana uygun gıdalar sunduğunun farkında olmalıdır (tenezzülât-ı Kur’âniye).12

6)Te’lif Yönündeki Eşsizliği:
Yirmi yılı aşkın süre içinde, aralıklarla, parça parça (tedrîcen) nâzil olmasına rağmen âyet ve sûreler arasında eşsiz bir âhenk, insicâm ve tutarlılık vardır. 13

7)Nâsih Oluşu:
Kur’ân, kendisinden önce gelen semâvî kitapların hepsinin hükümlerini nesh etmiş, yürürlükten kaldırmış ve geçersiz hâle getirmiştir. Şu ânda tek geçerli semâvî ve ilâhî kitap Kur’ân’dır.

8)Tâbiat İlimlerine Temas ve İşarette Bulunması:14
Kur’ân, ilim, tecrübe ve akılla sâbit olan gerçeklere ve kanunlara aykırı olmaması itibariyle de mucizedir. Kaldı ki, ilim ve teknik   ilerledikçe Kur’ân daha iyi anlaşılarak tâzeliğini korumaktadır.

9)Geçmiş, Gelecek ve Hâl ile İlgili Gaybî Haberlerinin Gerçekleşmesi.
Bu üç çeşide:
a)Eski milletlerin haberleri.
b)Hz. Peygamber zamanında içyüzleri açığa vurularak maskeleri düşürülen münâfıkların durumu.
c)Bizanslıların İran’la yapacakları savaşta gâlip gelecekleri haberi, misâl olarak verilebilir.15

10)Müjdeci ve Uyarıcı Olması, Kendisine İnanan ve Uyan İnsanları Yüksek Ahlak Seviyesine Ulaştırması:
Yani, bu kitap bir hayâl ürünü, felsefî  doktrinler veya bir edebiyat kitabı değildir ki, inkâr edip etmemek arasında bir fark olmasın. Bu kitap, kendisine tâbi olanları güzel bir sonun, karşı koyanları ise korkunç bir âkıbetin beklediğini açık açık anlatmaktadır. Dolayısıyla böyle bir kitabı hafife almak için ancak bir ahmak olmak gerekir.

11)Bu Kitap Akıl Sahiplerine Hitap Eder:
Yani ondan sadece akıl sahibi olanlar, bir başka ifadeyle aklını kullanan muttakîler (Kur’ânî ölçülere riâyet edenler) yararlanabilir (Bakara/3). Pırlanta ile taş arasındaki farkı ayırt edemeyen birisi için pırlanta nasıl bir yarar sağlamazsa, aklı kıt kalbi bulanık ve rûhu hasta olan câhiller için bu kitap da bir yarar sağlamaz.16

“Acı bulur, ağzında tadı olmayan hasta
İçtiği suyu âb-ı hayat olsa da tasta”

Kur’ân’ın parça parça indirilmiş olmasının sebepleri:

1)Kur’ân’ın her kelimesinin Hz. Peygamber (as) ve diğer Müslümanlar tarafından ezberlenebilmesine imkân vermek. Çünkü ümmî bir Peygamber yine çoğunluğu ümmî (okuma yazma bilmeyen) kişilere iletiyor, mesaj kulaktan kulağa yayın yapılıyordu.

2)Kur’ân’ın tebliğ, telkin, emir ve tâlimatının herkesçe iyi bilinmesine ve hatırlanmasına imkân vermek.

3)Kur’ân’ın emrettiği hayat tarzını insanlar için câzibeli kılmak ve böylece aralarında iyice yerleştirmek (Furkan/32).

4)İslâmî hareketin emekleme devresinde Hak ile bâtıl arasındaki savaş çetin bir şekilde devam ediyordu. Bunlar çok zor ve çileli günlerdi ve İslâmiyet’e henüz girmiş olanlardan bazılarının sürekli olarak teselli edilmesi ve bütün muhalefetlere karşı direnmelerini sağlamak gerekiyordu. Bu şartlarda Allâh tarafından bir defada gâyet hacimli bir kelâm grubunun gelmesi yerine, zamana ve olaylara bağlı olarak kısa ve tedricî vahiylerin gelmesi daha uygun ve pedagojik yararı hâizdi.


1- “Allâh Teâlâ, Kitabını Arapların diliyle indirmiştir, yoksa Arapların mânalarıyla indirmemiştir.” Yıldırım, Peygamberimizin Kur’an Tefsiri, s. 39. Zira birçok kelimenin kullanış keyfiyeti, Peygamber (a.s.) kendilerine bildirmeden önce, Araplarca bilinmemekteydi.
2-Çünkü Arapçada, sadece dört sesli harf kullanır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanan bir dil olması bakımından da dünyanın en kolay telâffuz edilebilen bir dilidir. Çünkü bir dilin telâffuzundaki zorluk, o dildeki sesli harflerin çokluğu ile ölçülür. Bilindiği gibi Türkçede sekiz sesli harf vardır. İngilizce ve Fransızca'da sesli harflerin sayısı 10'ün üstündedir. Diğer dünya dilleri de yedi, sekiz sesliden daha az değildir. Halbuki Arapça'da (A, E, İ ve U) olmak üzere yalnız dört sesli harf vardır, bunlar da, hemen hemen bütün dillerde bulunan ve en çok kullanılan seslilerdir. Bu itibarla bir Arap, başka bir dili öğrenmek ve iyi konuşabilmek için aslında kendi ana dilinde olmayan bazı sesleri de öğrenmek ve kendini bu seslere alıştırmak zorundadır. Hâlbuki aslen Arap olmayan biri, Arapçadaki seslere intibak bakımından hiçbir zorlukla karşı karşıya kalmayacaktır. Çünkü zaten Arapçadaki sesler, kendi dilinde de en çok kullanılan ana seslerdir. Kur'an-ı Kerîm'in namazda aslından okunması lüzumu ve bunun Arap olmayan diğer Müslümanlar için de bir farz olduğu düşünülürse, Kur'an'ın Arapça olması ile diğer Müslüman milletlere nasıl bir kolaylık sağlandığı ve İslâmiyetin neden cihanşümûl bir dîn olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerîm'i Arapça indirmekle, sadece anlaşılmak bakımından da en fazla kolaylık sağlayan bir dil seçmiştir: Çünkü, "Allâh size kolaylık diler, zorluk dilemez.." (Bakara/ 186). Bak. http://dinibilgiler.ravda.net/include. php?path=ilmihal/itikad/kitaplar. (Emin Işık, Kur'ân'ın Getirdiği adlı kitaptan).    
3- Fesâhat: Dil serbestliği, üslup akıcılığı; her türlü kapalılık, hata, lehçe bozukluğu ve telaffuz güçlüğü gibi eksikliklerden sâlim olmak, kısaca doğru ve hatasız söz söyleme demektir. Belâğat: Kelâmın doğru ve hatasız söylenmesi yanında, muktezâ-yı hâle uygun (yerinde ve adamına göre) olması. Hâl ve zâhirin gereğine göre, dil kurallarına uygun bir tarzda lafızların dizayn edilmesi. Bak. Hacımüftüoğlu İ’câz ve Belâğat Deyimleri, s. 12, 56, 114.
4-“Lafzan“ demek, “hat ve imlâ yönüyle” demek değildir. Bu yanlıştan hareketle Kur’ân’ın ahkâmı ve ameliyle ilgilenmeyenlerin, rakamsal (numerical) değerleri kullanıp ondan bir takım keyfî ve sübjektif anlamlar çıkararak bu yolla mucize aramalarının hiçbir ilmî ve tutarlı yanı yoktur. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, tek tek kelime olarak değil, onu mu’ciz kılan nazm (sentaks, üslup ilişkisi; âyetleri oluşturan harf ve kelimelerin şaşırtıcı biçimdeki örgüsü; dil, fesâhat ve belâğat kurallarına göre tertip ve dizaynı) ve mâna yönünden ilahîdir. Ancak, beşer idrâkine uygun olarak ses ve harfle ifade edilmiş ve dünya dillerinden birine çevrilmiş olması, onun kelâm-ı ilahî olmasına engel teşkil etmez. Çünkü onda, Allâh’ın zâtı ile kaim olan kelâma delâlet ettiğinden, başka sözlerde bulunmayan mâna özellikleri mevcuttur. Yazımı ise, insan (vahiy kâtipleri) elinden çıktığı için, hat ve imlâ yönünden ilahî değildir.
5- Bak. Mevdudî, Tefhîm, c. 2, s. 441, c. 5, s. 177, 543; Akseki, İslam Dini., s. 81
6-Bak. Yıldırım, Peygamberimizin Kur’an Tefsiri., s. 39.
7-Elmalılı, Kur’an Dili. (sad), c. 1, s. 41-42
8-Tevâtür: İçinde yalan ihtimali olmayan ve bir cemaata dayanan kuvvetli haber, ferdî olmayıp cemaata ait olan sağlam haber (Abdullâh Yeğin, Yeni Lügat).
9-Hıristiyanlık Avrupa’da her geçen gün kan kaybedip dururken (Zaman Gazetesi, 12 Nisan, 1994), 11 Eylül olaylarından sonra İslâm’a duyulan alâka, onu yeryüzünün birinci büyük dîni ve yükselen değeri konumuna getirmiştir (Mehmet S. Aydın, Zaman Gazetesi, 05 Kasım, 2001), Aktüel, 1 Nisan, 1999); Ayrıca Der Spiegel dergisinde yayınlanan harita için bak. www. Islam’ın Yükselişi. com.
10-Bu konudaki değerlendirmeler için bak. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslâm Vahyi (çev. Mehmet S. Aydın), Ank.-1982; Günümüzde İslâm ve Hristiyanlık (çev. Turan Koç), İst.-1991; el-Kardavî, Müslümanın Temel Kültürü, s. 18-22; Muhittin Akgül, Kur'an'ın Evrenselliği 1, Yeni Ümit, Sayı: 52, 2001
11- http://www.karakalem.net. Kur'ân-ı Kerîm hakkındaki övgüleri için bak. Bayram Yılmaz, Goethe ve İslamiyet, s. 42, 92-93
12- Bk. Sadık Kılıç, İslam’da Sembolik Dil, s. 36
13- Bak. Ali Turgut, Tefsir Usulü ve Kaynakları, s. 166.
14- age., s. 166
15-age., s. 167; Hacımüftüoğlu, age., s. 144.
16-Mevdudî, age., aynı yer; Ayrıca bak. Mevdudî, Hz.Peygamberin Hayatı, c. 2, s. 448-453

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 29 Nisan 2014 13:52

KİTAPLARA İMAN -2-

b)Birbirini Tutmayan Nüshalar

Atlamadan ifade edelim ki, Tevrat’ın nihaî şeklini alması, Hz. Mûsâ’dan yaklaşık on üç asır sonra miladî I. yy.’da gerçekleşebilmiştir. Yahudilerin Tevrat eksenli kutsal kitap külliyâtı, Tanah (yazılı dinî edebiyat) ve Talmut (sözlü dinî edebiyat) şeklinde ikiye ayrılır. Tanah, Hırıstiyanlarca Eski Ahit diye anılır. Bunlar da, birbiriyle çelişik ayrı ayrı bölümlerden oluşur. İncil’in ise Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adlı adamların isimleriyle anılan ve bir nevi kendi hatıralarının yazılıp sergilendiği dört nüshası vardır.1    

Bu İncil’lerin, Hz.İsâ’dan en az 30 sene2  sonra yazıldığı tarihen sâbit ve Hz.İsâ’nın hayatından bahseden çelişkilerle dolu3  olan birer siyer veya kurgusal biyografi kitabı (günlük) niteliğinde olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.4

Bu İncil’lerde Hz.İsâ’nın İbnullâh (-hâşâ- Allâh’ın oğlu demektir) olduğundan ve Hz. Adem’den kalma bir günahtan (aslî suç, orijinal günah) dolayı beşeriyeti kurtarmak için kendisini fedâ etmesi gibi bahisler işlenmiştir. Ayrıca, peygamberlere zina iftiralarında5  bulunan ipe sapa gelmez saçmalıklara yer verilmiş, peygamberlerin, hanımlarının hatırı için puta taptıklarını iddia etmek gibi peygamberlik ismetine aykırı çirkin sözler, hurafeler ve daha nice utanmazlıklar konu edilmiştir.

Kaldı ki, bugünkü İncil’de 50 bin hatanın varlığını son yıllarda Amerika’da yayınlanan bir mecmuada Hıristiyanlar bizzat itiraf etmişlerdir.6

Bir de Barnaba İncili vardır ki, bu beşinci İncil’i kilise kanonik İnciller’den ayırarak (apokrif / uydurma kabul ederek) yasaklamış, elde mevcut nüshaları yaktıktan sonra, yanında bulunduranları da, Allâh’ın rıza ve affından mahrum olmakla tehdit etmiştir. Çünkü bu İncil nüshası, Hz.İsâ’nın getirdiği hakikî mesajını ihtiva etmekte (meselâ domuz etinin haram oluşu), teslis ve enkarnasyonu (ilâhî kelâmın ete kemiğe bürünmesi, İsâ’nın tanrılığı) reddetmekte, Hz. Peygamber’in nübüvvetini müjdelemektedir. Gene bu İncil, İsâ’ya Allâh’ın oğlu diyenlerin lânetleneceğini haber vermektedir.7

Müslüman’ın diğer kutsal kitaplar karşısındaki tutumu ne olmalıdır?

Şunu hemen ifade edelim ki, kutsal kitapların bozulmamış asıl nüshaları bugün elimizde mevcut değildir. Bu durumda bir Müslüman’ın yapması gereken şey, bu kitaplara Allâh’ın indirdiği şekilde, asıllarına inanıp, ancak asıllarının Allâh katından Hz. Mûsâ, Dâvud ve İsâ’ya indirilmiş kitaplar olduğunu tasdik etmektir. Şayet mevcut Tevrat, Zebur ve İncil nüshalarından bir bilgi aktarılırsa, izleyeceğimiz yol şöyle olmalıdır: Bu bilgi Kur’ân-ı Kerîm ve sahih hadîslerde geçiyorsa kabul ederiz.8  Âyet ve hadîslere zıt ise, bu tarz bilgileri kabul etmez, inkâr yönüne gideriz. Eğer bize aktarılan bilgi âyet ve hadîslerde geçmiyor ise, İslâm’ın itikâd, amel ve ahlâk esaslarına aykırı da bulunmuyorsa, o zaman bu konuda söz söylemekten kaçınır, gerçeği ancak Allâh’ın bileceğini söyleriz. Eğer bu tip bir bilgiyi kabul edecek olursak, bu bilginin önceki kutsal kitaplarda bulunmama; reddedecek olursak, bulunma ihtimali vardır. Bu sebeple susmak, bu konuda nötr kalmak en iyisidir. Nihayet bu konuda Hz. Peygamber’in (as) şu buyruğunu hatırda tutmamız gerekir: “Ehl-i Kitâb’ı ne tasdik edin, ne de yalanlayın.” 9

1- Mevdudî, age., s. 99
2-Tümer, age., s. 258.
3-Tevrat ve İncil’deki çelişkiler için bak. Bekir Karlığa, Hadîslerle Kur’ân Tefsiri (İbn Kesir), Çağrı Yay., c. 1, s. 246-267; Ayrıca bak. Tümer, age., s. 203; DİA, c.11, s. 382
4-Bak. Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s. 272; Akseki, age., s. 126; DİA., c. 26, s. 412-13
5-Yahudilerin peygamberlerine yaptıkları iftiralar için bak. Çıkış: 3/21, 22; 12/35; 32/1-6; Tekvin, 6/6.
6- Bak. Zaman Gazetesi, 21 Ağst. 1991
7- Muhammed Kutup, İslâm Etrafında Şüpheler, s. 219; Ayrıca bak. Mevdudî, age., c. 2, s. 101; Ayrıntı için bak. DİA., c. 5, s. 76-81; c. 9, s. 507. El’ân Hıristiyanların ellerindeki İncil nüshalarında ‘tesellici’, ‘hakikat rûhu’ (Yuhanna, 16/8-16) diye tercüme edilen ‘Faraklit’ bire bir ‘Ahmed’ (Saf/6) kelimesine tekabül etmektedir. Bak.Muhammed Hamidullah, Le Saint Coran, 739. Hinduizm’in kutsal kitapları olan Vedalar´da Peygamberimize işaret eden ifadeler için bak. DİA, c. 9, s. 224; Muhammed isminin Tevrat’ta geçtiğine dair bak. İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd(trc.), c.1,s. 117
8- Nitekim Enbiyâ/105 âyetine benzer bir ifade Mezmurlar’da da vardır (Mezmur, 37/92)
9-Bak. İbn Hacer, Fetevâ’l-Hadîsiye, 226-27; el-Akk, age., s. 132; Kılavuz, Ana Hatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelâm’a Giriş, s. 171

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2011 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort