Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 04 Haziran 2014 11:58

EL KARDA GÖNÜL YARDA

Dinin emirlerinin, içerisinde yaşanılan zamana göre yeniden anlaşılması ve uygulamada insanların eline daha yarayışlı materyallerin verilmesi her zamanda olduğu gibi şu zamanımız için de olmazsa olmazlar arasındadır. Bu ifadelerimiz asla din-i mübînin revize edilmesi, reforma uğraması noktasında anlaşılmamalı. Hâcegân’ın anlayışına müntesib her ferd gibi biz de dinin deforme olmadığına/olamayacağına elbette ki mûtekidiz. “Yeniden anlaşılması”ndan kasdımız; Allahımız’ın ayetleri ve Efendimiz Aleyhi’s-Selâm’ın hadislerinin, büyüklerimizin tecrübelerinin yaşadığımız memlekete, içerisinde bulunduğumuz zamana, teknolojik gelişmelere, küresel değişikliklere paralel olarak izahının yapılması ve muhatabına –tabir-i caizse- daha elle tutulur, gözle görülür bir din algısının kazandırılmasıdır. Bunun için hem şeriate, hem tarikate, hem de hakikate dair bazı önemli kavramların bugüne bakan yüzünün anlaşılması gerekir.

Mutasavvıfların, özellikle de tarîkat-i Hâcegân’ın “zühd” anlayışını yani bu ayki merâmımızı, ashabı kiram efendilerimizin ifadeleri, Efendimiz’in (sav) bu meyandaki hadisleri ve ayeti kerimelerin konumuzu ilgilendiren tarafları ile izah etmeye çalışacağız inşaallah. Gayret bizden, tevfîk ve inayet âlemlerin Sahibi’nden (cc).

Her ne kadar Cenâbı Hakk’a vuslat yolunda şeriat, tarikat, hakikat ve bunların da ötesi diye bir takım kilometre taşları tarif edilse de bu menzilleri birbirinden ayırmanın yanlışlığı, birini sıkı sıkıya tutup diğerlerini hor/hakir görmenin sakıncası bu ay 66. sayısını hazırladığımız dergimizi takip eden ve bu takip neticesinde bizim hadiselere bakışımızı benimseyen herkes tarafından anlaşılmıştır diye düşünüyoruz. O yüzden bunları tek tek ele almaya burada lüzum hissetmiyoruz. Bunlar, birine uğranmadan diğerine varmanın mümkün olmayacağı duraklardır ki aksini düşünmek akla ziyandır.

Zühd de bu manada ele alındığında onun şeriate, tarikate, hakikate vs. taalluk eden cihetlerinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Biz, burada, kendisini şeraitten müstağni görmeyen, hakikatle uygunluğun sancısını içerisinde taşıyan bir tarikate göre “zühd”ü ele almaya çalışacağız.

Sözlükler zühd için; kendisini dünyadan ve dünya ile alâkalı şeylerden uzaklaştırmış sûfînin içerisinde bulunduğu manevi hâldir diyorlar. Bu ifade gayet doğru bir tarif olmakla birlikte eğer tartılırken kantarın topuzu iyi ayarlanamaz ve elden kaçırılırsa maalesef bu el, etek çekiş fâili çok zor durumda bırakabilir. Madalyonun öbür yüzünde de “Canım bunlara ne gerek varmış, kıl beşi bitir işi…” gibi bir dengesizlik de insanı ciddi sıkıntılara sokabilir. Müslümana yakışan Efendimiz’in (sav); “Hayrü’l- umûru evsatuhâ- Hayır ortada/orta yoldadır.” ifadesine mutabaatla itidalli hareket etmektir. Her üç sınıfın örneklerini sahabe efendilerimizin hayatlarında görmek mümkündür. Bir yanda çalışmadan, hiçbir gayrette bulunmadan, dünya ile maişet için dahi meşguliyeti hoş karşılamadıklar için rızkını Allah’tan bekleyenleri, Hz. Ömer, müteekkil-hazır yiyici diye tenkid etmiş ve onların anlayışlarının yanlışlığına vurgu yapmıştır. Bir yanda dünya ile meşguliyetin, paranın, malü melâl sevgisinin kendisini helak ettiği salebe; öte yanda ise vasat bir yol tutarak; “Kim bu dünyada Allah için bir şey verirse Allah daha dünyada iken ona misli ile mukabelede bulunur.” hadisi kutsîsinin müjdesine mazhar olmuş ve meşru yollarla elde ettiği sermayeyi yeri geldiğinde “Allah ve Rasûlü bize yeter.” diyerek gözünü kırpmadan sarf edebilmiş Hz. Ebû Bekir (ra).

Evet, ayeti kerimeler ve ehadisi nebeviyye dünyanın kötülüğüne, ondan uzak durmanın güzelliğine vurgu yapıyorlar amma bu maişeti terk etmek, geçimle ilgilenmemek, para kazanmamak/biriktirmemek gibi anlaşılmamalı. Nitekim Allah’ın peygamberlerinin arasında Efendimiz (sav) gibi karnına taş bağlayacak, Hz. Musa (as) gibi elinde mukabele edecek techizâtı bulunmadığı için düşmanından ancak kaçarak kurtulabilecek kadar zor durumda olanlar olduğu gibi; Davut ve Süleyman (as) gibi hem dünya hem de ukba sultanı olan ve ellerindeki metaı Allah yolunda sarf etmelerinden dolayı Cenâbı Hakk’ın kendilerinden övgüyle bahsettikleri de var.

Büyüklerimizin dünyadan uzak durmak ile ilgili ifadeleri dünyaya duyduğumuz sevgi, muhabbet, hırs ve tamah ile ona bağlanışı gönülden çıkarma ve ona gerektiği kadar değer verme manasındadır. Çünkü dünyayı bu yönüyle terk etmemizi arzulayan sâdâtımız, aynı duygularla ukbanında terkini arzu etmişlerdir. Hatta Cenâbı Hakk’ın azameti ve mutlak varlığı karşısında kendi benliğimizin kıymetsizliğini anlamamızı, en sonunda da bu “Terk ettim.” düşüncesinin bile bırakılması gerektiğini tavsiye buyurmuşlardır.

Efendimiz’in (sav); “Dünya leştir, leşin de talibi köpeklerdir.”, “Dünya üzerine atlas örtülmüş bir çöplüktür.” ifadeleri de aynı hikmete işaret etmektedir. Allah’ın Zâtı’na vuslat için adeta bize fırsat olarak sunulmuş bu dünyayı, gerektirdiği şekilde değerlendiremezsek bizim için de bir lâşeden, çöplükten farkı olmaz. Cenâbı Hak da Tâ-Hâ Sûresi’nde “Her kim de Allah’ın zikrinden yüz çevirirse ona dar bir geçim vardır.” buyurmuştur. Ayeti kerimede geçen “dankâ” ifadesi bazı tefsirlerde nefse teşbih edilmiş ve yedi başlı bir canavar olarak tasvir edilmiştir. Yani zikirden yüz çevireni, başka bir deyişle Allah’tan gafil olarak bu dünyayı -yine ayeti kerimenin ifadesine göre- “oyun ve eğlenceden ibaret” göreni Cenâbı Hak nefsiyle baş başa bırakır ki Efendimiz (sav) bile; “Ya Rabbi! Bir an dahi Beni nefsimle yalnız bırakma!” diye dua ederek bu hâlden Allah’a sığınmıştır. İnsanın zaten nefsiyle böyle sıkıntısız(!), problemsiz(!) bir ilişkisinin olması onu mahvetmeye yeter de artar bile. Allah bu hâlden cümlemizi muhafaza buyursun.

Buradan insanların özellikle de mü’minlerin sefil bir hayat yaşaması gerektiği anlaşılmamalıdır elbette. Hem ashabı kiram efendilerimizden hem de onlardan sonra din-i mübînin saffetini muhafaza ederek bize ulaşmasına gayret eden büyüklerimizden hatırı sayılır derecede variyete sahip olanları biliyoruz. Mekke zenginlerinden biri olduğu halde Allah için hicret etmiş ve şartlar gereği her şeyini Mekke’de bırakmış Abdurrahman bin Avf’ı hatırlayalım. Medine’ye geldiğinde adeta sıfırı tüketmiş vaziyette. Kendisiyle koca bir serveti paylaşan kardeşinden istediği bir parça iple ticarete başlamış ve Allah’ın rızkını bereketlendirmesi ile vefat ettiği dönemde büyük bir mülk geride bırakmıştır. Geride bırakması yanlış anlaşılmamalı. Bıraktıkları, hayatta iken Allah’ın arzuladığı mâlî ibadetleri kâmilen yerine getirdikten sonra bereketle geride kalandır.

İmamı Âzam Hazretleri’ne; “Ya İmam! Ben fakir bir insanım. Üç beş tane hayvanım var. Sen ise zenginsin. Belki sayısını bile bilemeyecek kadar sürülere sahipsin. Nasıl oluyor da sen benden daha takvalı, Allah’a daha layık olabiliyorsun?” diye sorduklarında buyurmuşlar ki; “Ben hayvanlarımı ahıra bağlıyorum. Sen ise onları gönlüne bağlıyorsun.”

Tarikat-i Hâcegân’ın büyüklerinden Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin de zenginliği dillere destandır. Ziraatle uğraşmışlar. Binin üzerinde tarlaya sahip olduğu rivayet edilir ki bazı tarlalarında da binden fazla kimse çalışırmış. Bir gün yanında değerli birkaç kitap bulunan bir molla Hazret’in medhini çok işittiğinden onu ziyaret etmek ister. Dergâha geldiğinde büyüğümüz onu da yanına alıp işlerini kontrol etmek, gezmek için yürümeye başlar. Molla bir taraftan Ubeydullah Ahrar Hazretleri gibi büyük bir velinin bu kadar mal mülk edinmesini anlayamazken bir taraftan da dergâhta bıraktığı o değerli kitaplarının akıbetini merak edip durur. “Acaba başlarına bir iş geldi mi, yerinde duruyor mu?” diye sürekli bir al-ver içinde dönüp durur. Hazret; “Belki bu kadar malımız mülkümüz var amma biz onu hiç gönlümüze sokmadık. Allah’la aramıza girmesine müsaade etmedik. Sen ise iki kitaptan vazgeçemedin, onları gönlünden çıkaramadın.” buyuruyorlar. Önemli olan ne olursa olsun sahip olduklarımızın Allah ile ilişkimize halel getirmemesidir. Büyüklerimizin ifadeleriyle “El kârda olsa da gönlün Yâr’dan ayrılmamasıdır.”

Burada Hâce Hazretleri’nin “Allah bugün bana verdi. Onun yolunda harcamaya, emrettiği şekilde kullanmaya gayret ediyorum. Çocuklarıma servet bırakacağım diye Allah’ın isteklerinden kırparak dünyamı ve ahiretimi harab etmeye hiç niyetim yok. Rabbim bugün bana verdi, yolunda kullanmayı nasip etsin. Çocuklarıma da verirse onlarda O’nun (cc) yolunda rızası doğrultusunda kullansınlar, buna duacıyım.” ifadeleri hadisede dengenin korunması açısından gayet mühimdir. Mal, mülk sahibi olacağız, evlatlarımızı, eş-dost, yârânımızı rahat ettireceğiz diye dinimizin emirlerinden geri kalmayacağız. Büyüklerimiz kibar-ı kelamlarında ne güzel ifade buyurmuşlar; “Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden/Bir de baktık ki hem dünya hem din gitti elimizden.” Denge kurulamazsa -Allah muhafaza- her ikisinden de mahrumiyet kaçınılmazdır.

İşte büyüklerimiz özellikle de ilk dönem sûfîleri bu tehlikeye düşeriz korkusuyla riyazâtı kendilerine ihtiyâr etmişlerdir. Büyüklerimiz riyazâtı tamamen hayattan kopmak olarak algılamamışlardır. Nefsin arzu ve isteklerini asgari seviyeye indirgemek ve hazzını değil de lüzumu kadarını ona verebilmek için bir eğitim sürecidir. Bu süreçten sonra tekrar halkın arasına karışmış, tabiri caizse eski hâllerine göre daha kuvvetli bir manevi yapıyla hayatlarını idameye gayret etmişlerdir. Aksi hâlde tamamen hayattan kopmak belki işi ruhbanlığa götürür ki bu dinimizce de yasaklanmıştır. Bu manada evlenmeyeceğini, her gününü oruçla, her geceyi ibadet ve taat ile geçireceğini beyan eden sahabilerini Efendimiz hoş karşılamamış; “Bu sözleri söyleyen sizler misiniz? Bakınız, Allâh’a yemin ederim ki, içinizde Allah’tan en çok korkan ve O’na en çok saygılı olan Benim. Fakat Ben bazı günler oruç tutar, bazen de tutmam. Gece hem namaz kılar hem uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren, Ben’den değildir.” (Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5; Nesâî, Nikâh, 4) buyurmuşlardır. Bu manada Efendimiz’in (sav) ashabı da bu dengeyi korumuş, kimi ticaretle, kimi zanaatle, kimi ziraatle meşgul olarak hayatlarına devam etmişlerdir. Ancak Allah’ın ve Rasûlü’nün emirlerini hiçbir zaman bu işlerinin ardına da düşürmemişlerdir. Bu mütevazi/ölçülü hayatlarının neticesinde de “Rabbimiz onlardan, onlar da Allah’tan razı” olarak iki cihan saadetine kavuşmuşlardır.

Hâcegân anlayışına göre insanın dünya ve ehli dünyanın muhabbetinden kurtulup batınını temizlemesi demek olan “zühd”ü elde etmenin yolu sadece bunlarla alâyişi kesmek değildir. Nitekim büyüklerimizin; “Eğer İbrahim bin Edhem, bir Hâcegân sâdâtı ile karşılaşsaydı, o, onu tacı tahtı terk ettirmeden de irşâd ederdi.” buyrukları mes’eleyi gayet açıkça özetlemektedir. Ğavs Hazretleri Abdulhakim el-Hüseynî Hazretleri’nin; “Halvette şöhret vardır.” ifadeleri de aynı hakikatin başka bir izahıdır. Abdulhâlık Gücdüvânî Hazretleri’nin sekiz esasından birisi olan Halvet-Der-Encümen esası bizim anlayışımızın temel hususiyyetlerindendir. Yani asıl kemâlât, halk ile birliktelik halinde dahi Hak’tan (cc) gafil olmama keyfiyetidir. Bizim büyüklerimiz müridlerini bu yönlü bir gayrete sevk etmiş ve böyle yetişen sâliklerin yukarıda da örneklendirmeye çalıştığımız dengeli anlayışa daha uygun işler yapacağına kanaat etmişlerdir. Üstelik, dedik ya zamana göre tekrar gözden geçirilmeli diye. Bu anlayış bu zamanın Müslümanları için çok daha geçerli bir uygulamalıdır. Çünkü zaman, ne gerisinde kalınacak kadar huzurlu, ne evlenilmeyecek kadar güvenli, ne de gündüzleri saim, geceleri kâim olabilecek kadar müsaittir. Onun için büyüklerimizin ifadesiyle bugün zaten doğal bir riyazat olan bu hayatın içinde; “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar…” (Âl-i İmrân; 191) ayeti fehvasınca mânen yüzlerini Cenâbı Hak’tan bir an dahi çevirmemişler, mâzâga’l-basar (hiç gözünü ayırmadan bakan) Efendileri (sav) gibi Rableri’nin emir ve yasaklarından müteşekkil hududullahı çiğnememişlerdir.

Zühd ile bir hayat yaşama gayretinde olan mü’minlerin yapmaları gereken en mühim şey Efendimiz’in (sav) getirmiş olduğu şeraite/fıkh-ı zâhire itaat ettikleri gibi fıkh-ı bâtın demek olan tasavvufî terbiyeye de muhakkak önem vermektir. Ancak bu iki yönlü çalışma birlikte sürdürülebilirse Cenâbı Hakk’ın; “…Şüphesiz ki Allah çok tövbe edenleri de sever, çok temizlenenleri de sever.” (Bakara; 222) ayetinde müjdelediği sevgili kulları arasına girer. Yapmış olduğu bütün hayırlı işlerin kabulü, tuttuğu güzel niyetlerin muhafazası ve arzuladığı ulvî hedeflerin anahtarı insanın kalbine gösterdiği dikkat ve rikkat ile mümkündür. Kalbin tahliyesi ve nefsin tezkiyesi ise varis-i etemm olan insanı kâmil terbiyesi ile mümkündür. Çünkü onlarla münasebeti olan insan her şeyden önemlisi şuurlu bir Müslüman olma melekesi kazanacaktır. Rabbimiz’in bizden istediği, Efendimiz’in ümmetinden arzuladığı ve büyüklerimizin ihvânından/yâranından beklediği de bundan başkası değildir. Allah’ın kâmil kulları ile beraberlik, şer-i şerîfin tatbiki ile âdeta Efendimiz’in (sav) suretine tâbî olan ümmet-i Muhammed’i; fıkh-ı bâtına mutabaat ile içi dışı pâk olmuş bir şekilde Hz. Peygamber’in (sav) sîretine rabtetmektir.

Böyle canlı bir hayat ancak ve ancak yaşayan bir varis-i Peygamberî ile mümkün olabilir. Çünkü insana faide ancak insan eliyledir. Çevremizde oturulmayan, içerisinde insanların meskûn olmadığı yapılara şöyle bir göz atalım. İster yeni yapılmış olsunlar, isterse eski bir zamanda yapılsın eğer metruk ise yok olmaya, çürümeye mahkûmdur. Ancak hâlihazırda insanlar tarafından kullanılıyor, içerisinde oturuluyorsa yani zaman zaman bile olsa insanla teması varsa orada hayat vardır ve belli şartlar müstesna o bina ayakta kalmaya devam edecektir. İnsan gönlü de tıpkı o haneler gibidir. Zühd gibi, huşû gibi bir takım güzellikler insanın gönlüne inşâ edilmiş yapılardır. Bunların orada temekkûn etmesi, âdeta yıkılmadan ayakta kalması insanı kâmil ile temasın devamı ile mümkündür.

Cenâbı Hak cümlemize bu rabıtayı kurabilmeyi ve hem bu dünyada hem de ukbâda devam ettirebilmeyi nasib etsin. Bizleri her iki cihanda da zümre-i sâlihînden, âşıkînden ve ârifînden ayırmasın.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 03 Haziran 2014 16:01

SIFAT, ZÂTIN NE AYNI NE DE GAYRIDIR

Hâce Hazretleri’nin (ksa) âhir zamanın önemli sıkıntılarından bir tanesi olarak gördüğü, kimilerince fürûat denilebilecek kadar basit algılanan, ancak temelinde ciddi akîdevî problemler olan, özenti ile değişik şekillerde yozlaştırılarak Müslümanlar açısından imânî ve ahlâkî çöküntünün en belirgin göstergelerinden bir tanesi olan “tesettür”ü bu ayki sayımızda yine Hâce Hazretleri’nin (ksa) işaretleriyle ele almaya çalışacağız.

Mes’elemiz kimileri tarafından münferiden ele alınması gerekmeyen, müstakilen işlemeye ve irdelemeye ihtiyaç duyulmayan bir konu ise de, bizce bir bütünün vazgeçilemeyecek bir parçası, içimizdeki güzelliğin yahut çirkinliğin dışımıza yansıması ve İslâm’ı algılama ve yaşama gayretinin ya da umursamazlığın sembolüdür.

İmanın, elinde tutan için dünyada yakıcı bir kor, elinden bırakan için ise ebedî hüsran olacağı bir vakitte yaşamaktayız. Öyle ki dünyada bu sıkıntıya razı olup hevâ ve hevesinden Rabbi’nin rızası için vazgeçen kimseyi Efendimiz (sav) yaklaşık bin beş yüz sene öncesinden “kardeşlerim” diye taltif etmiş, bu dünyada huzur; ukbada rıza ve visâl ile müjdelemiştir. Ali efendimizin (kv) “Dünya onların, ukbâ bizim olsun.” ifadesinde de vurguladığı hakikati unutarak hayatı sadece dünyadaki “uyku”dan ibaret zannedenler için ise hem bu dünyada dar bir geçim hem de din gününde hüsran vardır.

Öncelikle şu hakikati, altını çizerek ifade etmek gerekir ki bizim burada işleme gayreti içerisinde olduğumuz mevzuu ismi bile frenk menşe’li olan türban değil, hakikati setretme/örtme, örtünme olan Rabbimiz’in emri, İslâm’ın şiarı olan tesettürdür. İkisinin özellikle Müslümanlar tarafından tefrik edilmesi gerekir. Çünkü bunların aynı şeymiş gibi kabul edilmesi mes’elenin zaten içini boşaltmak için yeterlidir. Biz türbanın her çeşidini şiddetle reddetmekte, tesettürün ise Allah’ın emri ve mü’minler için olmazsa olmaz bir ölçü olduğunu ısrarla vurgulamaktayız.

Sıfat, zâtın ne aynı ne de gayrıdır, buyurmuş büyüklerimiz. Cenâbı Hakk’ın bizi yükümlü tuttuğu ibadetlerin şeklî bir cihetinin oluşu, Efendimiz’in (sav) hadisi şeriflerinde de “Küp içindekini sızdırır.” buyrulması zâhir ve bâtın hayatımızın bir bütün olarak ele alınması gerektiğini bize bildirmek için yeterlidir. Onun için “Kalbimiz temiz bizim. Önemli olan iç güzelliğidir. İçimize bakın, dışımıza değil.” gibi ifadelerin kuru birer safsatadan ibaret olduğu aşikârdır.

Buna bir de gûyâ dini otorite olarak adlandırılan kimselerin tesettürle ilgili ayet ve hadisleri, sahabe efendilerimizin icmaını hiçe sayan uygulamaları eklenince hadise iyice içinden çıkılmaz bir hâl almaktadır. Bunlar mes’eleyi çözmek adına ayet ve hadisleri çarpıtarak hükümlerini hafifletmekte (kendilerince yumuşatmakta), bunun neticesinde de özellikle tehdit ve ukûbata dair kısımların muhatabının kalmaması sonucuyla ümmet-i Muhammed’i karşı karşıya bırakmaktadır. Böyle olunca da İslâm, emirleri ve nehiyleri ile havada kalmakta, zaten dini yaşama ve yaşatma gayreti olmayan muhatablar özgürleştirilmektedir!..

Bu özgürleşme(!), korkunun kaldırılması ile birlikte âdeta terazinin dengesi bozulmuş. İnsanlar ceza olgusunun yokluğuna iyice inandırılmış, korkulacak bir durum olmadığı gibi ümîd edilecek hayırlı bir neticenin varlığına da inanç günden güne zayıflamıştır. Havf ve recâdan iyice el etek çekmiş insan artık fütursuzca yaşamaya başlamış, hâl böyle olunca da öncelikle insanların en kolay ifsad edilebileceği tarafları olan şehveti artırmak adına tesettür dejenere edilmiştir.

Hâlbuki hiçbir ibadet yoktur ki onu emreden Rabbimiz, o ibadetin şeklini de bildirmemiş olsun. Zaten problemin kaynağı da burada. Kimsenin ibadetin varlığı noktasında bir sıkıntısı yok. Sıkıntı ibadetlerin yapılış şekilleri ile alâkalıdır. Yani ibadet edecek olan, ibadeti arzuladığı gibi yapmak istemekte; Allah’a ibadet ederken bile hevâ ve hevesinden ödün vermek işine gelmemektedir. Terbiye edilmemiş insanın kendi vehimlerine, hevâ ve hevesine kulluğu da işte budur. Böyle bir insan Rabbi’ne kulluk ettiği zannında iken hakikatte neye kulluk ediyor acaba?

Bugün kimilerinin tesettür/örtü için söylediklerini bir hatırlayalım; “Mesele örtünmekse bunun zaman ve mekâna, örf ve adetlere göre değişik şekiller almasında bir sakınca yoktur. Bizler rengârenk elbise ve örtülerimizle İslâm’ın aydınlık yüzünü gösterebiliriz. Bunu yaparken de içerisinde bulunduğumuz çağa ayak uydurmayı ihmal etmemeliyiz. Hatta kendi modamızı da oluşturmalı, hazırladığımız defile ve yayınlarla bu modayı İslâmî kesim içerisinde yaymalıyız.” Tesettür bu ifadelerde olduğu gibi çarpıtılmakta, adeta kişinin gönül arzusuna bırakılmaktadır. Bu da hem kendisinin bu özgürlükleri vermek için yetkili olduğunu iddia eden hem de uygulayıcılar açısından kibirlerinin açık göstergesidir.

Hâlbuki bizim uymamız gereken örneklerin cümlesi asrısaadettedir. Bugün İslâm’ın ön gördüğü tesettürü öğrenmek isteyenler bunun şeklini, cinsini, hâsılı her şeyini o vakitten öğrenmek durumundadır. Fıtratı gereği meyletmesi, uyması gereken bir uygulama/moda varsa bu ne idüğü belirsiz bir benzeyiş değil; her yönüyle Resûlullah’ın (sav) süzgecinden geçmiş, Allah’ın emrine uygun olmalıdır. Aksi takdirde bunun İslâm’la bir ilgisi ve alakası yoktur.

Ayeti kerimelere ve Efendimiz’in uygulamalarına baktığımızda evvela kadının içeride giydiği kıyafetle dışarı kıyafetinin ayrı olması gerektiğini gayet açık bir şekilde görebiliriz. Kadın evin içinde Allahu Teâlâ’dan, ruhâniyetlerden, meleklerden, görünen ve görünmeyen varlıklardan hayâ ile örtüsüne dikkat ettiği gibi dışarı çıkarken de bundan daha fazla ihtimam göstererek kem gözlerden ve namahrem kimselerden sakınmalıdır.

Ayeti kerimede, bu örtünmeden ellerin, yüzün ve topuklardan aşağı ayakların istisna tutulduğu malum. Fakat Efendimiz’in (sav) âhireti şereflendirmesinden sonra Hazreti Âişe, Hazreti Ali, Hazreti Ömer ve Hazreti Abdullah ibni Abbas gibi büyük sahabiler bir araya gelerek içtihad edip buyurmuşlar ki; “Resûlullah dünyasını değişti. Artık devir fitne devridir. Bunun için kadınlar ellerini, yüzlerini ve ayaklarını da kapatmalıdır.” Dikkat edelim bin beş yüz sene öncesi için fitne zamanıdır buyurmuşlar, ya şimdi? Fitneden o kadar eminiz(!) ki âdeta elimizi, kolumuzu sallayarak dolaşıyoruz.

Yine, örtünme emri geldiğinde Medine sokaklarının siyaha büründüğü rivayetleri de malum. Zaten ayeti kerimede cilbâbın (baştan ayağa tüm vücudu kapatan elbise) ifade edilmesi de bu örtünme şeklinden Cenâbı Hakk’ın hoşnûd olduğunun izharıdır. Annelerimiz dışarıda gezerken genç oldukları anlaşılmasın, bu mânâda bir yanlış düşünceye mahal vermeyelim diye bellerini büküp, seslerini değiştirmişler. Çünkü onlar Efendimiz’in “Allah önce baktırana, sonra bakana lânet eder.” hadisi şerifini hiç unutmamışlar.

Bugün bizim durumumuz böyle mi? Hâlbuki örtü bugün tesettürden çıkıp, güzel, alımlı ve çekici görünmenin İslâmî biçimi olarak algılanmaya başlanmış. Kendilerini göstermek için kırıla döküle yürümeleri, ziynetleri belli olsun diye ayaklarını yere vurarak yürümeleri Allah tarafından men edilmişken; bugün ayak sesleri görüntülerinden önce bize ulaşmakta, parfüm kokuları ise yanımızdan geçtikten metrelerce sonra bile alınmaktadır.

Kur’ân-ı Kerim’in bütün emirlerinde olduğu gibi örtü ile ilgili emirlerinde en güzel açıklayıcısı ve en mükemmel uygulayıcısı Hazreti Peygamber (sav) ve O’nun güzide ashabı olmuştur. Ancak anlamak istemeyene bir şey anlatmak çok zor. Hani atalarımız bazen “deveye hendek atlatmayı” daha kolay görmüşler ya. Hadise tamamen öyle. Bu insanlara Efendimiz’in ve bu dinin birinci dereceden muhatablarının uygulamaları/görüşleri ifade edilince de onların birer örf olduğunu ve o zamanın insanlarının yaşadıkları mekâna ve zamana ait olduğunu dile getirmekten çekinmiyorlar. Şu hakikat iyice anlaşılmalı ki İslâm, meşru olmayan hiçbir örfü hoş görmemiştir. Dolayısıyla hem o gün için hem de bugün için gayrimeşru örflerin mazur görülmesi mümkün değildir. Efendimiz’in (sav) uygulamaları, Cenâbı Hakk’ın emirlerindeki muradıdır, hikmetin açığa çıkmasıdır.

Bizler ne yapıyorsak yapalım Rabbimiz’in rızası için yapmalıyız. Yalnız O’nu memnun etmek ve hoşnûd etmek yegâne hedefimiz olmalı. Onun için bizim büyüklerimiz “İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî-Ey Allahım! Benim kasdım Sen’sin ve taleb ettiğim şey Senin rızandır.” ifadesini dilimize pelesenk etmişlerdir. Bu Efendimiz’in (sav); “Ameller niyetlere göredir.” hadisi şerifinin adeta tefsiri gibidir. Yani niyetimiz bu olmalı, dolayısıyla hareketimiz de bu minvalde bulunmalıdır. Eğer Rabbimiz’in emirlerini bu ciddiyetle ve Sultânu’l Enbiyâ Efendimiz (sav) tarafından ortaya konan uygulamalarına benzeterek yapabilirsek yerine getirdiğimiz her taat bizi dine rapteder. Hud Sûresi’ndeki ayeti kerimede de Rabbimiz “Emrolunduğu gibi” buyurarak itaatin Zâtı’nın muradı doğrultusunda olmasını bizzat bildirmektedir.

Biz Rabbimiz’in emirlerini, Hazreti Peygamber’in sünnetine ve büyüklerimizin içtihadlarına göre yerine getirelim de bize kim ne derse desin. Bu hiç önemli değil. Önemli olan Allahımız’ın bizim hakkımızda ne buyuracağı. Birileri bize gerici desin, yobaz desin, şunu desin, bunu desin. Büyüklerimiz buyurmuşlar ya; “Ak koyun, kara koyun geçitte belli olur.”

Parmağımızdaki yüzüğe, ismimize kadar karışan dinimiz örtü gibi bir meselede bizi kendimize bırakır mı? Üstelik sadece bayanlar için değil, erkekler için de farziyeti olan mühim bir ibadette. Ancak hakikatten kopunca sûnî şeyler bizi oyalamakta maalesef.

Dinimizin bizden istediği vecibelerden bir tanesi olan tesettür hususunda Kur’ân’dan okuduklarımız, kitaplardan gördüklerimiz, büyüklerimizden işittiğimiz ve toparlayarak burada aktarmaya gayret ettiğimiz her şey mü’minleri ziyadesi ile sevmemiz ve onların selametini canu gönülden arzulamamızdan ileri gelmektedir.

Bunun için dinin emirlerini ve sünneti seniyyeyi en doğru şekliyle anlamamız; Allah ile aralarında takvâ, mahlûkat ile aralarında tevâzû, dünya ile aralarında zühd ve nefisleri ile aralarında mücâhede bulunan ilmiyle âmil râsih ulema sayesinde olacaktır. Günümüzde de yaklaşık olarak bin beş yüz seneden beri devam edegelen kâdim geleneğin temsilcileri ile irtibat bizi doğru yola sevk edecektir. Onlar bize Kur’ân ve sünnetin birer teletuar gibi yanlarımızda bulunduğu ve Hazreti Peygamber’in sarığının takip edilecek bir pusula gibi önümüzde durduğu bir hayatı tavsiye ederler.

Bizler Rabbimiz kendilerine ayetleriyle öğüt verdiği halde onlardan yüz çeviren kimselerden olmak istemiyoruz. Allahu Teâlâ’nın emirlerine, Efendimiz’in nasihatlerine ve büyüklerimizin tavsiyelerine kulak vererek zalimlerden olmamaya azmedeceğiz. Kalpleri kudret parmakları arasında evirip çeviren Rabbimiz bizi bu menzilde muvaffak kılsın ve sevdikleri hürmetine bağışlasın inşaallah. Âmin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

“Tasavvufun insan hayatına kazandırdıkları” başlıklı dosya konumuzu işlerken geçtiğimiz ay mes’elemizin bir bölümü olan tasavvufun tanımı, mutasavvıfın şer-i şerifle amel etmesi ve güzel ahlâkı gönlünde yerleştirmesi ile ilgili kısmı elimizden geldiğince ifadeye gayret etmiştik. Bu sayımızda da aynı minvâl üzere konumuzu işlemeye devam edeceğiz inşâallah.

Yazımızın ilk bölümünü insanın ahlâkını peygamberlerin güzel hasletlerine benzetmeye çalışması gerektiğini ifade ederek bitirmiştik. Bu elbette kolay olmayacaktır. Yani aklımıza şöyle bir takım düşünceler gelebilir; “Biz kim, böyle olmak kim? Onlar Allah’ın peygamberleri, tabîi ki öyle olacaklar.” Bu ifadeler kısmen doğrudur. Ancak onların peygamberlik vazifelerinden önce Allah’a kul oldukları unutulmamalıdır. Ayeti kerimelerde de Cenâbı Hakk’ın, onlarla ilgili olarak öne çıkardığı vasıflar kullukla alâkalıdır. Onların takvalarından, emin kişiliklerinden, Rableri’ne karşı itaatkâr, salih ve muhsin oluşlarından bahsetmektedir. “Peygamberlerin velâyetlerinin nübüvvetlerinden büyük oluşu” ifadesi de bu hakikate dikkat çekmek içindir. Yani onların Allah’la ikili ilişkileri, kullukları, Cenâbı Hak ile aralarındaki ülfet ünsiyetleri, icrâ ettikleri vazifelerinden önce gelir. Kelime-i şehadetteki “abduhû ve rasûluhû” ifadesinde kulluğun önce söylenmesi de yine aynı hakikatten mebnidir. Bizim onlara benzemekle emrolunduğumuz cihet şahsiyetleridir, risaletleri değil. Rabbimiz’in; “kûnû Rabbâniyyûn-Rabbânîlerden olun.” (3/Âl-i İmrân-79) emri de bu hakikate işaret etmektedir. Mü’min/muvahhid/mutasavvıf bu cihetleri ile onlara benzemek zorundadır. Benzeyebildiği ölçüde de Cenâbı Hak katında muteber bir kul olur.

Mü’min için dâr-ı gurbet olan bu dünyada, hele ki âhir zamanda imanını muhafaza etmesi, ahlâkını güzelleştirmesi ve Cenâbı Hakk’ın rızasına ermesine vesile olacak amellerde muvaffak olabilmesi zordur. Ancak imkânsız da değildir. Kur’ân-ı Kerim’in hemen hemen üçte birlik kısmı kıssalardan müteşekkildir. Bu kıssalar sadece geçmişten malumat sahibi olmak için bize bildirilmemiştir. O zamanlardaki kötü kimselerden ve yaşanmış tatsız hadiselerden ibret alıp onlarla aynı hallere düşmekten içtinâb etmemiz gerektiği kadar; o kıssalarda Allah’ın razı olduğunu bildirdiği kimselere benzemeye azmetmeli ve onların yaptığı hayırlı işlerde biz de muvaffak olmaya çalışmalıyız. Yalnız buna gayret ederken bu seyirde tevfîk ve inâyetin Rabbimiz’den olduğunu âdeta son sözün O’nun (cc) tarafından söyleneceğini de unutmamalıyız.
Hâce Hazretleri (ksa); “Başlangıçta herkese verilen sermaye eşittir. Cenâbı Hak imanı dahi herkese eşit vermiş, hatta peygamberlerle bizlere eşit taksim etmiştir. Ancak peygamberler ve salih kimseler yine Allah’ın inayeti ile kendilerindeki cevherleri en mükemmel şekilde işlemiş ve Rabbimiz’in rızasını kazanmışlardır.” buyurarak insana yaratılıştan verilen değere dikkat çekmiştir. Her insanın mayasında, kanında, canında -hadisi şerifte bunların hepsine birden fıtrat denilmiş- böyle kâmil bir kul olma hususiyeti vardır. Bizlere âdemoğlu denilerek Hazreti Âdem’e nisbet edilmemiz dahi aynı hakikate işaret eder. İşte özümüzde bulunan güzelliklere, hakikatimize ermek için alınacak eğitim, devrini ikmâl eden kâmil insanın elinden olacaktır. İmam Efendi Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri ikmâli; “Devrini ikmal etmek şu demektir: Bir buğday tanesi yetiştikten sonra toprağa tohum olarak atılır, sonra da filizlenip yeşerdikten sonra başak haline gelerek kendisi gibi buğdayların yetişmesine vesile olursa o tane devrini ikmâl etmiş olur, yani yaratılış gayesini açığa çıkarmış olur. İnsan da Allah’a kullukla, şer-i şerifin zâhirine ve bâtınına ittibâyla, sünnete temessûk ile Cenâbı Hakk’a vuslat edip rıza-i Bârî’yi bu dünyada kazandıktan sonra diğer insanların da O’nun (cc) kurbetine, vuslatına, rızasına ermesine vesile oluyorsa o da devrini ikmâl etmiştir.” şeklinde izah ediyorlar.

Âlemlerin Rabbi tarafından terbiye edilmiş insanı kâmil, tıpkı ashabı kiramı terbiye eden Hazreti Peygamber gibi ihvânını eğitir. Zaten Efendimiz (sav) de hadisi şeriflerinde; “Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyurmamışlar mı? Bu terbiye hiç değişmemiştir. Bu tedriste öğrenen ve öğretenin sadece isimleri değişmiştir. Hazreti Peygamber’e (sav) varis olan mürşid ile ashaba varis olabilecek olan mürid arasında bu eğitim ale’d-devam sürmektedir elhamdülillâh. Büyüklerimizin ifadesiyle müfredât dahi değişmeden devam etmektedir. Uygulamalı örnekleri ise hem kıssalarda, hem ashabı kiram efendilerimizin hayatlarında, hem de büyüklerimizin tecrübelerinde görülür. Peki, ne var bu müfredâtın içerisinde?

Büyüklerimiz bu müfredatı beş ana başlıkta toplamışlardır. Bu başlıkların hepsi şer-i şerifin bize emridir. Din binası bu temel sütunlar üzerine inşâ edilir. Çünkü bunlar, yapacağımız diğer bütün amellerin rızaya uygun olarak yapılması ve neticede makbul olabilmesi için olmazsa olmazlardır.

Sevgi…
Bu müfredâtın içerisinde evvelâ sevgi öğretilir talibe. Katışıksız, karşılıksız bir sevgi. İman ettikten sonra Cenâbı Hakk’ı ve O’ndan (cc) ötürü de bütün yaratılanı, bu yaratılanların içerisinde de eşref/ekmel olan insanı yine Allah rızası için sevmek. Çünkü Cenâbı Hak, yaratırken insanı sevmiş ve Zâtî sevgisinin müzhiri olması için onu halk etmiştir. İnsanların en Hayırlısı’na, Habîbim diye seslenmesi de bu muhabbetin izharıdır. Efendimiz’den sonra da O’na (sav) yakınlığı, ülfeti neticesinde diğer insanlara bu sevgiden şubeler ihsan edilmiştir. Sevgi kâinatın yaratılışından bugüne kadar olan bütün amelleri kıymetlendiren bir öz olmuştur. Habil’in kurbanını, Hz. İbrahim’in adağını, Hz. Ebû Bekir’in fedakârlığını, Hz. Selman’ın hicretini, Ğavs-ı Geylânî’nin şecaatini, Şahı Nakşibend’in hararetini, Ğavs-ı Kasrıkî’nin muhabbetini izah edecek yegâne sözcük sevgidir. Sevginin insanı sevdiğine benzetmesi bu eğitim sürecinde onun ne kadar mühim bir yerinin olduğunun göstergesidir.
Cenâbı Hakk’ın Hazreti Musa ile mükâlemesinden hareketle sevginin ne denli önemli olduğunu kaynaklarımız bize bildiriyorlar. Hazreti Musa’ya Tûr-i Sinâ’da; “Ya Musa! Bizim için ne yapıyorsun?” diye sual buyurmuşlar. Hazreti Musa da; “Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum…” diye amellerini saymaya başlamış. Ancak ne söylemişse Rabbimiz; “Hayır, o kendin için diye.” mukabelede bulunmuş. Hazreti Musa’da bu sualdeki nükteyi anlamak için; “Öyleyse Senin için ne yapabilirim Ya Rabbi?” diye arz edince Allahu Teâlâ iki şey emir buyurmuş; Hubb-i lillâh, Buğz-i fillâh… Buradan da anlıyoruz ki sevgi bahsinin içerisinde kimi seveceğini bilmek kadar, kimleri sevmeyeceğini bilmek de vardır. Ayeti kerimede Rabbimiz; “eşiddâu alâ’l-kuffâri ruhamâu beynehum-O’nun (sav) yanında bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” buyurarak bu sınırları bize bildirmiştir.

Sünnete Mutabaat…
Yaratılmışlar içerisinde sevginin en mükemmeli ve en ileri derecesi Hazreti Peygamber’e duyulan sevgidir. O’nu (sav) sevmenin âlemetlerinden bir tanesi ise sünnetine mutabaattır. Sâlikin kendi arzu ve isteklerini bir kenara bırakması ve her hususta Sultânü’l-Enbiya’ya ittibayı gönülden arzular hale gelmesi de bu yolda büyüklerimizin bizlere ilkâ etmeye çalıştığı diğer bir güzelliktir. Sünnete kâmilen mutabaatı büyüklerimizin hayatlarında en mükemmel şekilde gördükçe ilk planda hikmetini anlayamasak da, tahkike eremesek de takliden bile olsa Efendimiz’e uymanın bereketiyle kıymetleniriz.

Efendimiz (sav); “Sallî raeytumûnî-Beni gördüğünüz gibi namaz kılın.” buyurmuşlardır. Buradaki “Beni gördüğünüz gibi…” ifadesi özelde namaz için olsa da O’nun (sav) hayatının tamamı için geçerlidir. Bizim yapıp ettiğimiz her şey Aleyhi’s-Selâtü Ve’s-Selâm Efendimiz’in onayından, olurundan geçmek zorundadır. Aksi takdirde Cenâbı Hakk’ın katında makbul olması da düşünülemez. Diyebiliriz ki O’na (sav) uğramayan yol, Allah’a varmaz.

Anlayış…
Cenâbı Hakk’ın sevgi bahşettiği, sünnete uymakla şereflendirdiği kuluna sevdiklerinin eliyle yudum yudum ikram ettiği bir diğer güzellik ise anlayıştır. Murada uygun, istenilen şekilde bir anlayış Rabbimiz’in kulu hakkındaki hayrıdır. Çünkü Efendimiz (sav) “Allah bir kulun hakkında hayır murad ederse onu dinde fakih kılar.” buyurmuşlardır. Büyüklerimiz hadisi şerifte geçen fakih ifadesini “ince bir anlayış sahibi” olarak izah etmişlerdir. Çünkü kulun yaptığı amelleri kıymetlendirecek, Rabbimiz’in istediği şekliyle yerine getirilebilecek olması anlayışla da alâkalıdır.

Yalnız bu anlayış öyle gökten zembille inecek de değildir. Ancak bir terbiye ile insanın gönlüne tulû eder. Bu terbiyeye her mü’minin ihtiyacı vardır. Anlayış, Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle; “Şâri tarafından belirlenen mutlak hakikatlerin, bu hakikatle muhatap olan kişinin bu hakikate hissesi, nasibi olanın gerek zâhirinde, yani fiil ve aksiyonlarında, muamelesinde gerek bâtınında duygusal yönünde ve düşünce yapısında kemâle gelmesi, zirve bir noktaya ulaşmasıdır.” Bu da ancak daha önce bu basamaklardan geçmiş bir muallimin eğitimiyle olur. Bunun usulü budur. Kişinin kendi kendisine geliştirebileceği bir meleke değildir.

Hâce Hazretleri (ksa); “Yolumuzda sülûk edecek kimsenin, âdeta iki kanat mesabesinde olan, muhabbetullaha ve marifetullaha muhakkak ihtiyacı vardır. Bunların dışında bir istikamet tutan ise işini sarpa uğratır.” buyurmuşlardır. Muhabbetullaha sevgi bahsinde kısmen değindiğimiz için burada tekrara lüzum görmüyoruz. Marifetullahın ise anlayışla ilgili olduğu kanaatindeyiz. Nitekim Allah katında makbul amelin ne olduğu, hangi zamanlarda yapılması gerektiği ve nasıl icra edileceği hususları iz’an sahiplerince anlaşılacaktır. Yahut da gerek anlayışta gerek uygulanışta zamana, mekâna, şartlara göre olabilecek değişiklikler yine ince bir anlayışla kavranabilir. Hadisi şerifte Resûlullah Efendimiz’in doğru bir çizgi çizdiği ve; “Bu, Allahu Teâlâ’nın yoludur.” buyurduğu, sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; “Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır.” buyurduğu rivayet edilir. İşte yanlış yollara sapmamak ve dosdoğru bir çizgi olan râh-i İslâm’ı kaybetmemek için ince bir anlayışa ihtiyaç vardır.

Kardeşlik…
Tasavvufun insan hayatına en önemli katkılarından bir tanesi de kardeşliktir. Bu kavram hem geçmişte, hem zamanımızda, hem de gelecekte dünyanın en çok ihtiyacı olan duygulardan bir tanesidir. Ashabı kiramın bu mes’eledeki hassasiyetleri o derece idi ki yaşadıkları kardeşlik dillere destan olmuştur. Sadece dünyalık anlamında değil, hayatlarının her anında kardeşlerini kendilerine tercih etmişlerdir. Hâce Hazretleri’nin (ksa) yakınlarında bulunan arkadaşlarına ısrarla, ihvanlarına karşı şefkati ve merhameti tavsiye etmeleri de bu yüzdendir. Rabbimiz ayeti kerimede “Ancak mü’minlerin kardeş olduğunu” beyan ediyor. Bu kardeşliğin en güzel şekilde yaşanması Allah’ın rahmetini celbedecektir. Bu kardeşlik mükemmelen yaşandığı için ashabı kiramın, Efendimiz’le birlikte geçirdiği o zaman dilimine asrısaadet denilmiştir. Onlar “İnnallâhe meanâ- Allah bizimle beraber.”  hakikati ile serlevhâ hâlini alan birlikteliğin huzuruyla her türlü sıkıntı ve zorluğun üstesinden gelmiş, Allah için bir arada bulunduklarında Rabbimiz’in de kendileriyle olmasının hoşnutluğuyla şâd olmuşlardır. Dinimizin bize emrettiği bu kardeşlik Efendimiz (sav) ile ashabın hayatı anlaşıldığı ölçüde yaşanır. Allah için bir araya geldiğimizde, dünyevi ve uhrevi bütün umurlarımızı birleştirdiğimiz ölçüde aramızdaki kardeşlik hukuku ziyadeleşecek ve “ben” merkezli değil, “biz” merkezli bir hayatın bizim için de vaadedilen bir hakikat olduğu aşikâr olacaktır.

Velâyetin Canlı Tutulması…
Sâlikin gönlünde sevgi temekkün ettikten, sünnete mutabaat kâmilen gerçekleştikten, anlayışı ilerleyip fehmi arttıktan, kardeşlik onun hayatında yer ettikten sonra bütün bu melekelerin nereden geldiğini ve nasıl tekâmül edeceğini bilmesi yani velâyeti anlaması da yolumuzun tâlibe kazandırdığı değerlerdendir. Bu hususta Hâce Hazretleri (ksa); “İslam’ın bekâsı ve devamı velâyetin anlaşılmasına bağlıdır. Çünkü biz anlayışımızı bu kanaldan yani Peygamber’den, sahabiden, ehlibeytten ve velilerden oluşan silsile yoluyla alırız. Çünkü din bunlarla kaimdir. Bunların üzerinden bize intikal etmiştir. Bizden sonrakilere de bozulmadan aktarılabilmesi velâyetin canlı tutulması ile mümkündür.” buyurmuşlardır. Ayeti kerimede de buna işaret edilmiş dini en güzel anlayan, en mükemmel yaşayan ve hiç bozmadan aktaranlar ehlullah hazerâtı olduğu için velâyet sahiplerine herhangi bir korku ve hüznün olmayacağı beyan edilmiştir. Bu kimseler imanın şahsiyet kazanmış şeklidirler. Onlar her şeylerini Allah ve Resûlü’ne adamışlardır. Tüm yaşantılarında yalnızca Allah için olduklarından Cenâbı Hak da onları adeta müjdeleyerek şu kutsî hadisi Efendimiz’e ilhâm etmiştir; “…Onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Ben’den bir şey istediğinde ona verir, Bana sığındığında onu korurum.”
Netice olarak şunu iyi bilmeliyiz ki tasavvufun sâlikten beklediği, dinin bizden istediğinden başka bir şey değildir. Hâcegân yolu talipten iyi bir Müslüman olmasını bekler. Bunun haricinde bir beklentisi yoktur. O yüzden ısrarla diyoruz ki tasavvuf dinden gayrı bir şey değildir. Geçen ayki sayıda ifade edilmişti zaten bu hakikat; “Tasavvuf dinin ta kendisidir. O yüzden dindeki yeri gösterilemez.” diye. Tasavvuf; işte bu ilişkinin adıdır. Cenâbı Hak’tan dileğimiz odur ki bizi hem bu dünyada hem de ukbada bu ilişkinin bir anından bile mahrum etmesin. Allahu Teâlâ ve O’nun sevdikleri tarafından sevilen ve onları en sâfî duygularla sevebilen, sünnete en güzel şekilde ittiba eden, mes’eleleri Rabbimiz’in bizden istediği şekliyle anlayabilen, kardeşliği rızası doğrultusunda yaşayabilen ve velâyeti O’na uzanan bir yol olarak tutabilen bir kul olabilmeyi bizlere nasip eylesin. Ve bizleri mürebbi-i hakikî olan salihlerden ayırmasın.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Evvelemirde biz müntesibler için kendi davamızı anlama adına, inanmak isteyenler için de hakikatin izharı olması sadedinde tasavvuf tarihi ile ilgili kısa bir girizgâh yapma arzusundayız.

Tasavvuf tarihi incelenirken şu iyi bilinmelidir ki diğer İslâmî ilimler gibi onun da ismen zikredilmesi üçüncü asır olarak da niteleyebileceğimiz tebe-i tâbiîn döneminde olmuştur. Onun için bu kurumun Hazreti Peygamber döneminde bulunmadığını iddia etmek ve dolayısıyla bunun bid’at, mensuplarının da ehli bid’at olduğu söylemek mes’elelere uzak ve sığ bir görüşe sahip olduğumuzu gösterir. Bu durum Hâce Hazretleri’nin (ksa) de bu tip durumları izah etmek için sık sık tekrarladığı; “Annem bana kör dedi, gelen geçene vur, dedi.” tekerlemesinin tipik bir örneğidir. Bu tip insanlar ya mes’elenin farkında değiller yahut da muannitliklerinden dolayı körü körüne hakikatleri inkâr etmektedirler. Bu yüzden biz bunlara laf anlatmaya çalışacak değiliz. Burası bizim mevzuumuzun dışındadır.

Tasavvuf hem Efendimiz (sav) döneminde hem de Hazreti Âdem’den Efendimiz’e kadar gelmiş bütün peygamberlerin hayatlarında var olmuş bir hakikattir. Hepsine gelen vahiyde tasavvufun varlığını söylemek yanlış olmaz. Ancak diğer semavi dinler tahrif edildiği gibi içerisinde bulunan tasavvufî hakikatler de tahrip edilmiştir. Bu ifademiz ilk okuyuşta biraz çarpıcı gelebilir fakat tasavvufun ne olduğu hususu iyi anlaşılırsa vicdan sahibi herkes bu hakikatin varlığını teyid edecektir. Ondan sonra ikrarı yahut inkârı hususunda konuşulabilir.

Üniversite yıllarında arkadaşlarım arasında geçen bir konuşmayı hatırlıyorum. Bir tanesi,

-Tasavvuf da neymiş? İmanın şartlarından mı? İnkâr ediyorum işte böyle bir şey dinde yoktur. Şimdi kâfir mi oldum, vs. cinsinden konuşurken diğerleri de dilleri döndüğünce bu kimseye inandıkları değeri anlatmaya çalışıyorlardı.

Bu açıdan bakılacak olursa tasavvuf iman şartlarında açıkça bulunmamaktadır. Dolaysıyla inkâr eden kâfir olmaz. Ancak tasavvuf; zühd-i Nebevî, Hazreti Peygamber’in takvâsı, bâtın yaşantısı, ahlâkı olarak anlaşılır ve anlatılırsa –Ki hadisenin hakikati budur.- elbette ki inkâr eden herkes hadisenin kendisine taalluk edecek neticelerine katlanmayı göze almalıdır.

Sözümüz tam da buraya gelmişken tasavvufun tarifi hususuna da değinmek gerekir. Bilinmelidir ki tasavvuf uçsuz bucaksız bir umman gibidir. Keyfiyeti yaşayanlarca malumdur. Bazı hakikatlerin kelimelerin dar kalıplarıyla izahı kâbil değildir. Ancak ehli tarafından suyunun suyu mesabesinde bazı tarifler yapılır ki bizler bütün bütün de bu güzelliklerden mahrum olmayalım. Şu da bilinmelidir ki yapılan bu tariflerin hepsi de tarifi yapan bu zevâtın yaşadıkları, anladıkları kadardır. Tam mânâsıyla, dört başı mâmur bir tarifin yapılması muhaldir.

Tasavvuf fıkıhtan, yani helâli haramı tatbikten ibarettir. İmam Âzam Ebû Hanife (ra); “Fıkıh, nefsin lehinde yahut aleyhinde olan hükümleri bilmek, gereğince tatbik etmektir.” buyuruyorlar. Daha mufassal bir tarif yapılacak olursa İsmail Çetin Hocaefendi’nin (ks) yaptığı tarif şöyle özetlenebilir:

Tasavvuf kelimesi Arapça olarak dört harften mürekkeptir. Te, Sad, Vav ve Fe. Bunlar adeta birer rumuz gibidir. Her harfin deruhte ettiği hakikatler alt başlıklar halinde şöyle sıralanabilir;

Tevhid: Allah’ı bir bilmek. Tevhid, Lâ ilâhe illallah cümlesi ile ifade edilen, Allah’tan başka ilâhları red edip, ilâh olarak yalnızca O’nu (cc) kabul etmek mânâsına gelir. İslâm’a girişin anahtarı kabul edilir. “Kim tağutu inkâr edip de Allah’a iman ederse, şüphesiz kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.” (Bakara; 256)

Tenzih: Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenâbı Hakk’ı (cc) mahlukata ait her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hâllerden uzak bilip söylemek.

Teslim: Allah’ın buyruklarına fiilen teslim olmak.

Takvâ: Yasak olan şeyleri işleme arzusu gönlümüze gelince şiddetle Allah’tan korkmak. Emirlerin eda vakti gelince de bir an evvel yerine getirilmesi hususunda yine Allah’tan korkmak.

Tevekkül: Sebepler dairesinde yapmamız gereken her şeyi yapıp ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek.

Sabır: Cenâbı Hak tarafından kuluna gelen her şeye kulun Allah için rıza göstermesidir. Ayet ve hadislerde çokça bahsi geçer.

Safvet (İhlâs): Allah’ın dilediğinin gönlüne lutfettiği bir nurdur. Bundan da ayet ve hadislerde sıkça bahsedilir.

Sehâvet: Kişinin Allah tarafından kendisine lutfedilen mülkü, yine Allah yolunda harcamaktan lezzet alması. Efendimiz (sav); “Sehâvet sahibi Allah’a yakındır, insanlara yakındır, cennete yakındır, cehennemden uzaktır. Cimri ise Allah’tan uzaktır, insanlardan uzaktır, cennetten uzaktır, cehenneme yakındır. Câhil sehâvet sahibini Allah, cimri ibadet düşkününden daha çok sever.” buyurmuşlardır.

Sıdk: İçi ve dışı bir olmaktır.

Vird: Zikirdir. Cenâbı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerim’de emrettiği zikr-i kesire/sürekli zikre ulaşmak için sâlike haline göre tarif edilen adetli zikirdir.

Vud: Sevgidir. Sevgi hem Allah’a karşı beslenen muhabbetullah hem de Allah’ı tanıyanlara, O’nun katında hürmetli olanlara duyulan iştiyak.

Vefâ: Allah’a yani va’z ettiği şer-i şerîfe ve O’nun halkettiği mahluka elinden gelenin en mükemmeli ile hizmete azmetmek.
Verâ: Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket ederek bütün günahlardan çekinme hâleti.

Fakr: Allah’ın karşısında kendini fakir bilmek, bu mânâda aczini itiraf etmek.

Fenâ: Allah’ın muradının gerçekleşmesi için kendi isteklerini, nefsinin arzusunu bırakmak.

Ferd: Şu kâinatta herkes Allah’tan yüz çevirse, tek başına kalsak bile O’na kul olmaya azmetmek. Nitekim hadisi şerifte; Resûlullah (sav), “Müferridler öne geçti.” başka bir rivayette, “Müferridlere ne mutlu!” buyurmuş, “Kimdir onlar?” diye sorulduğunda da,     “Allah’ın zikrine düşkün olanlar.” diye cevap vermiştir. (Nihâye, 3/425, 5/242)

Görülüyor ki ehli vicdan, ehli ilim ve akıl sahibi olan herkes bu on altı hususun Kur’ân ve sünnet menşe’li olduğundan şüphe etmez. Burada şu soru akla gelebilir; “Efendim, tamam bunlar hakikaten doğru. Ama bunları tatbik etmek için illa bir mürşide niye ihtiyaç olsun, hepsini ben tek başıma yapabilirim. Şu halde bir başkasına niye bağlanıp, onun boyunduruğu altına gireyim?” Evet, doğru. Biz de zaten mürşidi olmayan Hakk’a vasıl olamaz demiyoruz. Ancak bu belki yüzde bir, belki de daha küçük bir ihtimaldir. Yani Yüce Rabbimiz dilerse sebepsiz olarak da insanın gönlüne hikmet tohumları eker ve yetiştirir. Fakat adetullah, sünnetullah böyle değildir, tebliğe bağlanmıştır. Her meslek erbabına tevdi’ edilmiştir. Nasıl tıpta doktora, hendesede mühendise, hukukta bir hukukçuya ihtiyaç var da onların uygun gördükleri eğitim metodunda sabırla sebat edilmeden o meslek öğrenilemezse; şer-i şerifin öğrenilmesi için de muhakkak bir muallime ihtiyaç vardır. Bu öğretme işini Efendimiz’e (sav) kadar peygamberler îfâ etmişler, Hazreti Peygamber’den (sav) sonra da; “Âlimler peygamber varisidir.” buyruğunca bu vazifeyi evliyaullah hazeratı sürdüregelmişlerdir.

Biraz önce aktardığımız; “Tek başıma yapabilirim.” cümlesi nasıl ifratsa, mutasavvıfların şer-i şerifle amel hususundaki gevşeklikleri ve “Bize ne gerekiyorsa şeyhim verir. Başka şeye gerek yok.” ifadeleri de tefrittir. Hakikat ehli, bu ikisini İmam Rabbânî Hazretleri’nin; “Şeriatimiz tarikatimiz; tarikatimiz şeriatimizdir.” buyruğunda olduğu gibi bir görmeli ve adeta birini bir eline, birini diğer eline alarak orta yolu takip etmelidir.

Büyük bir muhaddis, aynı zamanda bir fakih ve mutasavvıf olan İmam Malik Hazretleri (ra), “Bir kimse şeriati tutar tasavvufu bırakırsa fasık; tasavvufu tutar şeriati bırakırsa zındık olur. Ancak her ikisini de tutarsa Allah’a vasıl olur.” buyurmaktadır. Bu nakli teyid eder nitelikte Hazreti Mevlânâ’nın (ks), “Şeriat ve tarikati ayırmak, birbirinden ayrı şeylermiş gibi görmek böyle bakan insanların anlayışlarındaki bozukluğa delildir. Çünkü ancak şaşılar biri iki görür.” buyrukları ne kadar da yerli yerindedir.

Tasavvuf ve fıkhın ancak birlikte tatbiki ile hikmet elde edilir. Bir başka mânâda tasavvuf; şer-i şerifin nefsinin istek ve arzularından kurtulmuş kâmil insan nezaretinde tatbikidir. Bu talim ve tatbikin yani öğretinin geçmişte ciddi imtihanlar neticesinde gerçekleştiği malumdur. Ancak bu zor süreçten sonra birçok insan imanda kemâl, ahlâkta cemâl, amel de salâh elde etmiş. Zamanımızda ise durum biraz daha farklı. Geçmişe nisbetle büyüklerimizin meclislerine çok daha kolay vasıl olunabiliyor. İçerisinde bulunduğumuz ahir zamanın da hassasiyyeti nazara verilerek asrımızda tarikatin insanlar küfür, fısk ve isyandan muhafaza edilsin diye verildiği aşikârdır.

Tasavvuf insanlara güzel ahlâkı elde etmenin yolunu öğretir. Çünkü güzel ahlâkı elde etmek Efendimiz’e (sav) tabi olmak demektir. Ve bu tebeiyyetin en güzel örneği ashabın hayatıdır. Onlar Peygamberimiz’e olan sevgileri, bağlılıkları ve itaatleriyle tekâmül etmişlerdir. Cenâbı Hakk’ın; “Muhakkak Sen yüce bir ahlâk üzeresin.” buyruğu ve Efendimiz’in; “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” hadisi ahlâkın öneminin anlaşılması açısından mühimdir. Ashab bu öğreti ile yetişmiştir ve bu eğitim el-anda “peygamber varisleri” ile devam etmektedir elhamdülillah. Güzel ahlâkın mü’minde temeyyüz etmesi gerekir. Yani “görüldüğü zaman Hakk’ı hatırlatmak” gibi yüce bir gayesi olan mü’minin hayatında güzel ahlâkın mühim bir yeri vardır. Hazreti Ömer, Horasan’a tebliğ için gönderdiği kimselere; “Sizler yüzün beneği gibi insanlar içinde besbelli olunuz.” buyurmuştur.

Bu eğitimde kalbin durumu çok önemlidir. Oraya yapılması gereken mânevî yatırım yapılmadan diğer ameller faide vermeyecektir. Çünkü kalp imar edilmeden dibi delik bir çuvala benzer. Bu haliyle o çuvalı doldurmak için ne yaparsak yapalım netice hüsran olacaktır. Ancak bu imar kolay bir iş değildir. Çünkü ahlâkın kalpte temekkün etmesi gerekir. Güzel ahlâk kökleri kalpte, meyveleri amellerde olan bir ağaç gibidir. O yüzden yetişip meyve verir hale gelmesi için evvelâ nasip, saniyen vakit gerekir, yani bu bir süreç işidir. İlk dönem sûfîlerinden Ebû Hâşim Sûfî (ks) bu hususa işaret ederek; “Kalpte yerleşmiş bir kibri kazımak, dağları iğne ile kazımaktan daha zordur.” buyurmuşlardır. Kibir, burada adeta Allah’ın hoşlanmadığı her şeyi temsil eden bir remz gibidir. Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri kalpten tasfiye ancak kâmil insan nezaretinde mümkündür. Kâmil insan ise Ebû Said el-Harrâz’a (ks) göre; “Allah’ın kalbini temizleyip nurla doldurduğu kimsedir.”

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin “İmandan İhsana Tasavvuf” adlı eserindeki şu cümleleri netice olarak arz etmek isteriz:

“Mutasavvıfın hedefi; kalbini Hazreti İbrahim gibi dünyadan salim ve ilâhi emirlere itaatkâr; Hazreti İsmail gibi Hakk’a teslim ve ilâhi takdire razı; Hazreti Eyyûb gibi sabırlı kılmaktır. Mü’minin hüznü Hazreti Dâvud’un hüznü, fakirliği ise Hazreti İsa’nın fakirliği ve istiğnası gibi olmalıdır. Mutasavvıf; Hazreti Musa’nın münacaatı esnasındaki şevk ve iştiyakla lebâleb dolu bir gönle ve nihayet Efendimiz’in (sav) ihlâsına, yani Rabbi’ne karşı olan muhabbet ve samimiyetine sahip olmaya çalışan kimsedir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazartesi, 02 Haziran 2014 14:42

DİN GÜZEL AHLÂKTIR

Bu dünya hayatı, insana, âdeta ikinci bir şans olarak lutfedilmiş, burada Rabbi’ne ibadet ve taatle görevlendirilmiş, rızâ-i Bârî’yi tahsil için dünya tarlasını ekmesi ona emredilmiştir. Bu tahsil işlemi elbette bir tedrisat ile yani eğitim ve öğretim ile gerçekleşecektir. Bu ifadeleri özet sadedinde şunu açıkça belirtmek gerekir ki kulluk ve eğitim bir bütünün iki parçası, birbirinden ayrıldığında tamamının anlaşılamayacağı bir resim gibidir. “Ben insanları ve cinleri ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım” ayeti celîlesinde geçen “İllâ li ya’budûn-Ancak Bana kulluk etsinler” ibaresinin büyük müfessir Abdullah ibn Abbas (ra) tarafından  “İllâ li ya’rifûn-Ancak Beni bilsinler” diye tefsir edilmesi bu hikmeti teyid eder niteliktedir. Nakşibendîler’in de yollarını tarif ederlerken Hâce Ali Râmitenî (ks) Hazretleri’nin dillerinden “Yolumuz öğrenmek ve öğretmek yoludur.” buyurmaları aynı hakikatten mülhemdir.

Kelimelerin etimolojisi ile uğraşmak bizim işimiz değildir. Zaten büyüklerimiz de bu sahaya girmemiş kelime ve kavramların lafızlarıyla uğraşmak yerine ihtiva ettikleri mânâlarla ilgilenmeyi tercih etmişlerdir. Ancak bu ayki konumuz olan “güzel ahlâk”ı işlerken kelimenin kökeni ile ilgili bir girizgâh yaparak mevzuu ele almak istiyoruz.

Güzel ahlâk kelimesindeki ahlâk ifadesi “hulk” kökünden gelmiştir. “Hulk” ve “halk” da birbirinin müştakı olan kelimelerdir, yani aynı masdardan türemişlerdir. Buradan anlaşılan şudur ki ahlâk (elbette güzel ahlâk) insanın fıtratında bulunan ve yaratılışta kendisine Hâlık’ı tarafından meccânen verilen bir mevhibedir. Çünkü Efendimiz (sav) “Her doğan İslam fıtratı üzerine doğar.” buyurmaktadır. Diğer bir hadisi şerifte de dinin tarifi yapılarak “Din güzel ahlâktır.” buyrulması, güzel ahlâk elbisesini ancak İslam’la müşerref olanların giyebileceklerini göstermesi açısından mühimdir.

Şu halde altı çizilerek ifade etmek gerekir ki güzel ahlâk ancak ve ancak Müslüman/muvahhid bir şahısta bulunabilecek bir erdemdir. Güzel veya çirkin oluşu din-i mübinin kıstaslarına göre değerlendirilir. Yani imandan, İslam’dan sonra konuşulması gereken bir meseledir. Bu sebeple fıtratına meyleden, vücud mülkündeki cevâhiri açığa çıkarma gayretinde olan her Müslüman neticede ahlâkı hamideye, övülmüş olan güzel ahlâka erecektir. Çünkü o böyle yapmakla usve-i hasene olan Peygamberi’ne itaat edecek, dünya ve âhiret saadetine ulaşacaktır. Tabi bunun aksi de mümkün. Ahlâkı zemime, Cenâbı Peygamber’e ve O’nun sünneti seniyyesine muhalefet olacağından o insandan    –insan olması hasebiyle- sadır olan iyi şeyler müddeti ömründen sonra ona hiçbir faide vermeyecektir. Çünkü Efendimiz (sav) güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş ve bizâtihi Cenâbı Hak tarafından terbiye edilmiştir. Yaratılan insanların en mükemmeli ve Cenâbı Allah’a en yakını olması hasebiyle her türlü güzelliğin zirve noktası olmuşlardır.

İnsanın, kendisindeki cevâhirin kıymetini anlayacak ve ustalıkla işleyecek bir kâmile ihtiyacı vardır. O kâmilin himmetiyle, vereceği manevi eğitimle, hususen de nazarıyla insan gün geçtikçe olgunlaşır. Tıpkı güneşin kâinâta can verişi gibi. Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra güneşe olan ihtiyaç gibidir nazar. İnsanı asıl diriltecek ve ihtiyacı olanı ona verecek en etkili teveccühlerin bir tanesidir. Güneş/nazar olmazsa olmazdır. İşte bu nazar ve manevi terbiye ile Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış ve Hz. Peygamber’e kâmilen ittibâ eden mürşidin her şeyi talibe akar âdeta. Onun için Allah’ın sünneti üzere insanın maddi/manevî ihtiyacının yine bir başka insan/kâmil insan/mürşidi kâmil vasıtasıyla giderildiği unutulmamalıdır. Cevherin kıymetinin anlaşılması ve ehline müracaatın önemine dair İmam Şafiî Hazretleri’nin talebe iken başlarına gelen hadiseyi sizlerle paylaşmak istiyoruz:

İmam Şafiî Hazretleri talebe iken yıkanmak için bir hamama gitmesi gerekir. Ancak parası yoktur. Hamamın sahibine öğrenci olduğunu, bu sebeple parasının bulunmadığını, içerisinde bulunduğu zor durumu anlatsa da adam anlamaz ve onu parasız almayacağını söyler. Çok üzülen büyük İmam okuduğu ne varsa sevabını ona bağışlayacağını ifade etse de adam muannit, kabul etmez. Bunun üzerine hocasına gelerek,

-Hocam, ben talebeliği bırakıyorum. Bunca sene okudum fakat bir kova su bile etmedi, diyerek başından geçenleri anlatır. Hocası onu ikna etmeye çalışır ancak başarılı olamayınca,

-Evladım, şimdi sana bir taş vereceğim. Bunu git, kuyumculara göster. Sana ne kadar para verecekler, sor. Ancak sakın satma. Ne verirlerse gel, her gün bir fazlasını ben vereceğim, der. Hazreti İmam kuyumculara taşı sorar. Ancak hepsi bunun değersiz bir taş olduğunu, para etmeyeceğini söyler. Çaresizce bir o yana, bir bu yana giden talebeyi gören bir kuyumcu onu yanına çağırır ve elindeki taşa bakar. Karşılığında bir altın verir. En sonunda birinin para verdiğini gören imam sevinir ancak hocasının ihtarına kulak verir ve satmaz, gelir, hocasından iki altını alır. Böylece eğitimine devam etmeye karar verir.

Ertesi gün yine çarşıya gider. Kuyumcuların çoğu yine taşın değersiz olduğunu söyler. Dünkü tüccara gider ve taşı gösterir. Adam bu sefer iki altın verir. Yine satmaz ve gelip hocasından üç altını alır. Günler böyle devam eder. Bu hâl adamın da dikkatini çeker. Talebe gelip taşın değerini sorar ama satmadan geri gider. Bir gün İmam efendimize bu işin sebebini sorar. İmamımız da başından sonuna kadar her şeyi anlatır. Kuyumcu da işin hakikatine vâkıf olarak İmam Şafiî Hazretleri’ne,

-Elinde tuttuğun taş elmastır. Ancak buradaki esnafın çoğu bunu anlamaz. Çünkü işin erbabı sayılmazlar, sadece ticaretini yaparlar. Ben onun elmas olduğunu ilk gün anladım. Onun için sürekli fiyatı artırdım. Hocan sana bir ders vermek istemiş ve âdeta demiş ki; “Senin okuduğun ilim de elindeki taş gibidir. Onun kıymetini ancak ehli anlar. Eğer ehline rast gelirsen ilmine, irfanına paha biçilemez.”

Müslüman kimsenin de zâhiren ve bâtınen O’na (sav) benzediği ölçüde imanı kâmil, ameli sâlih, ahlâkı güzel olur. Ahlâk bir eğitim sürecidir. Yani insanın maddi/manevi cephesini Hakk’a döndürmesiyle âdeta sihirli bir değnek değmişçesine bir çırpıda oluşuveren bir olgu değildir. Zaten insan zafiyetleri ile malumdur. Eğer değerlendirebilirsek bu zafiyetler bizim için fırsat bile olabilir. “Efendim kendimde benlik hissediyorum, izalesi için ne yapabilirim?” diye soru soran bir arkadaşımıza Hâce Hazretleri (ksa); “Öncelikle şükretmelisin ki değiştirebileceğin bir hasletin var. Elinde işlenebilecek bir meta’ var. Benlik işlenebilir, değiştirilebilirse mahfiyete, tevazuya, arkadaşını kendine tercih etmek gibi bir yüce gönüllülüğe dönüşebilir.” buyurarak daha sonra da soruya cevap vermişlerdi. İnsan dört başı mamur bir varlık değildir. Bu sebeple diyoruz ki insan yaratılış itibariyle nâkıstır. Nemrud, Firavun kendilerini tamam gördükleri için ilâhlık iddia etmişler ve başlarına gelen gelmiştir. Ahlâkî değerler iyi anlaşılmalıdır. Bizler Âdem’in (as) evlatlarıyız elhamdülillah. Âdem’in zafiyetini unutmamalıyız. Onun her şeyi olduğu gibi zafiyetleri de bize mirastır. Bu kırılma tâ onunla başlamıştır. Cenâbı Hak’la bir ilişkisi olduğu, cennette bulunduğu hâlde o zelleyi işlemiştir.

Güzel ahlâk kulluk bilinciyle doğru orantılıdır. Âdeta kulluğumuzun göstergesi, vitrini, sergilendiği yerdir. İnsan için dış görünüş de önemlidir. Çünkü bizim inancımızda o da bir bütünün parçasıdır. Efendimiz (sav) “Kap içindekini sızdırır.” buyurmuşlardır. Yani dışımız da içimizdeki istikametin yahut butlânın izhârıdır. Görmek önemlidir. İnsan ahlâki erdemlere müşahhas bir örnek üzerinde gördüğü güzellikleri taklid ederek ulaşır. Çünkü insanın algılaması ancak örnekler üzerinden mümkündür. Bilmediğimiz bir şeyi tarif etmek ancak onu gördüğümüz bir şeyle kıyas etmekle mümkündür. Çünkü görünen şeyin algılanması, anlaşılması da kolaydır. Hafıza ile uğraşan, beynin yapısı ve işleyişi ile ilgilenen bilim adamları fotoğrafik hafızanın üzerinde ısrarla dururlar. Bu hafıza tekniği sayesinde insanda doğuştan var olan özellikler geliştirilir. Temel felsefesi şudur ki; insan gördüğü şeyleri hem daha iyi anlamakta hem de daha uzun süre zihninde tutabilmektedir. Ama teorik olan şeyler böyle değildir. Onları okurken bile gözümüzün önünde canlandırabilirsek anlayabiliriz.

Bu mânâda atalarımızın “Üzüm üzüme baka baka kararır.” ifadesi meseleyi ne kadar da güzel tarif etmiştir. Kararmak her iki mânâda anlaşılabilir. Hem kararır yani özelliğini, güzelliğini kaybeder ve yenmez hale gelir; hem de olgunlaşır, güzel, tadı yerinde olana benzer. Bu hakikatin içerdiği mânânın daha iyi anlaşılması için Ğavs Hazretleri’nin (ks) “Özün özüme baka baka kararır.” buyurduklarını da Hâce Hazretleri’nden (ksa) işitmiştik. Asıl olgunlaşması arzulanan ve istenilen düzeye gelmesi gereken şeyin öz/iç olduğu vurgulanmaktadır. Bu cümle hakikate aittir. İyi veya kötü kimselerle beraber bulunan kimsenin hâli de bunun gibidir. Ya kötü arkadaşının bed huylarına çeker, ya da dostunun üstün meziyetlerine hâlini benzetir. Bu mânâda büyüklerimiz “Müridin ilk hali mürşidinin son halidir.” buyurmuşlardır. Yani mürid intisab ettiği vakitte mürşidini hangi ahvâl üzere görmüşse ona ittiba eder ve onu taklide başlar. Bu taklitteki samimiyyeti nisbetinde de Cenâbı Hak onu tahkike erdirir.

İmam Efendi Osman Bedrüddin Erzurûmî Hazretleri (ks); “İnsanı Hak Teâlâ Hazretleri’nden ve O’nun murâd-i ilâhîsinden dûr ve baîd bırakan (uzaklaştıran) sebepler; nefs, şeytan, dünya ve ahlâk-i zemime(kötü ahlâk)dir.” buyuruyorlar. Burada geçen ahlâk-i zemime ifadesi sanki netice gibidir. Yani Allah’a, Peygamber’e ve O’nların iyâli bulunan mü’minlere apaçık düşman olan nefse ve şeytana tabi olan insan elbetteki ahlâki çöküntüye uğrayacaktır. Hatta -Allah muhafaza buyursun!- insanlığını bile yitirerek “Belhüm edal-hayvandan bile aşağı” derekesine düşecektir. Dünya da böyle. Sahabe efendilerimiz anlatıyorlar:

Efendimiz (sav) ile birlikte oturuyorduk. Birden eliyle bir şeyleri iter gibi, reddeder, geri çevirir gibi işaret yaptı. Hâlbuki zâhiren geri çevireceği bir şey önünde bulunmuyordu. Sorduk,

-Ya Resûlallah (sav), bu yaptığınızı biz anlayamadık, hikmeti nedir? Efendimiz Aleyhi’s-selâtu ve’s-selâm da,

-Dünya bütün debdebe ve şaşaası ile kendini Bana sundu, Ben de onu reddettim, buyurmuşlar.

İşte Efendimiz’in bu derece itina ile yaklaştığı dünya ve dünya sevgisinin de durumu bu. Şu halde bununla günlerini geçiren ve her şeyi dünyalık kıstaslara göre ayarlayan kimse için, hırs ve bencillikle geçen ömrünün sahibine kötülükten başka bir şey getirmeyeceği aşikârdır. Ancak insanın nefs, şeytan, dünya ve bunların avânesiyle arasındaki durumu Allah’ın, Efendimiz’in dilinden va’z ettiği hudutlar içerisinde olursa bunlar o insan için âdeta avantaj olabilir. Aynanın arkasındaki kesif cihetin camı ayna haline getirmesi gibi. O kesif cihet olmasa aynanın görüntüyü aksettirme özelliği gider. Normal camdan bir farkı kalmaz. Kesif cihet olması gerekenden fazla olur ve görüntünün aksedeceği kısma da taşarsa bu da olmaz. Ayna yine göstermez. Bu dengeyi kurabilen kimsenin ise muallimi Hz. Allah olur. Allah da bir kimsenin terbiyesinde bulundu mu, daha ne olsun? Sultânu’l-Enbiyâ Efendimiz (sav); “Eddebeni Rabbî fe ahseni te’dîbî-Beni Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyuruyor. İşte muallimi Allah olan da nasibi nisbetinde, en mükemmel terbiyeyi gören Zât-i Şahâne’ye yaklaşır.

Zaten Rab kelimesi terbiye “edici” demektir. Her gün defaatlerle yaptığımız dualarımızda “Ya Rabbi!” diye sesleniyoruz. Bu hitab önemlidir. Âdeta; “Ey Allahım! Sen sevdiklerini, kendine yaklaştırmak istediklerini hususen gözetirsin, özel ilgilenirsin. Onların her şeyiyle bizâtihî meşgul olursun. Beni de bana bırakma!” diye sesleniyoruz. İlgi ve alakasına olan ihtiyacımızı bildirip kapısına iltica ediyoruz. Dergâhına samimiyetle baş koyanları geri çevirmek O’nun izzetine ve şanına yakışmaz. Çünkü O, Rahîm ve Ğanî’dir.

Firavun, Karun ve Bel’am kâfirleri Hz. Musa’ya birçok kötülük yaptıktan sonra onu halkın gözünden düşüremeyince iftira atmaya karar verirler. Karun, doğumu yakın bir kadına çok büyük paralar vererek babasız olan bu çocuğu Hz. Musa’ya isnâd etmesini söyler. Kadın da bunu kabul eder. Kalabalığın içerisinde kadın bu çirkin iftirayı Hz. Musa’ya atınca, efendimiz çok sıkılırlar. O zamanın toplumunda da zina çok çirkin bir fiildir. Hazreti Musa kadına çok dil döker ve onu ikna etmeye çalışır. Allah kadının gönlüne insaf verir ve o sırada kalabalığın içinde bulunan Karun’u göstererek verdiği parayı ve yaptığı teklifi itiraf eder. Bu hadiseye çok içerleyen Hz. Musa, Cenâbı Hakk’a Karun’u helak etmesi için yalvarır. Rabbimiz de toprağı emrine verdiğini ve Karun’u yutmak için emretmesinin yeterli olacağını vahyeder. Hz. Musa toprağa emir verir ve,

-Bu adamı ve bütün variyetini yut, der. Karun bütün hazinesi ile beraber dizkapaklarına kadar gömülür. Bakar ki iş ciddi. Hz. Musa’ya yalvarmaya başlar,

-Ben ettim, sen etme. Beni affet, diye. Ancak Hz. Musa dinlemez ve tekrar emir verir. Bu sefer Karun, hazinesi ile beraber göbeğine kadar yutulur. Yalvarır, yakarır ama efendimiz gadaplanmıştır bir kere. Tekrar emir verir,

-Bu adamı ve bütün varlığını kıyamete kadar yut, diye. Hadise herkesin gözü önünde gerçekleşir ve Karun bütün mal varlığı ile beraber helak olup gider. Cenâbı Hak Hz. Musa’ya buyurur ki,

-Ey Musa! Sana o kadar yalvarıp yakaracağına Bana bir kere “Ya Rabbi!” dese idi, ben onu oradan çıkarırdım.

Onun için diyoruz ki “Rab” ifadesi önemlidir. Yani bu hadise için Karun’un “Ya Rabbi!” demesi (diyebilseydi); “Ben artık bu hatalarımdan bıktım, isyandan, tuğyandan kurtulmak istiyorum. Bu kötülüklerden beni kurtar ve terbiyenle mâmur et.” demektir aslında.

Kâinatta her şey zıddı ile kâimdir. Allah’ın Zâtı müstesnâ. Güzel ahlâkın zıddı da ahlâkı zemimedir. Bu ahlâkı zemime denen çukura da insan sadece yapıp ettikleri ile düşmez. Bu hususta yapmadıkları da önemlidir. Kanaatimizce bugünün Müslümanlarının en büyük problemleri de bu husustur. Gerektiği halde yapmadıklarımız da bizi güzel ahlâka erişmekten mahrum edecektir. Fürûattan olan, asıl gibi görünmeyen meselelerdeki gevşekliğimiz de bizi istenilen güzelliklerden uzaklaştıracaktır. Din bir bütündür. Ya hep ya hiç olarak yaşanması gerektiğini bu satırlardan hep söylüyoruz. Namazımız var, orucumuz var, belki zekâtımız, haccımız var ancak bu ibadetlerimizde huzur yok. Bu huzursuzluk yüzünden camide, sokakta, hatta en kutsal mekânlarda bile çevremizdeki Müslümanları rahatsız etmekten kendimizi alamıyoruz. Lâkin zamanında yerine getirmediğimiz sözler, dini öğrenme konusundaki gevşekliğimiz, maddi ve manevî emanetlere sahip çıkmamamız, “Mü’min yalan söylemez.” ihtarlarını dikkate almadan söylediğimiz gerek beyaz(!), gerek kara yalanlar ve her sinirlendiğimizde kendimizi kaybetmemiz, sonunun nereye gittiği düşünmeden ağzımızdan çıkan kötü sözler…

İşte bunların cümlesi, yaptığımız yahut yapmadığımız her şey bizi güzel ahlâka ya bir adım daha yaklaştıracak yahut da ondan bir adım daha uzaklaştıracaktır. Mevzuumuzu bir hadisi şerif ile bitirmek istiyoruz. Hazreti Peygamber Efendimiz (sav) buyurmuşlar ki:

“Ukbada Bana en yakın olanınız ahlâkı en güzel olanınız ve Bana çokça salavâtı şerif getireninizdir.”

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort