JoomlaLock.com All4Share.net

KUR’AN İLE İNSAN İKİZDİR

kur an ile insan ikizdir

Kur'an ile İnsan İkizdir - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 79 - Temmuz 2014

 

Kur'an ile İnsan İkizdir

 

Rabbimiz’e hamd olsun ki kadri/kıymeti Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen, Receb ve Şâbân ayları ile gelişi müjdelenen, içerisinde bin aydan daha kıymetli bir geceyi barındıran, ümmet için karşılığı yalnızca Rabbimiz’ce malum bir ibadet olan orucu tutma zevkini veren ve Kur’ân ile hemhal olunması, Kur’ân’dan kâmilen aksi feyz edilmesi ve Kur’ân’ı anlama ve anlatmaya en çok gayret etmemiz gereken bir aya; Ramazanı Şerîf’e ulaştık çok şükür. Cenâbı Hak en güzel şekilde Ramazan’ı ihya edebilmeyi, onunla tekrar dirilebilmeyi ve şikâyetinden emin olabilmeyi bizlere nasip etsin.

Beraat Gecesi’nde bir bütün olarak Levh-i Mahfûz’a indirilen Kur’ân-ı Kerim, Ramazan Ayı’nın içerisinde, Kadir Gecesi’nde de peyderpey Efendimiz’e (sav) vahyedilmeye başlamıştır. Onun için Ramazan Ayı ile Kur’ân arasında hususi bir münasebet vardır. Levh’den indirilen Kitâb’ın zemini olarak bir İnsan’ın seçilmesi ve O’nun (sav), Şâri’in (cc) yanındaki kadir ve kıymeti bize bahşedilen bu hakikatin hayatımızın bütününü kapsaması için muhakkak anlaşılması gereken bir durumdur. Nitekim “Yâ Rasûlallah! Ben okuma yazma bilmiyorum. Kur’ânı okuyup anlayarak amel edebilecek bir durumda değilim. Ancak ben Allah’ı ve Resûlü’nü çok seviyorum. Sen bana Allah adına ne söylersen ona itaat etmeye gayret edeceğim, Seni hangi iş üzere görürsem izinden gitmeye azmedeceğim.” diye halini arz eden bir sahabiye Efendimiz’in (sav); “Bu insanın anlayışı ne güzel bir anlayıştır!” buyurmaları da meselenin ehem ve mühimini bize açıkça göstermektedir. Zaten satırdan satıra aktarılandan çok daha mühim olan yani onları da aslını bozmadan muhafaza edecek kimselerin sadırlarına dökülen inciler de bu anlayış sayesinde onların sinelerine yerleşmektedir. 

Biz de bu ayın Kur’ân ayı olması münasebetiyle bu ayki yazımızı Hazreti Kur’ân çerçevesinde yazmaya gayret edeceğiz. Fakat daha önce çok kereler yapılanın aksine Kur’ân’ın içeriğine, ayetlerine, hükümlerine dair değil de isim ve sıfatlarına değinen bir çalışma olması gayretinde olacağız. Hatta bu isim ve sıfatların daha iyi anlaşılması, müşahhas bir kimlikle değerlendirilmesi ve dolayısıyla da daha hayatın içinden, yaşanabilir olması için de bu isim ve sıfatların başta Peygamber Efendimiz (sav) olmak üzere ekmel ve eşref olan insana da ait olduğu bilinciyle bir değerlendirme yapmak istiyoruz. 

Malum olduğu üzere Hazreti Âişe validemize Efendimiz’in (sav) ahlâkı sorulduğunda; “Siz hiç Kur’ân okumuyor musunuz? O’nun (sav) ahlâkı Kur’ân’dı.” buyurmuşlar. Yani başka bir deyişle Hazreti Peygamber’in (sav) “Yaşayan Kur’ân” oluşu bize O’nun en yakınları tarafından ifade buyrulmuştur. Hadisi şerifte; “İnsan ile Kur’ân tev’emdir/ikizdir.” buyrulması, Hazreti Ali efendimizin kendilerine karşı mızrakların ucuna Kur’ân sahifeleri takarak halifenin ordusunu geri püskürtmeyi amaçlayan Hâriciler’e hitaben; “Ben konuşan Kur’ânım. Mızrakların ucuna taktıklarınız kâğıt parçalarından ibarettir.” buyurarak bu hakikati teyit etmişlerdir. 

İşte biz de hayatımızdaki tek şerefimiz olan insanı kâmil ile birlikteliğimizin kıymetini bir nebze olsun daha iyi anlamak; henüz bu büyük hazineye tutunamamış, onunla tanışamamış, Rabbimiz’in bu noktada kısmetini açmadığı diğer insanların tanıyışına da vesile olabilmek ümidiyle Kur’an’ın isimlerini başta Efendimiz (sav) olmak kaydiyle zâhiren ve bâtınen O’na varis olan insanı kâmil aynasından okumaya gayret edeceğiz. 

Bu noktada böyle bir çalışma için evvelâ bize ışık olan isimden, Âl-i İmrân Sûresi 3. ayette geçen “Hablillâh” isminden başlamak istiyoruz:

Hablillâh: Habl, sapasağlam ip, Hablillâh ise Allah’ın, kopmayan sağlam ipi manasına gelmektedir. Ayeti kerimelerden oluşan Kur’ân’ın kendisine tutunanı kesintiye uğratmadan, yarı yolda bırakmadan, Rabbi’ne vasıl ettiği hususunda hiçbir mü’minin şüphesi olamaz. Ancak şurası unutulmamalıdır ki Allah’ın en büyük ayeti hiç kuşkusuz “Hazreti İnsan”dır. Zaten Kur’ân’ın izahı, ayetlerden kastedilen manalar da ancak bir insan sayesinde anlaşılmaktadır. Eğer o izahlar olmasa, bunca senedir bize yol gösteren kâmil insan -Allah muhafaza- bulunmasa biz de bugün Kur’ân’ı anlayacağız diye ne idüğü belirsiz fikirlere kapılır, Kur’ân’ı anlayacağız derken kendi heva ve heveslerimize göre yorumlarda bulunup dünya ve âhiretimizi berbat edebilirdik. Bu yüzden Kur’ân’ı anlamak ve hayatımızı ona göre tanzim edebilmek için evvelâ ehlisünnet ve’l-cemaat olan, sahih bir akîdeye sahip, sünneti yaşayan ve yaşatmaya gayret eden Hazreti İnsan’a tutunmalıyız ki Cenâbı Hakk’ın Zâtı’na yol bulmak mümkün olabilsin

Müfessir Alûsî de bu manaya işaret ederek Âl-i İmrân Sûresi 103. ayetteki “hablillâh” ifadesini izah ederken İmam Hasan’ın (ra); “Burada geçen sağlam ip/hablillâh Resûlullah’a uymaktır.” sözünü nakletmektedir. Resûlullah hayattayken O’na uymak bizi Hakk’a götüreceği gibi O’ndan sonra da kâmil varislerinin izini takip etmek de bizi aynı menzile ulaştıracaktır inşaallah. 

Hazreti Peygamber’in hayatı Kur’ân’ı anlama ve anlatmakta, yaşamakta, O’na sımsıkı tutunmakta bize en güzel örnek olduğu gibi râşid halifelerinin, sahabilerinin ve onların yolunu tutan sulehânın da kıymeti iyi anlaşılmalı ve onlara duyulan ihtiyaç ve iştiyak insanda had safhaya ulaşmalıdır. Hablillâh olan Kur’ân’a tutunmanın yolu hablillâh olan insanı kâmilin elinden tutmakla mümkündür.

Furkân: Hakkı bâtıldan ayıran manasına gelen Furkân kavramı da mü’min/muvahhid bir kimse için olmazsa olmaz hususiyetlerden bir tanesidir. İnanan kimse hakikati öğrenip ona tabi olmakla yükümlü olduğu gibi bâtılın sınırlarını da iyi bilmeli ve bâtılın karanlık uçurumlarına yuvarlanmamak için var gücüyle son nefesine kadar azmetmelidir. Hatta bu firaset bugün için o kadar önem arz etmektedir ki bunu izaha kalkmak bile başlı başına bir yazı konusu olabilir. Şu kadarıyla iktifa edelim ki; nefsin bizi kandırabileceği/alt edebileceği hileleri sadece butlan yollardan olacak diye bir kaide yoktur. Aksine “Nefs sizi hayır ile de kandırır.” hakikatinin de işaret ettiği gibi belki bugün yanlıştan ziyade doğruluk kılıfına büründürülmüş, aslında yanlışa kıyas ile çok daha tehlikeli olan bir formatta karşımıza çıkmakta ve bizi Rabbimiz’in huzurunda mahcup edebilecek amelleri hiç de zorlanmadan bir bir yaptırmaktadır. Bu noktada dine sonradan sokulan bid’atler ve israiliyyat da dediğimiz hurafeler, bu doğru ile kandırma, daha doğrusu doğru gibi görünen yanlışlarla aldatma işinde başroldedir. 

Furkân vasfını taşımayan, daha doğrusu Fâruk olamayan bir mü’min zarar kimden ve nasıl gelir anlayamayacağından; iyilik kimlerle ve nasıl temin edilir bunu fehmedemeyeceğinden maalesef kaş yapayım derken göz çıkartmakta ve bazen hem kendine hem de onu Müslüman bir şahsiyet olarak bilen ve inanan diğer insanlara zarardan başka bir şey getirmemektedir.

Mev’ize: Öğüt verici manasına gelen bu kelime Kur’ân-ı Kerim’in bir ismi olduğu kadar tam manasıyla kâmil bir mü’minin de vasfıdır. Çünkü mü’min, sadece kendi inanmakla ve inandıklarını münferid olarak yaşamakla kendisinden beklenenin cüz’î bir kısmını ortaya koymuş olur. Diğer vazifelerini de yerine getirmiş, tamamlamış ve yaratılmasından asıl maksadını yerine getiren bir kul olmak için yaşadığı hakikatleri bozmadan, yıpratmadan diğer insanlara da aktarmalı ve yeryüzünde, sosyal hayatın içerisinde birlikte yaşanabilir bir din tesisi için gayret etmelidir. Çünkü mü’minin hayatı talim, tatbik ve tebliğden ibarettir. 

Tebliğ denilince de ilk akla gelen metod elbette öğüt vermek, nasihat etmektir. Zaten Efendimiz’in (sav); “Din nasihattir.” emr-i hümâyunları da aynı manaya işarettir. Ancak öğüt yahut nasihat sadece söylemek de değildir. Hâcegân büyükleri (ksa); “Kâl ile yapılan değil, hâl ile verilen öğüt tesirli olur.” buyurmaları zaten asıl tesirin belki konuşmaya dahi gerek kalmadan hakikati yaşamakla mümkün olacağını bizlere haber vermektedir. Böyle bir metodla binlerce Nakşibendî’ye yol gösteren Şâhı Nakşibend (ks) Hazretleri öğüt/nasihat hakkındaki görüşlerini toparlayan şu ifadeleri ile en büyük nasihatçinin hakikati yaşan bir insan olduğunu ifade sadedinde “Sükûtumuzdan anlamayan, sohbetimizden hiç anlayamaz.” buyurarak mühim olanın Kitab ve sünnete muvâfık bir yaşantı, duruş olduğunu bizlere ifade etmişlerdir.

Zaten Cenâbı Hak “Yapmadıklarınızı niçin söylersiniz?” buyurarak önemli olanın işlemek olduğunu bize bildirmiş, hakikati yaşamayı yahut yaşama azmini bize öncelikli olarak bildirmiş; böyle olursa tebliğin yerini bulacağına da mutlak manada işaret etmiştir.

Hüdâ: Yol gösteren, hidayete en büyük vesile manasına gelmektedir. Cenâbı Hak için kullanıldığında bizâtihî hidayet eden manasına da gelir. İnsanın Rabbin’e yol alması evvelâ bir insanın hak ve hakikat olduğunu kabul ile başlar. “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve rasûlüh” ifadesi Allah’ın kendi adına hidayete davet edecek bir insanın varlığı kabul edilmiş olur. Zaten Kur’ân da, melek de, âhiret de, hesap da, mizan da, cennet ve cehennem de bu kabulden sonra gelir. 

İslâm’ın ilk muhatabları sahabe efendilerimiz için de Hazreti Peygamber’in varlığı her şeyden daha mühim idi. Çünkü O’nun gitti yol, dosdoğru olarak Rabbi tarafından teyid edilmiş, insanlara da Allah’a itaatten sonra bir hidayet rehberi olarak O’na ve kendilerinden olan emir sahiplerine ittiba etmeleri emredilmiştir.

Şifâ: Kur’ân-ı Kerim, zahirî ve batınî hastalıklara bir şifadır muhakkak. Ancak asıl olanın Allah katında ondan daha sevimli ve sevgili olan İnsan’ın sesinin, sözünün, yüzünün yani bizzat kendisinin şifâ oluşudur. Yani onların varlıklarından alınan mânevî kuvvet, yanlarında olmaktan ötürü duyulan eminlik, birlikte yaşamanın getirdiği huzur şöyle dursun; ellerini sürdüklerinde hissedilen ferahlık, sözlerinden anlaşılan hakikat, nazarlarındaki kuvvet, kalplerindeki rikkat ve şefkat insanın maddî ve mânevî bütün sıkıntılarını giderecek bir kimyaya sahiptir. Meselenin bu yönü tasavvuf ıstılahında teveccüh ve teberrük olarak ele alınmış ve haklarında müstakil eserler vücuda getirilmiştir. 

Eserlerimizde hem teveccühle/yönelmeyle hem de teberrükle/bereketlenmeyle ilgili hem diğer peygamberlerden, onların zamanlarında yaşamış salih kimselerin hem de Efendimiz ve güzide ashabından nice menkıbeler vardır. Hazreti Hızır’ın yaptığı gibi insanların mânevî müşküllerinin halli için yapılanlar olduğu gibi mübarek terlerinden, kıllarından, ballarından insanların maddî hastalıklarına şifâ olduğu da bir hakikattir.

Rahmet: Kur’ân-ı Kerim’in bir diğer isminin “Rahmet” olması rahmete vesile olmasından ileri gelmektedir. Rabbimiz’in Rahmân isminin tezâhürü. Yani Cenâbı Hak indirdiği bu Kitab’la merhametine vesile olabilecek amelleri ve rahmetinden ebediyen uzaklaşmaya sebep olabilecek yanlışlıkları bize bildirmiştir. Cüz’i irademizle, doğruyu yanlışı ayırt edebilmeye yarayan aklımızla ve içimizdeki terazimiz olan vicdanımızla hak ve hakikate yönelmemizi bizden murâd eder. “Biz Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” buyurarak, Efendimiz’e (as) itaatle bu muradın geçekleşeceğini de bize bildirmiştir. 

Zaten meselenin özü bu İnsan’a itaat etmekte yahut edememekte gizlidir. Yoksa kulun bilgisi, tecrübesi, ameli bu itaat olmadan bir şey ifade etmemekte. Cenâbı Hak iblis aleyhi’l-la’ne ile Hazreti Âdem’in kıssasını naklederek bize bu hakikati tüm yönleriyle aktarmış, kendimiz ibret olmadan bize bu hadiseden ibret almayı salık vermiştir. Binlerce yıllık ilmi, ameli ve tecrübesi olmasına rağmen Hazreti Âdem’e itaatteki eksikliği onun rahmetten ebediyyen uzaklaştırılmasına sebep olmuştur. 

Bunun aksi de mümkündür. Eksik olsun diye söylemiyoruz fakat insanın ilimde, amelde yahut herhangi bir hususta eksiklikleri olsa bile kâmil insanla irtibatı, ona olan sevgisi ve onu takip etmekteki hassasiyeti kişiyi Cenâbı Hakk’ın katına tabi oldukları ile birlikte kılacaktır inşaalah. “İyilerle beraber olan her kötü, neticede iyilere yazılır.” Hadisi şerifi, “Sadıklarla beraber olun.” ve “Ya Rabbi! Bizi şahidlerle beraber yaz/onlarla beraber et.” ayeti kerimelerinde, bu hakikate işaret edilmiştir.

Aziz: İzzet sahibi, neticede mutlak galip, manasına… Ayeti kerimede; “İzzet ancak Allah’ın, Resûlü’nün ve mü’minlerindir.” buyrulmuştur. İzzet sahibi kimseye aziz denilmektedir. Dolayısıyla kitabımızın isimlerinden olan Aziz sıfatına mü’minlerin de layık görüldüğü apaçık ortadadır. Düşünüldüğünde gerek kıraat yönünden, gerek hükümlerinin uygulanması açısından, gerekse de ona yapılan taaruzların bertaraf edilmesi cihetinden Kur’ân-ı Kerim’in izzetinin korunması da Allah’a, Resûlü’ne inanan ve Kitab’a iman eden izzetli kimselerin vesilesiyle olmaktadır.

Önümüzdeki ay yazımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz inşaalah…

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort