Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 13 Şubat 2013 08:16

MEHMET AKİF İNAN

mehmet_akif_inan

MEHMET AKİF İNAN (1940 - 2000)

Bir yetim çocuktur günlerim gülüm,
Seslerim kırıktır yatağım zindan,
N’olursun tez elden beni de çağır,
Al götür yanına sevdiğim aman...


Öyle tahmin ediyorum ki bugünün hazırcı, tembel insanları olarak bizler –görüşümüz ne olursa olsun- fikrimizin bayraktarlığını yapmış yahut el’an yapmakta olan insanlara gıpta ile bakmaktayız. Onların yaptığı çalışmaları, o bayrağı bir adım ileriye taşımak için verdikleri mücadeleyi ve akıl sır erdiremediğimiz gayretlerini gördükçe bu hayretimiz daha da artmakta. O insanlara baktığımızda ortak özellikleri olarak ele alabileceğimiz hasletlerin en başında okumak gelir sanırım. Okumak... Evet bu sayede dünyayı daha yakından tanıyabilmek, inandığımız davaya etraflıca hakim olabilmek, yeri geldiğinde onun müdafaasını da hakkıyla yapabilmek için okumak.


İkinci bir güzellik olarak da –ki bu kısma işin aksiyon safhası da denilebilir- gönül verdikleri, inandıkları bu davayı yüceltmek için ellerinden ne geliyorsa en iyisini yapmaya çalışmaları ve bu noktada da hakikaten gözü kara hareket etmeleri sayılabilir.


İşte Mehmet Âkif İnan’da yukarıda bahsi geçen o gayretli insanlardan olup, özellikle edebiyat yoluyla İslam’ın anlaşılması için büyük gayretleri olan ve çalışmalarından dolayı kendisine sonsuz teşekkürler borçlu olduğumuz ender insanlardan bir tanesi.


1940 yılının Temmuz ayında Urfa’da doğdu. İlkokulu, ortaokulu ve lisenin büyük bir kısmını burada okudu. Büyük bir kısmını diyoruz çünkü lise son sınıfta Maraş’a sürgün gönderildi ve liseyi burada bitirdi. Daha küçük yaşlardayken Doğu’nun ve Batı’nın klasiklerini bir bir devirdi. Arkadaşları ile fikri münazaraları sever, vakit buldukça kendisi gibi bu işlere meraklı olan arkadaşlarıyla ilgisini çeken her konuda, özellikle de edebiyat üzerine sohbet ederdi.


Bu merakı sayesinde Maraş Lisesi’nde de tıpkı Urfa’daki gibi bu işe gönül veren arkadaşlar edinip kısa sürede onlarla da kaynaştı. Bu arkadaşlar arasında kimler yoktu ki…  Bunlar arasında başta Nuri Pakdil olmak üzere Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu, Alaaddin Özdenören, Rasim Özdenören  gibi yakın geçmişimizde edebiyat dünyasında İslamî anlayışın sözcüleri olan münevverlerin yanında, kendisinin şiir ve yazı alanında etkilendiği ve Urfa’daki arkadaş halkasını oluşturan, yine yakın dönemlerde aldıkları önemli görevlerle adlarını sıkça duyduğumuz Abdülkadir Billurcu, Zübeyir Yetik, Nihat Armağan gibi isimler zikredilebilir. Bu kaynaşma ve bilgi alış-verişi bir süre sonra meyvelerini vermeye başladı ve henüz lise son sınıfta iken bir grup arkadaşıyla birlikte Derya Gazetesi’ni çıkardı. Bundan yaklaşık bir sene sonra daha on dokuz yaşında iken ilk konferansını Urfalı Şairler üzerine verdi. Özellikle Maraş’ta tanıştığı ve isimlerini yukarıda verdiğimiz arkadaşlarından ömrü vefa ettikçe ayrılmayacak, edebiyatımızda önemli yerlere sahip iki derginin kurucu üyeleri bu gruptan oluşacaktır.


Onun şiire duyduğu ilgide Urfa’nın büyük etkisi vardır. Düzenlenen sıra gecelerinde yapılan hoş sohbetlerin yanında özellikle divan şiirinin Fuzûli gibi, Nâbi gibi güçlü şairlerinden okunan gazelleri, yerli şairlerin tatlı şiirleri onun şiire ilgisini artırmış, bir anlamda şiire olan yönelişi bu güzel ortamlardan neşet etmiştir.


Kendi sesimizin bile kendimize yabancı geldiği, duaların yüreğimizin semtine uğramadan ağzımızdan çıktığı bir hal üzereysek bize şiir okumamızı tavsiye eder o. Ya da hayrın vasatında, temkin üzereysek yine de şiir okumalıyızdır ona göre. Çünkü halimizi geliştirmek bizim baş ödevlerimizden bir tanesidir çünkü insanı dengeleyen bir araçtır şiir. Ona göre şiir hikmet erbabının refîki, ilim mensuplarının arkadaşı olmuştur.
Osmanlı şiiri ile günümüz şiiri arasında bağ kurmak gibi bir nazım anlayışına sahip olan İnan, bu düşüncesini sadece teori olarak bir kenara bırakmamış, çeşitli yazıları ve bu anlayışın örneği niteliğindeki şiirleriyle düşüncelerini somutlaştırma imkanı bulmuştur. Ancak eski edebiyatımızı anlamak için onu doğuran medeniyetin de iyi anlaşılması gerekliliğini savunan yazar, bu noktada özellikle 1970’ten sonra hız kazanan “Gelenekten Yararlanma”, “Divan Şiirinden Yararlanma” gibi akımlara farklı bir yaklaşım getirmiştir.


Böyle ince bir bakış açısına sahip oluşunu ve duygularındaki bu berraklığı onun gönül cephesinde, bir başka deyişle mutasavvıf kişiliğinde aramak yerinde olur sanırım. Maddi alanda kendisini yetiştirmek, geliştirmek için aldığı yardım gibi, insanın Hak’la olan ilişkisinde de yardım alacağı, ona yol gösterecek olan bir rehberin, mürşidin gerekliliğine inanmış ve Abdulhakim Bilvânisi (Kuddise sırruh) Hazretleri’nin halifelerinden Molla Ali Arınci (Kuddise sırruh) Hazretleri’ne intisâb etmişlerdir. Böylelikle manevi terbiyeden de mahrum kalmamış, anlayışını ve fikriyatını hem maddi hem de manevi cephede geliştirmeye çalışmıştır.


Üstad Necip Fazıl Kısakürek ile de oldukça sıkı bir dostlukları vardır. Onunla Maraş’ta tanışmış ve bu münasebetleri gün geçtikçe artmıştır. Hatta öyle ki; Üstad Ankara’ya geldiğinde onun evinde kalır, kendisini ziyaret etmek isteyenlerle burada görüşür, onlarla burada sohbetleşirdi. Kendisine Üstad’ın sahip olduğu Büyük Doğu dergisinin annelik ettiğini, hayatı boyunca savunuculuğunu yaptığı fikirlerinin bir çocuğunu annesinden süt emmesi gibi bu mecmuadan özümsediğini şu mısralarla anlatır;

Anamı sorarsan Büyük Doğu’dur,
Batı sırtımdaki paslı bıçaktır.

1962 ile 1964 yılları arasında Ankara’da bir dostunun çıkarmış olduğu ve İslamî bir kimliğe sahip Hilal dergisinin müessese müdürlüğünü yaptı. Daha sonra bir müddet Türk Ocaklarında görev aldı. 1962 yılında kaydolduğu Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü cemiyetçi kişiliği ve sosyal olaylarla olan yakın münasebeti sonucu ancak 1971-1972 ders yılında, yaklaşık on senede bitirebilmiştir.
1969’da Yeni İslamî Akım’ın savunucularını etrafında toplayan ve Nuri Pakdil’in önderliğinde çıkan “Edebiyat” dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Geleneklerimize ve kültürümüze bağlı olarak İslamî dünya görüşünün savunuculuğunu yapan bu dergi kuruluş gayesini sonuna kadar muhafaza etmeye çalışmıştır.

Askerlik dönüşünde 1976’da yayın hayatına başlayan “Mavera” dergisinin kurucu üyelerinden oldu. Derginin diğer kurucuları ve sürekli yazarları ise Maraş Lisesi’nden arkadaşları idi. Bu dergide edebiyat ve medeniyet arasında sürekli bir bağ kurulmaya çalışıldı ve bu minvalde yazılar yayımlandı.

Kimi  yazılarında Mehmet Reha, Müslimoğlu, Mithat Mirzaali, Âkif Reha gibi müstear isimler de kullandı.

Siyasetle de uğraşan Âkif İnan, okul hayatının son senelerinde Türk Taşıt İşverenleri Sendikası’nda uzman olarak çalışmış, burada edindiği deneyimi kendisinin 1992’de kurduğu ve başkanlığını üstlendiği Eğitimciler Birliği’ne taşımıştır. 1993’te birçok memur sendikasını da örgütleyerek Memur-Sen adı altında bir konfederasyon kurdu ve ömrünün sonuna kadar bu iki sendikanın başkanlığını yaptı. Ayrıca Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nde edebiyat öğretmenliği yapmış daha sonra Ankara Fen Lisesi’ne atanmış ve ömrünün sonuna kadar burada derslere girmiştir.
Yurdun hemen her köşesinde çeşitli konferanslar veren Âkif İnan 1980’de kutsal topraklara giderek hac farizasını yerine getirmiştir.

Ankara’da Memur-Sen’in düzenlemiş olduğu bir mitingde rahatsızlanan İnan’a önce soğuk algınlığı ve zatürre teşhisi konmuş ilerleyen zamanlarda asıl hastalığının akciğer kanseri olduğu anlaşılmıştır. Bütün hayatını dolu dolu geçiren ve aldığı bir çok ödülle hizmeti ve gayreti daha dünyada iken büyük takdir gören Mehmet Âkif İnan, adını andığımız hastalık yüzünden bir ramazan günü 6 Ocak 2000’ de yine Urfa’da, doğduğu şehirde Rahmet-i Rahman’a yürüdü. Ölümden korkmadığını, kendisini dünyaya bağlayan bir şeyin olmadığını ve yaratıcısına kavuşacağı için de sevindiğini ifade eden bu büyük mütefekkîri rahmetle yad ediyor bıraktığı eserlerden müstefid olabilmeyi Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz…


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 01 Aralık 2012 21:05

CEMİL MERİÇ

cemil-meric

CEMİL  MERİÇ (1916-1987)


Asıl adı Hüseyin Cemil olan Cemil Meriç, 1916 yılında bugün Türkiye’nin en güneyindeki vilayeti olan Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde dünyaya gözlerini açtı. İlkokulu bitirdikten sonra o zamanlar Fransız mandasında bulunan Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulanan Antakya Sultanisi’nde oku du. Burada aldığı bu eğitim ileriki yıllarda önünü açacak ve özelliklede kuvvetli bir mütercim olduğunu kanıtlayacak olan Fransızca’yı öğrenmesi bakımından önemlidir.

Cemil Meriç, aldığı bu eğitimi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü -bu fakülteyi bitiremeden geri memleketine dönmüştür- ve yine aynı üniversitenin Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde gördüğü öğrenimle ziyadeleştirip, kendisini daha da geliştirmiştir.

Türk Edebiyatının özellikle son yüzyılda yetiştirdiği en mühim şahsiyetlerden olan bu büyük yazar ve düşünür ilk yazısını daha on iki yaşındayken Hatay’da çıkan Yeni Gün gazetesinde yayımlar. Özellikle 1941 yılından sonra İnsan, Yücel, Gün, Yirminci Asır, Yeni İnsan, Türk Edebiyatı gibi  dergilerde yazdığı yazıları, özellikle Balzac ve Victor Hugo gibi Fransız Edebiyatının en ünlü isimlerinden yapmış olduğu güçlü çevrileri ve yayımladığı kitapları ile hak ettiği üne kavuşmuş ve geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır.

Kendisi ile aşağı yukarı aynı zamanda yaşamış birçok önemli şahsiyet gibi o da ilkokul öğretmenliğinden nahiye müdürlüğüne,  tercüme kalemi muavinliğinden İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde verdiği derslere kadar çeşitli fasılalarla devam eden memuriyet hayatı yine aynı üniversitede yapmış olduğu yabancı dil okutmanlığından emekli olmasıyla son bulmuştur.

Çok iyi okuyup ve yazabilecek derecede Fransızca bilen Cemil Meriç, İngilizce’yi anlayabiliyor ve Arapça’ yı da öğrenmeye –kendi ifadesiyle “sökmeye”– çalışıyordu.
Milli  Eğitim Bakanlığı tarafından kendisine çeşitli çeviri görevleri verilmiş, yapmış olduğu çeviriler yine bakanlığın yayınevince basılmış ve kimileri de Türk Klasikleri arasına alınmıştır. Ayrıca çeşitli yayınevlerinden çıkan ansiklopedilere de makaleler yazmıştır.1955 yılında gözlerindeki miyobun artması sonucu görme yeteneğini tamamen kaybetse de bu olay ondaki azim ve şevki alamamış, örgencilerinin de yardımıyla çalışmalarına kaldığı yerden devam etmiştir.

Özellikle emekliliğinden sonra birikimlerini bir bir kitaplaştırmıştır. 1974’de Türkiye Milli Kültür Vakfı tarafından, “Umrandan Uygarlığa” adlı eseri ile “fikir dalında” ödül almış, 1980’de yine aynı vakıf tarafından “Kırk Ambar” adlı kitabıyla bir ödüle daha layık görülmüştür. 1981 yılında ise Ankara Yazarlar Birliği tarafından “yılın yazarı” seçilmiştir. (Belki aldığı daha nice ödülleri var ama biz burada sadece en önemlilerini zikretmeyi uygun gördük.)

Edebiyattan sosyolojiye, felsefeden içtimai meselelere kadar birçok alanda yazılar yazmıştır. Dili, bir milletin özü olarak değerlendiren Cemil Meriç, sansüre ve çeşitli ideolojilere hizmet eden, yapıcı değil de yıkıcı bir edebiyat anlayışına şiddetle karşı çıkmıştır.

Gayet hareketli, adeta bir koşuşturma içinde geçen hayatını -geçirdiği beyin kanaması ve kısmi felçten üç yıl sonra- 1987’de kaybetmiştir.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide kızı Prof. Dr. Ümit Meriç hanımefendi yöneltilen sual karşısında babasını anlatırken “Gülü tarife ne hacet, ne çiçektir biliriz.” Demiştir. Bizler de kendisini doğrunun, hakikatin tarafında görerek yaşamını özetleyen iki sözcüğü, “öğrenmek ve öğretmek” olarak açıklayan bu büyük mütefekkîri en iyi kendi sözlerinde anlayabileceğimizi düşünerek ummandan birer inci misali olan bazı sözlerine yazımızda yer vermeyi düşündük.

•Kendini tanımak, marifetlerin marifetidir.
•Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil aşktır.
•Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir.
•Aldatmayan tek sevgili var dünyada: Mutlak güzel.
•İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilimdir.
•Ulu çamlar fırtınalı diyarlarda yetişir.
•İzm’ler idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir.
•Her büyük adam, kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladıdır.

•Murdar bir halden muhteşem
bir mâziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir.
•Gerçek hükümdarlar, ebedi hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler.
Yukarıdaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere Cemil Meriç’i anlamak çok ciddi bir düşünce yapısı ve olgun bir anlayış gerektirmektedir.
Bu gün bu karanlık dünyada önümüzü daha da iyi aydınlatabilmek için amel-i salih ve güzel ahlâkla desteklenen kuvvetli bir imanın gerekliliğine inanıyoruz.
Bunun yanında biz inananları çeşitli vesilelerle bir temsil eden Meriç’i, onunla aynı kulvarda yürüyen ve bu sayfada elimizden geldiği kadarıyla kendilerini tanıtmaya çalıştığımız fikir adamlarının eser lerini iyi mütalaa etmeli ve düşünce dünyamızı zenginleştirmeliyiz.
Cenâb-ı Hak’tan bizleri bunda muvaffak eylemesini niyaz eder dualarınızı bekleriz.

Allah yâr ve yârânımız olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2008 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 10 Kasım 2012 20:43

ABDÜLMECİD NURSÎ (ÜNLÜKUL)

 

abdulmecid_nursi-unlukul

 

 

ABDÜLMECİD NURSÎ (ÜNLÜKUL)
(1884–1967)

 

Kutlu olsun, mutlu olsun sana şu âli makam,

Bu makam oldu sana elbette berden ve selâm.

Öksüz kalan nurcuların, ağlar-öter subh u şam.

Okur sana yetimlerin, binler duâ, binler selâm…

Abdülmecid Efendi isminin sizlere pek yabancı gelmeyeceği kanaatindeyiz. Bu, onu daha önceden tanıma fırsatı bulup hayatı hakkında malumata sahip olanlar için böyle olduğu gibi evvelden ismini hiç duymamış fakat dergimizi yakinen takip edenler için de böyledir. Çünkü bir önceki sayımızda Bediüzzaman Hazretleri’nin talebesi merhum Seyyid Hulusi Yahyagil’den bahsederken Üstad’ın kendilerine yazdığı bir mektubu iktibas etmiş, bahsi geçen mektubu da o sıralarda Ürgüp’te vaizlik görevini sürdüren Abdülmecid Efendi vasıtası ile Elazığ’a, Albay Hulusi Bey’e, ulaştırdığını nakletmiştik.

Büyüklerimiz kendilerinden bahsederken eğitim öğretimdeki derecelerini, mezun oldukları medreselerini, ilmî payelerini bir kenara bırakıp öncelikle Allah’ın emir ve yasakları hususundaki dikkati, sünnete mutabaattaki titizliği, insanlara karşı sevgi ve şefkati ile birlikte kâmil bir insanın bütün sıfatlarını kendisinde cem etmiş olan bir Allah dostuna yakınlıklarını, onunla olan irtibatını dile getirmişlerdir.

Abdülmecid Efendi’nin hayatını da öncelikle bu yönü ile almak isteriz. İsminin sonundaki “Nursî” ibaresinden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin kardeşidir. Üstad ile olan kan bağının yanında yazımızın ileriki kısımlarında değineceğimiz birbirinden değerli birçok güzel haslete sahip olmasında ağabeyinin muhakkak bir payı vardır. Onun hayatı adeta onunla birlikte şekillenmiş, onun tavsiyeleri ve rehberliğinde sürüp gitmiştir. Hatta Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra bile onunla ilgili hadiseler kendisinde derin izler bırakmıştır.

1884 yılında Bitlis’in Hizan kazasının İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde dünyaya gelmiştir. İlköğrenimini doğduğu bu köyde tamamladıktan sonra Arvas’ta eğitimine devam etmiş, daha sonra henüz on altı yaşındayken Van’a giderek buradaki Horhor Medresesi’nde tam on dört yıl kalmıştır. Bu yıllar, eğitim-öğretim hayatında bambaşka bir yere sahiptir. Çünkü ağabeyinin ilim halakasında, onun nezaretinde kendisini yetiştirme fırsatı bulmuştur. Bu medresede okuduğu sırada ağabeyinin iki yüzü aşkın öğrencisinin arasından sıyrılarak kendisini kanıtlamış, özellikle Arap Dili ve Edebiyatı alanında çok büyük bir başarı göstermiştir. Hatta bu alandaki başarılı çalışması ve yetkinliğinin sonucu olarak Üstad, İşâratü’l-İ’caz ve Mesnevi-i Nûriye adlı iki kıymetli eserinin Arapça’dan Türkçe’ye tercüme görevini kendisine tevdi etmiştir.

Malumdur ki Birinci Dünya Savaşı başladığında, ülkenin her yerindeki Müslümanlar, dinlerinin, vatanlarının, ırz ve namuslarının muhafazası için, üzerlerine gelen küffarın karşısında var gücüyle mücadele etti. Bediüzzaman Hazretleri de doğudaki diğer büyükler gibi talebeleri ve sevenlerinden oluşan milis kuvvetleriyle üzerine düşeni yapıyor ve din-i mübinin selameti için cihada devam ediyordu. Kardeşi Abdülmecid Efendi de yanlarından ayrılmayarak bu çileli yıllarda vatana olan borcunu ifa için elinden geleni yapmaktaydı. Fakat cilve-i Rabbanî, Said Nursî Hazretleri yaralı olarak Ruslara esir düşmüş, yeğeni Ubeyd de -büyük ağabeylerinin oğlu- şehid olmuştu.

Bu tarihten sonra Abdülmecid Efendi’nin hayatında çile kendisini daha fazla hissettirmektedir. Çünkü omuz omuza vererek yaşamını sürdürdüğü ve duası hürmetine yükünün hafiflediği biricik ağabeyini ömrünün kalan kısmında çok az görecektir. Sıkıntılı yıllar hicret ile başlar. Rusların ve iş birlikçileri Ermeni çetelerinin hâkimiyeti bölgede ciddi şekilde hissedilmeye başlayınca Abdülmecid Efendi de ailesini ve kimi akrabalarını da yanına alarak öncelikle Diyarbakır’a oradan da Şam-ı Şerif’e göç eder. Ancak burada üç yıl kaldıktan sonra tekrar Diyarbakır’a döner.

1917 yılında Diyarbakır Askeri Lisesi’nde Arapça öğretmenliğine başlayan Abdülmecid Efendi üç yıl sonra okulun kapanıp sanat enstitüsüne dönüştürülmesinden sonra görevinden ayrılır. Tekrar uzun yıllarını geçirdiği Van’a döner ve burada öğretmenliğine devam eder. Van’daki öğretmenlik hayatı da yedi yıl sürmüştür. 1927 yılında Şeyh Said vakası nedeniyle bölgedeki sıkıntılı günlerden -sürgüne gönderilen ağabeyi kadar olmasa da- nasibini alır ve görevine son verilir. Mesleğine son verilince önce Ergani de (Diyarbakır) dokuz yıl, sonra da çocuklarının eğitimi için gittiği Malatya’da dört yıl ticaretle uğraşır. Ticaretindeki düzgünlüğü, güler yüzü, hak/hukuk noktasındaki dikkati ile kendisini gittiği yerlerdeki her kesimden insana sevdirir. Kimi zaman camide, kimi zaman arkadaş ortamlarında yaptığı, fıkıh ve iman bahsi ağırlıklı sohbetleri ile de her hal ve kârda çevresine faydalı olmaya çalışmıştır.

Malatya’da geçirdiği dört yılın ardından Ürgüp’e müftü olarak atanır ve acı tatlı birçok gün geçirdiği bu görevini tam on iki yıl sürdürür. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin kendisine verdiği ve yukarıda bahsi geçen İşâratü’l-İ’câz ve Mesnevî-i Nûriye adlı eserlerin tercümesini bu görev sırasında yapmıştır. Burası, başarıyla tamamlanmış ve layıkıyla yerine getirilmiş bu vazife gibi mutluluk verici hatıralara şahitlik olmakla beraber hayatının kalan kısımlarında her hatırladığında yüreğini sızlatacak acı olayları da tattığı bir mekân olmuştur. Nitekim Ankara’da üniversitede okumakta olan çok sevdiği oğlu Fuad’ın vefat haberini burada alır. Oğlunun vefatı onu o kadar derinden etkilemiştir ki üzüntüsünü kâğıda döktüğü ve “Fuadiye” adını verdiği eserindeki şu mısralar acısının ne derece büyük olduğunu göstermeye yetecek en büyük şahitlerden biri olsa gerektir:

Ey mezarcı! Göm beni de şu Fuad'ın kabrine,

Firkatın dayanmaz vallahi asla kahrine.

Katılsın zerrâtımız, âlem-i berzahta keza,

Sarılsın birbiriyle ruhlar, ilâ yevmi'l-ceza.

Ey mezarcı! Cebeci'de bana da kaz bir mezar,

Olalım ünlü Fuad'ın komşusu leyl ü nehar.

Bu on iki yıl içersine, yapmış olduğu çevirilerin yanı sıra “Mantık” adlı bir telif eserle birlikte Haleb-i Sağir ve Kaside-i Bürde şerhini sığdıran Abdülmecid Efendi, görevden alınmasına rağmen Ürgüplülerin ısrarı üzerine üç yıl daha burada kaldı ve insanlara vaazları ve sohbetleri ile talim ettirdiği hakikatleri yaşantısında tatbik ederek gerçek bir tebliğ memuru oldu.

Kızları Konya Kız Öğretmen Okulu’nu kazanınca 1955 yılında buraya yerleşti. Bu seferki hicreti ile birlikte yaklaşık otuz beş yıldır çeşitli sebeplerden dolayı göremediği ağabeyini Isparta’da ziyaret imkânı buldu. Bu ziyaret Bediüzzaman Hazretleri’ni de son derece mesrûr etti.

Konya İmam-Hatip Okulu Koruma Derneği ve bazı hocaların daveti üzerine yetmiş dört yaşında tekrar öğretmenliğe döner. Bu yaşına rağmen okula yaya olarak gidip gelen Abdülmecid Efendi, kendisine yapılan bir vasıta tahsis edilmesi teklifini reddeder. Onu bu böyle bir aşk ve şevk ile bu okula getiren sebebi, yorulmasını istemedikleri için oturarak ders anlatmalarını rica eden öğrencilerine verdiği şu cevapta bulmak mümkün herhalde:

“Bu, helaket ve felaket asrında iman, Kur'an dersi almaya gelen, malumat-ı diniyeyi öğrenmeye koşan sizin gibi gençlerin karşısında oturarak ders vermekten hicap duyuyorum ve bu hareketimle huzur duymaktayım. Ben vücudumun değil, ruhumun rahat etmesini temine çalışıyorum.”

Sıkıntı ve çile dolu günler onun burada da yakasını bırakmadı. Bırakması da düşünülemezdi zaten. “İnsanların en çok musibete uğrayanları evvela peygamberlerdir, sonra derecelerine göre (veliler ve salihler) gelir. Kişi dinine göre bela ve imtihanlara maruz kalır. Eğer dine bağlılığı varsa, belası daha da artar. Fakat dininde gevşek yaşıyorsa ona göre musibetlerle karşılaşır. Kişiye belalar gelir gelir de artık onun üzerinde hiçbir günah kalmaz.” (Tirmizi) Buyurmamış mıydı Peygamber Efendimiz (sav)? Bilinmeyen bir sebeple buradaki görevine de son verilmiştir. Ancak onu asıl üzen hadiseler daha sonra gerçekleşecektir. Bediüzzaman Hazretleri Konya’ya kadar gelmişken onunla görüşmesine müsaade edilmez. İkinci sefer gelişinde ise evinin önünde, arabadan bile inmeyen Üstad ile ayaküstü görüşme imkânı bulmuş, araç daha sonra Urfa’ya doğru hareket etmiştir.

Bu kadarla da kalmamıştır. Sistem Mart 1960’ta dünyasını değişen Bediüzzaman Hazretleri ile uğraşmaya devam etmiş ve mezarının nakli için Milli Birlik Komitesi’nde karar alınmıştır. Kararın kendisine tebliği ve kabrin nakil işlemi şöyle gerçekleşmiştir:

Valilik makamına çağrılan Abdülmecid Efendi, alışılmadık bu davete çok şaşırmış bir vaziyette icabet eder. İçeri girdiğinde Cemal Tural Paşa, Refik Tulga Paşa ve zamanın 2. Ordu Komutanı da makamda oturmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri’nin kabrinin taşınacağını kendisine söylerler. Cemal Tural Paşa, “Said Nursi’nin kabrini şark ahalisi ve güney sınırlarımızdan kaçak olarak gelip ziyaret edenler var. Nazik bir zamandayız. Sizin de iştirakinizle kabrini İç Anadolu’ya nakledeceğiz.” ifadesiyle kendince olayın sebebini de izah eder. Abdülmecid Efendi’nin “Bırakın kabrinde bari rahat etsin.” ısrarına aldırış bile etmeden, ağzından yazılmış bir dilekçeye zorla imzası attırılarak nakil işlemleri başlar.

Hemen uçağa binerek Urfa’ya giderler. Şehirde sokağa çıkma yasağı ilan edilir ve Balıklıgöl çevresinde güvenlik tedbirleri alındıktan sonra gece vakti kabir kazılır ve merhumun cesedi defnedilişinden yaklaşık dört ay sonra çıkarılır. Bu işleme katılan herkes tedirgindir. Zira defnin üzerinden geçen zamanda ceset gömüldüğü günkü tazeliğini korumakta ve kefende en ufak bir bozukluk bile görülmemektedir.

Bir arabayla havaalanına, oradan uçakla Afyon’a, oradan da karayolundan yapılan yaklaşık dört saatlik bir seyahatle Isparta’nın dağlarından birinde önceden hazırlanmış bir kabre askerler tarafından alelacele defnedilir. Hiçbir iz/işaret bırakılmayan bu kabir böylece unutulmaya terk edilir. Abdülmecid Efendi bu nakil sırasında askerlerin yanlarında bulunmasına rağmen gecenin karanlığı ve kullanılan karmaşık yol yüzünden kabrin yerini bilemez. Bu hadise de hayatı boyunca karşılaştığı en vahim olaylardan bir tanesi olarak zihnine kazınır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin vefatından sonra aslında kendi ömrünün hitamı için de yedi yıllık bir geri sayım başlamıştır artık. Çünkü hayatı boyunca işaret ettiği bütün olayların gerçekleştiği ve hiçbir zaman boş laf etmediğine en yakınlarından ve talebelerinden birisi olarak pek çok kez şahit olan Abdülmecid Efendi’ye Üstad; “Benden yedi yıl sonra vefat edeceksin.” demişti. Bunu bildiği için 1967 yılında hemen herkesle vedalaşan Abülmecid Efendi 11 Haziran günü, seksen üç yaşında dünya hayatına gözlerini yumdu. Cenazesi Hz. Bediüzzaman’ın talebeleri, Konya Yüksek İslâm Enstitüsünün ve İmam-Hatip okulunun ders hocaları, talebeleri; oğlu merhum Suat Ünlükul’un polis arkadaşları ve emniyet mensupları; Konya’nın değerli müftüsü ve hatibi Tahir Büyükkörükçü başta olmak üzere, bölgedeki ulema, meşayıh ve cemaatin katılımıyla kılınan bir namazdan sonra tekbirler eşliğinde defnedildi. Kabri Konya’da Mevlana Hazretleri’nin türbesinin hemen karşısında yer alan Üçler Mezarlığı’nda, Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu Hocaefendi’nin mezarına varmadan sol taraftadır.

Ağabeyi Bediüzzaman Hazretleri’nin “Mühim bir âlim” diye vasıflandırdığı Abdülmecid Efendi’nin cenazesinde yaptığı konuşmada, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin halifelerinden Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’nin şu cümlesi ile yazımızı noktalamak istiyoruz:

“Muhterem cemaat, bir âlim ölmedi, bir âlem öldü...”

Bu ayki yazımızı hazırlarken risaleinurenstitusu.org, sorularlasaidnursi.com,yenidendogus.net, saidnursi.de, tefekkurdergisi.com, tumgazeteler.com internet adreslerinden istifade etmiş bulunmaktayız. Kendilerine teşekkürü bir borç biliriz.

 

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cuma, 09 Kasım 2012 19:02

SEYYİD HULUSİ YAHYAGİL

 

seyyid_hulusi_yahyagil

SEYYİD HULUSİ YAHYAGİL (1895- l986)

 

“Biz kapısının eşiğinde duracağız. Sebatla bekleyeceğiz. Mutlaka bir gün bir vesileyle açılır. Şayet kapı yine açılmazsa o kapıda sesi ünsiyet etmiş birisinin sesiyle o kapıyı çalar, sesleniriz. Tabir caiz ise askeriyedeki protokoller gibi. Misal; Veysel Karânî, Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri gibi sesleri beğenilmiş zatların münacatları ile o kapıyı çalacağız.” (Seyyid Hulusi Yahyagil)


Çoğumuz, işlerimizin yoğunluğunu, günlük meşgalemizin çokluğunu, dünyalık vazifelerimizin yükünü bahane ederek Cenâbı Hakk’a karşı olan görevlerimizi yerine getirmekte gafil davranıyoruz. Bunun yanlış bir davranış olduğunu bile bile bunca bahane üreten nefsimizin oyunlarına düşmekten kendimizi bir türlü kurtaramıyoruz. Çünkü insanın nefsin hile ve desiselerinden korunması için ciddi bir terbiye görmesi gerekir. Bu terbiye de ancak bir Allah dostuna ve onun gönül verdiği davasına zahiren ve batınen kemali hizmetle mümkün olur. Yani büyüklerle olan rabıtası kişiyi gün-be-gün adeta pişirerek nefs, şeytan ve onların avanelerine karşı daha dirençli hale gelir.


Nefs ile mücadele ve mücahede çok zorlu bir iştir. Bu yüzdendir ki bu noktada başarı gösterebilmiş kişi sayısı oldukça azdır. Çünkü bizi hayırla bile kandırabilen bir varlıkla karşı karşıyayız. İbni Ataullah İskenderî Hazretleri; “Sen nefsine bu kadar silah ve mühimmatı verdikten sonra onunla savaşmaya kalkıyorsun. Bundan daha büyük ahmaklık olur mu?”  buyurarak onun hile ve oyunlarından emin olunamayacağını bize anlatmaya çalışmış, onun, ancak onu iyi tanıyan ve onunla olan mücadelesini bi-iznillah kazanmış bir zatın himmeti ve nazarıyla istenilen sınırlar içerisinde tutulabileceğini bize haber vermiştir.


Meselenin böyle olduğunu büyüklerin hayatlarını tetkik ettiğimizde daha iyi görebiliyoruz. İşte dünyevi meşgalesinin yoğunluğuna, hatta işi gereği kendi hür iradesiyle istediği zaman hareket etmesi bile mümkün olmamasına rağmen; nefsin arzu ve isteklerine gem vurabilmiş, Bediüzzaman Hazretleri ile hayatı boyunca sadece altı kez görüşmesine karşın ömrünü istikamet üzere geçirmiş bir zatı, bu ay bize ayrılan bu sayfadan siz değerli okuyucularımıza anlatmaya çalışacağız.


Albay Hulusi Yahyagil. 1895 yılında Elazığ’da dünyaya geldi. Henüz yirmi yaşında bir delikanlı iken Birinci Dünya Savaşı’na katıldı, Çanakkale ve Kafkas Cepheleri’nde savaştı. Bu savaş yüzünden yarım kalan tahsilini 1925 yılında tamamlayarak harbiyeden mezun oldu. Alaylı bir zabit (mektep görmeden ordu içinde yetişmiş subay) olan babası Yahyazade Mehmet Efendi’nin subay oğlu olarak ordudaki görevine başladı.


Talebesi olduğu Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Şeyh Said hadiseleri sebebiyle 1925 yılında önce Burdur’a ardından Isparta ve Barla’ya sürüldü. Üstad burada sekiz yıl kaldı ve Risale-i Nur’un büyük bir bölümünü burada yazdı. Hulusi Efendi de 1928 yılında Isparta/Eğridir’e tayin oldu. Bu tarihlerde bir yüzbaşıdır ve Isparta’ya gelişinden takriben bir yıl sonra Üstad’la tanışır. Tanışması da biraz ilginçtir aslında. Cami cemaatinden, Şeyh Mustafa adıyla bilinen meczup bir zat, müteaddin kereler kendisine; “Senin derdinin dermanı Barla’da. Orada bir zat var, onu ziyaret et!” der ve kendi el yazısı ile çoğalttığı bir Risale’yi okuması için verir. Hulusi Bey el yazısının karmaşık olması hasebiyle bu nüshadan pek fazla istifade edemese de en kısa zamanda Üstad’ı görmeye gider. Bu ilk ziyaretlerinde Üstad'ın yanında epey kalmış ve görüşmeleri de oldukça uzun sürmüştür. Bu görüşmeden ve yapılan sohbetten oldukça etkilenen merhum Hulusi Bey, bu günleri ve Üstad’la tanışmasını anlatırken; “Hayatımda bir inkılâb oldu.” diye belirtir. Kendileri, bu tarihten sonra artık Risale-i Nur’un hizmet dairesi içine girmiş ve gece gündüz durmadan risale yazıp çoğaltmaya başlamıştır.


Bu ilk ziyaretten sonra Eğridir’de kaldığı iki yıl içerisinde Barla’ya beş defa daha gider. Bu geliş gidişlerde Üstad’ın birçok kerametine şahit olmuştur. Bediüzzaman Hazretleri bir defasında; “Kardeşim! Uzaklığın alameti olan mektuplaşmak, âdetim değildir. Fakat sen yazabilirsin.” diyerek aralarındaki irtibatın mektupla da sürebileceğini ifade etmiş o da görevi sebebiyle gittiği her yerden aklına takılanları yahut kendisine sorulan soruları üstadına bildirmiştir. Bu mektuplaşma o kadar güzel bir netice vermiştir ki bundan sadece kendisi istifade etmekle kalmamış, bugün binlerce insanın okuduğu, Üstad’ın “Mektubat” adlı eserinin oluşmasına büyük katkı sağlamıştır.


Tayini bir müddet sonra Eğridir’den Konya-Karapınar’a çıkar ve böylece Üstad’ın yanından ve sohbet halkasından uzaklaşmak zorunda kalır. Başlangıçta da ifade etmeye çalıştığım gibi bazı kararlar insanın elinde olmuyor. Tabii memuriyet işte. Tayin edildiğiniz bölgeye gitmek zorundasınız. Bu tayinlerden birinde de memleketi olan Elazığ’a vazifelendirilir ve tabur komutanı olarak görev yapar.  Burada görev yaparken kamuoyunda “Dersim İsyanı” olarak bilinen hadise cereyan eder.


1938 yılında meydana gelen hadisede isyanı bastırmak için görevlendirilen birlikler arasında Yarbay Hulusi Bey ve askerleri de vardır. Oraya sevk edildiklerinde hadise neticelenmek üzeredir. Ancak merkezi hükumet bu isyanı bastırmak ve ayaklanmanın bir daha başlamasını önlemek için gereken her şeyi yapmak istemektedir. İsyan denilen şeyin aslında birkaç dağ köyünün vergi vermemekte direnmesi olduğunu ise olayın canlı şahitlerinden yıllar sonra öğreniyoruz. Çok basit bir-iki önlemle noktalanabilecek olaylar kısa zamanda umumileşmiş ve adı bile değiştirilip Tunceli olan Dersim alev alev yanmaya başlamıştı.  Ancak Hulusi Bey’e verilen emir ise gayet nettir: Külliyen İmha!..


Tabii şuurlu bir Müslümanın suçlu ile suçsuzu ayırt etmeden, adeta kurunun yanında yaşın da yanabileceği topluca bir cezalandırmaya rıza göstermesi mümkün değildir. Birliğinin bir takım ağır silahlarla da teçhiz edilip, bölgeye gönderilmesi sırasında adeta bunalmış ve içindeki sıkıntı bir türlü yatışmamıştı. Hatta öyle ki ömrünü bu vicdan azabıyla geçirmektense istifa etmeyi bile düşünmüştü. İşte tam bu sıralarda emir eri kendisine bir mektup verir. Bu, Kastamonu’da sürgünde bulunan Bediüzzaman’ın, yazıp önce Isparta'daki bir arkadaşına, oradan Nevşehir-Ürgüp'te müftülük yapan kardeşi Abdülmecid Ünlükul’a, Abdülmecid Efendi’nin de zarfını değiştirip çeşitli vesilelerle kendisine ulaştırdığı mektuptur. Mektupta şu ifadeler yer almaktadır:


“Hulusi’nin bir hüznü, bir gailesi var olduğunu hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur şakirtlerine inayet ve rahmet-i ilâhiye nezaret eder. Dünyaya ait meşakkatler madem sevap verir geçerler, o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle mukabele edilmek gerektir. Sen ve Hulusi bütün dualarımda ve kazançlarımda berabersiniz.”


Bu mektubu okuduktan sonra içindeki sıkıntıdan kurtulup rahat bir nefes alan ve istifa fikrinden tamamen vaz geçen Hulusi Efendi bu harekâta katılır. Meselenin nasıl neticelendiğini ise kendi ağzından dinleyelim:


“Mektup bana büyük bir teselli verdi, nefes aldım. İsyan bölgesine vardık. Çok uzak mesafelerden birbirimize tek-tük birkaç mermi attıksa da hiç kimseye bir şey olmadı. Kimsenin burnu kanamadı. Döndük dolaştık, kimseyi bulamadık. Bölgeyi terk etmiş, mağaralara çekilmişlerdi. Allah yardımımıza yetişti. Elimizi kirletmeden ve kana bulaştırmadan bizi kurtardı ve muhafaza etti.”
Efendisi’nin dualarıyla bir sıkıntıyı daha atlatmış ve bu tarihten sonra, albay olarak emekliye ayrıldığı 1950 yılına kadar mesleğine devam etmiştir. Emekli olduktan sonra memleketi Elazığ’da ikamet etmiş ve burada sevenleri ile görüşmeye, onlara ilgi ve alaka göstermeye devam etmiştir. Üstad ile geçirdiği günlerini, ondan öğrendiklerini taliplilerine kemaliyle anlatmaya; onlara ihlâs ve takvasıyla, tevazu içindeki sade yaşantısıyla örnek olmaya özellikle gayret göstermiştir. Muhitinde bulunan âlimlerden hocaefendilere, esnaftan talebelere kadar herkesle iyi geçinmiş, güler yüzünü ve nasihatini kimseden esirgememiştir.


Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ilk talebelerinden olan Albay Hulusi Yahyagil 25 Temmuz 1986 senesinde Elazığ’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Kabri, Elazığ’ın tarihi bölgesi Harput’taki Meteris Kabristanı’nda, İmam Efendi medfun olduğu türbenin hemen kuzey yönünde, etrafı demir cağlarla çevrilmiş aile mezarlığı olan bir parselin içindedir. Sanduka biçimindeki kabrinin baş tarafındaki şahide taşında: “Risale-i Nur’un birinci talebesi, Emekli Albay Es-Seyyid İbrahim Hulusi Yahyagil. Ruhuna El-Fatiha!” yazısı bulunmaktadır. Mekânı cennet olsun.


Nasıl bir şahsiyet olduğunu daha iyi anlamamız açısından Avlarlı Muhammed Lütfi Efendi’nin kendisi hakkında söylediği şu mısralarla yazımızı noktalamak istiyoruz:
Gülbin-i tevhidde gunce-i hemrah, Hulusi Efendi kardeş; Nur-u tevhid ile dilde dilara bir haknüma zata olmuşsun yoldaş, Tuttuğun dümeni elden bırakma, ilm-i ledünnane olmuşsun sırdaş, Kerem-i Kerim’e bu mazhariyet bir kadr-i vâlâya olduğun hâldaş. Hamd eyle Mevlâ'ya rube zemin o! Nâ-ehle esrarını, eyleme faş.


Bu ayki yazımızı yazarken mared.gen.tr, elazigajans.blogcu.com, nur.gen.tr, saidnursi.de, talhaugurluel.com, haber7.com, bediuzzamansaidnursi.org, yeniaktuel.com.tr, risale-inur.org, nurpenceresi.com internet adreslerinden istifade etmiş bulunmaktayız. Emeklerinden dolayı kendilerine teşekkür ederiz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“İhlâsla âmâl-i sâlihaya (güzel işlere) muvaffakiyet, mârifetullah kesbi, kemâl-i îmân iktisâbı, bir de tevâzû, ihlâs, hilim, tevekkül, teslim, kaza ve kadere rızâ gibi ahlâk-ı hasene kazancı şartıyla, ne gençlikten ne de ihtiyarlıktan şikâyet edelim.” (Mehmed Feyzi Efendi)

Dilediğine hidayet edici, dilediğini kurtuluşa erdirici yegâne merci, âlemlerin Rabbi olan Yüce Mevla’mıza hamdü senalarımızı, O’nun (cc) Kitab-ı Kerimi’nde “üsve-i hasene-en güzel örnek” diye taltif buyurduğu Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’a sonsuz salât ve selamımızı, Cenabı Hakk’a vuslat menzili olan sırat-ı müstakim caddesinin kilometre taşları mesabesindeki evliyaullah hazeratına da gönülden hürmetlerimizi sunarız.

Kâinatın yaratılışından itibaren Âdem Aleyhisselam’la birlikte her peygamber dünyaya geldikleri zaman insanları o hidayet menbaına çağırmaya, onları Cenabı Hakk’a sevk etmeye çalışsalar da o caddenin en büyük yol göstericisi, hatta İslam şeraitinin (inne’d-dine indallahi’l-İslam-Allah katında tek geçerli din olan İslam) kendisine verilmesi hasebiyle adeta sahibi, yine Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle yolumuzu aydınlatan ışık “siracen münîr-nur saçan kandil” olan Efendimiz Muhammed Mustafa’dan sonra da O’nun (sav) varisi ekmelleri, Allah dostları insanların hayatlarına yön vermeye çalışmış, Kâinatın Efendisi’ne varis olmaları hasebiyle adeta birer kandilcik olarak önümüzü aydınlatmışlardır.

Kastamonu da bağrında medfun bulundurduğu yaklaşık on yedi bin evliya ile bu kandillerin ülkemizde en çok aydınlattığı illerden bir tanesi olmuştur. Milli şairimiz merhum Mehmed Akif Ersoy’un hayatından bahsederken de ifade etmeye çalıştığımız gibi özellikle onun vaazlarının da etkisiyle Milli Mücadele yıllarında ülkemizin kurtuluşu ve din-i mübin-i İslam’ın selameti için gayret sarf etmiş ve bu uğurda en fazla şehit veren illerimizden bir tanesi olmuştur.

Kastamonu’nun bağrından çıkan mânâ erlerinden bir tanesi de Mehmed Efendi’dir. 18 Mart 1912 yılında Pamukçuzâde İzzet Efendi ile Hâfıze Âişe Hanım’ın evlatları olarak Kastamonu’nun Hepkebirler Mahallesi’nde dündaya gelmiştir. Neseben seyyid olmakla birlikte aileleri ilme intisab etmiş, etraflarınca da halis mümin olarak bilinen kimselerdir. Böyle bir ailnin huzur dolu ve bereketli yuvasında dünyaya gelen Mehmed Feyzi Efendi, daha küçük yaşlarda ilim tahsiline başlar. Cenabı Hakk’ın kendisine bir lütfu olarak ilme merakı pek ziyade ve kabiliyeti de fevkalede olduğundan daha küçük yaşlardayken arkadaşlarının arasından ayırt edilmeye başlanır.

Henüz altı yaşındayken hıfzını tamamlayan Mehmed Feyzi Efendi, daha sonra kıraat-ı seb’a, Arapça, fıkıh ve âdab ilimlerini o tarihler Kastamonu vilayetindeki meşhur hocaefendilerden ahzeder.

1935 ila 1938 yılları arasında İstanbul’da askerlik yapmış, buradaki zamanlarını da bir fırsat bilip boş geçirmeyerek ilim tahsiline devam etmiş, Nevşehirli Hacı Hayrullah Efendi, Seyyid Abdülhakim Arvasî ve  Hüsrev Hocaefendi gibi âlimlerden tefsir ve hadis ilmini vakti nisbetinde  ilerletmek için gayret etmiştir.

Askerlikten sonra yine Kastamonu’ya dönmüş ve Bediüzzaman Hazretleri ile tanışmıştır. Bu tanışma bütün hayatını değiştirmiş, kendilerinin birçok insan tarafından tanınmasına ve ean anılmasına vesile olmuştur. Said Nursi Hazretleri ile tanışması hakkında çeşitli rivayetler anlatıla gelir. Kimileri askerlikten döndüğünde hemen, kimileri bir yıl sonra bu buluşmanın gerçekleştiğini ifade ederken, bu tanışmayı çeşitli menkıbelerle süsleyenlerin de olduğunu unutmamak lazım.

Zaten ilim ehli bir zat olan Mehmed Feyzi Efendi, Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri ve Risale-i Nur’larla tanıştıktan sonra bambaşka bir insan olmuş, gerek telifte gerek nüshaların çoğaltılmasındaki gayretleri, üstada hizmeti ve üstadla birlikte çektiği sıkıntıları, onun gün-be-gün pişmesine vesile olmuştur. Kendileri Bediüzzaman’ın “sır katibi” olarak da bilinir, zaten bu yakınlıktan neşet etse gerek Fevzi olan isimlerini de Feyzi olarak yine üstad değiştirmiştir.

Ümmetin, bilhassa da gençlerin bilinçlenmesi yolunda iman ve Kur’an hizmeti kem gözlülerin dikkatini çekmiş, ellerindeki imkânı el verdiğince üstad Bediüzzaman ve talebelerinin aleyhinde kullanmışlardır. Bu zulüm çerçevesinde işledikleri hiçbir suç olmamasına rağmen 1943 yılında Denizli, 1948 yılında da Afyon hapishanelerinde üstadı ile birlikte tutuklu bulunmuşlardır. Mahkemelerde yapmış olduğu meşhur müdafaaları risalelerde mevcuttur.     

1957 senesinde kendisi gibi o pâk nesebe mensub, seyyid bir aileden olan Melek Hanımefendi ile evlenir. Bu evlilikten biri erkek olmak üzere beş çocuğu dünyaya gelir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri ile tanıştığı günden onun vefatına (1960) kadar yanından neredeyse hiç ayrılmayan Mehmed Feyzi Efendi, gönül verdiği efendisi dünyalarını değiştikten sonra evinde adeta münzevi bir hayat yaşamıştır.

Bütün Müslümanları kapsayan bir birlik düşüncesinin sahibi olan Mehmed Efendi, hiçbir zaman İslam’a zarar getirecek tartışmalara katılmamıştır. Daima bunların dışında kalmayı tercih etmiştir. Lazım olmadıkça evinden dışarıya çıkmamış, yurdun dört bir yanından gelen Bediüzzaman ve Risale-i Nur âşıkları ile dertleşmiş, onlara üstad ile geçen o güzel günlerden bahsetmiş, yapmış olduğu sohbetler ve İslami telkinleri ile gönüller yeşertmeye gayret etmiştir.

Mehmet Feyzi Efendi, birçok öğrenci yetiştirmiştir. Öğrencilerinin arasında her sınıftan insanı bulmak mümkündür. Daima milletine karşı sevgi ve itimat beslemiştir. Ondaki millet sevgisi hep İslami ölçüler içinde kalmıştır.

Bütün bir ömrünü adeta melek-misal geçiren ve daima İslamî ölçülere ve sünnet-i seniyyeye mutabık bir hayat süren Feyzi Efendi 1990 yılında dünyasını değişmiş ve Rabb-i Rahimi’ne kavuşmuştur.
­
Bu yazımızı yazarken kastamonur.com, muzafferdeligoz.blogcu.com ­adlı internet adreslerinden istifade ettik. Teşekkür ederiz.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort