JoomlaLock.com All4Share.net

KUR’ÂN İLE İNSAN İKİZDİR - 2

kur an ile insan

Kur'an ile İnsan İkizdir - 2 - Abdülkadir Visâlî

Sayı : 80 - Ağustos 2014

 

Kur'an ile İnsan İkizdir - 2

 

Dergimizin bu sayısında Kur’ân-ı Ke-rim’in isimlerinden hareketle kâmil insanın vasıflarını anlamaya çalıştığımız yazımızı tamamlamaya gayret edeceğiz inşaallah. Cenâbı Hak, Reşahat müellifi Şeyh Safiyüddin’in (ks) de ifadeleriyle “Can Damlaları” olan, bu zevâtın dünya ve ukbâ hüsn-i şehâdetiyle şerefyâb olabilmeyi cümlemize nasib etsin!

Bu isimler arasından en çok dikkatimizi çeken bir diğer isimle, “urvetü’l-vüskâ” ismiyle bu ayki yazımıza başlamak istiyoruz. Çünkü bu isim bizden asırlar önce de insanı kâmillere atfen kullanılmış ve bu sıfatı üzerinde taşımış büyüklerimiz hem yaşadıkları yıllarda hem de bugüne kadar herkes tarafından örnek alınmış ve nasihatleriyle niceleri ebedi saâdete nail olmuşlardır.

Urvetü’l-Vüskâ: Kopmayan sağlam kulp, tutamak ve yapışılması gereken kopmaz kulp manalarına gelmektedir. Bu isim hakikati temsil sadedinde Allah indinde tek geçerli din olan İslâm’ın asla tahrif edilemeyecek olan Kitab’ı için hakikaten uygun bir ifade. 

Yalnız burada dikkat etmemiz gereken bir husus var ki Kur’ân’ın içerisinde barındırdığı hakikatler, satırlardan daha ziyade sadırlarda muhafaza edilegelmiştir. İşte bu kutlu zeminlerden bir tanesi de İmamı Rabbânî Hazretleri’nin (ks) oğlu Şeyh Muhammed Masum Rabbânî’dir (ks). Altın Silsile’nin 25. halkası, tarikat-i Âliye’nin büyüklerinden.

Daha küçük yaşlarda iken kendisinde zâhirî ve bâtınî ilimleri cem etmiş, aynı zamanda mürşidi olan babasının uzun yıllar hizmetinde bulunmuştur. Neticede irşadı, ikazı, ıslâhı ile binlerce insanın Rabbi’ne vasıl olmasına vesile olmuştur. Hazreti Mevlânâ’nın ifadesi ile bir elini Hakk’a vermiş, diğeriyle de insanların ellerini tutarak onların da Hak ile irtibatlanmasında adeta kilit bir konumda bulunmuştur. 

İşte bu silsilenin devamı olan büyüklerimiz el-an bu kutlu ve ulvî vazifeyi ifâ etmekteler. Onların elinden sıdk ve muhabbetle tutanlar akabede Hazreti Peygamber’le el tutan ashab gibi ellerinin üzerinde Hakk’ın kudret elini bulacaklardır biiznillah. Ğavs Hazretleri Abdulhakim Bilvânisî Hazretleri (ks) bu hakikati ne güzel ifade buyurmuşlar; “Bizim işimiz çözüp bağlamaktır.” Yani sapasağlam bir kulp olan, kudsî hadise göre hak adına tutan ellerine tutunan kimseyi dünyadan çözer, Hakk’a bağlarız, buyurmuşlardır.

Beşîr ve Nezîr: Kur’ân’ın en belirgin iki özelliği olarak zikredilebilir. Müjdeleyici ve uyarıcı. Kendisine tâbî olanları cennetle, nimetle, rızayla ve hâssaten Cemâlullah ile müjdeleyen; O’na tabi olmayıp heva ve hevesine göre yaşayanları, butlan yollara sapanları da yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemin elim azabıyla uyaran/korkutan Kitab. Bu iki sıfat yine Kur’ân-ı Kerim’de bizâtihî Efendimiz’in (sav) vasıfları olarak kullanılmaktadır; “İnnâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiran ve nezîrâ-Şüphesiz Biz Seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (48/Fetih; 8)

Hatta sıfat olmasının da ötesinde hem Sultânü’l-Enbiyâ Efendimiz’in hem de O’nun varislerinin bizzat kendileri müjde vesilesi yahut yoklukları korku sebebi olabilirler. Biz bu iki özelliğin en hususi manasını kazandığı anlayışı sahabe efendilerimizin hayatlarında ve sayıca ister az ister çok olsun kendilerine rol-model olarak ashabın Efendimiz’le yaşadığı ilişkiyi alıp ona göre hayatını tanzim eden cemaatlerin hayatlarında görüyoruz. 

Ashabı kiram, Efendimiz (sav) ile birlikte yaşamayı her türlü müjdeden daha büyük bir bahtiyarlık olarak görmüşler ve bu beraberliğin sürekliliği için ana babaları dâhil kıymetli neleri varsa bu uğurda feda etmişler. Aksini söylemek de mümkün. Efendimiz dünyalarını değişir değişmez de ellerinde ne kadar iyi imkânlar olursa olsun ashabı kiram hayatı bir zindan olarak görmüş, babasız kalan bir evlat gibi onun yokluğunda nefis ve avânesinin kendini parçalayıvereceği korkusuyla yaprak gibi titremişlerdir. Hatta Hazreti Âişe (r.anha), Hazreti Ömer (ra), Hazreti Ali (ra), Hazreti Abdullah ibni Mes’ûd (ra) gibi büyük sahabiler, Efendimiz (sav) ahireti şereflendirdiği için artık devrin fitne devri olduğuna bin dört yüz sene evvel hükmetmişler ve belli mes’elelere ona göre fetva vermişlerdir. 

Bu hususiyet bizim için de aynı ile geçerlidir. Kâmil insan her şeyiyle bize müjde, varlığı bizim için dünyada cennet ve rızaya açılan kapıdır. Büyüklerin ifadesiyle Hazreti Peygamber’e zâhiren ve bâtınen varis olan bir mürşidi kâmil ile beraberlik her yönüyle “Saâdet ender Saâdet”; Allah muhafaza, herhangi bir şekilde uzak kaldığımızda da tabiri caizse ağzımızla kuş tutsak da halimiz “Şekâvet ender Şekâvet”tir.

Hakîm: Hikmetli, hikmet kaynağı olan. Yine aynı manaya işaret eden, Hıkme, Hukm, Muhkem ve Muhkeme gibi isimler de Kur’ân’ın Hakîm olan Allah’ın kelâmı olduğunu, hikmetlerle dolu olduğunu, sağlam lafızlardan oluştuğunu, açık ve anlaşılır manada olduğunu vurgulamaktadır.

Hakîm aynı zamanda Cenâbı Hakk’ın da esmasından. “Bütün emir ve işlerinde mutlak bir hikmet bulunan Rabbimiz.” demektir. Allahu Teâlâ kendisine ait olan bu sıfatla en büyük âyeti ve yeryüzünde halifesi olan insanı da sıfatlandırmış ve dünya yahut ahiret diye bir ayrımı olmadan hayatın merkezine Cenâbı Hakk’ın rızasını koyarak yaşama azmindeki her mü’mini bu pâyeden hisseyâb etmiştir. 

Elbette ki bu hisse herkesin biraz önce ifade ettiğimiz rıza dairesinde yaşama gayretine göre artar yahut eksilir. O zaman en mükemmel haliyle ve zirve seviyede Efendimiz’de (sav) bulunduğu ve O’ndan sonra da derecelerine göre hukemâya serpildiği âşikardır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’in “Hakîm” ismi de tam manasıyla karşılığını insanda bulur, çünkü Kitab’ın hikmeti ancak onu izah edecek, hayatında yaşayıp bu yaşantıyla örnek olacak bir hikmet sahibi sayesinde kâmilen anlaşılır.

Zaten bu hikmet ancak ehline arz edildiğinde istenilen netice elde edilecek bu sayede hem hikmet ehli kendi içinde derinleşecek hem de muhatabı onu takip ederek ardı sıra kemâlât yolunda yürüyecektir.

Bu metod; “Beni Rabbim terbiye etti; ne güzel terbiye etti.” buyuran Efendimiz’in (sav) eğitildiği metodun ta kendisidir. Bu noktada hikmet ehli büyüklerimiz; “Müfredat değişmedi. Talibin yerine de varisleri, muallimin yerine de varisleri mevcuttur elhamdülillah.” buyurmuşlardır.

Belâğ: Kutlu mesaj anlamına gelmektedir. Kur’ân’ın insanlara ulaştırılması gereğini vurgulayan bir isimdir. Kur’ân-ı Kerim hem lisanen, hem aktardığı kıssalar bakımından, hem de barındırdığı hükümler açısından muhakkak bir anlatıcıya muhtaçtır. Geçen yazımızda da ifade etmeye çalışmıştık; bu anlatım illâ konuşma olarak değildir, hatta konuşmakla birlikte tebliğin daha da etkili olması yaşantıyla mümkündür.

Kur’ân’ı bize tebliğ eden Hazreti Peygamber Efendimiz’in (sav) belâgati ve fesâhati zaten dillere destan olmuş; Efendimiz (sav), Allah’ın da kendisini tam manasıyla desteklemesi ile Kur’ân’ın i’câzını en mükemmel şekliyle anlamış ve onu bize en ince ayrıntısına kadar aktarmıştır. Efendimiz’den dinleyenler de onu hiçbir aşamasına halel getirmeden bir sonraki nesile aktarmış; onlar da kendilerinden sonrakilere, sonrakilere, sonrakilere…

Hadisenin bu noktasının bugün için daha iyi anlaşılması gerekiyor herhalde. Çünkü Kur’ân’ın “Belâğ” oluşunu, Efendimiz’in (sav) “Belâgati”ni anlamayanlar; yani Kur’ân- ’ın anlaşılmasının ancak Allah’ın ikramıyla mümkün olabileceğini, Allah sadrımızı genişletmezse idrak edilemeyeceğini idrak edemeyenler bu hakikatleri bize taşıyan silsileyi ve bu silsilenin baş tacı Efendimiz’i aradan çıkarmanın gayreti içindeler. Hâl böyle olunca da istedikleri her şeyi Kur’ân’dan alarak(!) yani nefislerine göre onu yorumlayarak hem kendileri sapıtmakta hem de kendilerine tâbî olanları da an be an sırâ- tı müstakîmden fersah fersah uzaklaştırmaktadırlar. İnsanın sahibi olmayınca, Allah -lâ teşbih- elinden tutmayıp onu sevdiklerine emanet etmeyince, gözünün önündeki hakikatleri dahi göremiyor. Bu insanlar şu hakikati kavrayamıyorlar. Hâce Hazretleri (ksa) buyurmuşlardı; “Kur’ân’ı anlamak için sadece Arapça bilmek yetmez. Onun içerisinde bize ne buyrulduğunu tam manasıyla anlamak için ‘Allahça’ bilmek gerekir.” Dolayısıyla bu hakikatleri kâmilen idrak edip iki cihan saâdetine erişmek için bu lisanı en iyi bilen Efendimiz’e, O’ndan sonra da meteselsilen bize kadar ulaşan âriflere mutlak manada tebeiyyet gereklidir.

Mürşid: En doğruya götüren, en güzeli gösteren rehber; yol gösterici. Hepimizin bildiği gibi bu kelime daha ziyade yaşayan, yani konuşup öğüt veren; yanlışı eliyle, diliyle, kalbiyle düzeltme gayretinde olan; insanları Allah’a, Allah’ı da insanlara sevdirme hususunda hayatını adeta vakfeden kâmil insanlar için kullanılır. Bunun nedeni yukarıda saydığımız, daha doğrusu sayamadığımız birçok hususu bünyesinde barındıran Kur’ân’a göre yaşadığı içindir. Canlı bir Kur’ân olduğu için ona mürşid denilir.

Mürşid, Cenâbı Hakk’ın “Reşîd” ismi şerifinin tecellisine mazhar olmuş kimsedir. Yani kendisinin yetişmesine vesile olan büyüğünün icra ettiği hizmeti her yönüyle benimsemiş ve var gücüyle bu hizmetin devam etmesi için gayret etmiş; Hazreti Peygamber’in (sav) sünnetine gerek ubudiyet gerekse muhabbet cihetinden tam manasıyla temessûk etmiş, Allahu Teâlâ’nın zâhir ve bâtın hududunu muhafaza için her şeyiyle mücadele ve mücahede etmiş kimsedir. Bu basamakları bilinen tasavvufî isimleri ile şöylece saymak da mümkündür; hizmetin içinde olmak, başka bir deyişle elini taşın altına koymak “fenâ fi’ş-Şeyh”; sünnete her manada ittiba “fenâ fi’r-Resûl”; hududu ve hukuku muhafaza “fena fillâh”tır.

Yani bu zevâtı muhterem tabiri caizse öyle bir tezgâhtan geçmişlerdir ki onların hâlleri hakkında Efendimiz (sav) hadisi şeriflerinde; “Allahın öyle kulları vardır ki, bir şey için yemîn etseler, Allah o şeyi yaratır.” “Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber gibidir.” “Onların yanında bulunmak ibâdetdir.” buyurmuşlardır. Ne mutlu böyle bir mürşidin dizinin dibinde bulunup rızasını kazana bilenlere!

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz ki Kur’ân ile İnsanın ikiz olması demek bu konumda bulunan insanın her şeyini Kur’ân’a göre yaşaması demektir. Unutmayalım ki Kur’ân (ve diğer bütün kitaplar, sahifeler) var olmadan önce İnsan vardı. Ve o insan Allah’a halife idi. Elbette ki Hazreti İnsan bütün kitablardan daha kıymetli ve Hazreti Allah’a daha sevgilidir. Zaten bütün kitabların İnsan zeminine indirilmesi, aktarıcı, açıklayıcı ve en güzel şekilde yaşayıcı olarak İnsanın seçilmesi önümüzü bu manada yeteri kadar aydınlatıcıdır. İş ki biz işin içine girip -Allah’ın izniyle- gönül gözümüzü açacak, tefekkür ufkumuzu genişletecek ve saf/sahih bir akide ile bizi Rabbimiz’e vasıl edecek, Allah ve Resûlü’ne ittibâ ile kendi devrini ikmâl etmiş bir mürşidi kâmil nezaretinde yaşayabilelim. 

Selâm hidâyete tâbî olanların üzerine olsun!

Tashih: Geçen sayımızın 16. sayfasında bulunan “Âl-i İmrân Sûresi 3. ayet...” ifadesindeki 3 sehven yanlış yazılmış olup doğrusu 103 şeklinde olacaktır.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort