JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Çarşamba, 28 May 2014 15:22

KUR'ÂN-I KERİM’İN BEYÂNI VE KORUNMASI

“Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti.” (Rahman; 2-3-4)

Kur’ân-ı Kerim Allah (cc) tarafından Efendimiz’e (sav) indirilen son semavi kitaptır. Efendimiz’e inzal edildiği haliyle tahrif edilmeden günümüze kadar gelmiştir. Kur’ân-ı Kerim’in inzal sebebi, muhakkak ki iman eden insanların, onu yaşantılarına tatbik ederek, Allah’a (cc) layık olmaları ve vuslatı gerçekleştirmeleri içindir. Allah’a layık olan ve vuslatı gerçekleştiren insana “Hz. İnsan” denir.

Hâce Hazretleri (ksa) üstadının kendilerine sordukları bir soruyu ve sonrasında üstadının o soruyu izahını bize anlatmışlardı. “Bir yolculuktasınız ve yalnızsınız. Menzilinize giden yol bir köyden geçiyor. O köyde kalabalık bir köpek grubu üzerinize saldırıyor, sizi yolunuzdan alıkoymak istiyor. Zarar görmeden menzilinize varmak için ne yaparsınız? Kendinizi nasıl korursunuz? Saldıran köpek çok, hangi birisi ile baş edebilirsiniz? En emin yol; köpeklerin sahibini çağırmak... O, köpekleri bir hareketi ile susturur ve def eder.”

Evet, hepimiz yolcuyuz, yolumuz uzun. O köy “esfele sâfilîn” diye tarif edilen dünya. Köpekler; nefs, şeytan, heva, kötü arkadaş gibi ebedi hayatımıza kastedenler... Çoban ise bunların hakkından gelmiş, onları uysallaştırarak kendisine boyun eğdirmiş, onlar üzerinde tahakküm kurmuş olan insanı kâmil.

İnsanı kâmil; Allah’ın (cc) yeryüzündeki halifesi, O’nun namı hesabına olan, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmış, bütün hakikatleri, güzellikleri kendisinde cem etmiş olan, yaşayan Kur’ân’dır.

Hz. İnsan; Kur’ân-ı Kerim’in hem beyan edilmiş, açılmış hâli hem de korunarak günümüze kadar bozulmadan gelmiş hâlidir.

Hz. Ali’nin (ra) hayatını anlatan bir film izlemiştim. Sıffin Savaşı’nda karşı taraf yenilince Kur’ân sahifelerini mızraklarının uçlarına geçirerek; “Allah’ın Kitabı aramızda hakem olsun.” diye bağırıyorlardı. Hz. Ali’nin kumandanı Malik b. Eşter; “Bu bir oyun, saldırın!” diye nida ediyordu. Aynı zamanda Hz. Ali’yi (ra) göstererek; “Kur’ân burada, mızrakların uçlarına takılanlar mushaf.” diyordu.

Evet, Kur’ân, Efendimiz’in kalbine indi. O, Kur’ân’ın tefsirini yaşayarak taliplilerine gösterdi. O anlayış ve yaşayış, sadırdan sadıra aktarılarak, insanı kâmillerin yaşantısında, tahrif edilmeden, noktası dahi değişmeden günümüze kadar geldi.

Kendi nefsü hevasına göre Kur’ân’ı tefsir edenler kabul görmediler, yok olup gittiler. Efendimiz’in (sav) anlayışı ve yaşantısı üzere gidenler, sünenât-ı seniyyeye sımsıkı sarılanlar, gönül sultanı oldular, yıldız oldular, ümmeti hâlâ ışıtıyorlar.

Müslümanlar olarak, şu an mızrak uçlarına asılmış olan mushaf ile muhatabız. Hz. Ali (ra) timsali, konuşan Kur’ân’la muhatab değiliz. O yüzden başımıza gelmedik kalmıyor. Bir taraftan nefs köpeği, bir taraftan şeytan (aleyhi’l-lâne) köpeği, bir tarafta nefsü hevamız, bir tarafta Amerika, İsrail köpekleri anamızı ağlatıyor. Bu dünyamızı mahvetmekle kalmıyor, ebedi hayatımıza da zarar vererek bizi cehenneme mahkum ediyor.

Hz. İsa (as) hastalanmış. Kendilerine hastalığı ile ilgili doktor tavsiye etmişler ve ilaç kullanmasını arzetmişler. Hz. İsa (as) buyurmuş ki: “Benim doktora, ilaca ihtiyacım yok, Rabbim bana şifa verir.” Allah (cc) cevaben buyurmuş: “Ya İsa! Ben senin için esbabı kaldırmam.” Yani kim olursa olsun sebeblere riayet etmenin zaruret olduğunu beyan buyurmuşlar.

Zahiri hastalıklarımızın tedavisi için (kalp yetmezliği, şeker hastalığı, yüksek tansiyon vb.) bir hekime ve onun uygun dozlarda uygulayacağı bir reçeteye ihtiyacımız var. Aynı şekilde manevi hastalıklarımızın (gaflet, nefsü hevaya uymak, dünya sevgisi, kibir, gurur, kin, hased gibi helake vesile olan sıfatlar) izalesi için de ilâhî bir doktora ve O’nun sunacağı reçeteye ihtiyacımız vardır. İlâhî doktorlar insanı kâmillerdir. Bunlara intisab ederek, terbiyeleri altına girerek manevi hastalıklarımızı tedavi ettirmek ehem ve elzemdir.

İnsanı kâmile intisab etmekten murad ve maksad, insanın nefisten ve onun esaretinden kurtulmasıdır. Bütün kusur ve hatalarımız nefsimizle başbaşa kaldığımız zaman oluyor. Kendi kendimize bu nefs belasından kurtulmanın yolu yoktur. Çünkü nefsimizi tanımıyoruz, gücünü bilmiyoruz. Nereden, nasıl saldıracağını bilmiyoruz. Rabbini bilen, dolayısıyla nefsini bilen, onu alt eden, susturan bir rehbere ihtiyaç var. Allah’a (cc) layık ve vasıl olmanın yolu nefsimizi ıslah edip, kötülüklerinden kurtulmakla mümkündür.

Mürşid tektir. O da Allah’dır (cc). Ancak, Allah (cc) insanları tek tek muhatab alarak terbiye etmiyor. Bu işini ehlullah ile yapıyor. Peygamberleri insanın eğitimi ve terbiyesi için görevlendirmiş. Peygamberlik kapısını Efendimiz’le (sav) kapattığından, günümüzde işini dostları eli ile yapmaktadır. Allah’ın sünneti budur. “Allah’ın öteden beri gelen sünneti (kanunu) budur. Allah’ın sünnetinde (kanununda) asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih; 23) Usûlü böyle tayin etmiş. Allah (cc) kâmildir, kâmil olanı muhatab alır ve onunla işini görür. İnsanı kâmil Cenabı Hakk’ın tanınma zeminidir.

Dünyevi bir işimiz olsa ve o işimiz bir gayrimüslim eliyle görülecek olsa, o işin hatırı için, o gayrimüslime bin bir türlü niyaz ve istirhamda bulunuruz. Fakat Allah (cc) işi için, Allah (cc) ve Hz. Peygamber (sav) katında kadru kıymeti olan insanı kâmile gitmeye tenezzül etmeyiz. Oysa burada elde edilecek kazanç, üç beş kuruş veya üç beş günlük memuriyet değil, ebedi bir hayat, ebedi bir saadet.
Evet, mürşid-i kâmilin hayatı, Kur’ân’ın hayat bulduğu, tafsilatının pratiğe döküldüğü zemindir. Kur’ân’ı anlamak ve yaşamak istiyorsak, Allah’ı (cc) tanımak ve bulmak istiyorsak, insanı kâmile gitmeye, onun eğitiminden geçmeye mecburuz. Yoksa ömrümüz bu dünya çölünde, nefs köpeği ile şeytanla, dünya sevgisi ile daha mahiyetini bilmediğimiz bir çok şeyle boğuşmakla geçer. Nihayetinde hiç kazancımız olmadığı gibi zararımız da çok olur. Sonradan telafisi de mümkün olmaz.

Efendimiz’in (sav) yolu dışında Allah’a (cc) vasıl olan yol yoktur. Kur’ân’ı, Efendimiz’den (sav) ayırmak, O’nsuz yorumlayıp, O’nun koyduğu ölçüler dışında kıstaslar getirmek, O’nun ölçülerine uymayan çıkarımlarda bulunmak küfürdür. Bunu Hz. Ali (ra) döneminde hariciler yaptı. Hz. Ali (ra) çoğunu kılıçtan geçirdi. Ne yazık ki haricilerin uzantıları günümüzde bir çok kişiyi etkileyerek uçuruma doğru sürüklemekteler.

Rabbimiz Azze ve Celle bizi Efendimiz Aleyhi’s-Selâtü Ve’s-Selâm’ın ölçülerine uymayan, onlarla çelişen her türlü anlayış ve yaşayıştan dostları hürmetine muhafaza etsin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Çarşamba, 28 May 2014 14:28

ŞİRK-İ HAFÎ

“Onların bir çokları şirk koşmadan iman etmezler.” (Yûsuf/106)

“Şirk, azîm bir zulümdür.” (Lokman/12)

“Benim ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Allah’a şirk koşmaları ve gizli şehvettir.”

Ya Resûlullah, ümmetin Sen’den sonra Allah Teâlâ’ya eş koşacaklar mı? diye sorulduğunda: “Evet, ama onlar güneşe, aya, taşa, puta tapmayacaklar, fakat amelleri sebebi ile gösteriş yapacaklar.”

Büyüklerimiz öyle buyuruyorlar: Her insan için iki defter açılır; kulun defteri, Allah’ın (cc) defteri. Kulun defterini kapatıp Allah’ın (cc) defterini açmak ihlas; Allah’ın (cc) defterini kapatıp, halkın defterinde herhangi bir övgü ve fayda beklentisi içinde olmak riyadır.

İşte nefsi, riyadan, süfli arzu ve isteklerden, kinden, hasedden, şehvetten arındırmanın bir vesilesi de kurban kesmektir.

Ekim 25 ile 27 tarihleri arasında kurban kesme ibadetini icra edeceğiz. Aynı tarihlerde Rabbimiz bize böyle bir temizlenme imkanı lütfettiği için bayram edeceğiz. Kurban kesmek de namaz gibi temizleyicidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de namazla bereber zikredilmiştir.

Kurban Bayramı vesilesi ile basın yayın organlarında değişik konuşmalar yapılacak. Konu ile ilgisi olan-olmayan bir çok zevat kurban kesme ibadeti, ile ilgili açıklamalar yapacaktır. Kimi; “Kurban bir örftür, güzel bir gelenektir, kursağında et geçmeyenler için bir fırsattır. Kesilirse iyi olur, kesilmezse günah yok.” diyecek. Kimi; “Kurban zulümdür, hayvan katliamıdır, bu devirde bu katliamı yapmaya ne gerek var. Kasaptan istediğin kadar et al, dağıtmak istediğin kadarını dağıt.” diyecek. Kurban sünnettir, vaciptir tartışmaları olacak. Bu kargaşa içinde birileri de kurban farzdır diyecektir. Kurban kesme ile ilgili bilgisi olanlar da daha çok kurbanlığın vasıfları ve nasıl kesilmesi üstünde duracaklar. Böylece kurban kesmedeki gaye, hikmet, hakikat anlaşılmadan ibadet gerçekleşmiş olacak.

Kurban kesmek ibadeti, hayvanın kesilip akrabaya, komşuya ve fakirlere et dağıtılması, derisinin vakıflara bağışlanmasından ibaret değildir. Bunlar da olacak. Bunlar yapılmadan da olmaz.

İki sene önce bir Müslüman kardeşimizle kurban bayramı münasebeti ile kurban üzerine sohbetleşmiştik. Kardeşimizin maddi durumu kurban kesmeye elverişli idi. Kılık kıyafeti sünetullaha uygun idi. Bayramın ikinci günü akşamdı, kardeşimiz halen kurban kesmemiş. Nedeni; koç kesmeye niyet etmiş, koç bulamamış, o yüzden kesmeyecekmiş. Ona dedim, Efendimiz (sav) buyuruyor ki: “Kurban kesmeye muktedir olup da kurban kesmeyenler bizim musallamıza, mescidimize yanaşmasınlar.” Yani bizden değiller. Hangi Müslüman bu ikazı kulak ardı edebilir. Aklı başında her Müslümanın kurban kesmesi için yeterli nedendir.

İbrahim (as) Allah’a (cc) yalvardı: “Bir çoçuk lutfedersen en sevdiğimi Sana feda edeceğim.” Allah (cc) İsmail’i (as) verdi. İbrahim (as), İsmail’i (as) çok sevdi. Allah Teâlâ bu duruma razı olmadı, İsmail’in (as) kurban edilmesini istedi. İbrahim (as) ulu’lazm peygamberdi. Kendi ile Allah (cc) arasına giren İsmail’in (as) sevgisini kesti, kendisine kurban etmesi için koç lutfedildi. Aynı şekilde buzağı israiloğulları için kudsiyet taşıyordu. Ona önem atfetmişlerdi. Musa (as) Tur dağı’nda iken samiri buzağı yapmıştı, ona tapmaya başlamışlardı. Allah (cc) israiloğullarının gönlündeki buzağı sevgisini, kudsiyetini yıkmak için onlara boğa kesin buyurdu. Onlar kaçındılar. Bakara Sûresi’nde kıssa anlatılır. Allah (cc) üsteledi, zoraki kesmek zorunda kaldılar.

Ataullah İskenderi Hazretleri; “Kulluğunla tenakuz teşkil eden bütün vasıflardan sıyrıl, onları terk et ki; Hakk’ın davetine icabet etmiş ve huzuruna yaklaşmış olasın.” buyuruyor. Bir benim isteklerim, bir de Hakk’ın benden istedikleri var. Benim isteklerim ile Hakk’ın istedikleri çelişiyorsa, çatışıyorsa, ve ben de bu noktada kendi isteklerimin peşinden gidiyorsam, kulluk denilen hakikati anlamamış, içini boşaltmışım demektir.

Hâce Hazretleri (ks) “ Neyi çok seversen sen o sevdiğin şeyin kulusun.” buyurur. Allah (cc) insanda iki kalb yaratmamış, birini masivaya versin, diğerini Mevla’ya versin. Kalbimizin bir cephesini masivaya verelim, bir cephesini Allah’a (cc) verelim. Bu da kabul görmüyor. Kalbimizin hepsini Allah (cc) istiyor. İçerisinde Kendi ve sevdiklerinin dışında sevgi istemiyor, kin-hased istemiyor, gurur-kibir istemiyor. Süfli arzu ve istekleri istemiyor. Bunlar bizle Allah (cc) arasına giren altın buzağılar. Kurban ibadetinde vazgeçemediğimiz, kendimize derinlere sakladığımız bu buzağıları tespit edip, zahirde kurbanlığı batında da bunları kesmemiz isteniyor. Bunun için mücadele, mücahede etmemiz isteniyor. Bu yönüyle takvaya erdirici, şirkden arındırıcı, temizleyici bir ibadettir, kurban.

İnşaallah bu niyetlerle kurban keselim. Hepimizin kurban bayramı mübarek, kurbanlarımız makbul olsun.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 27 May 2014 16:29

KÂBE-İ MUAZZAMA VE İNSAN

“Size içinizden bir Resûl gönderdik; size ayetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, kitabı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti (sünneti seniyyeyi) öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri öğretiyor.” (Bakara/151)

Hâce Hazretleri’ni (ks) Mart 2005 yılında tanıdım. Kendilerini tanımak ve arkadaş olmak hayatımın en büyük ve en güzel ameliydi. Şerefi onda görmüş ve tanımıştım. Yıllar içinde güzel bir arkadaşlığımız oluşmuştu. Son iki yılda gaflet ve masiyetlerimden dolayı Hâce Hazretleri’nden (ksa) uzak kalmıştım. Hâce Hazretleri’nin (ks) huzuruna varacak, yüzüne bakacak ne yüzüm ne de cesaretim vardı. Her halini bildiğine inandığın, Allah (cc) dostunun yanına gitmek kolay değil. Ama Allah’tan (cc) ne kadar kaçabilirsin? Ya da kaçmak mümkün mü? Hâce Hazretleri’nin (ksa) yanına varmaya vesile ararken imdadıma umre ziyareti yetişti. Gerçi Hâce Hazretleri (ksa) engin vefasını göstererek beni arkadaşlardan soruyor ve bekliyordu. Bu duygular içinde tüm cesaretimi toplayarak umreye gittim.

İşte Mescid-i Haram’dayım. Kâbe-i Muazzama karşımda! Büyük bir alanın ortasında, siyah kesme taşlardan yapılmış, küp şeklinde sade bir yapı... Allah’ın (cc) Evi. Rahmetin perde perde indiği mekân.

Hâce Hazretleri (ksa) bir sohbetlerinde; “Ahir zaman insanı ihlâsla taşa yönelse hidayet olur.” buyurmuşlardı. Bir başka sohbetlerinde; “Kâbe-i Muazzama canlıdır, konuşur.” buyurmuşlardı.

Kâbe ilk insan Hz. Âdem (as) tarafından yapılmış, yeryüzünün ilk mabedi. Bir dönem yıkılmış ve yeryüzündeki yeri bile belirsizleşmiş. Sonradan Hz. İbrahim (as) ve Hz. İsmail (as) tarafından tekrardan yapılmış. Hz. Âdem’den (as) günümüze, zahiren varken de, yeri belirsizken de hep Allah’ın (cc) Evi. Efendimiz’in (sav) bi’setinden önce müşrikler tarafından putlarla doldurulmuş olan Kâbe, o halde iken de Allah’ın (cc) Evi. Taştan yapılmış, içi putlarla doldurulmuş bir yapıdan vazgeçmeyen Allah (cc), Kendi kudret eliyle yoğurduğu, kendi nefesinden üflediği en büyük ayetinden vazgeçer mi?

Hâce Hazretleri (ksa); “Allah (cc) çöpünden vazgeçmez.” buyurmuşlardı. Heyhât! Bizim gönlümüz Kâbe’nin içindeki putlardan daha zararlı putlarla (gaflet, massiyet, dünyevi arzu ve istek vb.) dolu. Hiçbirini kendi başımıza yıkmak mümkün değil. Zaten Allah’ın (cc) sünneti böyle değil. Allah (cc) nasıl evinden vazgeçmiyorsa kulundan da vazgeçmiyor. Nasıl evini Hz. İnsan’a (as) yaptırıyor, içini Hz. İnsan’a (sav) temizletiyorsa, aynen onun gibi bizim içimizi de Hz. İnsan ile temizler.

Evet! Biz Kalplerin Tabibi’ne (sav) yetişemedik, ama o haktan da mahrum kalmadık. Elhamdülillah O’nun (sav) varisi ekmeli olan insanı kâmiller her an iş başındalar ve O’nun (sav) vazifesini O’nun (sav) adına eksiksiz ifa ediyorlar. Yeter ki samimiyetle onlara yönelelim.

Mescid-i Haram’da Kâbe-i Muazzama’yı seyrederken gönlüme gelen düşünceler bunlardı. Bu duygu ve düşüncelerle Hâce Hazretleri’ne (ksa) yöneldım.Çünkü O bana Hak ve Hakikat’i öğretendi. Bana şeref verendi. Bana karşısında durduğum Kâbe’nin hakikatini, kudsiyetini öğreten buraları (Mekke-i Mükerreme’yi, Medine-i Münevvere’yi) sevdiren, sık sık gelmeme vesile olan Zât-ı Akdes’di. Aynı zamanda temizlenmeye ihtiyaç duyup, talip olursam beni temizleyecek olan zat da Hâce Hazretleri (ksa) idi.

Hâce Hazretleri sık sık sohbetlerinde dile getirirler; “Vusülsüzlük usülsüzlüktendir.’’ Temizlenmenin usulü de böyle takdir edilmiş. Allah’ın (cc) sonsuz rahmetinin her an indiği yerlere koşmak lazım. Kâbe-i Muazzama bunlardan biri. Yine Ravza-i Mutahhara bunlardan. Ancak Kur’ân-ı Kerim’de; “Allah’ın (cc) rahmeti muhsinlere yakındır.” buyruluyor. Onlardan neden uzağız? Onlardan istifade edebildiğimiz kadar Kâbe’den istifade edebiliyor muyuz?

Hâce Hazretleri’nin sohbetlerinde dinlemiştim. Abdülhakim Hüseynî (ks) Hazretleri kayınbiraderi Abdülmecid Efendi’ye sormuşlar. Sen Kâbe’den mi çok istifade ettin, Şah-ı Hazne’den mi çok istifade ettin? Sonra kendileri cevap buyurmuşlar. Biz Şah-ı Hazne’den (mürşidimizden) daha çok istifade ettik. Çünkü; bize buranın önemini, kudsiyetini Şah-ı Hazne (ks) öğretti. Şu Kâbe inşa edildi edileli, Allah (cc) mekândan münezzeh, içine bir an dahi girmedi. Kâbe’yi Hz. Âdem (as), daha sonra Hz. İbrahim (as), Hz. İsmail (as) yaptı. Oysa gönlü Allah (cc) yaptı. Allah’ın (cc) öyle kulları var ki, Allah (cc) onların gönlünden bir an bile çıkmadı. İşte bunlardan biri de Şah-ı Hazne’dir, buyurmuş.

Allah (cc), dostlarının kalbinden bir an dahi çıkmaz. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de: “Ne ticaret ne alışveriş ne dünya ne evladu iyal onları Allah’ın zikrinden alıkoyamaz.” buyruluyor. Allah’ı (cc) anmaktan, Allah (cc) ile beraber olmaktan alıkoyamaz.

Usul bu. Ne yaparsak yapalım biz Allah’ın (cc) ailesiyiz. O’na aidiz. O’na dönücüleriz. O bizi buraya tertemiz gönderdi, bizi yanına o şekilde bekliyor. Temizlenmenin yolunu da bize göstermiş. Eğer imanlı kişilersek temizlenme; bu dünyada insanı kâmiller eliyle olacak. Eğer öbür tarafa kalırsak cehennemde yanarak olacak. İman etmeyene sözümüz yok. Allah’ın (cc) rahmeti sonsuz, halifesi olan ehlullahın da merhameti, vefası sonsuz. İnsaf edelim, buranın işini oraya bırakmayalım, çok kirlendik, temizlenmeye çalışalım.

İnşaallah! Allah (cc) bizi dostlarına bağışlar da O’nların eliyle O’nların hürmetine bizi temizleyerek rahmet dairesine alır.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 EYLÜL SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 28 Ocak 2014 09:41

NEFSE MUHALEFET VE HAKK’A UYMAK

Evliyaullah’dan bir zat rüyasında kıyametin koptuğunu görür. Mizan’dan sonra Ehl-i Cennet Cennet’e, Ehl-i Cehennem’de Cehennem’e gider. Bu zat Ehl-i Cennet’e ne suretle, hangi özelliklerinden dolayı Cennet’e dahil olduklarını sorar. Onlarda cevaben; ‘’Nefse muhalefet ve Hakk’a muvaffakatla,, Cennet’e girdiklerini bildirirler. Hakeza Ehl-i Cehennem’e de Cehennem’e girmelerine sebeb olan özelliklerini sorar. Onlar da; ‘’Nefse uymak ve Hakk’a muhalefet,, yüzünden, ateşe layık olduklarını bildirirler.

Hal böyle iken bizi böyle rahat ve azabdan emin kılan nedir? Ne Allah’ın (cc) azab tehdidi, ne gelmiş-geçmiş yüz yirmi dört bin, bir başka rivayette iki yüz yirmi dört bin peygamberin (Allah’ın (cc) selamı ve rahmeti üzerlerine olsun) ikaz ve korkutmaları, ne de evliyaullahın haber verdiği ve bizleri sakındırmak için sayü gayret sarf ettikleri su-i hatimeden korkmuyoruz.

İnsana gerektir ki, kar ve zararının farkında olsun, zararda olduğu halde kendini ticaret ediyorum zannetmesin. Bu yüzden insana bir ayna lazımdır ki, ona bakarak kendi ayıp ve kusurlarından haberdar olsun. Kalbin derinliklerinde gizli olan marazlarımızı hem bize gösterecek hem de tedavi için uygun reçete sunacak bir aynaya ihtiyaç vardır. Kalbimizde, zulmet, küfür, inkar, şirk nifak, cehalet, gaflet, hased, riya… mı var?  Bizleri Hakk’tan perdeleyen ne gibi marazlarımız var, bunların bulunup tedavi edilmesi üzerinde çok düşünmeliyiz. Mümin’in aynası; islamiyettir, Kur’an’ı Kerim’dir, Sünenatı Seniyye’dir ve Evliyaullahın akval, ahval ve efalidir.
İnsana bir Mürşid-i Kamil lazımdır ki, onun akval, ahval ve efali ile kendi akval ve ahvalini muvazene etsin. Hakk’a muvaffakkattemi, yoksa muhalefettemi olduğunu tahkik etsin.

Yok böyle şeyler düşünmez, akval ve ahvalimizi ıslah etmeye çalışmaz isek, Hakk’a muhalefet edip, nefsimize uymuş oluruz ki, lisanı kaalimizle demezsek bile, lisanı halimizle ‘’Yarabbi, ben ne seni isterim ne de cemalini… Burada iken ben nefsimin her türlü hazlarını yerine getireyim. Sen Kerim ve Rahim’sin, nasıl olsa orada bana mağfiret eder Cennet’ine koyarsın. Orada da bu suretle rahat ederim,, demiş oluruz.

Amenna, Cenab-ı Hakk; Kerim ve Rahim’dir. Fakat aynı zamanda Cebbar ve Kahhar’dır.

Cenab-ı Hakk’ın Esma-i İlahiyesinin hepsinin mazharı elbette olacaktır. Fakat biz Cebbar ve Kahhar ismi şeriflerinin mazharı olmaya çalışmayalım. Rahim, Kerim ismi şeriflerinin mazharı olmaya sayü gayret edelim ki saadet bundadır. Yani Allah’ın (cc) celal değil de cemal tecellisine mazhar olmaya talip olalalım.

Talebimizle, meyil ve irademizle, efal ve ahvalimizle, O’nun (azze ve celle) Kerim ve Rahim ismi şeriflerinden haya ederek O’nun (cc) rıza ve marifetini yolunu tutalım. Cemal sıfatının talibi olalım. Kendimize karşı rahim olalım da bu kalbe, bu ruha, bu sırra yani ilahi emanetlere sahip çıkalım. Emaneti bozup mahv etmeyelim.  

‘’Allah (yeryüzünde) fesadı sevmez,, (Bakara/205) Cenab-ı Hakk yeryüzündeki fesadı nasıl sevmez ise, vücud arzındaki fesadı da aynı şekilde sevmez. Vücud arzındaki fesadın en büyüğü ise kötü ahlak ve gaflettir. Şüphesiz nefs de bu vücud arzında bize verilmiş bir emanettir. Nefsimize karşı da sorumluluğumuz var. Öncelikle nefsimizi ahlakı zemmime üzerine bırakmayıp onu ahlakı hamide ile tezyin etmemiz lazımdır. Ayrıca nefse, muhalefeti terk ettirerek ilahi emirlere itikad ve inkıyad ettirmemiz gerekir.

Büyüklerimiz ‘’Zeyd’e hizmet edip Amr’dan ücret istemek olmaz,, buyurmuşlar. Hakikaten öyle… İnsanın kendi nefsine hizmetçi olması, buna karşı Cenab-ı Hakk’dan ücret istemesi, yani cennet’i arzu etmesi ve Zat’a talip olması nasıl olur? Bu türlü bir isteyişten fayda elde edilemeyeceği aşikardır.

En büyük cezayı gerektiren hal, gerek nimet, gerek bela ve musibet sebebiyle kalbin perdelenmesi ve masiva ile meşgul olarak gaflete düşmektir. En büyük nimet ise; ister nimet, ister musibet ve bela hali olsun, kişinin duruşunu bozmadan Hace Hazretleri (ks) gibi Hakk ile meşgul olmasıdır.

Nimet zamanında nimetle meşgul, bela zamanında musibet ile talan olan bir kalb Cenab-ı Hakk’a kulluk edecek zaman bulamaz. Ve Cenab-ı Hakk’ın o ademle beraberliği, o adem bu beraberliği idrak etmedikçe bir hayır husule getirmez.

Elhasıl bize emanet olarak verilen bu aziz ömrün sayılı nefeslerinin kadrü kıymetini bilip Hakk’a sarf etmek, nefsin murad ve arzularına sarf etmemek icap eder.

Bu yüzden zorlukta veya kolaylıkta, Mevla ile olanın hiç kazanmadığı zaman yoktur. Zorlukta sabr ederek, kolaylıkta şükr ederek kazanır.

Büyüklerimiz, ‘’yüz şeytanın yapamayacağını yalnız bir nefs, yüz nefsin yapamayacağını da bu zamanda yalnız bir kötü arkadaş yapar,, buyurmuşlar. En çok dikkat etmemiz gereken durum kötü arkadaşlardan uzak durmaktır.

Anlaşılacağı üzere talibi nefs değil talibi Hakk olacağız. Bunun da iki büyük alameti vardır. Birincisi ilahi emirlerin zahiri ile severek amel edeceğiz ve Sünenattı Seniyye’ye tam bir muhabbet ve aşkla ittiba edeceğiz. İkincisi bunları yapmak için kafi derecede ve daimi olan bir sayü gayretimiz olacak.

Biz talib-i nefs oldukça, hane-i ilahi olan gönlümüze, kalbimize ağyarı, hubb-ı dünyayı doldurdukça, o kalb hane-i ilahi olmaktan çıkar. Şeytan yatağı, nefs malikanesi olur. Cenab-ı Hakk’da hem bu dünyada evlerimizi, memleketimizi yıkarak harab eder, hem de ahirette bizleri Cehennem’ine koyarak intikamını alır.

Sür çıkar ağyarı dilden ta tecelli ede Hak
Gelmez saraya padişah hane mamur olmadan

Yahya Bin Muaz (ra) buyuruyor; Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve hikmeti şu dört şeyden hali olan kalbe ilka buyrulur. 1) Dünyaya meyilden, 2)Rızık endişesinden, 3) Hasedden, 4) Dünya ehlinin şeref ve saltanatına meyilden. Evet! Bize düşen kalbi boşaltmak ve sahibine teslim ederek doldurmasını beklemektir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 21 Ocak 2014 10:57

KUL OLMAK

‘’Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler (bilsinler, tanısınlar) diye yarattım.   (Zariyat/56)’’

Efendimiz (sav); ‘’Hz. Adem (as) henüz toprak ile su arasında iken Ben yaratılmıştım.’’ buyurmuş ve bu emirleri ile kendisinin yaratılış gayesi olduğuna işaret etmişlerdir.  Efendimiz’in (sav) esas yaratılış gayesinin ise marifetullah olduğunda şüphe yoktur. Yine ümmeti de Nur-u Muhammed’den yaratılmış olup nübüvvet dışında zahir ve batın Muhammedî kemallere varistirler. Öyleyse bizim de yaratılış gayemiz Allah’ı (cc) bilmek, tanımak ve vasıl olmak içindir.

Hâce Hazretleri’nden (kuddise sırruh) dinlediğimiz kadarı ile selef ümmetlerden farklı olarak ümmet-i Muhammed, Allah’ın (cc) Zâtı’na davet olunmuş.  (İbrahim (as) ve ümmeti de Zât’a davet edilmiş, fakat ümmeti, bu nimet-i uzmanın hakikatine varamamıştır.)  Zât’a davet nimetinin büyüklüğü tarife sığmaz.

İslam dini üzere yaratılmışız. Ümmet-i Muhammed olma şerefine nail olmuşuz. Allah’ın (cc) Zâtı’na davet edilmişiz. Bu nimetler, hiçbir dahlimiz olmadan bize sunulmuş. O yüzden bu nimetlerin vusûlünün usûlünü bilmek ve bulmak lazımdır.

İnsan kendisine sunulan nimetlerin büyüklüğünü anlayamayınca, Allah’ı (cc) bilemeyince, ya da Allah’ı (cc) bilenle bir irtibatı olmayınca işler karışıyor. İşte Bilge köyü katliamı… Kadın-çocuk kırk dört kişi katledildi. Katliamı gerçekleştirenler, yatsı namazını kıldıktan sonra, namaz kılan topluluğu otomatik silahlarla tarayarak öldürdü. Gün geçmiyor ki bunun gibi, insanlıktan nasibi olmayan kişilerin, görsel ve yazılı basında çıkan vahşetlerine şahit olmayalım.

Bu tür olayların altında yatan ana neden insanların İslam’dan koparılmasıdır.  Tabiat boşluk kabul etmez. İnsanlık, ayet-i celilede geçtiği üzere kulluk yapmak (Allah’ı (cc) bilmek ve tanımak) için halkedilmiştir. Eğer insanlar Allah’a (cc) kulluktan uzaklaşırsa yapacağı şey bellidir.

Ya nefs-ü hevasına tabii olup arzu ve isteklerini gerçekleştirmek için hiçbir hudud ve usül tanımayacaktır. ‘’Kendi nefsinin arzusunu ilâh edineni gördün mü? (Furkan/43)”, “Yine de ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Nefis muhakkak kötülüğü emreder. (Yusuf/53)” Ya şeytanın iğvaatına, vesvesesine aldanıp ona kul olacaktır. ‘’Şüphesiz şeytan insan için pek açık bir düşmandır. (Yusuf/5)” Ya şeytanlaşmış insanların peşine takılıp onların nefs ü hevaları için ömr ü hayatını heder edecektir. ‘’Kişi arkadaşının dini üzeredir.’’ (Hadis-i Şerif) Ya da dünyaya ve nimetlerine aldanıp asli vazifesini unutacaktır ki bunun sonu da hüsrandır. “Dünya tatlı ve hoştur.’’ (Hadis-i Şerif)  Başka bir hadis-i şerifte ise ‘’Dünya pis bir cifedir.’’ buyrulmuş. Dünya gafiller için tatlı ve hoş, basiret sahipleri içinse murdar bir leştir.  

Günümüz insanının taptıkları ilâhlardan biri de bilim ve teknolojidir. Aklı her şeyin fevkinde gören anlayış ve yaşayıştır.

Bilsin ya da bilmesin her insan Allah’ın (cc) kuludur. O halde yalnız Allah’a (cc) kulluk etmelidir. İnsanın dünyada kesb edeceği en yüksek mertebe kulluk mertebesidir. Kulluk öyle yüksek bir mertebedir ki; Kur’an’ı Kerim, Efendimiz’in (sav) miracını beyan ederken: ‘’Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. (İsra/1)” ayetinde  O’ndan (sav) kul diye bahs eder. Efendimiz (sav ) en yüksek mertebeye kul olarak, kulluk ile çıktı.

Yine Allah (cc) Hz. Musa (as) ile Hz. Hızır’ın (as) seyahatinin başlangıcını haber verirken Hz. Hızır’ı ‘’Kullarımızdan bir kul. (Kehf/65)’’ ifadesiyle anlatır. Yine Hz. Eyyub’u  (as) ‘’Ne güzel bir kuldu.’’ (Sad/44) diye taltif eder.

Hz. İsa’nın (as) ilk sözünün ‘’Ben Allah’ın kuluyum.’’ olması ubudiyetin şerefine delalet eder.

Kulluğun ne kadar yüksek bir paye olduğunu, zikri geçen ayet-i kerimeler hiçbir kuşkuya mahal bırakmadan ispatlıyor. O halde, nedir kulluk?  Nasıl yapılır?

Efendimiz’in (sav) zahiri halleri şeriat yani hikmet, batıni halleri marifet yani hakikattir. Hakeza Kur’an’ı  Kerim’in zahiri şeriat, batını hakikattir.

Kulluğun da iki kanadı vardır. Birincisi hizmettir ki bu ibadet ve taatlardır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, infakta bulunmak, hac yapmak, insanların dini bilgilerini öğrenmelerine olanak sağlamak, cami ve mescit yapmak ve onarımlarını sağlamak… Bu listeyi uzatmak mümkündür. Bu, Kitab’ı Mübin’in zahiri, dinin şeriat kısmıdır. Günümüz Müslümanlarında dinin hizmet kanadında sorun yoktur. Her Müslüman, her cemaat bir şekilde hizmet faliyetlerini yürütüyor.

Kulluğun ikinci kanadı marifetullahdır ki Allah’ı (cc) bilmek, tanımak ve O’nunla (cc) rabıtalı olmak halidir. Bu da, Kitab’ı Mübin’in batını, dinin hakikatidir. Yani dostluktur. Günümüzde kulluğun, dostluk kanadı eksik ve problemli. Çünkü marifetullah, kitablardan tahsil edilemiyor. Ancak ve ancak bu konuda kendisinden daha ileri olan bir zata öğrenci olarak, irşad edilerek öğreniliyor. Bu her konuda böyledir. Tıpta da böyledir. Sosyolojide de  böyledir…. Dinde terakki etmek isteyen için de böyledir.

Hz. Musa’yı (as) Hz. Hızır’a (as) götüren sebeb, kendisinde olmayıp da Hızır’da (as) olan Allah’a (cc) ait bilgiyi öğrenmekti. ‘’Musa ona dedi ki: Sana öğretilmiş olanlardan bana isabetli bir ilim talim etmene karşılık sana tabi olabilir miyim? (Kehf/66)”

Allah (cc) indinde her kulun kıymet ve meziyeti başka başkadır. Bir kısmı hizmet ehli, diğer bir kısmı muhabbet ve velayet ehlidir.

Muhabbet ve velayet ehli, Allah’ı (cc) sevmek, O’nu bilmek ve O’nun esma, sıfat ve Zâtı’na ayna olmak için yaratılmıştır. İnsan aklı onların büyüklüklerini idrakten acizdir. Bununla beraber her insanda, hizmet ehli olanlarda da bu muhabbet sırrı mevcud ve marifet sırrı meknuzdur. Muhabbet ve marifet ehli de hizmet ehli içinde yetişir.

Malum olduğu üzere ilm-i billah tahsili farzdır. Aslı farz olan bir şeyin füru ve şartları da farzdır. İlm-i billah tahsilinin şartı ise bir insan-ı kamile gitmek, ona yetişmek, ona öğrenci olmak ve ona muhabbet etmektir. O halde insan-ı kamile ulaşmak da farzdır.

Kulluğun marifetullah kanadı ihmale gelmez. Ten kafesinde tutsak olan ruhu özgürleştirip asliyetine rücu ettirmek için nefsimizi aşk ve muhabbet ateşi ile yakıp nura dönüştürmeliyiz. ‘’O yemyeşil ağaçtan sizin için bir ateş çıkarandır. İşte bakın (ateşi) ondan alıyorsunuz. (Yasin/80)” Allah (cc) içimizde meknuz olan aşk ve muhabbet ateşini tutuşturmamız için insan-ı kamile gitmemiz gerektiğini bu ayet-i kerimede izah buyuruyor. Bu nefsi burada aşk ve muhabbet ateşi ile yakıp yok edemezsek orada cehennem ateşi ile yakacaklar. Başka da yol bilmiyorum.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2009 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort