Gülzâr-ı Hâcegân
KALB-İ SELİM EHL-İ HUZURDA BULUNUR
Bu ayki mevzuumuz “huzur”u yazarken geçen sayılarda işlediğimiz konulara göre daha da zorlanacağımızın farkındayız. Şimdiye kadar işlediğimiz bütün yazıların muhakkak zahire dönük bir tarafı vardı. Namaz, ümmet bilinci, zikir vs. bunların hepsiyle görüntü itibariyle de olsa bir teşri-i mesaimiz var elhamdülillah. Ancak huzur, kalb amelidir ve şahsımızın bu mes’elelerde kalem oynatması terk-i edeb ve haddi aşmak olacaktır bundan eminiz. Lakin büyüklerimiz; “El-emrü fevka’l edeb-Emir edebden üstündür.” buyurmuşlar. Bizde onların buyruklarına sığınarak yine onlardan işittiğimiz hakikatleri toparlamaya gayret edeceğiz.
Huzur kelimesini ilk duyduğumuzda bizde iki yönlü bir çağrışım yaptı. İlki kelimenin lügat mânâsıyla, ikincisi ıstılâhî anlamı ile ilgili. Büyüklerimizin ikinci mânâyı işaret ettiklerini düşünüyoruz ancak onu işleyebilmek için önce lügat mânâsının üzerinde durulmasının gerekliliğine inanıyoruz. Rabbim muvaffak buyursun inşaallah…
Şuurlu bir Müslüman olarak bilmemiz gerekir ki bizler nerede olursak olalım her an Hâzır ve Nâzır olan Allahımız’ın huzurunda ve “Er-Rakîb”in murakabesi altındayız. Rabbimiz’in “basar” sıfatıyla ifade edilen görmesini anlatırken büyüklerimiz; “Allah, kapkara bir gecede simsiyah taşın üzerindeki kara karıncayı görür.” buyurmuşlardır. Bu mes’e-lenin zâhir boyutu. Bir de bâtını ve Cenâbı Hakk’ın ilm-i ezeliyyesi ile bilmesi var ki, işte O Hazret’in (cc) huzurunda bulunmak, bunların hepsini bir araya getirdikten sonra ne kadar fazlasını düşünürsek düşünelim eksik olacak şekilde yakından takip edilmektir aslında. Takipten ziyade ilgi tabiri daha yerinde olur herhâlde. Çünkü Allah insanı “En güzel kıvamda…” (et-Tin: 95/4) ve eşrefi mahlûkat olarak yaratmıştır. Onu halife olmak gibi ulvi bir vazife ile dünyaya göndermiştir. “Onun çamurunu elleriyle yoğurmuştur.” (Taberî, Tefsir, III, 306) Sonra da onu “İlâhî bir nefha” (es-Sâd: 38/72) ile desteklemiştir. O yüzden insana olan ilgi ve alakası diğer mahlûkata nispetle ziyadedir. İşte insanın başına menfî mânâda ne geliyorsa bu hakikatleri unutmasından geliyor. Gerçi “Hafıza-i beşer nisyân ile mâlüldür.” buyrulmuş fakat bilinmesi ve dimağlara kazınması gereken bir hakikat de şudur ki; “Kalb-i insan tecelligâh-i Sübhândır.” Kalb; beyt-i mâmûr, arşü’r-Rahman ve hâne-i İlâhî’dir. Bizler maalesef bunları da unuttuk. Unuttuğumuz için de her şeyi yapıp ederek huzurumuzu kaçırdık. Parayla, mal mülkle, şan ve şöhretle huzuru yakalayacağımız hülyâsı içinde bir o yana bir bu yana savrulup durduk. Hâlbuki Allah; “O gün ki, ne mal ne de evlat fayda verir. Ancak Allah’a kalb-i selim ile gelenler müstesnâ. O gün cennet takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlar için ortaya çıkarılır.” (Şuarâ 26/88-91) buyuruyor. Bu kalbi selim nedir, nasıl elde edilir, düşünecek vaktimiz dahi olmadı. Şair ne güzel söylemiş;
Sanma ey hâce kim senden sîm ü zer isterler,
“Yevme lâ yenfe’û” da kalbî selim isterler
(Ey hoca, ey insan! Sanma ki kimsenin kimseye faidesinin olmayacağı o günde senden altın ve gümüş isterler. O gün istenen yegâne şey selim bir kalbtir.)
Selim bir kalb huzurda olduğu bilinciyle huzuru yakalamış/yakalama gayretinde olan kalbtir. Çünkü bu şuur o kimseyi; “O (cc), haddi aşanları sevmez.” (A’râf 7/55) fehvası mucibince haddi aşmaktan uzak tutmuş, o, Allah’ın sevdiği her ne varsa gücünün yettiğince onu îfâya gayret etmiştir. Bu gayreti karşısında Rabbi’nin lütfu ve zenginliğinden fazlasıyla hisseyâb olup bilmediklerine de vâris kılınmıştır.
Bu îfâ gayreti ve gayretin neticesindeki Cenâbı Hakk’ın tevfîk ve nusreti ile terakkî eden insanın Rabbimiz’in hadiselerdeki dahlini görmesi ve olan biten her şeyin, “O’nun yaratması” (Furkân 25/2) ve “Ol demesi ile olduğunu” (Yâsîn 36/82) bilmesi ziyadeleşir. Bu bilgi Hâlık-i Zü’l-Celâlimiz’in lütfu ile de zaman içinde ilme’l-yakîn’den ayne’l-yakîn’e, ayne’l-yakîn’den hakka’l yakîne inkılâb eder ve sahibini mâmur eder biiznillâh. Mâmur olmuş kimsenin kalb âyinesi parlar ve gördüğü her şeyin Cenâbı Hakk’ın kudret eliyle olageldiğini müşahede eder. Şair Nigâhî bu hususu ifade sadedinde;
Remz-i Hakk’ı fehm idenler dide-i bînâ imiş
Ehl-i diller maneviyyatı mazhar-i Mevlâ imiş
Mü’minin kalbinde mir’at Kâbe-i ulyâ imiş
Rehberi irfân-i aşkın mazhar-i Mevlâ imiş
(Hakk’ın hadiselerdeki işaretlerini ancak hakikatleri gören bir göz görür ve anlar. Cenâbı Hak bu gözü de gönül ehline, Allah’ın lütfuna uğramış kimselere verir. Böyle büyük bir lütfa mazhar olan mü’minin de kalbi pek büyük bir Kâbe’dir. Çünkü artık o gönül, Allah’ın tecellilerine zemin olan bir hâne olmuştur. O gönlün sahibi de aşkın ve irfanın rehberi hâline gelmiştir.)
Böyle bir kul da hadisenin ikinci vechesi olan ıstılâhî mânâ açısından muhatab alınır kanaatindeyiz. Burada “huzur” kavramının “huzurda bulunmak” olarak değil de “sekînet ve farkındalıktan kaynaklanan saadet” ifadeleri ile mânâlandırılabileceğini düşünüyoruz. Bu sekînet ve farkındalıkla yaşamı Hâcegân silsilesinin büyük pîrlerinden Hâce Abdulhâlık Gücdüvânî Hazretleri’nin (ks) yolumuza ait sekiz esasından birisi olan Halvet-Der-Encümen ilkesi çok iyi ifade ediyor. Yani zâhiri halk ile beraber olan ve dünyevi sebepler dairesine göre hareket eden ârif, bâtınında Hak ile beraberliğinin ve Fâil-i mutlak olan Cenâbı Hakk’ın iradesi altında bulunmanın huzuru ile sükûnete erer ve tam bir teslimiyyetle O’na (cc) teslim olur. İşte bu teslimiyyet, yani sebepler dairesi içerisinde ne olursa olsun neticede Allah’ın dediğinin olacak olmasından duyduğu memnuniyet onun gerek ibtilâ, gerekse de sürûr hâlinde yüzünü Yaradanı’ndan çevirmemesi demektir.
Sekînet denince akla gelen manzara, dışarıda fırtınaların kolgezip ortalığı birbirine kattığı bir vakitte bu hengamenin asla tesir edemeyeceği bir yerde bulunmak gibidir. Büyük velilerin tevekküllerinin kemâlinden tedbirin terki ile ilgili söyledikleri ifadeler de bu meyanda anlaşılabilir herhalde. Yani sadece perdenin önünde bulunan ve buna göre hareket etme zorunluluğu bulunan bizlerle perdenin ardına –Allah’ın kendilerine lütfettiği nimetlerle- vakıf olabilen büyüklerimizin hadiseler karşısında aldığı tavır illâ ki farklı olacaktır. Nitekim “Bilenlerle bilmeyenlerin müsâvî olamayacağı” (Zümer 39/9) Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmiştir.
Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Hak” ifadesinden sonra başına gelenler malum. Hâce Hazretleri (ksa) bu konu ile ilgili şöyle buyurmuşlardı; “Hallâc bir yerde Hakk’ın işine karıştı. Cenâbı Hak da ona derisi yüzülmeden onu affetmeyeceğini bildirdi. Dostundan da vazgeçmeyen Rabbü’l-Âlemin, ona rahmânî bir cezbe verdi ve Hallâc, o malum ifadeyi söyledi. Halk da bunu yanlış anlayıp galeyana geldi ve onu tekfir etti. En sonunda derisi yüzülerek ölüme mahkûm olması için karar verildi. Bunu duyan Hallâc-ı Mansur (ks) âdeta af ile müjdelendiğinden çocuklar gibi şen ve “huzur”lu olarak ruhunu teslim etti.” Mevlânâ Hazretleri’nin (ks) vefat gecesini “şeb-i arûs-düğün gecesi” olarak ifade etmesi de aynı mânâya işarettir. Yani şöyle söylenebilir, ölüm gibi dar bir geçidi, en zor anı bile huzur ve rıza ile karşılıyorlarsa yaşantıdaki sıkıntılar elbette ki bu teslimiyyetle âdeta tebessümle ağırlanır. Onları mahzun edecek yegâne şey Mahbûb-i Hakikî olan Mevlâları’nı ve O’nun (cc) has odasında meskûn bulunan dostlarını yapacakları yanlış bir işle rahatsız edip üzmek olacaktır. Bütün endişeleri budur.
Cenâbı Hak hem Kitabı’ndan hem de Efendimiz’in dilinden razı olduğu ve olmadığı amelleri bildirmiş, helal ve haram dairesinin hudutlarını çizmiştir. Allah’ın hoşuna gidecek işleri artı, hoşlanmadığı amelleri de eksi olarak ifade edersek kul olarak üzerimize düşen şey son nefesimize geldiğimizde artılarımızın eksilerimizden fazla olması için gayret etmek olacaktır. Ancak bu ebedî ve sermedi saadet için yeterli değildir. Çünkü Allah’ın huzuruna götürdüğümüz karnenin artıları hakikaten artı yahut da eksileri hakikaten eksi mi olacak ya da tam tersine tebdil mi olacak bunu bilemiyoruz. Çünkü “Artıların eksilere katılıp onlardan sayılarak müflis durumuna düşüldüğü” (Müslim, Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyamet 2); hadisi şerifi ve “Seyyiatın da hasenata tebdil olduğuna” (Furkân 25/70) dair ayeti kerime mevcut. Bunun için diyoruz ki artılarımız yahut eksilerimiz hakkında son söz Rabbimiz’in. Efendimiz’in “Kendisinin dahi bu hususta Allah’ın merhametine muhtaç olduğunu belirten hadisi” (Buhari, Merdâ 19) de bu hakikati ifade etmektedir. Aynı paralelde Hâce Hazretleri’nin (ksa) şu ifadesine de yer vermek istiyoruz; “Bütün amellerinizi üst üste koyun ve sıfır ile çarpın. Şu halde azlık ya da çokluk o kadar da mühim değil, netice sıfır. Bundan sonra Allah dilerse bizi azîz eder, dilerse zelil eder.”
Bu hakikati anlayan kulun teslimiyyet içerisinde, amellerin nefsi hayırla meşgul etmek mânâsına geldiği bilinciyle ivazsız ve garazsız Rabbi’ne yönelmesine, bu dünyada gulâm-i Muhammed olmayı kâinâta hükümrân olmaya tercih etmesine ve bunu zerre kadar da olsa bir endişe duymadan yapmasına “huzur”, bunda muvaffak olana da “ehl-i huzur” denir diye düşünüyoruz. Çünkü en doğrusunu Allah bilir.
Cenâbı Hak, cümlemize ehl-i huzurun hizmetinde bulunmayı ve onların huzurla dolu hayatlarından dünya ve ukbâda dûr olmamayı nasib eylesin.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
NAMAZDA HİZMET, KURBET VE VUSLAT VARDIR
Bu dünyamızın mâmur olması, daha iyi, daha güzel hâle gelmesi için bu kadar gayret göstermemize rağmen Cenabı Hakk’ın rızasına, likasına ermek için yapacağımız amellerde asgari düzeyde bulunmaya razı oluyoruz nedense. Halbuki bir nefes alıp vermek kadar kısa olan şu dünyaya verdiğimiz değer yanında çoğumuz Allah’a vuslat, kurbiyyet adına hiçbir şey yapmıyoruz. “Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.” (Tirmizî, Kıyame, 25) buyurmuş Allah Resûlü (sav). Acaba kemâl-i dikkatle hesabımızı yapıyor muyuz?
Kurban bayramını daha yeni idrak ettik. Özellikle son on beş günde televizyonlarda, sokaklarda, her tarafta kurban heyecanını müşahede ettik. Daha önceki yazımızda da ifade etmeye çalışmıştık. Örfî olan amelleri yerine getirmek daha kolay geliyor sanki bize. Mehmet Akif Ersoy merhuma sormuşlar; “Üstad, bu ülke ne zaman düzelecek?” diye, o da “Cuma namazında camiye gelen cemaat, sabah namazlarında da camileri doldurduğu vakit.” demiş.
Bizim inancımıza göre İslam’a giriş cümlesi/kaidesi olan imandan sonra en önemli amel namazdır. Bu hakikati Cenabı Hak Kurân-ı Kerimi’nde bizatihi kendisi ifade etmiş ve namaz için; “Vele zikrullâhi ekber-Namaz en büyük zikirdir.” (Ankebût; 45) buyurarak bize hadisenin önemini bir kez daha hatırlatmıştır. Namazı ekber yapan şey onun hususiyyetidir. Hâce Hazretleri (kuddise sırruh) bir sohbetlerinde; “Hz. Âdem’den Efendimiz’e (sav) kadar gelmiş bütün peygamberân-ı izâm ve nebiyyi muhterem efendilerimiz, Efendimiz’den (sav) sonra da kıyamete kadar gelecek olan kümmelîn-i evliya bir araya gelseler, ezelden ebede düşünseler Allah’a sevgili, sevimli, yaklaştırıcı, en çabuk şekilde rızaya ulaştırıcı bir ibadet olsa bu ne olurdu, diye, namaz gibi bir ibadet, ülfet ve ünsiyyet vesilesi bulamazlardı.” buyurdular. Böyle büyük bir ibadeti Rabbimiz bize meccanen lütfetmiş ve adeta kendisine vuslat için mühim bir kapı aralamıştır.
Toplum olarak ciddi bir hastalığa müptelayız maalesef. Doğru haberlerle karşılaştığımızda, hakikati işittiğimizde hiç üstümüze alınmıyor, sanki o söylenenler hiç bize söylenmemiş gibi hemen başkalarına mâl ediyoruz. Namazla alakalı olan şeylerde de durumumuz böyle. Ya namaz kılmıyoruz, onun için söylenen her şeye kulaklarımızı kapatıp kim ne derse desin dinlemiyoruz. Ya da kılıyoruz diye doğrusuna yanlışına bakmadan, ötesini, berisini düşünmeden nasıl olsa kılıyoruz diye söylenenlere hiç aldırış etmiyoruz. Halbuki namaz var, namaz var… Cenabı Hak –Cümlemizi böyle bir akıbete uğramaktan muhafaza buyursun.- ayeti kerimede “Yazıklar olsun o namaz kılanlara…” (Mâun; 4) buyurmaktadır. Kimilerinin de namazlarının yevm-i kıyamda yüzlerine çarpılacağı beyan edilmektedir. Bizlerse sanki kabul garantisi varmış gibi söylenenleri kâle almıyoruz. Bu namazda –tabiri caizse- hiç kalite farkı yok mu? Ayeti kerimelerde zikr-i kesiri emrediyor Rabbimiz. Büyüklerimiz zikr-i kesirden kasdın adet olarak çok zikir yapmak olmadığını, oradaki ifadenin zikirdeki kaliteyi artırmanın gerekliliğine işaret ettiğini buyururlar. Bütün bunları yan yana düşündüğümüzde en büyük zikir olan namazda da kalitenin artırılmasının söz konusu olduğu malumdur.
Büyüklerimizden bir zata adamın biri gelmiş sormuş; “Efendim şu şu hallerde namaz bozulur mu?” diye. O zatı muhterem de cevaben; “Sizin namazınız mı, bizim namazımız mı?” buyurmuş. Adam şaşırmış; “Efendim namaz bir tane değil mi? Ne demek sizin namazınız mı, bizim namazımız mı?” O zât da buyurmuş ki; “Evladım siz herhangi bir vacibi terk ettiğinizde yahut farzı tehir ettiğinizde sehiv secdesi yaparsınız. Bir farzı terk ederseniz de o namazınızın iadesi gerekir. Ancak biz namazda iken gönlümüze dünyaya ait bir düşünce gelse namazımızı iade eder; ukbaya, ahiretteki nimetlere dair bir düşünce bizi meşgul etse sehiv secdesi yaparız.”
Şimdi Allah için kendi namazlarımızı büyüklerimizin namazı ile bir mukayese edelim. Onun için namazı iyi anlamak lazım. Tabi namaza maddi ve manevi olarak hazırlanmak gerekli. Namazın huzur ve huşû ile eda edilebilmesi için abdest ile işe başlamalı herhalde. Birçoğumuz namaza durduğumuzda şöyle vesveseden ârî, her şeyi geride bırakarak huzur-i izzete çıkamıyoruz. Acaba başıma mesh ettim mi, kollarımı tam olarak yıkadım mı vs… bir sürü soru, daha namaza durur durmaz bizi meşgul edip asıl gayemizden uzaklaştırmaya başlar. Onun için abdest alırken dikkat etmeli Anadolu tabiriyle yalap çalap azaları yıkayıp o abdestle namaza başlamamalıyız.
Abdeste başlarken öncelikle niyetimize dikkat etmeliyiz. Bizim mezhebimize, yani Hanefîlere göre niyet kalbendir, suya yönelmek bile niyet sayılır. Hatta kadim ulemamıza göre sesli niyet bidattir. İnsanlar dille üstünkörü niyet ederler de kalbî hazırlık tam manasıyla yerine getirilmez diye. Daha sonraları biz gönüllerde bulunması gereken bu rikkati muhafaza edemeyince bâri külliyen mahrum olmayalım diye sesli/dille niyete müsaade edilmiş. Niyetten işe başlarken; “Ya Rabbi! Bu suyun maddi kirlerden bizi temizlemesi gibi Sen de bizi günah kirlerimizden temizle; gafletten, isyandan bizi arındır.” diye içimizden tadarrû ve niyâz ile meşgul olmalıyız. Nitekim şu hadisi şerif bahsi geçen arınmaya işaret etmektedir: Hz. Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) anlatıyor; “Hz. Peygamber’in (aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm) şöyle söylediğini işittim:
-Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?
-Bu hal onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz, dediler. Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm:
-İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler, buyurdu.” [Buhâri, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 282, (666); Tirmizî, Emsâl 5, (2872);]
Niyetten sonra abdeste başlamalı ve ağzımıza su verirken; “Ya Rabbi! Ağzıma yaşadığım müddetçe helal lokma alabilmeyi nasip et ve senin razı olmayacağın şeylerin; yalan, gıybet ve dedikodunun ağzımdan sadır olmasına müsaade etme.” Burnumuza su verirken; “Senin dostlarının, sevdiklerinin ve sevdiğin mekanların kokusunu almayı bana nasip et.” Yüzümüzü yıkarken; “Yüzlerin karardığı o günde bizim yüzümüzü ak eyle, Cemalullah’ın nuru ile nurlandır.” Kollarımızı yıkarken; “Gafletle kendimizin zannettiğimiz güç ve kuvvetten sana sığınırız, Çünkü hakiki kuvvet ve kudret sahibi sensin, bunu anlamayı bize nasib eyle.” Başımızı mesh ederken; “Senin emirlerini baş tacı edebilmeyi ve hükümlerine boynumuzu bükebilmeyi müyesser eyle.” Kulaklarımıza mesh ederken; “Senin razı olacağın şeyleri; Kur’ân’ı, büyüklerimizin sohbetlerini işitebilmeyi nasip et. Gıybeti, dedikoduyu, yalan ve yanlış sözleri bana işittirme.” Ensemize mesh ederken; “Katından bize maddi, manevi bir ferahlık ve genişlik lütfet.” Ayaklarımızı yıkarken de “Senin razı olacağın mekanlara, sohbetlere, Kur’ân tilavet edilen mekanlara, Kâbe’ye, Ravza’ya ve bunların şubeleri olan mescid ve dergâhlara gidebilmeyi nasip et; hoşlanmadığın mekanlardan ayağımı kes Allahım!” diye abdest almaya gayret etmeliyiz. Bilinçli alınan bir abdestten Cenabı Hakk’ın razı olacağı ümidiyle nihayetinde de Efendimiz’in (sav) tavsiyelerine uyarak Kadir Sûresi okumalı ve Kelime-i Şehâdet söylemeliyiz. “Sîmâhum fî vucûhihim min eseri’s-sucûd- Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.” (Fetih Sûresi; 29) ayeti ile Cenabı Hak; “Ben ümmetimi kıyamet gününde abdest azalarından tanırım.” (Râmuzu’l-Ehâdis) hadisi ile de Efendimiz (sav) bizim için usulüne uygun alınmış bir abdestin ve bu abdestle kılınan namazın önemine işaret etmektedir.
Namaz; Hz. Allah ile kulu arasında bir buluşma, kulun huzura çıkarak kulluğunu arz etmesidir. Namaz; kulu Allah’a yaklaştıran farzların efdali ve ekmelidir. Namaz; günahları yok edici bir ibadettir. Namaz; İslam ile küfrün arasını ayıran bir ibadettir. Bunun için farkındalık lazımdır. Çünkü yaptığımız amelin “ne” olduğunu tam olarak kavrayamadığımızdan bu kadar rahat hareket ediyoruz. Çünkü anlayanlar bizim gibi olmamışlar. Zaten Rabbimiz de buyurmuyor mu; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer; 9) Hz. Ömer, İmam Cafer-i Sadık, Hz. Ali efendilerimizin hayatlarından mevzuumuzla alakalı rivayetler aradaki farkı anlamak açısından ne kadar da açık örnekler. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin buyurduğu gibi; “Biz onları görsek deli zannederiz. Ancak onlar da bizi görse imanımızdan şüphe ederlerdi.” Hz. Ali efendimizi namazda öyle bir vecd hâli sararmış ki savaşta ayağına batan bir oku namazda çıkarmışlar da hissetmemiş. Cafer-i Sadık efendimiz namazda iken zaman zaman düşüp bayılırlarmış. Sebebini kendilerine sorduklarında; “Rabbimin benimle konuştuğunu hissediyorum.” buyurmuşlar. Hz. Ömer daha ezan sesini duyunca bayılırmış, ona da sebebini sormuşlar; “Allah beni huzuruna çağırıyor, bu halimle O’nun (cc) karşısına nasıl çıkacağımı bilemiyorum. O endişe ile bana bu hâl ârız oluyor.” buyurmuşlar.
Bizler namazın kaliteli yani daha makbul olması hususunda da –üzülerek belirtmeliyiz ki- ifrat ve tefritten kendimizi alıkoyamıyoruz. Kimimiz bu makbuliyyetin “ayın”ları patlatarak, “ha”ları daha derinlerden çıkarmaya gayret ederek, “dad” harfinin her ne hikmetse üstüne basa basa “zâ” diye okunmasına özen göstererek olacağını savunup takvayı sadece bunlardan ibaret göstermekte; kimimiz de hiç bunlara önem vermeden sanki Cenabı Hakk’ın “Tertil üzere okuyun…” (Müzzemmil; 4) emri hiç yokmuş gibi işi samimiyet kılıfına bürüyüp bilmemenin ardına sığınarak harflere hiç dikkat etmeden, manayı bozarak okumakta. Halbuki bunu öğrenmesi ve namazını en azından manaya zarar vermeden kılması üzerine farzdır, buna da dikkat etmeliyiz. Bizler hem samimiyetle ibadetimize devam ederken kıraat olarak da en güzel şekliyle okuyup zü’l-cenâheyn/çift kanatlı olmaya gayret edeceğiz.
Namazda bize bir davet var. Dâî-i hakikî Cenabı Hakk’ın bizâtihî kendisi, davetçi Efendimiz (sav), dâvetnâme de Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır. Bizler bu dâvetnâme ile Allah’a davet edilmekle beraber ezan ile de günde en az beş vakit namaza, Allah’ın huzuruna davet ediliyoruz. Ancak bu çoğumuz için maalesef bir anlam ifade etmiyor. Halbuki bırakın rahat zamanımızda bu kadar ilgisiz kalmayı en zor zamanlarda bile Allah namazın kılınmasını emretmektedir. Misal oruçla alakalı olarak seferde, hastalıkta ve hamilelik gibi bazı özel hallerde verdiği ruhsatları namaz için vermemekte, savaşta bile namazın kılınma şeklini tarif buyurmaktadır. Bu namazın ehemmiyetiyle alakalıdır. Terkine hiçbir hâlde müsaade edilmediğine göre demek ki namazın dışında bir şey yok mü’minin hayatında. Namazı günümüzün yirmi dört saatine yaymalıyız. “Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim-Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar…” (Âl-i İmrân; 191) buyurmakta Rabbimiz. İşte bu anma/hatırlama için en büyük vesile namazdır. Farzların dışında; işrak, duhâ, evvâbin, hâcet, teheccüd, kabir-nur, kul hakkı gibi namazları sürekli vesile kılarak Allah’la mükâleme de bulunmak için can atmalı mü’min. Allah bu kadar çok sebeple bizi karşısında görmek istemiş ve Hâce Hazretleri’nin ifadeleriyle; “Bunlar bahane, bunları getirirken Sen de gel!” buyurmuştur. Çünkü âlemin yaratılmasından maksat âdemin husûle gelmesidir. Âdem/Hz. İnsan murâddır, âlem onun için o ise Rabbimiz için yaratılmıştır.
Yazımızı namazın ihtiva ettiği hakikatleri üç ana başlıkta toparlayarak hitama erdirmek istiyoruz. Namazda hizmet, kurbet ve vuslat vardır:
Hizmet; Kulun var gücüyle bu emri yerine getirmeye çalışması ve namazı eda etmesidir. Bu şeriattir.
Kurbet; Bu teveccühten/yönelişten sonra Allah’tan gelecek rahmeti, mağfireti beklemek ve her yönüyle Allah’a dönmek ve Allah’a yakınlıktır. Bu tarikattır.
Vuslat; Kulun, Cenabı Hakk’ın bu ulviyyetini her azasında hissetmesi, zerreden kürreye bu hissiyata gark olarak Hz. Cafer-i Sadık gibi kendisinden geçmesidir. Bu da hakikattir.
Cenabı Hak bu manaları gerek zahiren, gerekse de batınen ahzedebilmeyi ve kıldığımız namazlarla topluma örnek, önder ve hayırlı bir insan olabilmeyi cümlemize nasip eylesin.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
KURBAN KURBİYYETE VESİLEDİR
Hadisi şerifte; “Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini bilin.” buyurmuş Efendimiz (sav): Hastalık gelmeden sıhhatin, yaşlılık gelmeden gençliğin, fakirlik gelmeden zenginliğin, ölüm gelmeden hayatın ve meşguliyyet gelmeden boş zamanın. (Hakim; Müstedrek)
Her şeyin madud olduğu şu dünya hayatı ne kadar da hızlı geçiyor. Üç aylardı, Ramazan’dı, Şevval’di derken bu ayın sonlarına doğru da Rabbimiz’in bizim için seçip beğendiği, cahiliyye bayramlarının yerine ikâme ettiği Kurban Bayramı’nı, Iydü’l-Adhâ’yı idrak edeceğiz inşaallah. Bu bağlamda dergimizin bu ayki dosya konusu olan Kurban’ı, diğer müelliflerimiz gibi biz de bir cihetiyle işlemeye gayret edeceğiz. Cenâbı Hak bu kurbanı cümlemize kurbiyyet vesilesi kılıp bizleri karîb olanlara bağışlasın.
“Elbette onların etleri ve kanları Allah'a ulaşmayacaktır. Ancak O'na sizin takvânız erecektir. Onları bu şekilde sizin buyruğunuza verdi ki, size yolunu gösterdiğinden dolayı, Allah'ı tekbir ile yüceltesiniz. (Ey Muhammed!) Vazifelerini güzelce yapan iyilik sevenleri müjdele.” (el-Hac; 22/37)
Takvâ hep duyageldiğimiz ancak hakikatte ne olduğunu kâmilen idrak edemediğimiz kavramlardan bir tanesi. Kur’ân-ı Kerim’de iki yüz ellinin üzerinde zikredilen, hadisi şeriflerde sıkça bahsedilen, hocaefendilerin yıllarca kürsülerden vaaz ve nasihatlerinde söyledikleri bir kelime. Hâce Hazretleri takvâ, iman, ihsan… gibi mevzuların Kur’ân’da net bir tarifinin yapılmadığını; bizim bunları daha iyi anlayabilmemiz için adeta bu kavramların müşahhas birer kimlikle bize tasvir edildiğini beyan buyurmuşlardır. Cenâbı Hak takvâdan ziyade muttakîyi, imandan ziyade mü’mini, ihsandan ziyade de muhsini bizlere tarif etmiş ve onların vasıflarını bildirmiştir. Böylelikle hem meseleyi daha iyi anlayabilmemiz sağlanmış hem de bu vasıflara sahip kimselerin de bizim gibi birer beşer olmaları hasebiyle bu derecelere ulaştıklarını görmemiz istenmiştir. Böylelikle; “Bu bizim gibilerin işi değil, biz zayıf yaratılmış birer insan olarak bu güzelliklerin gerekliliklerini yerine getiremeyiz…” gibi bahanelerin ardına sığınmamamız açıkça bize bildirilmiştir. İşte bu yüce vasıflı insanların bir kısmı üzerinden biz kurban hadisesini değerlendirmek istiyoruz.
Kurban, Hz. Âdem’den, Efendimiz’e (sav) kadarki bütün şeriatlerde var olmuş, O’nun (sav) şeriatinde de bulunması hasebiyle kıyamete kadar gelecek olan ümmet-i Muhammed’in yerine getirmekle yükümlü olduğu bir ibadet… Hayatımızdaki her şeyde olduğu gibi biz bu ibadeti de en güzel şekilde yerine getirenlere bakarak yapacağız. Çünkü taklid tahkike kapı açar. Uygulamaları değişik olsa da tâ Hz. Âdem’den bugüne kadar gelen bir ibadet olduğu için sahih ve salih bir şekilde kurban ibadeti nasıl yerine getirilir çok örnek gösterilebilir. Fakat biz belki de en çok göz önünde olan örnekten, Hz. İbrahim, Hz. Hâcer ve Hz. İsmail’in –Allah’ın nusreti sayesinde başarıyla verdikleri- imtihan zaviyesinden mevzuu paylaşmaya gayret edeceğiz. Bunun bir sebebi de Kur’ân-ı Kerim’in bize bildirdiği bu kıssadan büyüklerimizin sûfîler, mutasavvıflar için çıkardığı derslerle paralel olarak meseleyi değerlendirmek istememizdir.
Hz. İbrahim… Cenâbı Hakk’ın halîl/dost diye sıfatlandırdığı, Efendimiz’den önceki ümmetler ve onların peygamberleri içinden sadece onu Zâtı’na davet ettiği büyük insan. Hayatı batılla mücadele ve hakikatin ispatı ile geçmiş. Önce puta tapan kavmi, sonra Nemrud’la olan mücadelesini Hakk’a yakınlığı ve samimiyetiyle kazanmış, Allahü Teâlâ’nın kendisine bahşettiği ihlasla mü’minlerin inançlarını daha da perçinlemelerine vesile olmuş. Tevhidin söylenmesine malını, mülkünü, evladü ıyâlini ve hatta kendisini bile kurban edebilecek büyük peygamber.
Hz. Hâcer… Hayatında yaşadığı her şeyin Allah’tan geldiği bilinciyle teslimiyette bir an dahi tereddüt etmemiş ve bu ulvî ahlakı, yaptığı bazı şeylerin ibadet olarak yapılagelmesiyle âdeta Cenâbı hak tarafından daha bu dünyada iken ödüllendirilmiş bir hanım. Kur’ân’ın tarifiyle “er kişi”dir esasında. Efendimiz’in “Sırat köprüsünde en çok ayağı kayacak olanlar taife-i nisadır.” diye bir hadisi şerifleri var. İmam Efendi Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri Gülzâr-ı Sâminîsi’nde bu hadisi izah ederlerken buyuruyorlar ki; “Vücut mülkünde ruh erkek, nefis dişidir. Hadisi şerifte kasdedilen nisa cinsiyet olarak dişiler değil, nefsine tabi olan bütün insanlardır.” Bu yönüyle düşünülürse hangimiz Hz. Hâcer’den, Hz. Hatice’ den, Hz. Fatıma’dan daha “er” olabiliriz ki. Bu yüzden hâşâ ki Hâcer kadınlığından dolayı eksik düşünülsün. O nasıl bir kadın ki her yaptığı bize örnek/ibadet olmuş; koşmuş sa’y olmuş, taş atmış hac gibi muazzam bir ibadetin rükünlerinden bir tanesi olmuş.
Ve Hz. İsmail... Efendimiz’in dünyaya gelmesinin biraz daha yaklaştığının habercisi olan büyük dedesi. O’nun da lakabı Zebihullah, Allah’ın kurbanı manasına. Kitabımız’da kurbanla ilgili en ilginç bahis onun hakkında. Salih ve saliha bir anne babadan dünyaya gelmenin ve neslinden Efendimiz’in (sav) gelecek olmasının hususiyyetini haiz bir insana yakışır şekilde en mükemmel imana sahip, teslimiyet timsali bir adanmış…
Bu kadar güzellik, özellik bir araya gelince böyle insanlardan sâdır olan işler de o derece güzel ve kaliteli oluyor demek ki. Hayatlarındaki her şey Allah’ın istediği minval üzere olan bu ailenin ilk imtihanı malum. Tek başına bir kadın ve henüz yaşına bile girmemiş bir çocuğun teslimiyetine “Zemzem gibi mübarek/muazzam bir suyun çıkması ve Beytullah’ın yeniden inşası ve ihyası” gibi bir nimet verilmiş.
Bir insanın vücuda gelmesi için ona zemin olan insanı, anneyi bir düşünelim. O çocuğu anne karnında üç devrede oluşturan Allah, besleyen Allah, geliştiren Allah. Anne sadece zemin ki bu da Allah’ın onu böyle olmaya müsaid yaratması ile mümkün. Çocuk dünyaya geldiğinde Cenâbı Hak o zemine, anneye öyle bir duygu veriyor ki isteseniz o çocuk için canını bile verir. Yemez yedirir, giymez giydirir ve elindeki bütün imkanları o çocuk için sarf eder de gözüne bile görünmez.
Şimdi biraz düşünmek lazım. Sadece zemin olan anne bile böyle şefkatli ise; onun ezelden ebede yolculuğunda her şeyini bilen, her insanla bu manada –tabiri caizse- tek tek ilgilenen ve Âdemoğlun’un hamurunu bizâtihî elleriyle yoğuran Rabbimiz’in bize olan şefkat ve merhameti nasıldır acaba? Ancak cilve-i Rabbânî…
“Rabbim, bana iyilerden (bir evlat) ihsan et! Biz de ona uslu bir oğul müjdeledik. (Oğlu) yanında koşma çağına gelince: ‘Yavrum, ben seni rüyamda boğazladığımı görüyorum. Artık bak ne düşünürsün?’ dedi. (Çocuk da): ‘Babacığım sana ne emrediliyorsa yap! Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın!’ dedi. Ne zaman ki ikisi de bu şekilde (Allah'a) teslim oldular, (İbrahim) onu tuttu şakağına yıktı (şakağı üzerine yatırdı). Ve ona şöyle seslendik: ‘Ey İbrahim! Rüyaya gerçekten sadakat gösterdin, işte Biz güzel davrananları böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz ki bu apaçık ve kesin bir imtihandı.’ dedik. Ve ona büyük bir kurbanlık fidye verdik.” (Saffât 100-107)
Cenâbı Hakk’ın insanlar için uygun gördüğü imtihanlar, zahir görünüşü itibariyle musibet olan hadiseler, hele ki imtihanın muhatabı bir peygamberse ancak derecesinin daha da yükselmesi içindir.
Eski eserlerden okuduğumuz kadarıyla büyüklerimizin muhiblerinden, bağlılarından istedikleri teslimiyyet; gassalın elindeki meyyit gibi olmalarıdır. Yani ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi olmak... Bunun doğruluğunu kabul etmekle beraber Hâce Hazretleri’nin bu husustaki görüşü arzettiğimiz klasik tabirin ötesinde. Buyururlar ki; “Gassalın elindeki meyyitin zaten iradesi yok. Suyum sıcak demez, sert davranıyorsun demez. Mürid adı üstünde iradesini teslim eden kimse demektir. Onun için teslimiyyet İbrahim’in elindeki İsmail’in (Aleyhimü’s-Selâtü Ve’s-Selâm) teslimiyeti gibi olmalıdır. Yani iradeye sahipken, belki itiraz dahi edebilecekken, kaçabilecekken; sebat edip Cenâbı Hakk’ın rızasına, likasına erebilmek adına yine O’nun seçtiklerine “ve enîbû ilallâh” fehvasınca tâbi olabilmektir.
Tabi teslimiyyet deyince de doğru şeyleri mi anlıyoruz biraz düşünmek lazım. Din adına teslim olduğumuzu zannettiğimiz fakat sadece kendi menfaatimiz için -velev ki bu uhrevî bile olsa- yaptığımız şeylerin farkında mıyız? Müslümanlar bugün sadece ahirete taaluk eden mevzularlakulluk yapmaya çalıştıklarının farkında mı acaba? Gerçi onu da yapabiliyorsak ne âlâ. Fakat teslim olup selamete ermek için yaptığımız şeylerin hedefi sadece rızâ-i Bârî olmalıdır. Talibin tam bir teslimiyyetle teslim olabilmesi için yapması gerekenler var. Şahı Nakşibend Efendimiz bu düsturu şu veciz ifadelerinde toplamışlar:
Der târîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr-ı terk
Terk-i dünyâ terk-i ukbâ terk-i hest-i terk-i terk
Müslüman/Talip/Hak yolcusu/sûfî Cenâbı Hakk’a vuslat için dünyayı yani dünya sevgisini, muhabbetini gönlünden çıkarmalıdır. Bunu nasıl yapacağını da yine muttakilerden öğrenir. Mesela ashabı kiram efendilerimiz iki lirayı bir ellerinde tutmamışlar. Gözümüze çok gelir de ona güveniveririz diye. Ukbayı da terk etmeli. Yani sadece cennet arzusuyla, cennete girmek için yahut cehennemden, azaptan korktuğu için günahlardan sakınmamalı. Amel ederken bir an bile -lâ teşbih- gözünü hedefinden ayırmamalıdır. Üçüncüsü terk-i hest. Bu da Allah’a tevekkül edip tedbirlere dayanmamadır. Tam bir yönelişle ona yönelip maddi manevi başına gelen her türlü hadisede “Allah’tan geldiğini ve neticede yine O’na (cc) döneceğini” (Bakara 156) unutmamalıdır. Sonuncusu da bu kadar şeyi Allah’ın lütfu ve inâyeti ile terkte muvaffak olduktan sonra “Ben şunları, bunları terk ettim…” gibi duyguları da terk etmelidir kişi.
Biz dilimizle söylemesek de lisân-ı hâlimizle lâik bir din anlayışımız olduğunu hemen her hareketimizde beyan ediyoruz. Dini sadece ukbaya dair bir şey zannetmek hüsrandan başka bir neticeye bizi götürmez. Diyorlar ya: “Dünyada mekân, ahirette iman.” Bu söz külliyen yanlıştır ve bizim lâik din anlayışımızın bir simgesi olarak -bilsin ya da bilmesin- Müslümanların diline pelesenk olmuştur. Hâlbuki Efendimiz (sav); “Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Aliyu’l Kari 199; Aclunî 1/490; Hâkim Müstedrek. IV/312) Yani imanın lazım olduğu, kazanılacağı, elde edileceği bir yerdir burası. Dolayısıyla burası iman yurdu, orası mekân yurdudur. Bu hakikate göre amel edilmesi gerekir. Buradaki iman sermayemize göre mekânın verileceği yer orasıdır.
Asıl kurban edilmesi gereken bu tip anlayışlardır. Bunlar bütün benliğimizi kuşatmışken değil bir, binlerce kurban kesilse baş tarafta verdiğimiz ayette de işaret edildiği üzere et ve kandan öteye gitmeyecek ve Cenâbı Hakk’a layık bir ameliye olmayacaktır. Muttakiler asıl bunları terk ettiği için bu sınıftan olmuşlardır. Kurbiyyeti, ülfeti ve ünsiyyeti böyle elde etmişlerdir.
İnandığımız değerlerin, mükâfatın ya da mücâzâtın sadece ukbaya ait olduğu hesabı ve Cenâbı Hak sanki hiç gadablanmazmış gibi sadece merhametini düşünüp ona göre tavır almak bizi hadisi şerifin ifadesine göre iflasa sürüklemektedir. Ebû Hüreyre’den (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab:
-Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem),
“Şüphesiz ki ümmetimin müflisi, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelip, fakat şuna sövüp, buna zina isnad ve iftirası yapıp, şunun malını yiyip, bunun kanını döküp, şunu dövüp, bu sebeple iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.” buyurdular. (Müslim, Birr 59; Tirmizî, Kıyamet 2)
Cenâbı Hak her türlü ameli beğenip razı olacağı şekilde yerine getirebilmeyi bizlere nasib etsin. Her amelde rızasını talep eden ve yalnızca Zâtı’na ermek kasdıyla gayret eden zümre-i sâlihîne cümlemizi ilhâk eylesin.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
GELİN BAYRAMA BAYRAMA
Dergimizin bu ayki konusu olan “Ramazan ve Bayram” mevzuunu işlemek diğer dosya konularını ele almak kadar kolay olmayacak kanaatindeyiz. Çünkü içerisinde bulunduğumuz ay münasebeti ile televizyondan, radyodan, kürsülerden, internetten, kitaplardan mesele ile ilgili bir sürü şey duymakta, görmekte ve okumaktayız ki bu cihetiyle bir bilgi yoğunluğu etrafımızı sarmış vaziyette. Dinini doğru bilgi ile aslına uygun yaşamaya çalışan Müslümanlar, bu kadar yoğunluktan işe yarayanı ve yaramayanı ayırmak zorunda. İşte bu doğru bilgi ve gerekli istikametin elde edilmesine yönelik faaliyet gösteren dergimizin bir ferdi olarak biz de, bu amacın bizlere yüklediği sorumlulukla çalışmaya ve bu meseleyi de aslına uygun mütâlaa gayret edeceğiz. Rabbim bizlere tevfîki ile nusret buyursun!..
Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki oruç ibadeti sair tâatlerden daha farklı değerlendirilmeli. Bize göre bunun nedeni şudur ki; oruç diğer ibadetler kadar zorlanılmayan, boşlanılmayan bir konumda. Yani bu ibadet namazdan, diğer emr-i İlâhî’den daha fazla rağbet görmekte. Böyle olmasında senenin belirli bir döneminde yerine getirilmesi gibi sebepler var lakin içi boşaltılmış, mesele Allah’ın emri olmasının, Kitâbî oluşunun ötesinde âdeta örfî bir gereklilik olarak görülmeye başlanılmış. Böyle olunca da zaten orucun muhtevası ve hakikati tam manasıyla kavranamamış, üzülerek ifade etmek gerekir ki birçoğumuz yanımıza “gece uykusuzluk, gündüz açlık” kalabileceği korkusunu çoktan geride bırakmışız. Oruçla bize verilmek isteneni, oruçla kıymetlenen Ramazan’ın içerisinde âdetâ insanlığa armağan edilen Kur’ân’ı, ve neticesinde idrak edilecek “ıydü’l- fıtr”ı bilmeden ağzımızı yemeye içmeye kapatıvermişiz maalesef. Zaten bayrama da şeker bayramı gibi aslı astarı olmayan yakıştırmalar yapmak, hakikatte yaşanması gerek bayramın ne olduğunu bilmediğimize en büyük delil oldu. Otuz günün sonunda istediğimiz vakitte yiyip içmenin verdiği rahatlıkla mide fesadı geçirme ile sonuçlanan bir serüven (!) haline dönüşüverdi Ramazan.
Hadisi şerifte; “Oruçlunun iki sevinci vardır: Biri iftar ettiği andaki sevinci, diğeri Rabbi’ne kavuştuğu andaki sevinci.” (Buhârî, Savm 9; Müslim, Sıyâm 163 1151) buyurmaktadır. Bu sevinçlerin birincisine, iftarın neşesine ulaşmak, sevdiklerinle aynı sofranın başında âdetâ Cenabı Hakk’ın bize vereceği izni beklemek için oruçlu olmak şart. Oruç tutmayıp bir vesile ile herhangi bir iftar sofrasında bulunan kimse o hazzı tadamaz, o heyecanı duyamaz. Bunun böyle olduğunu hemen hepimiz biliyoruz. Lakin o ikinci sevinci duymanın da belli kaideleri ve yerine getirilmesi gereken vazifeleri var. İşte bu kavâidin cümlesi de inzali ile Ramazan’ın ve tüm insanlığın şereflenmesine vesile olan Kur’ân-ı Kerim’de mevcuttur. Ayeti kerimede; “Ramazan ayı öyle bir aydır ki, Kur’ân onda indirilmiştir.”1 buyrulmaktadır. Burada Arapça belağat ilmine göre “öyle bir aydır ki” diye tercüme edilen “ellezi” ism-i mevsul kelimesi Ramazan ayının şerefini Kur’ân’ın inişine bağlamaktadır.2 Yani oruç tutarak geçirdiğimiz Ramazan ayı Kur’ânla şereflenmiştir. Hazreti Ali efendimizden rivayet edilen bir hadisi şerifte de Efendimiz; “Kur’ân Allah’tan başka her şeyden daha faziletlidir.” (Tirmizî) buyurmuşlardır. Bunun içindir ki insanın “emrolunduğu gibi dosdoğru olup”3 Kur’ân merkezli bir hayat sürmesi, istikametini doğru belirleyebilmesi için hem şahsiyetiyle hem de risaleti ile ona en büyük müfessir olan Hazreti Peygamber’e ittiba etmesi farz-ı ayndır.
Cenabı Hakk’a kavuşmak, O’nun rızasına erişip cennette Cemâli ile müşerref olmak ancak mü’minlerin nâil olacağı bir nimet-i uzmâdır. Çünkü ayeti kerimelerde Rabbimiz; güzel âkıbetin takva sahiplerine ait olacağını4, insanların önce Allah’ın kulları arasına, sonra cennete gireceğini5; günahkârların da içlerinde ebedî kalacağı cehennemin varlığını6 bizlere bildirmiştir. Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşr olunursunuz.” buyurmuşlardır.
Hâce Hazretleri ölmeyi yok olmak değil bilakis olmak şeklinde tarif buyururlar ve bu oluşun da mü’minin hayatında ancak iki hususa dikkatle meydana geleceğini bizlere bildirirler. Bunlardan birincisi vahiydir. Vahyi biz Allah’ın Kitabı Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamber’in sünneti olarak anlıyoruz. Çünkü O (sav) “İn huve illâ vahyunyûhâ-O(nun konuşması kendisine) vahyedilenden başkası değildir.”7 fehvasından da anlaşıldığı gibi hiçbir şeyi kendi hevâsından söylememiştir/yapmamıştır. İkincisi ise büyüklerimizin, sâdâtı kiram efendilerimizin tecrübeleri, dolayısıyla hayatlarıyla bize aktardıkları her şeydir. İnsan bu iki düstura göre hayatını yaşamaya azmettiğinde hem pak İslam şeriatına, hem Efendimiz’in sünnetine mutabaat etmiş, hem de kâmil insanlarla madden/manen hemhâl olması sayesinde imanlarını onların imanlarına önce taklid sonra tahkik kanalıyla benzetmiş olur. Bunun gerekliliği ve önemi hususunda Efendimiz; “Kişi arkadaşının dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık yaptığına baksın.” (Ebû Dâvud, Tirmizî) buyurmuşlardır.
Bu ay Kur’ân’ın yaşanmasına vesile olmalıdır. Onu yaşamak ancak ehlinden talimi ve hakikatine uygun olarak anlaşılmasıyla mümkün olacaktır. Evlerimizin en güzel yerlerinde, ulaşılması zor yüksek askılarda -Allah muhafaza- yıllarca el sürmeden bekletmekle değil. Üstelik açıp okunsa bile ilk ayetinden son ayetine kadar okuyan insan, gücünün yettikleriyle amele gayret etmiyorsa neticede bundan gerçek manada bir istifadesi de mümkün olmamakta. Bu bağlamda büyük şair Mehmed Âkif, Kur’ân karşısındaki duruşumuzu ve Kitab’ı kullanış amaçlarımızı bakın nasıl tasvir etmiş:
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de
Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde
Lafzı muhkem yalnız, anlaşılan, Kuran’ın
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için
Hâlbuki Allahü Teâlâ; “Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, o herşeyi açıklayan Kitab’ta bulunmasın.”8 buyurmaktadır. Bizim dünyevi ve uhrevi bütün ihtiyaçlarımız onda mevcuttur elhamdülillah. Allah’la konuşmak dahi Kur’ânla’dır. Efendimiz; “Her kim Rabbiyle konuşmak isterse Kur’ân okusun.”(Kenzü’l-Ummal). Bununla beraber O’nun (cc) Habîb-i Edîbi’ni (sav) tanıyıp O’na yanındaki duruşumuzu belirlememeyi; inanan inanmayan bütün insanlara karşı davranışlarımızın nasıl olacağını; hayvanata ve nebatata nasıl muamele etmemiz gerektiğini de Kur’ân-ı Hakim’den öğreniriz.
İşte bu ay mukabelelerle, hatimlerle meşguliyetimizi artırdığımız ve diğer aylarda da bu ülfet, ünsiyetimizin devam etmesi için bu mevsimin başlangıç olmasını tüm kalbimizle Cenabı Hak’tan temenni ettiğimiz Kurân-ı Kerim ancak onunla tev’em (ikiz) olan insanı kâmil ile layık-ı vechiyle anlaşılır. Biraz önce değindiğimiz muamelât da en mücessem şekliyle insanı kâmilde görülür. Ona ittiba edebilen ve Hz. Mevlânâ’nın; “Hamdım, piştim, yandım!” diye özetlediği bu kutlu yolculukta günbegün âdem oluşun hakikatini hazmedebilenlere ne mutlu. Bu kemâl penceresinden âlemi seyredebilenlere âdeta her gün bayram olmuştur. “Acaba Allah bugün bizi hangi işinde kullanacak?” sorusuyla uyandıkları her yeni güne “Her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil!” anlayışıyla devam etmiş, neticesinde ise affa mazhar olup hidayet nurlarıyla bezenerek beratlarını almış ve hakiki bayramlara ermiştir. Ne güzel özetlemiş büyüklerimiz:
Allah bizi affeylese
Günahlara rahmeylese
Cümlemize berat verse
Gelin bayrama bayrama
Hâce Hazretleri (ks)
1- El-Bakara; 185
2- Prof. Dr. Osman Eskicioğlu
3- El-Hûd; 112
4- El-Kasas; 83
5- El-Fecr; 28-29
6- El-TâHâ; 74
7- En-Necm; 4
8- El-En’âm; 59
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR
CEMAATTEN ÜMMETE GİDİŞ…
Cemaat “cem olmak”tan gelir. Bugün Müslümanların belki de en çok ihtiyaç duyduğu şey cem olmaktır. Halbuki gününümüzde Müslümanlar birbirlerinden ne kadar uzak dururlarsa kâr sayıyorlar. Eskiden aynı semtte misal bir bakkal dükkanı varsa ikinci bir kişi bakkal açmazmış. Şimdiler de durum çok değişti; ticarette hiçbir ahlâk kalmadı. Aynı işi yapan onlarca, yüzlerce dükkan müşteri potansiyeline bakmaksızın açılabiliyor. Cemaatlerin durumu da biraz buna benziyor. Birisi okul açmış, ötekiler de açmış; birisi televizyon kurmuş ötekiler de; birisi finans kurumu kurmuş ötekiler de, örnekler uzayıp gider…
Halbuki cemaatler farklı alanlarda uzmanlaşmayı seçselerdi, her biri farklı görevler üstlenselerdi, toplamda bir bütünün parçaları gibi olsalardı inanıyoruz ki bugün ülkemizin manzarası daha farklı olurdu. Yani bugün cemaatlerin birbirlerine ihtiyaçları kalmamış. Her bir cemaat finans olarak, müntesip olarak, kurum/kuruluş olarak, belli makam mevki olarak, güç olarak kendisine yeterli hale gelmiş. Adeta devlet içinde devlet! Bunun sonucu olarak cemaatlerin fertlerinde topyekun bir cemaat anlayışı ve ümmet olma bilinci bir türlü gelişmiyor. Cemaatler daha çok grup psikolojisi ile hareket ediyorlar. Cemaatlerin fertleri takım tutar gibi kendi cemaatlerini tutuyorlar. Bırakınız birlik olarak hareket etmeyi, menfaatlerine ters geldi mi ellerindeki gücü birbirlerine karşı kullanabilmektedirler. Tabi artık bizi karşı cepheden yıkamayacaklarını anlayan İslâm düşmanları da bu durum karşısında sevinmektedir. Cenâbı Hakk’ın bize emrettiği, terkinden dolayı nice kavmin helak olduğu “emr-i bil maruf nehyi anil münker” cemaat dışındakiler için işletilip, cemaat fertleri birbirlerinin hatalarını görmezden gelmeye başlamıştır. Hatta yapılan yanlışlara manevi bir kılıf bulunmuş ve bir hikmet aranmaya çalışılmıştır. Neticede ortaya çıkan manzara Müslümanları kemiyet olarak memnun etse de keyfiyet olarak durum hiç de iç açıcı değildir.
Bir de bu durumu desteklemek için; “Allah Rasûlü kalkıp gelse...” edebiyatı var. Şimdi kalksa gelse bizim cemaatimize girer, bizim giyindiğimiz gibi giyinir, bizim programımızı desteklerdi gibi safsatalar birçok cemaatin diline dolanmış. Kimileri de şeriata muğayir işler yapıp bunu keramet kılıfı içine sokmaktalar. “Şeyh uçmaz, mürid uçurur.” demişler. Günümüz şeyhleri hiç yere konmayıp sürekli uçuyor. Peygamberimiz’in irşadındaki en temel unsur, sohbet terkedilmiş, yerini menkıbeler, kerametler doldurmuş. Kerametin biri bin para… Yanlış anlaşılmasın; keramete, velayete karşı olduğumuz falan yok. Velayeti başımızın tacı biliriz, ama bir şeyin aslını, orijinalini de korumak en önemli vazifemiz olmalı. Öyle olmasaydı bugün sahte peygamberlerden geçilmezdi.
Bütün bunların neticesinde bırakınız ümmeti Muhammed’den olma bilincini, cemaat olma bilinci bile gelişmiyor. Cemaatlerin müntesipleri kendilerini Peygamberimiz’in merkezde olduğu büyük cemaatin bir ferdi sayamıyor, grup psikolojisinin ötesine geçemiyor. Halbuki buyrulmamış mıydı; “Doğudaki bir Müslümanın ayağına bir diken batsa batıdaki bir Müslüman hisseder.” diye. Bugün İslâm dünyası kan ağlıyor; Suriye’de, Filistin’de, Keşmir’de, Çeçenistan’da, Doğu Türkistan’da daha bir çok bilâd-ı İslâm’da Müslümanlar ya esaret altında inim inim inliyor ya da açlıkla, yoksullukla pençeleşiyor. Ümmeti Muhammed’in hali tüm dünyada içler acısı iken biz düşmüşüz kendi derdimize. Müslümanlar birlik olsaydı, grup psikolojisi yerine tek bir cemaat duygusuyla hareket etseydi ülkemizde ve dünyada durum böyle olur muydu?
Bugün süper güçler kendi aralarında İslâm ülkelerini paylaşmışlar. Her biri kendi nüfuz alanına düşen bölgede Müslümanları ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri açıdan sömürmekte. Buna yerli işbirlikçileri de çanak tutmakta. Sistemleri demode oldukça başına bir yeni kelimesi ekleyip yolarına devam etmektedirler. Müslümanlara ise sizin işiniz gelecek ‘Bahar’a kaldı diyorlar. “Alavere dalevere kürt Mehmed nöbete.” Peki bu durumda biz ne yapıyoruz, grubumuzu büyütmeye çalışıyoruz. Biz hedeflerimize ulaştığımızda onlar uzayın öbür ucuna gitmiş olacaklar. Tam tavuğun darı hesabı. İki darı daha yiyeceğim diye kurda yem olacak.
Bu durumdan kurtulmanın yolu kesinlikle grup psikolojisini bırakıp topyekün Peygamber Efendimiz’in ayaklarına kapanmaktan geçiyor ki bize hayırlı bir sahip gönderilsin. Bediüzzaman Hazretleri buyuruyor; “Ümmetin ihtiyaç ve ittihadı bir çizgiye geldiğinde Cenâbı Hak ferdiyet makamındaki bir kişiyi mehdiyet makamına getirir ve ümmeti Muhammed’i kurtarır.” Bütün gayretimiz ümmetin hayır üzerinde birleşmesi için olmalıdır. Bugün Müslüman kesim sürekli bir güç, kuvvet, müntesip toplama gayreti içindedir. Bir cemaatin doğruluğu ve fazileti onun büyüklüğü ve nüfuzu ile doğru orantılı olarak görülmektedir. Önemli yerlere, makamlara eli uzanıyorsa, belli yerlerde adamları varsa, bağlılarına ekonomik kazanımlar sağlıyorsa… Siadları, miadları varsa o cemaat doğru bir cemaattir; yok adı sanı duyulmamış, parası, gücü olmayan bir cemaatse ağzıyla kuş tutsa kimse yüzüne bakmamakta.
Osmanlıdan sonra imamesi kopan tesbih taneleri gibi etrafa saçılan Müslüman cemaatler, hilafet makamının yokluğunda her biri bir hilafet makamı gibi hareket etmekte ve bunun sonucu olarak yalnız kendi yollarının hedefe götürücü olduğunu iddia etmektedir. Bediüzzaman Sâid-i Nursi Hazretleri cemaatler için; “Benim mesleğim haktır, deme hakkına sahiptir. Ama yalnız benim mesleğim haktır, deme hakkına sahip değildir.” buyuruyor. Körlerin fil tarifi meşhurdur. Bugün her bir cemaat o fil tarifinde olduğu gibi meselenin tutabildiği, anlayabildiği, başarabildiği kadarını hak kabul etmekte; görmediği, bilmediği tarafını inkâr etmektedir. Hâlbuki bugün ümmetin meseleleri her zamankinden daha teferruatlı ve zordur. Bugün Müslümanlar arasında, enflasyon olan, paranın değerinin sürekli değiştiği bir ortamda, vadeli satış, borç alışverişi, kredi kullandırma gibi daha birçok sebebini başkalarının ekonomik sistemlerinin oluşturduğu soruna net ve kalıcı bir çözüm bulunamamıştır. Kılık kıyafette de durum bundan farklı değil. Allah Rasûlü’nün sünneti rafa kaldırılmış, adeta folklorik hale gelmiş, cemaatler batı yaşam tarzını kendi hayatlarına uydurmuşlardır. Herkes indî, kısmî fetvalarla hareket etmekte, caizlerle yaşamını sürdürmekte. Helal artık caizle yer değiştirmiş durumda. Azimetle hareket eden Müslümanı mumla arasanız bulamazsınız. Şairin dediği gibi;
“Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir”
Necip Fazıl da aynı hakikati şöyle ifade eder;
“Güneşe göç var da habersiz miyiz,
Yeryüzü boşaldı kalan biz miyiz”
Evet, bu durumda İslâm’ın emirlerini dört dörtlük olmasa da dikkatli, itinalı bir şekilde yaşamaya çalışan, Peygamberimiz’in (sav) sünnetine her hâl ve kârda bağlı kalmaya çalışan, İslâm’ın temel prensiplerinden ödün vermeyen Müslümanlar uzaydan gelmiş gibi görülmektedir. Hasan-ı Basrî’nin (ra) buyurduğu gibi;
“Siz sahabeyi görseydiniz onlara deli derdiniz, onlar da sizi görse; ‘Bunlar Müslüman değil!’ derdi.”
Bugün samimi olarak dinden taviz vermeyen Müslümanlar ayak bağı olarak görülmekte, kendileri sanki uzaya giderken adeta samimi Müslümanların sarıkları, çarşafları bunların roketlerine takılmakta.
Şimdi sormak gerekir; “Sizin her türlü tavizi vererek almaya çalıştığınız güç, makam ve iktidar Peygamberimiz’e teklif edilmedi mi?” Demedi mi müşrikler; “Gel bu iddiandan vazgeç, en azından bir yıl Sen bizim putlarımıza tap, bir yıl biz Senin Rabbi’ne tapalım. Yok bunu da kabul etmezsen hiç olmazsa putlarımıza laf söyleme, herkesin içinde putlarımızı aşağılama. Karşılığında da gel bizim başımıza geç kral ol, Sana Mekke’nin en güzel kızlarını verelim, Seni içimizde en zengin yapalım, mala, mülke, paraya boğalım.” Ne buyurdu Âlemlerin Efendisi (sav), ağlayarak;
“Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, Ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut Ben bu uğurda canımı veririm.”
Peygamberimiz (sav) diyebilirdi ki; “Önce onlar Benim Rabbim’e taparken Ben onların başına, darü’n-nedve denilen parlementolarının başına geçerim. Sahip olduğum güç ve servet ile onları gizliden ve açıktan Müslüman yaparım. Daha sonra onların dinine tapmaya gerek kalmadan Mekke’yi Müslüman yaparım.” Ama Âlemlerin Efendisi (sav) böyle bir yola tevessül etmedi. Elbetteki Müslümanlar hiçbir makama gelmesin, hiç servet elde etmesin demiyoruz. Fakat bize ölümü gösterip sıtmaya razı ediyorlar. Hiç bir makam ve servet bir vakit namazın yerini tutmaz. Şunu kendimize çok net olarak söylemeliyiz; “Biz kâfirler ne yaparsa yapmak zorunda değiliz.” Bizim kendimize has yöntemlerimiz, metodlarımız vardır. Bize dayatılan şeylere balıklama dalmak zorunda değiliz. Yarın rûz-i mahşerde Cenâbı Hakk’ın (cc) karşısına çıktığımızda bize ne kadar servet ve güç topladığımız sorulmayacak, bize Allah (cc) için yaptıklarımız ve yapamadıklarımız sorulacak. Hepimizin bildiği gibi kabirde ilk soru namazdan olacak. Biz şimdi kendimize bakalım neye karşı ne hazırlıyoruz? Cehenneme odun mu hazırlıyoruz, yoksa cennete gül mü hazırlıyoruz?
“Ameller niyetlere göredir.” buyrulmuş hadisi şerifte. Bütün bu hususlarda en önemli unsur niyetin halis olmasıdır. “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî-İlâhî maksadımız Sen’sin ve talebimiz de rızandır.” Tabi niyetin halis olması da yetmez, seçilen metodun da Rabbânî olması gerekir. Bizde, Yahudiler gibi hedefe götüren her yol meşru değildir. Mesela bir kimse, birilerini namaza başlatmak için meyhanedekilerle ortak zemin olsun diye onlarla içemez veya bir Müslüman kadın belli makamlara gelmek için başını açamaz yahut namazı terkedemez… Bu ve bunun gibi meseleler İslâm’ın kırmızı çizgileridir. Bugün egemen güçlerin, laiklerin, din düşmanlarının kırmızı çizgileri varken bizim hiç bir noktada kırmızı çizgimiz yoktur. Bütün sınırlarımız geçilmiş, bütün değerlerimiz yumuşatılmıştır. Hatta bazı Müslümanlar ben protestan Müslümanım, ben ılımlı Müslümanım diyebilmektedir. Bırakın kırmızı çizgilerimizi korumayı, sırf Hristiyanlara yaranmak için ezandan “Muhammedu’n-Rasûlullah” ifadesini çıkarmak istiyorlar. Bir aymaz; “Ben bir tefsir yazdım, içine hiç hadis almadım.” diyecek kadar bir gaflet ve dalalet içerisine düşmüştür. Bugün Müslümanları banal görenlerin kâfirlere yaranmak ve onlara hoşgörünmek için yapmadıkları dalkavukluk kalmamıştır.
Cemaatlerin bu durumu karşısında halk da ne yapacağını şaşırmış, kime inanacağını bilememektedir. Yeterli derecede Kur’ânî bilgiye sahip olmayan halk, hangisinin doğru söylediğini bilememekte ve bir kaosa düşmektedir. Kimisi; “Çocuğunu bize ver, gerisine karışma, onu en güzel şekilde yetiştirelim.” demekte; kimisi; “Paranı bize ver, paran yoksa buğday, darı, fındık ne varsa alırız, onu en güzel şekilde biz değerlendiririz.” demekte. Kimisi; “Oyunu bize ver, cennet garanti, hatta oyunu bize vermezsen Bizans’ın çocuğu olursun.” demekte. Kimisi; “Bize gel, bizim şeyhimiz mehdidir, dünya kadar günahın olsa bir el ver, sonra her şeyini ver, cennet garanti.” demekte… O öyle, bu böyle, herkesin kafası karışmış durumda. Bütün bunlardan yılan, daralan insanlar hepsine sırtını dönüp neredeyse İslâm’a küsecek hale gelmekte. İslâm’ı bunlar temsil ediyorsa ben yokum diyecek hale gelmekte ve laik vakıfların eline düşmekte. Tabi bu duruma düşen birisinin bahanesi geçerli olmaz, araştırıp doğrusunu bulmak zorunda, ama bir çok insan küstürülmüş durumda maalesef.
“İlâhî yok mudur bu karanlık gecenin sabahı?” Vardır elbet. Elbet bir gün hayırlı bir sahip çıkar ve bu keşmekeşi bitirir. Bütün Müslümanlar hayırlı sahibin kendilerinden geleceğini söylüyorlar. Korkmak lazımdır ki Peygamber Efendimiz’i bekleyen Yahudilerin durumuna düşmesinler. Yahudiler ve Hristiyanlar son peygamberi kendilerinden beklerken, Hz. Peygamber Mekke’den, puta tapan bir kavmin içinden çıkmıştı da o bekleyenler İslâm’a karşı düşmanlıkta en azılıları olmuşlardı.
Bugünün Müslüman cemaatlerinin yürekten dua etmeleri lazımdır ki Mehdi gelmesin! Çünkü Mehdi’nin öncelikli vazifesi bu keşmekeşe son verip Müslümanlar arasındaki ayrılığı gidermektir. Daha sonra da İslâm’ın dünya hâkimiyetini sağlamaktır.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR