Geçmişten Günümüze Diyanet-Siyaset Münasebeti - Abdülkadir Visâlî
Geçmişten Günümüze Diyanet-Siyaset Münasebeti
Bu ay yazmaya çalışacağımız konu olan diyanet ve siyaset ilişkisi kendi içerisinde gayet problemli bir mesele. Özellikle son yüz-yüz elli yıldır yaşadığımız sıkıntı bu problemin bizler tarafından daha da iyi anlaşılması için birçok örneği içerisinde barındırmaktadır. Biz yazımızı üç temel kısım halinde toparlamayı düşünüyoruz. Birincisi Efendimiz Hazreti Muhammed’e (sav) kadar olan dönem, ikincisi Hazreti Peygamber’den Cumhuriyet’in ilanına kadarki zaman dilimi, üçüncüsü ise Cumhuriyet’in ilanından günümüze, özellikle de son 15 yıllık zaman diliminde içerisinde bulunduğumuz ahval.
Cenabı Hakk’ın bizleri yaratırken “Cinleri ve insanları ancak Bize kulluk etsinler diye yarattık.” (Zariyat 56) ayeti ile bir vazife olarak emrettiği, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (Bakara 30) ayeti ve “Ben gizli bir hazine idim. Bilinmekliğimi istedim ve insanı halkettim.” kudsi hadisi ile bir ufuk olarak işaret ettiği kulluk hakikatini, bir an dahi unutmadan bu dünyadaki sayılı günlerimizi geçirmek zorundayız. Bu hakikat sırrına erişmek için günlerimizi ve sayılı nefeslerimizi geçirirken “Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme.” (Kasas 77) ve “O sizi yeryüzünün imarında görevli (ve buna donanımlı) kıldı.” (Hud 61) ayetleri ile de Cenabı Hak, ahireti kazanmak için bulunduğumuz şu dünya hayatına dair yapmamız gerekenlere de işaret etmektedir. O zaman daha sözün başında şunu açıkça ifade etmekte faide var ki dünyayı idare de müslümanın asli vazifelerindendir. Çünkü müslüman bir idarenin sadece inananlara değil inanmayanlara da hatta canlı cansız bütün mahlûkata mutlak manada faidesi vardır. Önemli olan husus burada ehli İslam’ın ehem ile mühimmi birbirine karıştırmamasıdır.
Efendimiz’e Kadar Olan Dönemde Diyanet-Siyaset Münasebeti:
Bizim için yegane geçerli bilgi Kur’an-ı Hakim’in dilinden Cenabı Hakk’ın bize bildirdikleridir. Uydurma tarihlere değil de tek gerçek olan bu hakikate baktığımızda şunu açıkça görmek mümkündür ki inananlarla inanmayanlar hep iki kutup halinde bulunmuş; inananlar kendilerine hakikati talim eden peygamberlerini başlarının tacı yaparak dünyevi idareleri hususunda da onlara teslim olmuşlardır.
Bu münasebet içerisinde bazen ümmeti idare eden peygamberlerin/salihlerin Davud, Süleyman, Eyyub, Yusuf ve İbrahim (aleyhissalatü vesselam) gibi kavimlerinin uluları olduklarını görüyoruz. Onları dini sahada hayra yönlendirdikleri, ahiret selametleri için çabaladıkları gibi dünyevi olarak da idare etmiş, dünyaya taalluk eden hadiselerde de ümmetlerine yol gösterici olmuşlardır. Kimi zaman da Musa, İsa, Nuh ve Muhammed (aleyhissalatü vesselam) gibi kavimleri içerisinde siyaseten söz sahibi olmasalar da kendi içlerinde yani kendilerine tabi olan ümmetinin meselelerinde son söz bu peygamberlerin olmuş, onlara inananların lehte de aleyhte de olsa peygamberlerinin sözlerine canı gönülden tabi olma gayreti en önemli vazifeleri olmuştur.
Bu zaman dilimini sonraki dönemlerden ayıran en önemli hususiyet dini ve dünyevi bütün işleri idare makamında bulunan kimselerin peygamber olmalarıdır. Dolayısıyla masum olan, nefsin ve şeytanın tasallutundan beri kılınan bu kutlu insanların idaresi altında bulunanlar; onların emirlerine itaat ettikleri müddetçe huzura adım adım yaklaşıyorlardı. Bu idare altında bulunanlar dünyada muzaffer oldukları gibi ahirette de hususi bir mevkiye layık oluyorlardı. Cilve-i Rabbani, eğer dünyada mağlub olurlarsa, buna imtihan deyip geçiyorlar; ancak yine de ahiret saadetine layık olacaklarına yakinen iman ediyorlardır ki bu da zaten onlar için kafi bir neticedir.
Hazreti Peygamber’den Cumhuriyet’in İlanına Kadarki Dönemde Diyanet-Siyaset Münasebeti:
Bu dönemi de kendi içerisinde birçok alt başlıkta tasnif etmek mümkün ama biz burada bu büyük fotoğrafa kabaca bakıp asıl günümüze gelmek istiyoruz. Efendimiz’den sonra yaklaşık 30 yıl yani Hazreti Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve Hasan’ın hilafetleri döneminde -ufak tefek sürçmeler olsa da- idarenin başında bulunan bu insanların şahsi kemalatlarının büyük tesiri ile genel olarak din işleri ile idare işlerinin sıkıntısız yürüdüğü söylenebilir.
Hazreti Hasan’ın hilafetten ümmet zarar görmesin diye feragat etmesi ile beraber idareyi ele alan Hazreti Muaviye’nin zamanında da hem kendisinin sahabiden olup Efendimiz’den istifade etmesi hem de henüz hayatta bulunan ashabın yer geldiğinde hadiseleri frenleyebilecek bir otokontrol vazifesi görmesi bu dönemin de büyük oranla diyanet ve siyaset açısından makul seviyede olduğunu söylememize elverişlidir.
Bu dönemin en sıkıntılı hareketi Hz. Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht olarak tayin etmesi olmuştur. Böylelikle İslam Devleti’nin, Emevi Hanedanlığı’na (661-750) dönüşmesinin yolu açılmıştır. Her ne kadar Ömer b. Abdulaziz gibi fazilet sahibi, adil idareciler zaman zaman yönetimde bulunsa da genel olarak dini yeterliliği, yani dini doğru bilgi ile yaşama azmi olmayan kimselerin eline idare imkânı geçince zulüm kaçınılmaz olmuştur. Abbasi Hanedanlığı’nda (750-1258) da durum bundan farklı değildir. Onun da içerisinde Harun Reşid gibi kimseler bulunsa da genel olarak gelenin gideni arattığı bir mevsim yaşanmıştır.
Selçuklu Devleti de sahip olduğu imkânların genişliği ile hem müslümanların hamiliğini uzun yıllar yapmış, hem de kendi içerisindeki siyasetini, Allahu Teala’nın emirlerine uygunluğu ölçüsünde yerine getirdikçe kuvvetli bir irade ortaya koymuştur.
Bu hususta sağlam temellerle dinine düşkün, şer-i şerife göre yaşama azminde bulunan, davası i’lâyı kelimetullah olan insanların eliyle ekilen tohumların en kuvvetlisi şüphesiz Osmanlı Devleti olmuştur. Ufak tefek aksamalar olsa da büyük çoğunluğu ile İslam’a hizmet gayesi güden ve altı yüz sene boyunca hükümranlığı süren Osmanlı Devleti belki de bu kadar süre sorunsuz bir şekilde diyanet ve siyaseti dengede götürebilen en büyük devlet olmuştur.
Siyasi sahada kendisini yetiştiren devlet adamları, şahsi gelişimlerini manevi sahada da yürütme gayretinde olmuşlar, bir de mana cephesinin sultanlarını, gönül erlerini de sürekli yanlarında bulundurmuşlardı. Adeta hem diyaneti ve siyaseti, Allah’ın kendilerine verdiği zahiri ve batıni kabiliyetlerle problemsiz yürütürlerken bir de olur da gaflette oluruz, bir kusur işleriz diye o büyük kimseleri bir murakıb olarak yanlarından ayırmıyorlar, daha doğrusu onların izinden bir an dahi çıkmamaya gayret ediyorlardı. Onun için değişik devletler, milletler İslam’a ve müslümanlara hizmet etmekle şereflenseler de İslam tarihinde ve ümmet-i Muhammed’in nazarında Osmanlı’nın yeri, kıymeti ve hasreti bir başkadır.
Efendimiz’in dönemi müstesna fakat Raşid Halifeler’den sonra Devlet-i Âli’ye gibi dine ve dindaşlara hizmet eden bir millet bu zamana kadar görülmemiştir. Zaten Sultan I.Selim (Yavuz) Mısır’ı fethedip kutsal emanetlerle şereflendiğinde hutbe irad eden hatip onu “Hakimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Hâkimi)” olarak takdim edince Koca Sultan “Hayır, Hadimü’l-Harameyni’ş-Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Hadimi/Hizmetçisi)dir.” buyurarak Allah’ın dinine hizmet için orada bulunduğunu bir daha âlem-i İslam’a ilan etmiştir. Tabi biz atalarımızla bu manada ne kadar övünsek az fakat övünerek sadece nefsimizi avutmuş oluruz. Bizden asıl beklenen ecdadımızın doğrularına yapışarak bize teslim ettiği sancağı daha ilerilere taşıma gayreti içerisinde olmak, hasebü’l-beşeriyye yaptıkları yanlışlarından ders çıkararak aynı hatalara düşmemektir.
Cumhuriyet’in İlanından Günümüze Diyanet-Siyaset Münasebeti:
Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında batı ve batılın dalkavukları, karanlık içerisindeki sözde aydınların tazyiki; -istisnalar kaideyi bozmaz- idarecilerin ve halkın da dinden uzaklaşmaları neticesinde yüzyıllar boyunca süregelen saadet, huzur ve refah maalesef yerini bozgunluk, huzursuzluk ve sıkıntıya bırakmıştır. Elbette ki her dönemde hayırlı kimseler de yaramaz insanlar da bulunur. Osmanlı’da da böyleydi. Ancak önceki dönemlerde hayırlılar çoğunlukta iken son dönemde yaramaz insanlar maalesef çoğunluğu elde etmişlerdi. Bunun için “Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz.” hakikati fehvasınca bu büyük devlet elden gitmişti.
Hepimizin bildiği gibi Osmanlı’nın yıkımında büyük gayret gösteren yeni dönemin kotardığı ilk ağu aşı hilafeti kaldırarak diyanet ile siyaseti birbirinden ayırıp idareyi tekeline alarak -la teşbih- Allah’ın gözetiminden, dinin kontrolünden çıkarmak olmuştur. Laiklik diye tarif edilen fakat ithal edildiği devletlerde dahi bu kadar katı tutumuna rastlanılmayan uygulamanın asıl adı dinsiz devlet; bu uygulamaların olduğu devlette yaşayan insanların durumu ise dünyevileşmiş, ahiret hayatını gözden kaçıran bir nesil olmuştur.
Fakat her ne kadar kendileri böyle olmasa da yüzyıllar boyunca aslının, neslinin dindar ve muttaki olduğunu bildikleri bir milletin önünde birden bire dinin icrasını ortadan kaldırmaya cesaret edemediklerinden kendilerini ve yeni teşekkül ettirdikleri devleti de dindar gösterme gayretiyle -ki halk arasında buna göz boyama, dini literatürde en azından münafıklık deniliyor- “Diyanet İşleri Başkanlığı” adı altında bir kurum oluşturulmuş. Zaten asıl problem de burada. Bu uygulama maalesef saf gönülleri idlal etmiş bu kurumun, ekseriyetle din kisvesi altında yutturduğu zokaları tarih kaydetmiştir zaten.
Temel problemimiz bu zaten; ortada din ile devlet arasında sıkışmış bir kurum var. Ne tamamen din elbisesinden sıyrılabilmiş, ne de devletin etkisi ve kanunların baskısından kurtulabilmiş, kırk yamalı bohça gibi arada durmakta. Üstelik din adına devletin verdiği yetkiyi(!) elinde bulundurduğu, hatta tekeline aldığı için bir süre sonra kurumun başında ve idaresinde kimlerin bulunduğuna, bu kimselerin yeterliliklerine dahi bakılmadan otorite kabul edilmiş ve söyledikleri başka hiçbir teraziye vurulmadan dinin emirleri olarak telakki edilmiştir. Tabiki bu kurumun başına sahih din anlayışına sahip, salih insanlar da gelmiş ama bunlar istisna sayılabilecek kadar az olmuştur.
Diyanet İşleri kötü idare edilince dinin din adına ifsadı gibi kötü bir netice çıkıyor ortaya. Cenabı Hak ayeti kerimede “Fitneden sakının. Bu her zaman zalimlerinize isabet etmez. Sizin çok hususi olanlarınıza da erişir.” (Enfal 25) buyuruyor. Bu ayetin manayı muhalifine bakıldığında mevzumuzla alakalı olarak şöyle bir okuma da yapılabilir Allahu a’lem; “Fitne, her zaman sizin zalim olarak tanıdıklarınızdan, bildiklerinizden tezahür etmez; çok hususi zannettiklerinizden, önde gördüklerinizden de ortaya çıkar.” Çünkü balık baştan kokar demişler. Öyle başkanlar gördü ki bu kurum kendi eli ile memlekette teşekkül eden dini oluşumları fişleyenleri mi ararsınız, evrim teorisini savunanları mı ararsınız, laikliği en önde gelen hukukçulardan daha ateşli savunanları mı ararsınız, darbe savunucularını mı ararsınız?
Elbette ki niyetimiz kurumu başlı başına bir mazarrat yuvası gibi göstermek değil. Sıkıntılı gördüğümüz hususlarda kendimizi hep şöyle avuttuk; “Yahu bu kurum devletin. Dolayısıyla -kaba bir tabirle- at sahibine göre kişner. Bu insanlar da kendilerine belirlenmiş kanunlar, mevzuatlarla çerçevelenmiş. Başlarındaki idareciler onları oraya getirdiğinden onların dine/din işlerine bakışlarına göre meselelere çözüm üretmişlerdir. Ne yapsınlar?” Bu kadar mazerete bir de çağdaş dünyanın rahatsızlığı/hastalığı olarak Kur’an’ın güncel yorumları, güya akla ve bilime uygun izahları işin içine girince üretilen bu çözümlerin(!) dine uygunluk taşıması endişesi de ortadan kalkıvermiştir.
Biz kendimizi böyle meşgul ederken son zamanda öyle uygulamalara şahit oluyoruz ki özellikle memleketimizde yaklaşık on beş senedir esen müsbet rüzgârlara rağmen Diyanet İşleri’nin uygulamalarını anlamakta zorlanıyoruz. Yani bir önceki paragrafta da arz ettiğimiz şekliyle belki yer geldiğinde savunduğumuz bu kurumun bazen kabahatlerinin bu bahaneler arkasına sığmayacak kadar da büyük olduğunu görüyoruz. Devletimizin tepe kadrosunu oluşturan büyüklerimiz adeta dinlerini dert edinmişlerken, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar dinin ve ümmetin dertlerini her türlü meşgalenin önüne geçirme azminde iken üstelik bu kurumun başına da yetkililer yine onlar tarafından atanmışken, yani Diyanet İşleri’nin adeta sırtını onlara yaslaması gerekirken niçin bu kadar gevşek davrandıklarını anlayamıyoruz.
Suruç’ta toplananlar bölücüler, Ankara’da halay çekerken ölenler, devletine ihanet edenler, paralel din olgusu gayretinde olanlar hakkında İslam’dan ve müslümanlardan yana bir tavır ortaya koyması gereken Diyanet İşleri, devletin herhangi bir kurumu gibi siyasi açıklamalarla adeta hadiseyi üstünkörü geçiştirmiş, günü kurtarma gayreti ile hareket etmiştir. Bazen de dinin esaslarına uygunsuzluk şöyle dursun siyasi hadiselere bile ters hareketleri var ki herhalde onun hiç izahı yok. Sözgelimi yakın zamanda sayın başkanın yaptığı İran ziyaretinin ve sanki çok matah bir şeymiş gibi bir de mollanın arkasında kıldığı namazla poz vermesinin ne diyaneten ne de siyaseten izahı mümkün olmasa gerek. Son zamanda Suriye’de yaptıkları ortada iken, içi dışı farklı olmayı takiyye ile savunurken, başta Türkiye olmak üzere kendi Şii itikadını yaymak için bütün İslam beldelerini karıştırırken bu ziyaretin nedenini ve niçinini bir türlü anlayamadık. Bunca senedir başkan olarak o mesuliyeti üzerinde taşıyan sayın Görmez, kurum içerisinde ve halkımız üzerinde dinin esasına muğayir bunca meseleyi ne vakit halletme arzusundalar gerçekten merak ediyor ve hayırlı hamlelerini özlemle bekliyoruz.
Sonuç olarak ifade edelim ki diyanet ve siyasete ait meselelerin bir arada problemsiz yürümesi esasında imametin var olması, yani hem bu vasıflara sahip ihlaslı ve ehliyetli kâmil kimselerin bulunması hem de bu zevatın dünyevi ve uhrevi bütün umurlarımızı uhdelerine alması ile mümkün olacaktır inşaallah. Böyle din işleri ayrı dünya işleri ayrı olunca olmuyor maalesef. Yoksa dünyevi olarak en iyi idareleri görsek de kurumların işlerinin müsbet olmadığı ortada.
Bizim dünyamızla/siyasi işlerimizle ilgilenen Allahımız farklı, ahiretimizle/dini işlerimizle ilgilenen Allahımız farklı değil. Onun için tevhidin hakikatine uygun olarak biz bir/tek olan Rabbimize imanımızı her an yenilemeli ve bu canlılıkla diyanete ve siyasete dair bütün işlerimizi bu minvalde tekrar gözden geçirmeliyiz. Cenabı Hak bizi bunda muvaffak kılarak rızasına uygun, huzurlu bir dünya hayatına ve mesud bir ahiret âlemine kavuşabilmeyi bizlere nasip etsin inşaallah.
Yazar: Abdülkadir Visâlî