JoomlaLock.com All4Share.net

ALLÂME, DR. MUHAMMED İKBAL

 

 

 

Malum dur ki bir şeyler karalamak özellikle de şiir yazmak Cenâb-ı Hakk’ın bazı kimselere bahşettiği bir meziyettir. İnsanların kendilerindeki bu özelliği ortaya çıkarmaları ise iki şeyle olur herhalde; aşk ve dert… Bu iki duygu birbirine yakın belki de birbirlerini tetikleyici unsurlardır.

Bu girişi yapmamızın nedeni; bu ayki konumuz ve bu satırları yazmamıza vesile olan büyük mütefekkir ve münevver insan Muhammed İkbal’i ve onun inandığı dava uğruna verdiği mücadeleyi en iyi özetleyen iki kelimenin yukarıda da belirtildiği gibi aşk ve dert olduğunu düşünmemizdir. Çünkü o, Allah’a ve Rasûlü’ne duyduğu aşkla bu ümmet için dertlenmiş ve bu bilinçle üzerine hangi görev düşmüşse yapmaya daima hazır olmuştur İkbal. Bu görevi gereği kimi zaman öğretmen, kimi zaman bir siyaset adamı, kimi zaman adaleti savunan bir avukat, kimi zaman da verdiği konferanslarla halkı bilinçlendiren kuvvetli bir hatip oluverir o.

Muhammed İkbal 1873 yılında şimdilerde Pakistan sınırlarında yer alan fakat o yıllarda Hindistan toprağı olan Pencap eyaletine bağlı Siyakut kentinde dünyaya geldi. Ailesi dini hayatı ellerinden geldiğince yaşamaya çalışan, mutasavvıf ve muttakî insanlardı.

İlk eğitimini aileden alan İkbal yeterli yaşa geldiğinde medreseye başladı ve burada Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir kısmını ezberledi. Daha sonra babasının yakın arkadaşı olan ve Arap ve Fars Edebiyatı derslerinin hocası Mir Hüseyin’in görev yaptığı okula gitti. Kendisinin İslamî edebiyatı çok sevmesine vesile olan ve bu yönüyle onu etkileyen ilk kişi Mir Hüseyin adındaki bu öğretmenidir. Buradan Pencap eyaletinin başkenti olan Lahor’a giden İkbal burada aldığı eğitimin ardından felsefe ve İngilizce alanında öğretmenlik diploması aldı. Lahor’da bulunan Doğu Dilleri Fakültesi’ne hoca olarak tayin edilen İkbal bu yıllarda yazdığı şiirleri ile de yavaş yavaş adını duyurmaya başladı.

1905 yılında daha ileri düzeyde eğitim almak için gittiği Londra’da Chambrich Üniversitesi’ne girdi. Burada felsefe ve iktisat alanlarında eğitim gören Muhammed İkbal her iki bölümden de yüksek derecelerle mezun oldu. Londra’da bir taraftan Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde öğretmenlik yaparken bir taraftan da zaman zaman verdiği dini konferanslarla da adından söz ettirmeye başlamıştı. Burada kaldığı yıllarda bir de hukuk fakültesine kaydolan yazarımız savcılık diploması almış, bununla da yetinmeyerek Almanya’nın Münih kentinde felsefe alanında “İran'da Metafiziğin Gelişimi” başlıklı tezi ile doktorasını tamamlamıştı.

1908’te memleketi Hindistan’a döndüğünde kendisini yazı ve şiirlerinden tanıyan hayranlarınca büyük bir coşkuyla karşılanan İkbal, burada ilk olarak avukatlık yaptı. Belirlediği prensipleri ve örnek çalışma yöntemleri ile herkesin beğenisini ve takdirlerini kazanan bu büyük insan, Lahor’da devlete ait bir okulda yine Londra’daki gibi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde hocalık yapmaya başladı. Fakat bir müddet sonra istifa etti. İstifa nedenini kısaca ifade etmek gerekirse yeterince özgür hareket edememesine bağladı. Çünkü o zamanlar devlet, İngilizlerin büyük etkisi altında idi. Bu baskı onun düşündüklerini yapmasına ve dolayısıyla hizmetine engel teşkil ediyordu. O da özgürlüğünü elde ete adına istifa etti. Yalnız bu hadise onun bir köşeye çekilmesine sebep olmamış Lahor’da bulunan İslam Akademisi gibi çeşitli kurumlarla ilişkilerini sürdürmüştür.

Kimi yazarlar yazmış oldukları ile bazı duygularını, aşklarını, doğal güzellikleri yahut belli bir konudaki fikirlerini, duruşlarını manzum ya da mensur parçalarla dile getirebilirler. Ancak vücuda getirdiği eserleri ile kitlelerin sesi olmak, onların içindeki bazı duyguları harekete geçirmek ve onlara yol gösterici olmak daha farklı kabiliyetlerde gerektirir. İkbal, bu millet adamı olmak, millet için var olmak ne gerektiriyorsa kendisinde cem edebilmiş, yüce bir şahsiyet, münevver bir kimsedir.

“Hintli Mücahidler” başlığıyla yazdığı şiiri Hindistan’daki Müslümanların uyanmasına ve İngiliz sömürgesine karşı ayaklanmasına vesile olmuştur. Zaten bu yönü yani vatan şairi olması hasebiyle Mehmed Âkif Ersoy’a çok benzemektedir. Ülkemizde Pakistan’ın Mehmed Âkif’i diye bilinir ve hakikaten hayatları incelendiğinde de çeşitli benzerlikler hemen göze çarpmaktadır. Ailelerinin dini hassasiyetleri, hem dini hem de pozitif ilimlerdeki başarılı çalışmaları, ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine katkıları, İslamî camiâdaki tanınmışlıkları, ülkelerinde halen bir millî şair olarak anılmaları bunlardan sadece ilk akla gelenleridir. Aralarındaki dostluğu, irtibatı ve muhabbeti göstermek adına Âkif’in dilinden dökülen şu cümleleri vermeden geçmek istemiyorum: “Evvelki hafta bana Hind’in İslamî şairi Muhammed İkbal’in iki manzum eserini gönderdiler. Şarkta yetişen urefa-yı sofiyenin bütün eş’arının okuduktan başka Almanya’ya giderek garp felsefesini adam akıllı hazmeden İkbal, hakikaten yaman şair. Zaten Hind Müslümanları arasında ismini bilmeyen, şiirlerini ezberlemiş olmayan yok... Nezdimdeki iki eserinden biri; “Peyam-ı Meşrık”tır. Çok güzel kıtalarla gazelleri var. Gazellerin biri-ikisi bana sarhoş gibi nara attırdı. İlmi, irfanı, kudret-i şairanesi benimkilerle kabil-i kıyas değil, çok yüksek...”

Muhammed İkbal’in en büyük arzularından bir tanesi de yeryüzündeki Müslümanları bünyesinde toplayabilecek ve dünyaya unutulmuş olan adalet ve merhamet kavramlarını tekrar hatırlatacak bir İslam Devleti’nin kurulması idi. Bu yüzden, dünya üzerinde farklı coğrafyalarda hayatlarını idâme ettiren din kardeşleri ile çeşitli vesilelerle hep beraber olmaya çalışmıştır. Ferdin değerini ne kadar anlamışsa da ümmetin fert için, ferdin de ümmet için bir ayna gibi olduğunu söyler ve eğer fert görevini tam anlamıyla yerine getirmezse bunun ümmete sıçrayacağını savunurdu. Ona göre iyi yetişmiş fertler ümmete müsbet manada katkıda bulunacak eğer içlerinden biri bir hataya düşecek olursa iyi yetişmiş olan fertlerden oluşan toplum onu hemen düzeltecektir. Bu anlayışı doğrultusunda onu bazen Rabitatü’l-İslâmiye gibi cemiyetlerin içerisinde bazen de zor durumda olan Müslüman ülkelerin mücadelelerine destek verirken görürüz. Kurtuluş Savaşı yıllarında Müslüman kardeşlerine yardım amacı ile o zaman için hiç de küçümsenmeyecek bir rakam olan 1,5 milyon sterlinin kendileri de zor durumda olan yurttaşlarından toplanmasına önderlik edip memleketimize yollamıştır.

Allah’a samimi olarak iman etmiş, cesaretli, kendine güvenen ve düşündüğünü özgürce söyleyebilen bir kişiydi. Nitekim Hindistan’ın çeşitli kıstaslara göre bölünmesi fikrini savunmuş ve fikirleri birlikte hareket ettiği Muhammed Ali Cinnah (Pakistan Devleti’nin kurucusu ve ilk devlet başkanı)’a ışık tutmuştur diyebiliriz. Hindistan‘da yasayan Müslümanlar için müstakil bir İslâmî devletin olmasını, bu devletin inançta ve hedefte bütün Müslümanları bağrına basması gerektiğini söyleyerek, Pakistan‘ın kurulusuna temel hazırlayanlardan birisi olmuştur. Ancak vefatından dokuz sene sonra, 1947’de kurulan bu devleti görmek nasib olmamıştır.

Öğrenimini daha ileri noktalara taşımak için gittiği Avrupa’da kaldığı dönem içerisinde Batı medeniyetini daha yakından tanıma fırsatı bulmuş ancak onlardan etkilenmemiş, bilakis bilim ve teknolojide önde olsalar da iman nimetinden yoksun oluşları ve ahlaki zaafları yüzünden uzun süreli bir hâkimiyetlerinin olamayacağını dile getirmiştir. Ümmetimizi ve özelliklede gençlerimizi onların tatlı görünen yüzlerine aldanmamaları konusunda uyarmış, Batı rüzgarına kendilerini kaptırmış olanların bütün izzetlerini kaybederek yok olup gitmelerinin tarihteki örneklerine dikkat çekmiştir. Çünkü o, “Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm’ın asıl kaynağı olan Kur‘an ve Sünnettedir.” görüşünü savunmuş bunlardan başkasını kendine rehber edinenin dünya ve ahretini perişan ettiği bilincini ümmetin dimağına yerleştirmeye çalışmıştır.

En çok üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de “nefis terbiyesi”dir. İnsanın saadeti ve hayatın temeli, nefsi terbiyeden kaynaklanmaktadır. İste bunun için İkbal, sürekli olarak kişinin kendisini bilmesine ve bu yolda ardı arkası gelmeyecek olan devamlı bir cihada çağırıyordu. Bu cihad önce nefse karşı verilmeliydi. Cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi. Bu konuya hayatının genelinde yer ayırması ve birçok vesile ile işlemesi mutasavvıf kişiliğinin öne çıkması olarak yorumlanmıştır. Özellikle Hz. Mevlana’ya olan muhabbeti ve derin saygısı, kendini adeta onun talebelerinden biri gibi görmesi de bu düşünceyi haklı çıkarmıştır.

Genel olarak Şiirlerini Urduca ve Farsça, düzyazıları Urduca ve İngilizce yazan Muhammed İkbal’in eserlerini sıralamak gerekirse;

Esrâr-ı Hodî (Esrar ve Rumûz,1915), Rumûz-i Bî-hodî (1918), Peyâm-ı Maşrik (Şarktan Haber,1924), Bâng-ı Derâ (1924), Zebûr-i Acem (1927), Cavidname (1932), Misafir (1934), Bâl-ı Cibril (Cebrail'in Kanadı,1935), Pes Çi Bâyed Kerd Ey Akvâm-ı Şark (1936), Zarb-ı Kelîm (1936), Armagân-ı Hicaz (1938) olarak belirtebiliriz.

Bu eserlerin bir kısmı aynen bir kısmı da özellikle manzum olanları seçmeler şeklinde dilimize kazandırılmıştır.

Afgan hükümetinin daveti üzerine Afgan Eğitim Komisyonu, Pencap eyaletinden seçildiği Hukuk Komisyonu, İngiltere deki şubesinin başkanlığını yaptığı Müslüman Birliği biraz önce adını zikrettiğimiz Rabitatü’l-İslâmiye gibi kimi komisyon ve cemiyetlerde aktif rol almıştır. Son olarak 1932’de Londra'da anayasa hazırlamak için oluşturulan ve çok uzun münakaşalara sahne olan kongreye katılan İkbal, o sırada şiddetli ve uzun sürecek bir hastalığa yakalanır. Doktorların gayretlerine rağmen bir türlü iyileşmeyen İkbal ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayarak 1938’de öldü.

Tam bu sıralarda İkbal ölümle ilgili olan şu şiirini yazmıştı:

“Ölümü ve acıyı mutluluk ile karşılamak Müminin alametlerindendir.”

Yine Allâme Muhammed İkbal’in dilinden dökülen şu dua cümleleriyle yazıma son vermek istiyorum:

Allah’ım, İslam milletine kıpırdanış, silkiniş imkânı bağışla,

Hz. Ali gönlü, Hz. Ebubekir sadakati ve ihlâsı bağışla!

Bu ümmetin ciğerine Muhammed aşkının okunu sapla,

Yeniden dünyaya hâkim olma arzusu uyandır onlarda!

Öyle ki, senin gök kubbende daima parlak kalsın yıldızlar,

Senin dünyanda gecelerini ibadetle geçirenler selamette kalsınlar!

Yararlandığımız Kaynaklar:
Muhammed İkbâl’in Tasavvufi Dünyası, İsa Çelik, Kaknüs Yayınları; Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, Muhammed İkbal (Sofi Huri), Kırk Ambar Yayınları adlı eserlerden ve biyografi.net, kudusyolu.com, tr.wikipedia.org, kamilbuyuker.
wordpress, enfal.de, siir.gen.tr, davetci.com adlı internet adreslerinden Faydalanmış bulunuyoruz. Emeği geçenlere teşekkürü bir borç biliriz.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort