Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 22 Ocak 2014 14:44

NURETTİN TOPÇU

Bir aylık aranın ardından yakın dönem edebiyatımıza damgasını vurmuş, hem Müslüman kimlikleri ile ön plana çıkmış hem de milliyet bilinci açısından köklerine sımsıkı bağlı isimlerin hayatlarını yazmaya devam ediyoruz.

Evet, Müslüman olmak ve bu şuurla hareket edebilmek ne güzel bir şeydir.  Çünkü insan Allah’ın kitabını eline alıp, adeta yön gösterici bir pusula gibi onun gösterdiği dosdoğru yol üzere hareket etmeye gayret ederse her şeyi kararınca yapar ve ondan istifade eder. Milli benliğine bağlı olmanın gerekliliğini bilir ama asla ırkçılık yapmaz. Sanatla, edebiyatla uğraşır fakat bunları Allah’a isyan aracı olarak değil, aksine Allah’ın varlığını ve üzerimizdeki yegâne kuvvet oluşunu izhar edebilmede elinden geleni ortaya koymak adına yapar.

Aslen Erzurumludur. Dedesi Osman Efendi Erzurum’un Ruslar tarafından işgali sırasında Osmanlı ordusunda topçu olarak görev yapmıştır. Bugün kullandıkları “Topçu” soyadı buradan gelmektedir. Osman Efendi’nin vefatı üzerine, ailenin tek çocuğu olan Ahmet Bey (babası) çok genç yaşlarda ticaretle uğraşmaya başlar. Kısa sürede işlerini büyütür ve İstanbul’a göç edip ticaretini burada devam ettirme kararını alır. İşte, Nurettin Topçu 1909 yılında Süleymanye’deki evlerinde dünyaya gelir.

O zamanın eğitim sistemine uygun olarak altı yaşında, Bezmiâlem Valide Sultan Mektebi'nin ana kısmına yazılır. Burayı bitirdikten sonra Büyük Reşit Paşa Numune Mektebine verilir. Mektebi birincilikle bitirir. Daha sonraki yıllarda Vefa İdadisi'ne devam eder. Burada da sınıflarını birincilikle geçer. Son sınıfta, öğrencileri sınıfta bırakmasıyla meşhur olmuş ve “sıfırcı” lakabıyla nam salmış Arapça hocası Salih Bey’in dersinden kalınca lise öğrenimini İstanbul Lisesi’nde tamamlamış ve edebiyat bölümünü pekiyi derece ile bitirerek mezun olmuştur.
Liseden mezun olduktan sonra Avrupa’da tahsil görebilmek için imtihanlara girer ve kazanır. Paris’te hem daha önce oraya gitmiş Türk yazarlarla hem de savundukları fikirleri ile seslerini dünyaya duyurmuş yabancı isimlerle görüşme fırsatı yakalar. İlk yazı denemeleri de bu tarihlere rastlar. Burada, psikoloji sertifikasını verir. İki sene sonra Strazbourg'a geçer. Üniversitede felsefe tahsil eder. Ayrıca sanat tarihi lisansı da yapar.

Türkiye ile alakasını da kesmemeye özen gösterir. Babasının vefatından sonra büyük fedakârlıklarda bulunan ve kendi okulunu bırakma pahasına da olsa ailesinin geçimini üstlenen ağabeyi Hayrettin Beyi de yanına alır. Topçu’nun Avrupa’daki hayatı, daha önce bu sayfada kendilerine yer verdiğimiz yahut çeşitli vesilelerle hayatlarını inceleme fırsatı bulduğumuz isimlerin çoğundan farklıdır. Çünkü o dönemler bizden, çeşitli vesilelerle Avrupa’ya ilim tahsili için kim gitti ise orada, ya zevk ü sefa içinde yıllarını geçirmiş ya da bohem hayatı yaşamış, hâsılı orada bulunma gayeleri olan eğitimlerini hep ikinci sıraya atmışlardır. Ancak Nurettin Topçu’nun durumu diğerleri gibi olmamış, aksine oradaki hayatı okul, ev ve kütüphane arasında geçmiştir. Bu arada hafta sonu tatillerini de değerlendirmeyi ihmal etmez. Çevresinde bulunan derneklere gidip gelerek oradaki tanınmış simalarla fikir alışverişinde bulunur.

Strazbourg'da doktorasını hazırlayan Topçu, Sorbon'a gider, doktorasını verir: "Conformisme et révolte (Konformizm ve isyanı)". Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencisidir. Bu tez Paris'te kitap halinde yayımlanır (Paris 1934). 1990 yılında da tıpkı baskısı Kültür Bakanlığı'nca Ankara'da yapılır.

1934'de yurda döner. Galatasaray Lisesi'nde felsefe öğretmeni olarak görev alır. Burada okul müdürünün çifte standart içeren bazı uygulamalarının karşısında durduğu için İzmir’e tayini çıkattırılır.

Nurettin Topçu, adıyla özdeşleşen Hareket Dergisi'ni İzmir'de bulunduğu yıllarda yayımlamaya başlar. Dergi İstanbul'da basılır. Bu dergide makineleşme ve teknik gelişmeler karşısında hareketsiz kalmayıp onlara her şeyiyle meyleden insanların bu tip faktörlere uyarak değil de sadece aslına dönüşle rahata erebileceğini savundu. Batıdan ithal edilen ve ne idüğü belirsiz “izm” lerin karşısında tavır almış ve insanın kalbine gereken değeri vermeden akılcılığın bile fayda vermeyeceğini dillendirmeye çalışmıştır. Hareket'te yayınlanan "Çalgıcılar yine toplandı" isimli yazıdan dolayı açılan soruşturma üzerine Denizli'ye sürgün edilir. Denizli'de bulunduğu yıllarda Said-i Nursi ile tanışır, o sırada yapılan mahkemelerini takip eder. Daha sonra Haydarpaşa Lisesi'ne tayin edilir. Bir müddet sonra da Vefa Lisesi'ne geçer. 27 Mayıs 1960'a kadar uzun yıllar Robert Kolej'nde tarih dersi okuttu. 27 Mayıs'tan sonra devrim aleyhtarı bulunarak buradaki görevine son verildi.

Çocukluk arkadaşı Sırrı Bey vasıtayısla devrin manevi büyüklerinden Hasib ve Abdülaziz Efendilerle tanışan Topçu, bu kişilerden oldukça etkilenir ve Nakşibendî şeyhî Abdülaziz Bekkine Efendi'ye intisab eder. Topçu, Celâl Hoca (Celâl Ökten)dan da İslâmî ilimler yönünden faydalanır.

Daha sonra İmam-Hatip okullarının kuruluşu sırasında Celâl Hoca ile mesaî arkadaşlığı yaptı. Son olarak İstanbul Lisesi'ne tayin olunan Topçu buradaki görevinden 1974 yılında emekli oldu. Fikri faaliyetlerini Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Cemiyeti, Milliyetçiler Derneği ve Türkiye Milliyetçiler Derneği'nde sürdürdü.

1975 yılının Nisan ayında hastalandı. Hastalığının teşhisinde güçlük çekildi. Pankreas kanserine yakalandığı ameliyatta belli oldu. Topçu, 10 Temmuz 1975'te vefat etti. Fatih Camii’nde kılınan namazdan sonra Topkapı'da Kozlu Kabristanı’na defnedildi.

Nurettin Topçu, değişen toplum yapımızı da batılılaşma karşısında, inancımızı ve tarihimizi savunurken, kapitalist ve komünist iki kamp arasında cemaatçi bir nizamın zaruretini öngören "yeni nizam"ın ana hatlarını çizdi. Daha önceki dönemlerde ileri sürdüğü düşünceleri, bütün fikrî altyapısıyla yeniden ve kuvvetle ortaya koydu. İslâmiyet’in, bu Allah'ın insanlar için seçtiği nizamın, cemaatçi yönünü cesaretle belirtti. Yayımlanmış eserlerini şöyle sıralamak mümkündür:

İsyan Ahlâkı, Yarınki Türkiye, İslam ve İnsan, Ahlâk Nizamı, İradenin Davası, Mehmed Âkif, Felsefe, Büyük Fetih, Bergson, Amerikan Mektupları Düşünen Adam Aranızda, Ahlak, Devlet ve Demokrasi, Sosyoloji, Millet Mistikleri, Psikoloji, Mantık, Mevlana ve Tasavvuf, Reha, Kültür ve Medeniyet, Taşralı, Varoluş Felsefesi Hareket Felsefesi, Var Olmak, Türkiyenin Maarif Davası…

Bu ayki yazımız hazırlanırken biyografi.net ve wikipedia.org adlı sitelerden istifade edilmiştir. Emeği geçen arkadaşlara teşekkürü borç biliriz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 20 Ocak 2014 14:33

MUSTAFA ASIM KÖKSAL

 

Allah olmasaydı Muhammed olmazdı
Muhammed olmasaydı Allah bilinmezdi
Hâce Hazretleri (ks)


Allah’a hamdolsun ki geçmişe baktığımızda bu din-i mübînin bizlere muteber kaynaklardan temiz, pak ve bozulmamış şekliyle ulaşması için çaba sarf eden, hayatlarını Allah ve Resûlü’ne adamış birçok değerli insan görmekteyiz. Belki bunlar saymakla bitirilemez fakat biz bu ayki yazımızda merhum Mustafa Asım Köksal’ı anmaya çalışacağız.

Kayseri’nin Develi ilçesinde başlayıp Ankara’da son bulan bir hayat. Ama öyle bir hayat ki Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabını tanımaya, tanıtmaya ve bildiği kadarıyla da onlara tabi olmaya adanan koskoca seksen beş sene…

İlköğrenimine Kayseri’de başlar ve önce Develi Müftüsü İzzet Efendi’nin rahlesine diz çöker. Ailesinin Ankara’ya göç etmesinin ardından burada bulunan ve Kerkük ulemasında bir zat olan Muhammed Efendi’nin öğrencisi oldu.
Ancak asıl eğitimini daima önünü aydınlatan ve ona yeni ufuklar çizen, kimi zaman da telkinleriye onu gayrete getiren İskilipli, İbrahim Edhem Gerçekoğlu Hocaefendi’den almıştır. Kendilerine on iki yıl hizmet etmişler. Hatta o kadar ki, hocalarının zor durumlarında bile yanlarından ayrılmayarak daima onunla beraber olmuş, kendi oturduğu binanın bir katını da efendilerine tahsis etmiş ve uzun yıllarını çok sevdiği bu insanla birlikte geçirmişlerdir.

Merhumun en bilinen eseri “İslam Tarihi Peygamberler Peygamberi Hazreti Muhammed Aleyhi’s-selam ve İslamiyet” tir. Bu çalışma 1964-1998 yılları arasında yapılmış ve büyük bir özverinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İslam Dininin bütün ana kaynaklarına dayanarak yazılmış bu eser, okuyucuya “En Güzel Örnek” olarak gönderilen Efendimiz’in yanı başında, ashabıyla beraber olarak yaşıyormuş hissi vermektedir. Asım Köksal, ilk baskısı on sekiz cilt olarak yayımlanan eserini ömrünün son dönemlerinde tekrar gözden geçirme fırsatı bulmuş ve bazı ekleme ve çıkarmalar yapmıştır. Bu sayede zamanla eline geçen bazı yeni bilgileri eserine ekleme ve çok uzun olan kimi bölümleri de kısaltma fırsatı yakalayabilmiştir.  

Kendisinden edinilen bilgiye göre İtalyan müsteşriklerinden Kaetani’nin İslam Tarihi adlı kitabı bir reddiye yazmasına, bu reddiye de onun “Peygamberler Peygamberi Hazreti Muhammed Aleyhi’s-Selam ve İslamiyet” adlı eserini yazmasına vesile olmuştur. Kaetani’nin Efendimiz’e (sallallahu aleyhi ve sellem)  yönelttiği asılsız suçlamaları, merhumun çok üzülmesine sebep olmuş ve ona karşı çıkıp yalanlarını Müslümanlara gösterebilmeyi adeta kendisine vazife bilmiştir. Hatta bazen bu işin kendisine çok ağır gelmesinden şikâyette de bulunmuş ama çalışmasını, şeyhi İbrahim Efendi’nin telkinleri ve himmetleri ile tamamlamaya muvaffak olmuştur. Kaetani’nin bu sahte tarihine karşı yine dönemin önemli fikir adamlarından Babanzade namıyla meşhur Ahmed Naim Efendi, Sadreddin ve Yusuf Ziya Beylerde yazdıkları makalelerle karşı görüşlerini bildirmişlerdir.

1933 senesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nda memuriyet hayatına başlayan Asım Köksal, çeşitli kademelerde yaptığı ve otuz bir yıl süren bu görevinden İslam Tarihi adlı eseri yazabilmek için emekli olmuştur. Çünkü O’nun (Aleyhi’s-Selam) tanınması yazımıza ser levha yaptığımız beyitte Hâce Hazretleri’nin de buyurduğu gibi Allah’ın tanınması ve insanın kendisinden bekleneni kâmilen yerine getirmesine en büyük yardımcı olacaktır şüphesiz. İşte kendisi de bu hakikatin farkına varmış ve bu yüce dine ancak ona uyarak tabi olunabileceği gerçeğini görmüş ve ömrünün en güzel yıllarını bu işe adamıştır. Kendi ifadesiyle Mehmet Akif’in rüyasını yerine getirmiştir. Bunca uğraşın bir semeresi olarak da bu alanda verilen en büyük ödüllerden birisi olan Pakistan sîret ödülünü 1983 yılında kazanmıştır. Ayrıca 1995 yılında da Türkiye Yazarlar  Birliği tarafından yılın kültür adamı seçilmiştir.

Eser yurdumuzda bu alanda kendisini kabul ettirmiş ve tanınmış isimler tarafından da büyük bir sevinç ve takdirle karşılanmış, müellifinin bu sahada büyük bir boşluğu doldurduğu ifade edilmiştir. Mesela Mahmut Toptaş Hoca eserle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapıyor: “Cumhuriyet döneminde yazılan en önemli dört eser say deseler ben; 1- Elmalılı merhumun tefsiri, 2- Ahmed Naim ile Kâmil Miras`ın Sahih-i Buharî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, 3- Ömer Nasuhi Bilmen`in Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, 4-Âsım Köksal`ın İslâm Tarihi derim.”

Kendisiyle ilgili diğer bir değerlendirme de Kaynak Yayınları’ndan çıkan  `Mustafa Asım Köksal` kitabın yazarı Cüneyt Köksal’dan: “Köksal`ın hayatı Peygambere adanmış bir ömür olarak nitelenebilir. İsmi, en geniş sîret kitabı olan ‘İslam Tarihi’ ile özdeşleşti. Ömrünü Resûlullah`ı anlayıp anlatmaya adanmışlığı, akademik titizlik ve ısrarı, yılmaz bir gayretin ne demek olduğunu bi’l-fiil gösterdi. İlmî şahsiyet dışında sahip olduğu ahlakî olgunluk sebebiyle Türkiye Müslümanlarının son devirde güvendikleri ve başvurdukları bir İslam âlimi konumunda bulundu. Köksal, son 34 yılında sürekli eser yazarak münzevi bir şekilde yaşamıştı.”

Bu güne kadar kaleme aldığı eserleri şunlardır:
İslam Tarihi-Hz Muhammed Aleyhi’s-Selam ve İslamiyet (18 cilt), Hz. Hüseyin ve Kerbela Faciası, Peygamberler Tarihi, Gençlere Din Kılavuzu, Tevbe, Reddiye (Caetani'nin İslam Tarihi’ne), Peygamberler (manzum), Peygamberimiz (manzum bir sîret), Sohbetler, Armağan, Ezanlar, Bir Amerikalının 23 sorusuna cevap, Türkçe Ezan Meselesi, Şeyh Beddettin (basılmamıştır), Şeyh Ahmed Kuddusî hayatı, mesleği, üstün kişiliği ve eserleri ve İslam İlmihali.

Seksen beş yıllık ömrüne on altı değerli eser sığdırmış ve ömrü boyunca Efendimiz’in ve “Gökteki yıldızlar” olarak vasıflandırdığı ashabının izinden yürümeye çalışmış Mustafa Asım Köksal, 20 Kasım 1998 günü, Cuma namazına giderken beyin kanaması neticesinde hastaneye kaldırıldı. Sekiz gün süren bir uğraş sonucu kurtarılamayarak 28 Kasım 1998 tarihinde vefat etti. Kabri Abdulhakim Arvasî’nin de medfun bulunduğu Keçiören-Bağlum kabristanında bulunmaktadır. Allah rahmet eylesin.

Bu ayki yazımızı hazırlarken; wikipedia.org, hayrettinkaraman.net, bağlum.com, kimkimdir.gen.tr ve özellikle de Vakit gazetesinin merhumun vefatının 10. Yılı sebebiyle yayımlamış olduğu haberinden istifade etmiş bulunmaktayız. Cenab-ı Hak emeği geçenlerden razı olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 13 Ocak 2014 14:36

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR

 

Sensin ol bahr-i hakem dalgalanır leyl ü nehar
Fezyalır medrese-i dâhil ü sâhil Hamdi

Sen idin Sa’d-i zaman İbn-i Kemal-i devran
Gösterilsin sana ger varsa mümâsil Hamdi

Seni görseydi Gazâlî der idi bî şüphe
Aferin ey müteferrid mütekemmil Hamdi


Başlığı okuyan hemen herkesin aklına elbette ki Hamdi Efendi’nin şüphesiz en büyük eseri olan “Hak Dîni Kur’ân Dili” adlı, bugün dahi sahasında itibarını ve geçerliliğini koruyan muazzam tefsiri gelmiştir. Allah’ımıza hamdolsun ki inanlar tarafından hem bu güzel çalışma hem de müellifi merhum Hamdi Efendi ve onun gibi bu din-i mübine hizmetle şereflenenler unutulmamış ve el-an hayırla yad edilmektedir.

Numan Efendi ve Fatma Hanım’ın oğulları olan Elmalılı Hamdi Yazır, 1878 yılında Antalya’nın Elmalı kazansında dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini doğduğu muhitte tamamladı. Hafızlığını tamamlayıp babasından ve yöredeki müderrislerden bir tanesi olan sofu İbrahim Efendi’den temel İslami bilgileri öğrendi. Bu eğitimini daha ileri derecelere taşımak arzusuyla genç yaşta dayısı ile birlikte İstanbul’a geldi. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’nin Bayezid Camii’ndeki derslerine devam etmeye başladı ve hocası Hamdi Efendi’den icâzetname[=diploma-izin] alarak mezun oldu.

Daha sonra Mekteb-i Nuvvâb’a devam etti. Buradan da birincilikle mezun olup kadılık belgesi aldı. İstanbul’a gelişinin üzerinden henüz on sene geçmesine rağmen ilk ders aldığı Bayezid Camii’nde 1905’te ders vermeye başladı. Ancak bunlarla da yetinmemiş ve bir taraftan o zamanın, sahalarında uzman olan isimlerinden felsefe, edebiyat, matematik dersleri alırken diğer taraftan da güzel sanatla ilgilenmiş, en ünlü hattatlardan dersler almıştır. Yani kendisini tam bir İslam münevveri olarak yetiştirmiş, imkânları el verdiği ölçüde istifade edebileceği her şeyle meşgul olmuştur.

Devlet kademesinde de çeşitli vazifelerde bulunmuştur. 1906’da Meşîhat (şeyhülislamlık) Mektûbî Kalemi’nde memurluğa tayin edilmiş, aynı zamanda o zamanın siyasal bilgiler fakültesinde vakıflar hukuku, vaizlerin yetiştirildiği medresede fıkıh ve Süleymaniye Medresesi’nde de mantık dersleri okutmuştur.

O devrin şartları gereği, eskilerin tabiriyle, mürekkep yalamış, gerek aldığı eğitimle gerek kendi gayretiyle belli bir seviyeye gelmiş herkes hangi çevreden olursa olsun birden fazla sahada iskân edilmekte nerede bulunması gerekiyorsa o alanda çalışmaktaydı. Hamdi Efendi’de çeşitli devlet memurlukları, müderrislik gibi vazifelerden sonra II. Meşrutiyet’in ilanından sonra kurulan Meclis-i Mesbûsân’a Antalya mebusu olarak girdi. 1918 yılında Darü’l-Hikmeti’lİslamiyye (Şeyhülislamlığa bağlı Yüksek Müşavere Heyeti) azalığına bir yıl sonrada bu kurumun başkanlığına getirildi. Damat Ferit Paşa’nın kurduğu iki hükümette de Vakıflar Bakanlığı (Evkaf Nazırlığı)’nı üstlendi. Aynı yıl Ayan Meclisi üyeliğine seçildi.

Arapça ile Farsçaya şiir yazabilecek kadar vâkıf olan Hamdi Efendi, yazılarını sadece Türkçe yazmıştır. Bunun yanında bir felsefe tarihi tercümesi yapacak kadar da Fransızca bildiği ve çevirdiği bu eseri "El-metâlib ve'l-mezâhib" adıyla yayımladığı bilinmektedir. Yapmış olduğu bu çeviriden de anlaşılacağı gibi felsefe bilimi ile de yakından ilgilenmiştir. Filozofların salt akıl yolu ile ulaşacakları bilginin tam manasıyla sıhhatli olamayacağını savunmuş ve hakiki doğrunun ancak akıl ile imanın birleşmesiyle ortaya çıkacağını savunmuştur. Çünkü bizim inancımıza göre akıl tek başına kınından çıkarılmış bir kılıç gibidir. Eğer neresinden tutacağınızı bilmezseniz önce kendinize zarar verirsiniz. Onu doğru yani istenilen şekliyle kullanma şuuruna da ancak imanla müşerref bir kalb vakıf olabilir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra tekrar asıl mesleğine dönmüş, eğitimci kişiliğine yeniden kavuşmuştur. Medresetü’l-Mutahassisîn denilen kurumda yani şimdiki tabirle lisansüstü eğitim veren bir okulda mantık ders vermeye başladı. Lakin bu seferde talihsiz bir hadise peşini bırakmaz. Damat Ferit Paşa kabinesinde görev yaptığı için bu hükümetin milli mücadele aleyhindeki eylemlerinden o da sorumlu tutuldu. Gıyabında bir de idam kararı çıkarıldı. Ankara’daki İstiklal Mahkemelerince suçsuzluğu tespit edilerek aklandı.

Bu olaydan sonra evinde adeta inzivaya çekilen Hamdi Yazır, Abbas Halim Paşa’nın ricası üzerine Büyük İslam Hukuku Kamusu adlı bir eser üzerinde çalışmakta ve vakit namazları için camiye gidip gelmektedir. Diyanet İşleri Bakanlığı kendisinden bir tefsir yazmasını rica edince bu çalışmasını yarıda bırakmak zorunda kalmıştır.

Eser üzerinde çalışırken bir de Diyanet İşleri’nce Mehmed Âkif’e verilen ancak Âkif’in çeşitli kaygılarla teslim etmediği meal çalışması da merhuma kalmıştır. “Bu durumda Elmalılı Hamdi Bey’e eserine bir de tercüme ilavesi gerekmiştir. Bu işin hazrete kadar büyük bir zahmet verdiğini hem tercümeden hemde mukaddimesinin ‘Terceme’ başlıklı bölümünden anlamak zor değil. Ancak eserin ilk ciltlerindeki teferruat, vü’at [=genişlik], mütebahhirliğin [=deniz gibi geniş ve engin olan] ortalara doğru nasıl kaybolduğu fark ediliyor. Sanki bir zaman sonra Hoca’ya, kaldıramayacağı bir yük olmuş gibidir.” Her şeye rağmen 1936’da başlayıp iki yıl gibi kısa bir sürede bitirilen bu değerli çalışma günümüz bilim adamlarınca da hâlâ kabul görmekte ve alanında en iyilerden biri olarak geçerliliğini korumaktadır.

Bununla birlikte yukarıda adı geçen Metâlib ve Mezâhib adlı tercüme, İrşâdü’l-Ahlâf fî Ahkâmi’l-Evkuf adlı vakıflar hakkındaki hükümlerle ilgili bir kitap, Kâmûs-i Fıkıh adlı bir sözlük (Tamamlanamamış bir eserdir. Gerekçesi yukarıda izah edilmiştir.), Hüccetullahi’l Baliga adında, yine Diyanet İşleri’nin görevlendirmesi ile Şah-ı Veliyyullah ed-Dehlevî’den yaptığı ancak tamamlayamadığı bir tercüme ve Süleymaniye Medresesi’ndeki derslerinde okutmak üzere Alexander Bain adında bir filozoftan çevirdiği Mantık-ı İstintâcî ve İstikrâî adlı bir kitabı bulunmaktadır.

Bunların yanında Beyanü’l-Hak, Sırât-i Müstakîm ve Sebilü’r-Reşâd adlı dergilerde birçok makalesi yayımlanmıştır.

Yazımı bitirirken şunları söylemek isterim ki, tamamlanmasının üstünden yaklaşık seksen sene gibi bir zaman geçmesine rağmen bir eserin bugün hâlâ kullanılabilmesi ve takdir edilebilmesi “er kişilere” yakışır bir çalışma olduğunu gösterir. Gerçi daha nice eserlerimiz var bizim üzerinden asırlar geçmesine rağmen birer kandil gibi alanlarını aydınlatan. Buradan da anlıyoruz ki insan sağlam bir imana sahip olup bu imanın gereği olarak da yaptığı her işe rıza-yı İlâhî’yi karıştırabilirse ne yaparsa yapsın unutulmaz oluyor.
Selam ve dua ile.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 07 Ocak 2014 13:24

ALLÂME, DR. MUHAMMED İKBAL

 

 

 

Malum dur ki bir şeyler karalamak özellikle de şiir yazmak Cenâb-ı Hakk’ın bazı kimselere bahşettiği bir meziyettir. İnsanların kendilerindeki bu özelliği ortaya çıkarmaları ise iki şeyle olur herhalde; aşk ve dert… Bu iki duygu birbirine yakın belki de birbirlerini tetikleyici unsurlardır.

Bu girişi yapmamızın nedeni; bu ayki konumuz ve bu satırları yazmamıza vesile olan büyük mütefekkir ve münevver insan Muhammed İkbal’i ve onun inandığı dava uğruna verdiği mücadeleyi en iyi özetleyen iki kelimenin yukarıda da belirtildiği gibi aşk ve dert olduğunu düşünmemizdir. Çünkü o, Allah’a ve Rasûlü’ne duyduğu aşkla bu ümmet için dertlenmiş ve bu bilinçle üzerine hangi görev düşmüşse yapmaya daima hazır olmuştur İkbal. Bu görevi gereği kimi zaman öğretmen, kimi zaman bir siyaset adamı, kimi zaman adaleti savunan bir avukat, kimi zaman da verdiği konferanslarla halkı bilinçlendiren kuvvetli bir hatip oluverir o.

Muhammed İkbal 1873 yılında şimdilerde Pakistan sınırlarında yer alan fakat o yıllarda Hindistan toprağı olan Pencap eyaletine bağlı Siyakut kentinde dünyaya geldi. Ailesi dini hayatı ellerinden geldiğince yaşamaya çalışan, mutasavvıf ve muttakî insanlardı.

İlk eğitimini aileden alan İkbal yeterli yaşa geldiğinde medreseye başladı ve burada Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir kısmını ezberledi. Daha sonra babasının yakın arkadaşı olan ve Arap ve Fars Edebiyatı derslerinin hocası Mir Hüseyin’in görev yaptığı okula gitti. Kendisinin İslamî edebiyatı çok sevmesine vesile olan ve bu yönüyle onu etkileyen ilk kişi Mir Hüseyin adındaki bu öğretmenidir. Buradan Pencap eyaletinin başkenti olan Lahor’a giden İkbal burada aldığı eğitimin ardından felsefe ve İngilizce alanında öğretmenlik diploması aldı. Lahor’da bulunan Doğu Dilleri Fakültesi’ne hoca olarak tayin edilen İkbal bu yıllarda yazdığı şiirleri ile de yavaş yavaş adını duyurmaya başladı.

1905 yılında daha ileri düzeyde eğitim almak için gittiği Londra’da Chambrich Üniversitesi’ne girdi. Burada felsefe ve iktisat alanlarında eğitim gören Muhammed İkbal her iki bölümden de yüksek derecelerle mezun oldu. Londra’da bir taraftan Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretmenlik yaparken bir taraftan da zaman zaman verdiği dini konferanslarla da adından söz ettirmeye başlamıştı. Burada kaldığı yıllarda bir de hukuk fakültesine kaydolan yazarımız savcılık diploması almış, bununla da yetinmeyerek Almanya’nın Münih kentinde felsefe alanında “İran'da Metafiziğin Gelişimi” başlıklı tezi ile doktorasını tamamlamıştı.

1908’te memleketi Hindistan’a döndüğünde kendisini yazı ve şiirlerinden tanıyan hayranlarınca büyük bir coşkuyla karşılanan İkbal, burada ilk olarak avukatlık yaptı. Belirlediği prensipleri ve örnek çalışma yöntemleri ile herkesin beğenisini ve takdirlerini kazanan bu büyük insan, Lahor’da devlete ait bir okulda yine Londra’daki gibi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde hocalık yapmaya başladı. Fakat bir müddet sonra istifa etti. İstifa nedenini kısaca ifade etmek gerekirse yeterince özgür hareket edememesine bağladı. Çünkü o zamanlar devlet, İngilizlerin büyük etkisi altında idi. Bu baskı onun düşündüklerini yapmasına ve dolayısıyla hizmetine engel teşkil ediyordu. O da özgürlüğünü elde ete adına istifa etti. Yalnız bu hadise onun bir köşeye çekilmesine sebep olmamış Lahor’da bulunan İslam Akademisi gibi çeşitli kurumlarla ilişkilerini sürdürmüştür.

Kimi yazarlar yazmış oldukları ile bazı duygularını, aşklarını, doğal güzellikleri yahut belli bir konudaki fikirlerini, duruşlarını manzum ya da mensur parçalarla dile getirebilirler. Ancak vücuda getirdiği eserleri ile kitlelerin sesi olmak, onların içindeki bazı duyguları harekete geçirmek ve onlara yol gösterici olmak daha farklı kabiliyetlerde gerektirir. İkbal, bu millet adamı olmak, millet için var olmak ne gerektiriyorsa kendisinde cem edebilmiş, yüce bir şahsiyet, münevver bir kimsedir.

“Hintli Mücahidler” başlığıyla yazdığı şiiri Hindistan’daki Müslümanların uyanmasına ve İngiliz sömürgesine karşı ayaklanmasına vesile olmuştur. Zaten bu yönü yani vatan şairi olması hasebiyle Mehmed Âkif Ersoy’a çok benzemektedir. Ülkemizde Pakistan’ın Mehmed Âkif’i diye bilinir ve hakikaten hayatları incelendiğinde de çeşitli benzerlikler hemen göze çarpmaktadır. Ailelerinin dini hassasiyetleri, hem dini hem de pozitif ilimlerdeki başarılı çalışmaları, ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine katkıları, İslamî camiâdaki tanınmışlıkları, ülkelerinde halen bir millî şair olarak anılmaları bunlardan sadece ilk akla gelenleridir. Aralarındaki dostluğu, irtibatı ve muhabbeti göstermek adına Âkif’in dilinden dökülen şu cümleleri vermeden geçmek istemiyorum: “Evvelki hafta bana Hind’in İslamî şairi Muhammed İkbal’in iki manzum eserini gönderdiler. Şarkta yetişen urefa-yı sofiyenin bütün eş’arının okuduktan başka Almanya’ya giderek garp felsefesini adam akıllı hazmeden İkbal, hakikaten yaman şair. Zaten Hind Müslümanları arasında ismini bilmeyen, şiirlerini ezberlemiş olmayan yok... Nezdimdeki iki eserinden biri; “Peyam-ı Meşrık”tır. Çok güzel kıtalarla gazelleri var. Gazellerin biri-ikisi bana sarhoş gibi nara attırdı. İlmi, irfanı, kudret-i şairanesi benimkilerle kabil-i kıyas değil, çok yüksek...”

Muhammed İkbal’in en büyük arzularından bir tanesi de yeryüzündeki Müslümanları bünyesinde toplayabilecek ve dünyaya unutulmuş olan adalet ve merhamet kavramlarını tekrar hatırlatacak bir İslam Devleti’nin kurulması idi. Bu yüzden, dünya üzerinde farklı coğrafyalarda hayatlarını idâme ettiren din kardeşleri ile çeşitli vesilelerle hep beraber olmaya çalışmıştır. Ferdin değerini ne kadar anlamışsa da ümmetin fert için, ferdin de ümmet için bir ayna gibi olduğunu söyler ve eğer fert görevini tam anlamıyla yerine getirmezse bunun ümmete sıçrayacağını savunurdu. Ona göre iyi yetişmiş fertler ümmete müsbet manada katkıda bulunacak eğer içlerinden biri bir hataya düşecek olursa iyi yetişmiş olan fertlerden oluşan toplum onu hemen düzeltecektir. Bu anlayışı doğrultusunda onu bazen Rabitatü’l-İslâmiye gibi cemiyetlerin içerisinde bazen de zor durumda olan Müslüman ülkelerin mücadelelerine destek verirken görürüz. Kurtuluş Savaşı yıllarında Müslüman kardeşlerine yardım amacı ile o zaman için hiç de küçümsenmeyecek bir rakam olan 1,5 milyon sterlinin kendileri de zor durumda olan yurttaşlarından toplanmasına önderlik edip memleketimize yollamıştır.

Allah’a samimi olarak iman etmiş, cesaretli, kendine güvenen ve düşündüğünü özgürce söyleyebilen bir kişiydi. Nitekim Hindistan’ın çeşitli kıstaslara göre bölünmesi fikrini savunmuş ve fikirleri birlikte hareket ettiği Muhammed Ali Cinnah (Pakistan Devleti’nin kurucusu ve ilk devlet başkanı)’a ışık tutmuştur diyebiliriz. Hindistan‘da yasayan Müslümanlar için müstakil bir İslâmî devletin olmasını, bu devletin inançta ve hedefte bütün Müslümanları bağrına basması gerektiğini söyleyerek, Pakistan‘ın kurulusuna temel hazırlayanlardan birisi olmuştur. Ancak vefatından dokuz sene sonra, 1947’de kurulan bu devleti görmek nasib olmamıştır.

Öğrenimini daha ileri noktalara taşımak için gittiği Avrupa’da kaldığı dönem içerisinde Batı medeniyetini daha yakından tanıma fırsatı bulmuş ancak onlardan etkilenmemiş, bilakis bilim ve teknolojide önde olsalar da iman nimetinden yoksun oluşları ve ahlaki zaafları yüzünden uzun süreli bir hâkimiyetlerinin olamayacağını dile getirmiştir. Ümmetimizi ve özelliklede gençlerimizi onların tatlı görünen yüzlerine aldanmamaları konusunda uyarmış, Batı rüzgarına kendilerini kaptırmış olanların bütün izzetlerini kaybederek yok olup gitmelerinin tarihteki örneklerine dikkat çekmiştir. Çünkü o, “Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm’ın asıl kaynağı olan Kur‘an ve Sünnettedir.” görüşünü savunmuş bunlardan başkasını kendine rehber edinenin dünya ve ahretini perişan ettiği bilincini ümmetin dimağına yerleştirmeye çalışmıştır.

En çok üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de “nefis terbiyesi”dir. İnsanın saadeti ve hayatın temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadır. İste bunun için İkbal, sürekli olarak kişinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardı arkası gelmeyecek olan devamlı bir cihada çağırıyordu. Bu cihad önce nefse karşı verilmeliydi. Cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Bu konuya hayatının genelinde yer ayırması ve birçok vesile ile işlemesi mutasavvıf kişiliğinin öne çıkması olarak yorumlanmıştır. Özellikle Hz. Mevlana’ya olan muhabbeti ve derin saygısı, kendini adeta onun talebelerinden biri gibi görmesi de bu düşünceyi haklı çıkarmıştır.

Genel olarak Şiirlerini Urduca ve Farsça, düzyazıları Urduca ve İngilizce yazan Muhammed İkbal’in eserlerini sıralamak gerekirse;

Esrâr-ı Hodî (Esrar ve Rumûz,1915), Rumûz-i Bî-hodî (1918), Peyâm-ı Maşrik (Şarktan Haber,1924), Bâng-ı Derâ (1924), Zebûr-i Acem (1927), Cavidname (1932), Misafir (1934), Bâl-ı Cibril (Cebrail'in Kanadı,1935), Pes Çi Bâyed Kerd Ey Akvâm-ı Şark (1936), Zarb-ı Kelîm (1936), Armagân-ı Hicaz (1938) olarak belirtebiliriz.

Bu eserlerin bir kısmı aynen bir kısmı da özellikle manzum olanları seçmeler şeklinde dilimize kazandırılmıştır.

Afgan hükümetinin daveti üzerine Afgan Eğitim Komisyonu, Pencap eyaletinden seçildiği Hukuk Komisyonu, İngiltere deki şubesinin başkanlığını yaptığı Müslüman Birliği biraz önce adını zikrettiğimiz Rabitatü’l-İslâmiye gibi kimi komisyon ve cemiyetlerde aktif rol almıştır. Son olarak 1932’de Londra'da anayasa hazırlamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşalara sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır. Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileşmeyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayarak 1938’de öldü.

Tam bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu şiirini yazmıştı:

“Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak Müminin alametlerindendir.”

Yine Allâme Muhammed İkbal’in dilinden dökülen şu dua cümleleriyle yazıma son vermek istiyorum:

Allah’ım, İslam milletine kıpırdanış, silkiniş imkânı bağışla,

Hz. Ali gönlü, Hz. Ebubekir sadakati ve ihlâsı bağışla!

Bu ümmetin ciğerine Muhammed aşkının okunu sapla,

Yeniden dünyaya hâkim olma arzusu uyandır onlarda!

Öyle ki, senin gök kubbende daima parlak kalsın yıldızlar,

Senin dünyanda gecelerini ibadetle geçirenler selamette kalsınlar!

Yararlandığımız Kaynaklar:
Muhammed İkbâl’in Tasavvufi Dünyası, İsa Çelik, Kaknüs Yayınları; Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, Muhammed İkbal (Sofi Huri), Kırk Ambar Yayınları adlı eserlerden ve biyografi.net, kudusyolu.com, tr.wikipedia.org, kamilbuyuker.
wordpress, enfal.de, siir.gen.tr, davetci.com adlı internet adreslerinden Faydalanmış bulunuyoruz. Emeği geçenlere teşekkürü bir borç biliriz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Perşembe, 19 Aralık 2013 10:46

BABANZÂDE AHMET NÂİM EFENDİ

 

 

Yurdun harabesinde bir zelzeleyi meşhur
Bir burç düşmüş olmaz hak mamur
Bir ruh arşa çıkmış, bir ruh kırmış arzı
Ölmüş Nâim Bey eyvah, sönmüş vatanda bir nur


“Bu da kim?” dediğinizi duyar gibiyim. İtiraf etmeliyim ki büyüğümüzün yönlendirmesi ü-zerine bu zatı araştırana kadar ben de kendisini doğru dürüst tanımıyordum. Ama onun hakkında biraz bilgi edinince; bu sayfayı hazırlamamızdaki temel gayemize yani günümüz insanının, özellikle de gençlerinin tanıyıp örnek alabileceği, görüşlerinden istifade edebileceği ve tecrübelerinden ders çıkarabileceği şahısların bu sayfada tanıtılmasına güzel bir örnek olacağı kanaatindeyim artık.

1872 yılında Bağdat’ta dünyaya gelen Ahmet Naim Efendi, Osmanlı’nın son dönemlerinde Irak, Yemen, Antalya ve Bolu gibi çeşitli merkezlerde valilik yapmış olan Mustafa Zihni Paşa’nın oğludur. İlk eğitimini burada gören Naim Efendi Bağdat rüştiyesini (ortaokul) bitirdi. Daha sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Lisesi’nde okumaya başladı. 1891 yılında bitirdiği lise eğitimine müteakiben kaydolduğu mülkiye mektebinden de 1894 yılında mezun olmuştur.     Buradan mezuniyetinin ardından 1911 yılından 1915 yılında okuduğu lisede -öğretmenlik dâhil- bazı memuriyetlerde bulundu. 1915 yılında Darülfünunun Edebiyat Fakültesi’nde felsefe hocalığı yapmaya başladı. Bir ara Darülfünunun (üniversite) umum müdürlüğünü yani rektörlüğünü de yapmıştır. Üniversitedeki hocalığı 1933 yılında Darülfünunun çeşitli mazeretlerle lağvedilmesine kadar sürmüştür. Yeni kurulan üniversiteye birçok arkadaşı gibi kendisinin de alınmayışı memuriyet hayatını sona er-dirmiştir.

Arapça, Farsça ve Fransızcayı iyi bilen Ahmet Naim Bey’in, gerek telif gerekse tercüme olarak birçok esere sahiptir. Zaten kendisini bugün tanımamıza yarayan en önemli vesile de Sahih-i Buhari’nin geniş açıklamalarla beraber muhtasarını (Tecrid-i Sarih) yayımlamış olmasıdır. Bu eser, ülkemizde alanında yapılmış ilk çalışmadır ve o kadar değerlidir ki asıl alanı felsefe olmasına rağmen kendisinin hadisçi olarak anılmasına sebep olmuştur. Kendi kendini yetiştirerek öğrendiği dini ilimlere ne derece vakıf olduğu tamamlamaya ömrü vefa etmese de- bu eserinde bütün çıplaklığı ile ortadadır. Sadece yazdığı mukaddime 500 sayfaya yakındır. Eseri devrin Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin görevlendirmesi ile yazmıştır.

Özellikle ömrünün son zamanlarında kendisini tamamen hadislere ve hadis ilmine veren Ahmet Naim; "Hadis tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca ondan önce vaktimi ne kadar zayi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım." diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir. Tabi tercümeleri sadece bununla sınırlı değildir. Georges Fonsgrive’’den Türkçe’ye çevirdiği psikoloji kitabı da kendi alanı ile ilgili olarak titizlikle yapmış olduğu bir çalışma sayılır.

Hakkında söylenen ve yazılanlardan anladığımıza göre Ahmet Naim Efendi sadece geniş bilgisi ile ön plana çıkmamış, aynı zamanda dindarlığı ve ahlakî yapısıyla da adeta göz doldurmuştur. Kendisi Batının ilmine âşık ancak pozitivizme (sadece fiziksel veya maddi dünyanın gerçeklerine dayanan felsefî akım) son derece karşıydı.

Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet gibi üç değişik yönetim biçimi ile karşılaşmış bu geçişler sırasında meydana gelen birçok olayı bizzat yaşamış olmasına rağmen değişen koşullar içinde düşüncelerini de-ğiştirmemiş, kişiliğinden ve i-nandığı değerlerden taviz vermemiştir. 2. Meşrutiyet döneminde had safhaya ulaşan fikrî mücadelelere katılmış, yayın yoluyla İslamî hayatın ve düşüncenin ihyası için çalışmıştır.  Mücadelesini verdiği fikirlerini sonuna kadar savunmuş, fikirlerine bağlılığını bir bütün olarak korumuştur. Bu da onun, görüşlerini benimsemeyen kimseler kar-şısında bile saygı duyulan bir şahsiyet olarak anılmasına vesile olmuştur. Nitekim Darülfünundaki öğrencilerinden olan felsefe tarih-çisi Macit Gökberk şöyle demiştir: "Naim Bey, dünya görüşlerimiz birbirine büsbütün karşı olduğu halde, çok saydığım bir hocamızdı. Genel felsefe ve metafizik dersleri verirdi. İslam kültürüne hayrandı. Değişen toplum koşulları içinde düşüncelerini değiştirmedi ve kişiliğinden hiç ödün vermedi. Geçmişe bağlı ve görüşlerinde tutarlı bir Müslüman Osmanlı aydını idi. Cumhuriyetin en coşkulu en parlak günlerinde bile geçmişe bağlılığını bir bütün olarak korudu. Kişiliğindeki bu bütünlük onu ister istemez bir saygı konusu yapıyordu." Hatta aynı şahıs onun inançlarındaki kararlılığını belirtmek için derslerde başına siyah takke koyduğunu da bizlere aktarır. Yine bir başka öğrencisi ve düşünce tarihçisi Niyazi Berkes’e göre de onun en önemli meziyeti namuslu bir adam olması ve dalkavuk olmamasıdır.

O, hemen herkesin yüzünü Batıya döndüğü ve tek kurtuluşu onda gördüğü bir ortamda İslam dünyasındaki cehaletin ve geri kalmışlığın yegâne sebebinin Kur’an ve sünnete bağlılıktaki eksiklik olduğunu bizlere anlatmaya çalışır. Zaten eserleri de bu görüşü doğrulamaktadır. Ancak bununla birlikte Batının ilmine ve fennine de uzak değil bilakis ilgili idi. Ancak bunu yaparken de kendi milli ve dini değerlerimize sahip çıkmanın gerekliliğini savunur ve medeniyet âleminde atılan her adımın kendilerini ve Batılıları İslam’a daha da yakınlaştırdığını söylermiş. İlim için bile olsa Batı’ya ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın yine de onunla arsında Doğu ile Batı arasındaki kadar mesafe olacağını belirtirdi.

M. Âkif Ersoy’un yakın arkadaşlarından bir tanesidir. Hatta ağabeyidir. Çünkü Ahmet Naim’le tanışması Âkif’in hayatındaki en önemli kilometre taşlarından bir tanesi olmuştur. Hatta o dönemle ilgili kimi kaynaklara göre onunla tanışana kadar Âkif, bugün bildiğimiz çizgisinden de bir hayli uzak sayılırmış. Fakat ondan sonra adeta yeniden doğmuştur. Çünkü M. Âkif’in “Ashaptan sonra en sevdiğim kişi” tabirini onun için söylediği belirtilmektedir. Naim Bey, bir bakıma ona manevi hocalık yapmıştır. Bu derece bir sevgi ve etkilenişten sonra Âkif’in “Alınız ilmini garbın, alınız san’atını / Veriniz hem de mesainize son suratını” dizelerinin geçtiği şiirini hangi tesirle yazdığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Ne ile karşılaşırsa karşılaşsın inandığı gibi yaşamaktan taviz vermeyen ve M. Cemal Kuntay’ın ifadesiyle “Kafası gavur, kalbi Müslüman” bu şahıs git gide onu kendine bağlayacak ve her şeyiyle, her alanda etkileyecektir. “Secde” adlı şiirini de ona ithaf etmiştir. Ne kadar yerinde bir ithaf olduğu yıllar sonra ancak Naim Bey’in vefatıyla öğrenilecektir. Hatta bugün dahi Edirnekapı mezarlığında kabirleri yan yanadır. M. Âkif, Hakk’ın huzuruna da onunla çıkmayı istercesine oraya defnedilmeyi yeğlemiştir.

Sürekli olarak İslam birliğini savunmuş Müslüman toplumların ve devletlerin daima tek vücut olarak, aynı gayeye hizmet etmeleri gerektiğini vurgulamıştır. Hatta bu mevzuyu, Sırât-ı Müstakîm-Sebîlurreşâd, İslam Mecmuası, Volkan, Servet-i Fünun, Kelime-i Tayyibe ve Mahfil gibi mecmualar ve Tanin Gazetesi, İttifak Gazetesi gibi gazetelerdeki yazılarında İslami düşünce ve faaliyetlerinden sonra en çok değindiği konulardan birisi olmuştur. Milliyetçiliği reddetmesi  -özellikle Türkçülük savunucuları tarafından- Türk olmamasına bağlansa da o sadece İslam ittihadı adına bu davayı savunmuştur.

Kendisini yetiştirirken sadece zahiri ilimlerle yetinmemiş ve hedefine varmasını sağlayacak olan en sıkı ipe tutunmayı, manevi terbiyeyi de ihmal etmemiştir. Fatih Türbedarı namıyla meşhur Ahmed Amiş Efendi’ ye intisab etmiştir. Aynı zamanda Ahmed Efendi’nin damadıdır. Zamanının kanaat önderlerinden olan Erbilli Esad Efendi ve Bediüzzaman Said Nursi gibi zatlarla da görüştüğünü kaynaklardan öğ-reniyoruz.

Tasavvufla olan irtibatının sığ bir ilişki olmadığını bu yolun kendisine kattığı derin anlayışı ve değişik bakış açılarını gösteren kimi ibarelerinden anlayabiliyoruz. Nitekim İbn Arabî'nin Kuran tefsirini, Batıni yorumlar olarak değerlendiren Ahmet Hamdi Akseki'ye yazdığı bir mektupta sufilerin, şeriatın zahirini yıkma amacı gütmeyen bu tür sözlerini, şeriatın zahiri muhafaza edilmek kaydıyla hoş görülmesi gerektiği inancında olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Ahmet Naim, tasavvuf felsefesiyle de ilgilenmiş ve her şeyi batıda aramayı meziyet sayanları eleştirerek İslam düşüncesinin zengin bir tasavvuf felsefesine sahip olduğunu belirtmişti

Eserlerini kısaca hatırlamak gerekirse şu isimler sayılabilir:

1) Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi ( Ancak bu eserin ilk iki cildini neşretmiş, üçüncü cildinde müsveddelerini hazırlamışken vefat etmiştir. Kalan kısımlarını Prof.Dr. Kamil Miras tamamlamış ve on iki cilt ve bir de fihrist olarak yayımlamıştır.)
2) Ahlak-ı İslamiyye Esasları,
3) Dava-yı Kavmiyyet,
4) Felsefe Dersleri,
5) Hadis-i Erbain Tercümesi,
6) İlm-ün-Nefs (psikoloji),
7) Mantık,
8) Temrinat’tır

Son olarak Babanzâde Ahmet Naim Bey’in hayatı ve düşünceleri hakkında kıymetli bir eser ortaya koyan Hüseyin Hansu Bey’in ifadelerini aynen sizlerle paylaşmak isterim:

“Ahmet Naim, zaman değişse de nassların değişmezliğini savunmuş, dinde yapılmak istenen yeni ve modernist yorumlara karşı çıkmıştır. Ona göre din bir bütündür, öyle kabul edilmeli ve yaşanmalıdır. İslam'ın emirleri yalnız itikat ve ibadetlerden ibaret değildir. İslam insanlar arasındaki muamelat, muhakemat ve cezalara da şamildir. Bu yüzden din ve dünya işlerini ayırmak prensibi İslam'a uymaz. Kitap, sünnet, icma ve kıyasla tesbit edilmiş bulunan hükümlerin, İslam dünyasının kıyamete kadar bütün hükümlerini karşıladığı inancındadır.”

Osmanlı'nın son dönem alimlerinden olan Babanzâde Ahmet Naim Efendi, 13 Ağustos 1934’te öğle namazını kıldığı esnada ikinci rekatta ve secdede iken vefat etti. Vefatı üzerine Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey yazımızın başında verdiğimiz dörtlüğüyle tarih düşmüştür.

(Bu ayki yazımızı hazırlarken, Rehber Ansiklopedisi’nden,www.SaidNursi.de adresinden ve özellikle Yard. Doç. Dr. Hüseyin Hansu Bey’in Ahmet Naim Efendi ile ilgili olarak Haksöz-Haber adına Rasim Öz’le söyleşisinden çok istifade etmiş bulunmaktayız. Kendilerine, çalışmalarından dolayı teşekkürleri-mizi arz ederiz.)

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort