JoomlaLock.com All4Share.net

Gülzâr-ı Hâcegân

Cuma, 09 Kasım 2012 20:12

KÂFİRLERİ DOST EDİNMEK

“Mü’minler mü’minleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesin... Kim bunu yaparsa (yani, baskı altında kalmaksızın kâfirleri veli edinirse) Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Onlardan gelecek bir zarardan korunmaya çalışmanız müstesna. Allah Kendi Zatı’ndan sakındırmaktadır. (Ki düşmanlarıyla dostluk ederek gazabına hedef olmayasınız) Zaten varış ancak Allah’adır.” (Ali İmran/28)

İslam dinine girerek Müslüman olmuş kişinin iki önemli görevi vardır: Emredilenleri yapmak ve nehyedilenlerden kaçınmak. En öncelikli vazifemiz; Allah Teâlâ’ya iman etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Sonra da O’nun Resûlü’nü tanımak ve sünnetine ittiba etmektir. Sünnete ittiba etmek; Efendimiz’in (sav) hakkına riayet ederek, O’nun beyan etmiş olduğu din ve dünya hakkındaki ahkamı tatbik etmekle mümkündür. Bu vazifeleri yerine getirmek için kâfir ve fâsıkları terketmek gerekir. Bunun da yolu iyileri seçmek ve sevmek, dine karşı olan her şeyi ve herkesi terketmektir.

Müslüman, din kardeşlerini bırakıp da kâfirleri kendine hükümdar, idareci, hakim, kumandan, mutasarrıf tayin edemez. Onlara samimi bir sevgi ile bağlanamaz. Bilakis Allah Teâlâ’nın dinini yaşamak için hayırlıları seçer ve sever.

İbni Kesir buyuruyor ki: “Allah’ın (cc) sevgisini iddia edip, itikadında, hâl ve hareketlerinde hatta sözlerinde Allah Resûlü’nün yolunda olmayanlar, şeriatına uymayanlar şüphesiz yalancıdırlar.”

“Üzerinde bizim emrimiz olmayan bir ameli işleyenin ameli merduttur.’’ (Hadis-i Şerif)

İmam Fahrüddin Razi, kâfirlerle dostluk üç kısımdır buyuruyor:

1. Kâfiri kendine dost edinmekle beraber onun küfrüne rıza göstermektir. Kesin olarak bu reddedilmiştir. Çünkü böylece kâfiri kendine hakim kılan, kâfirin dinini tasvip etmiştir ve kâfirin hükmüne razı olmuştur. Kâfirin küfrünü tasvip etmek ve ona rıza göstermek küfürdür.

2. Dünyevi işlerde onlarla zahirde güzel geçinmektir. Bu men edilmemiştir. Mü’min hiçbir zaman kâfiri kendine hakim ve amir edemez. Kalben onlarla dostluk edemez. Şayet canından ve malından korkarsa, kalbi imanla mutmain olduğu halde sadece zahirde hüsnü muaşerette bulunur. Bu da ancak onların hakim olduğu yerlerde bulunmak gibi sebeblere binaendir. Bu taktirde kalbdeki imana zarar vermemek şartıyla onlara zahirde muvafakat gösterebilir. Ama her halükarda amaç esaretten kurtulmak ve İslam ahkamını icra etmek, dini izzet ve istiklaline kavuşturmak olmalıdır.

3. Kâfirlerin dininin batıl olduğuna inanmakla birlikte sevgi, akrabalık, sebebiyle onların yardımlarını almak için onlarla dostluk kurmaktır. Bu küfür değildir lakin bu da men edilmiştir. Çünkü bu onların yollarını güzel görmeye ve dinlerine razı olmaya götürebilir. Böyle olursa bu da şüphesiz küfürdür.

Kâfirleri hakim tayin etmek, onları sevmek, onlarla dostluk kurmak, onları iş başına getirmek Allah ve Resûlü’nü sevmeye manidir.

Allah’ı (cc) sevmek için Allah (cc) düşmanlarının dostluğunu terketmek, hayırlıları ve dindarları sevmek ve tercih etmek, din ve dünya işlerinde yalnız Efendimiz’e (sav) uymak ve dini hakim kılmak için çalışmak, imanın kemal şartıdır.

“De ki: Allah’a ve O’nun Resûlü’ne (her hususta) boyun eğin. Eğer onlar yüz çevirirlerse şüphesiz Allah kâfirleri sevmez (Ali İmran/32).”

Allah Teâlâ’ya inanıp O’nu seven, mutlaka yolunda olan her şahsı, her lideri ve her hakimi sever; yolunda olmayanı da terk eder. Gerçek itaat budur. İmanın alameti de budur. Alametin olmaması ya imanın yokluğuna yahut da zayıflığına delalettir.

Allah Teâlâ’nın sevdiği şahsiyetleri sevmek farz olduğu gibi, sevmediği kimseleri de tanımak ve onları da terk etmek, hatta kalben de olsa onlara buğzetmek farzdır. Bu yüzden mü’minler Allah’ın (cc)-sıfat olarak- kimi sevip kimi sevmediğini bilmelidirler ki sevdiklerini sevsin, buğzettiği şahıs ve masiyetlerden nefret etsinler. Misal: Takvayı bilmek ve takva sahiplerini sevmek, zalimi tanımak ve zulmünden nefret etmek, fâsıkı bilmek ve fıskından nefret etmek gibi... Mü’min, imani konuları bilmekle mükellef olduğu gibi zalimi bilmek ve zulme buğz etmekle de mükelleftir. Şunu da unutmayalım, nefret saldırıyı gerektirmez, ancak kat’î delille ilme dayalı tebliği ve insani bir vazife olarak da hüsnü muaşereti gerektirir.

“Allah size imanı sevdirdi, onu kalbinizde ziynetlendirdi. Küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi (Hucurat/7).’’

Ayeti kerimede Allah (cc) imanı mü’mine sevdirdi buyruluyor. Öyleyse mü’min imanı sevdiği gibi mü’mini de sevmek zorundadır. Allah Teâlâ küfür, fısk ve isyandan nefret ettiği için, mü’min de kâfirden, fâsıktan ve âsîden nefret etmek mecburiyetindedir.

Sebeb her ne olursa olsun, küfür ehlini veli edinen ve onlara hoş görünmek ve onlar tarafından sevilip ve takdir edilmeyi bekleyenler şu hakikati unutmamalıdırlar:

Allah’ın (cc) dini, Allah’ın (cc) vaaz ettiği hakikatler, her şeyin üstündedir. Her iman eden o hakikatlerin memurudur. Kimse o hakikatlerden değerli değildir.

Yine unutulmamalıdır ki, Mekke döneminin ilk on yılında hiçbir fariza yok iken mü’minler, Allah’ı (cc), Resûlullah’ı (sav) ve birbirlerini severek, bu sevgilerinin gereği olarak da müşriklerden mutlak manada nefret ederek Allah’ı (cc) razı ettiler.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 KASIM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Cumartesi, 03 Kasım 2012 18:04

RABITAYI ŞERİFE

Rabıtanın sözlük manası; iki şeyi birbirine bağlayan ip, ilgi, sevgi, alaka, münasebet demektir.

Rabıtanın tasavvufta kullanılan manası ise şudur: Salikin, yakîne ulaşmış, müşahade makamına çıkmış, Allah’ın ahlakı ile tahalluk etmiş, bütün letaifleri ile ilahi zikre dalmış, huzur halinde olan mürşidi kâmilin suretini zihninde ve kalbinde muhafaza etmesi, ya da kendi suretini mürşidinin sureti olarak görmesinden ibarettir. Rabıta salike hakim olunca, her şeyde şeyhinin suretini görür. Tasavvufta buna “fena fi’ş-Şeyh (Şeyhte fani olmak) denir.”

Rabıta yolu zuhurat meydana gelmesinin en kese ve etkili yoludur. Sadece rabıtasız zikirle ve şeyhte fani olmaksızın Allah’a (cc) vasıl olmak mümkün değildir. Fakat, Allah’a vuslat için, sohbet adabına riayet edilerek yapılan rabıta yeterlidir.

Diğer bir manası ile rabıta, salikin kalbini mürşidinin kalbine bağlayıp oradan ilim, sevgi, feyiz ve nur almasıdır. İman, furkan, takva, ihlas ve aşkı elde etme ve koruma yolu budur.

Allah’ın (cc) yasaklamış olduğu şeyleri measi olarak tabir ederiz. Salikin kendini measilerden alıkoyabilmesi ancak muhasebe ile mümkündür. Salik kendini muhasebeye çekerek günahları terkedebilir. Bu esnada insî ve cinnî şeytanlar da salike saldırarak kalbe günah işleme arzu ve isteği verirler. İşte bu tuzaktan kurtulmanın en kese ve en etkili yolu rabıtadır.

Salik kendi kendine şöyle bir muhasebe yapar. “Allah Teâlâ beni görür, kalbimi bilir. Beni murakabe eder, ben zayıf bir kulum,  Allah’ın (cc) azametine karşı isyan edemem.” düşüncesi ile bir taraftan kendisinin acz ve fakriyetini itiraf eder. Diğer taraftan Yüce Yaratıcı’sının azamet ve kudretini göz önüne getirir. Salik bu muhasebenin sonunda şu imana sahip olur. “Mademki ben bir kulum, fakriyetim ve acziyetim nihayetsizdir. O halde vazifem; Yaratan’ıma karşı hizmet ve ibadettir.”
Eğer salik Cenâbı Hakk’a doğrudan doğruya bağlanamıyorsa “Ya Allah ile ol, eğer buna muktedir değil isen ehlullah ile ol.” hadisi şerifinin gereği olarak, rabıta yolu ile daimi olarak mürşidini yanında yahut üzerinde murakabe edici olarak düşünür. Zira kötü arzu ve hisleri veren nefsi, mürşid rabıtasından başka ıslah edecek çare yoktur. Salik günahı böyle bir muhasebenin zayıflığından ve rabıtanın olmayışından dolayı işler.

Kendini bu şekilde muhasebeye çeken salikin ihlası artar. İhlas kalbte temekkün ettikçe günahların terki kolaylaşır.

Salik bütün dikkatini sadık ve salih olan zâta hasrederek iradesini onun iradesine dercettiği zaman, nefsinin istek ve arzuları yok olur ve şeytan o salikten uzaklaşır. Bu sayede salik zorlanmadan ibadet ve taatını yapmaya muvaffak olur. Bunun için sadıklarla beraber olmak emredildi.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun (Tevbe/119).” Ayeti kerimede iman ve takvadan sonra, sadıklarla beraber olmak emredildi. Demek ki; iman ve takva sadıklarla beraber olmakla kemal bulacak.

İbn Arabi (ks); “Fiilen ve ahlaken özü ve sözü birleşene sadık denir.” buyuruyor.

Nifak ve riyadan tastamam kurtulmak için sadıklarla bereber olmak şarttır. Çünkü sadıklardaki doğru itikad ve istikametli amel, etrafında olanlara sirayet eder. Ebu Bekir Sıddık (ra), Ömerü’l-Faruk (ra), Osman Zinnureyn (ra), Ali Murteza (ra) ve Ashabı kiramın hemen hepsi sadık idiler. O yüzden Efendimiz (sav) Fırkay-ı Naciye’yi tarif buyururken. “Benim ve sizin yolunuz üzere olanlar kurtulmuştur.” buyurdu. Her biri yıldız olan ashabın yolunda olanlarla beraber olmak imanın gereğidir.

Sadıklarla beraber olmak iki şekilde olur. Birincisi cismani olarak meclislerine, sohbetlerine devam etmek, mal ve canla hizmetlerinde bulunmak, sabırla sebat ederek yanlarında olmaya gayret etmek, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak ve nasihatlarını kabul etmektir.

İkincisi, gıyablarında onları hayalde tutmak, fiilen onları taklid etmektir. Şüphesiz rabıtanın usulü budur.

Cismani alakadarlık ve rabıta usulü ile bağlanmak suretiyle, salikler edeb ve usulüne riayet ederlerse, sadıkta teslimiyeti, ihlası, takva ve tevekkülü, güzel ahlak ve istikameti, hülasa her kemalatı, teslim, ihlas ve sevgileri nisbetinde kesbederler.

“Yanında oturulacak iyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyan ile körük üfürenin misali gibidir. Misk taşıyan ya sana verir yahud satın alırsın yahud da o miskten güzel bir koku duyarsın. Körük üfüren ise, ya senin elbiseni yakar, ya da ondan pis bir koku duyarsın.” (Hadisi Şerif)

Yanında oturulacak kişi ile arkadaşlığın keyfiyeti de iki türlüdür. Birincisi; bedenen birinin yanında oturmaktır. İkincisi; ruhani olarak beraber olmaktır ki, bu rabıtanın ta kendisidir.

İşte böylece ahlaklı, mürüvvet sahibi, hayırsever, ehli takva, alim ve salih kimselerle, cismani veya ruhani beraberlik fazilet kazandıran bir durumdur.

Şu ilahi bir kanundur ki; insan olsun veya hayvan olsun, bir mecliste birbirinin yüzüne bakanların bakışlarından, bakan ile kendisine bakılan arasında bir münasebet kurulur. Bu ilişki sayesinde bakılanın hali, ahlakı bakana nüfuz eder. Bu hikmete mebnidir ki; dert ve tasaya müptela olmuş bir kimseye dikkatle bakıldığında, bakanda üzüntü ve keder oluşur. Aynı şekilde üzüntülü ve kederli bir insan, sevinçli ve neşeli bir insana baksa, o kimsenin üzüntü ve kederi neşe ve sevince döner. Buna atfen atalarımız; “Üzüm üzüme baka baka kararır.” dediler. Tasavvuf ehli de bu yüzden
rabıtaya çok önem verdiler ve kemalat bulmanın elzem yolu olarak kabul ettiler.

Salik bu ilahi kanunun gereği olarak; özü, sözü, fiil ve ahlakı bir olan salih ve takva sahibi kimsenin suretini hayalinde zaptedip hayali olarak o surete bakarsa, bakılanın sıdk, eminlik, marifet ve hatta ilimleri, kurulan münasebet nispetinde bakana sirayet eder. Bakan kötü his ve ahlakını , güzel his ve ahlaka dönüştürür. Atalarımız “Can çıkar, huy çıkmaz.” demişler. Eksik söylemişler, huy çıkmaz ancak bu şekilde güzele tebdil edilir.

Böyle anlaşıldığında rabıta, kalbi uyandırmak, onu zikre geçirmek ve insî ve cinnî şeytanların hücumlarından korunmak için bir usuldur. Rabıta, kalbe atılan vesvese oklarını engellemek ve kalbe atılan kötü düşünceleri defetmek için güzel bir tedbirdir.

Rabıta kalbi ibadete hazırlamak için kullanılan bir metoddur. Ayrıca Kur’an-ı Kerim ve sünenatı seniyyede emredilen tefekkürün bir çeşididir.

Gönlünü ve gündemini mürşidi ile doldurmayan salikin gönlü, kendini meşgul edecek bir sevgili bulur. Ancak bu sevgili onu Allah’a (cc) bağlamaz.

Hâce Hazretleri (ks) rabıta hakkında şöyle buyuruyor: “Rabıta sevgi ve imanın meyvesidir. İman, insanı Allah ile Efendimiz ile bağlantılandırır. Sünnete tabi olmak Kur’an’da Efendimiz’in (sav) zikredilen sıfatları ile bezenmekle olur. Sünnete tabi olarak Efendimiz’le rabıtalanırız. Rabıta sünnetin özünü bozmadan bize getirir. Mürşid O’nun (sav) resmi gibidir. O’nu hadis kitablarında okuyup tanıyamazsın. Buhari’nin zatında o canlılık var ama yazdığında o canlılık yok. Buhari’nin yazdığını okuyarak bir fosile ulaşırsın, O’nun (sav) aslına ulaşamazsın. Buhari’nin zatıyla irtibata geçersen O’nun (sav) Zatı’na ulaşabilirsin. İmanı, İslam’ı, muhabbeti, Resûlü tanıyışı, Müslümana bakışı hep rabıtayla bulabilirsin. Rabıtanın ışığında iman; İslam, Kur’an, risalet ve ahiret anlaşılır. İnsan-ı kâmil o ışığın kırıldığı, toplandığı son noktadır.

Allah’ın (cc) varlığına ve birliğine inanan bir kimse ancak Efendimiz’in (sav) vermiş olduğu ölçüler, hükümler, kaide ve edeblerle Allah’a ibadet etmelidir. Zira O’nun vermiş olduğu edebin dışında ibadet ve saygı hiçbir zaman kabul olmaz. Çünkü sünnetin dışındaki ibadet ve saygılar, ibadet değildir. Bu inkarı mümkün olmayan bir durumdur.


GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 EKİM SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Salı, 10 Temmuz 2012 03:22

SALİH AMEL

“Kim izzet (şan ve şeref) istiyorsa, o halde (bilsin ki), izzet tamamıyla Allah'ındır. Güzel söz O'na yükselir; salih amel de onu (güzel sözü) yükseltir.” (Fatır/10)

Amel bedenin, kalbin ve fikrin hareketidir. Amel şeriata muvafık olursa taat, muhalif olursa masiyyet olarak isimlendirilir.

Tasavvuf ehline göre ameller üç kısımdır. Şeriat/İslam ameli, tarikat/iman ameli, hakikat/ihsan ameli. Şeriat amelini Allah'a (cc) kulluk etmek; tarikat amelini O'nu kasd etmek (İbadeti Allah (cc) için yapmak); hakikat amelini ise O'nu müşahade etmek şeklinde izah etmişlerdir.

Putlar taştan yapılmış, ruhu olmayan, cansız varlıklardır. Ruhsuz ve cansız olmaları münasebetiyle bunlardan yardım dileyen, bunlara kutsallık addedip baştacı edenler, Allah (cc) tarafından yerilmiş ve inzar edilmişlerdir. Kabe-i Muazzama da taştan yapılmıştır. Ancak ibadetlerimizde bedenimizin kıblesi olup yüzümüzü oraya çevirmemiz emredilmiştir. Yine gücü yeten her kulun, ömründe en az bir defa Kabe-i Muazzama'yı ziyaret etmesi Allah'ın (cc) kulları üzerindeki hakkıdır. Kabe-i Muazzama'yı putlardan ayıran özelliği, Allah'ın (cc) oraya olan nispetidir. Yani orada ruh vardır, canlılık vardır. Bu yüzden orayı ziyaret eden her kul etkilenir, canlanır, kabiliyeti ölçüsünde o nisbetten hisse alır.

Amellerimiz de bunun gibidir. Ya putlar gibi ruhsuz, cansız birer suret şeklinde kalırlar, ya da Allah (cc) ile olan nisbetleri ölçüsünde ruh kazanırlar. Modern çağ Müslümanları olarak -istisnalar kaideyi bozmaz- amellerimiz ölü. Yani ruhsuz, salih amel değil. Çünkü, Rabbimiz; “Namaz kılın, namaz sizi fahşa ve münkerden korur.” buyuruyor. Biz ise namaz kılıyoruz ama mütemadiyen bu tür ahlaksızlıkların içinde bulunuyoruz. Ve hiç düşünmüyoruz ki: Bu sayılı nefeslerin, ahlak ve amellerimizin hesab ve kitabını hep vereceğiz. Sahibimiz elbette bu nefesleri, bu ömrü, bu sıhhati, bu bedeni neye ve nerelere sarf ettiğimizi bizden soracaktır. Yine Rabbimiz; “Oruç tutun ki takvaya eresiniz.” buyuruyor. Orucumuz bizde takva oluşturmuyor. Amellerimizdeki gayeyi, hakikatı kaybetmişiz. İş böyle olunca maksad hasıl olmuyor. İman ağacımız meyve (güzel ahlak) vermiyor.

Emir ve nehiylerden maksad güzel ahlakı elde etmektir. İman, ahlak ile direkt alakalıdır. Bu yüzden salih amel imanın muhafızıdır ve kemaline racidir, buyrulmuş. Ahlak sahibi olmayan Allah'a (cc) katiyyen layık olamaz. İşte amellerimizin meyve vermemesinin (ahlaka dönüşmemesinin) tek nedeni putlar gibi cansız ve ruhsuz olmasındandır.

Hace Hazretleri: “Salih amel, salih insanın yaptığı ameldir.”  buyurmuşlardı. Salih amel, salih kişiler tarafından icra edilir. Usta/çırak ilişkisi içinde bizler de salih insanlar tarafından eğitilerek amel edersek, inşaallah amellerimize ruh gelir ve Allah (cc) katında makbul olurlar. Her hâl u kârda kamil insanların gözetimi altında eğitilmeye muhtacız. Hem kötü yönlerimizi öğrenip onları terketmeye cehd etmeliyiz hem de iyi yönlerimizi yine insanı kamillerin eğitimi sayesinde kemale getirmeliyiz. Her hâl ve kârda insanı kamillerin eğitimine ihtiyacımız var. İmanımızın tekamülü ve bekası da buna bağlıdır.
“Acaba imanımız var, bu yeter.” mi diyoruz? Amelsiz, yalnız iman kafi gelse idi, Cenabı Hak bu kadar ameli salihatı işlememizi ve kendi ahlakı ile ahlaklanmamızı, zikri, tefekkürü ve muhabbeti ferman buyurmaz ve bizleri bunlara memur ve mükellef kılmazdı.

Yahya bin Muaz  Hazretleri: “Küfrün hasenatı giderdiği gibi, iman da seyyiatı gidermezse o imanın fazileti yoktur.” buyurmaktadır. Nitekim bizim imanımız da aynen böyledir. İmanımız var diyoruz fakat masiyetin ve ahlaksızlığın envai çeşidi bizde... Bu ahlaksızlıklar bizden hiç gitmiyor, ve belki de günden güne artıyor.

Bizim yaratılıp bu dünyaya gönderilişimizin asıl sebebi Rabbimize ibadettir, ubudiyettir. Yoksa O'na karşı isyan, icmalen bile sayamayacağımız nimetlerine karşı küfürde bulunmak için getirilmedik. Veyahut dünyada yiyip içip, nefs ü hevamıza göre yaşayıp hayvanlardan farksız şekilde kendisine dönmek için yaratılmadık.

Nitekim Allah (cc) “Ya sizi boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun/47) Eğer zannımız bu ise bu zan ve zehabımızda büyük bir yanılgı içindeyiz. Allah (cc) bizleri beyhude ve abes yere halk etmedi. Muhakkak ki O'na dönücüleriz ve buradaki amellerimizi ne için ve nasıl yaptığımızın, sayılı nefeslerimizi ne için ve nereye sarf ettiğimizin hesabını vereceğiz.
Rabbimiz “Bunu kati surette böyle bilin ve o günün hesabına şimdiden hazırlanın.'' buyuruyor.

Yine Haşr Suresi’nde Allah (cc) “Eğer bu Kur'an’ı biz dağlara inzal etseydik Allah korkusu ile o dağlar erir, mahvolur giderdi.” buyuruyor. Demek ki insan o kadar gafil, o kadar cahil ve cesur ki, dağı taşı eriten bunca emir ve nehiyler asla tesir etmiyor. Her ferd yine kendi heva ve hevesinde, kendi şehvet ve dünyası peşinde koşmakta. Sonra  Cenabı Hak bu ve emsali beyanların insanlar akıllarını başlarına alsınlar da salih amellere yönelsinler diye olduğunu beyan buyuruyor. Fakat bu İlahi emirleri, bizler ne işitiyor ve ne de ittiba ediyoruz. Dalalet yolundan hiçbir vaziyette ayrılmıyoruz.

Halbuki, bir hadisi şerifte: “Mümin odur ki hasenatla mesrur, seyyiatla mahzun olur.” diye buyurulmuş. Bu kadar kötülüklerimizden, bir gün olsun, biz niçin müteessir ve mahzun olmuyoruz? Acaba imanımızda bir noksanlık mı var? Amellerimiz imanımızı koruyamıyor. Neden? Şimdi biz Müslümanlar da kafirler gibi Allah’ın (cc) emirlerini işitip tutmazsak, nehiylerini işitip ictinap etmezsek, o zaman mevcut olduğunu söylediğimiz imanın ne manası kalır?

İbn Ataullah el-İskenderi Hazretleri: “Ameller bir takım cansız suretlerdir. Ruhları ise, içlerinde bulunan ihlas sırrıdır.” buyuruyor. Bu da insanı kamilden, sadırdan sadıra akışla olur. İman gibi, aşk gibi... Yoksa, modern çağ Müslümanları olarak imanımız da, ahlakımız da, ihlasımız da ortada... Kendimizi aldatmayalım. En ufak bir engelde hepsinden çok kolay vazgeçiyoruz. İmanımız da amellerimiz de canlı değil. Çünkü beslenme yok. İnsanı kamilden akış yok.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 AĞUSTOS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 08 Temmuz 2012 04:39

RIZK-I MANEVİ

“Ailene namazı emret, kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz. Aksine seni biz rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç takva iledir.” (Taha/132)

Allah (cc) rızk-ı surimize (maddi rızık) kefil olmuş, kendi üzerine almış, rızk-ı manevimizin temini için de bizzat bizleri memur kılmıştır.

Ne yazık! İnsanoğlu Allah (cc) tarafından garanti altına alınmış olan maddi rızkın teminine çalıştığı kadar, kendisinden istenen ve yapmaya memur kılındığı manevi rızkın peşine düşmüyor. Manevi rızkın kaybolmasından korkmuyor da, Allah (cc) tarafından güvence altına alınmış maddi rızkın kendisine gelmemesinden endişe ve korku duyuyor. Oysaki hiçbir canlı yoktur ki kendisi yaratılmadan önce rızkı yaratılmamış olsun. İnsan için de durum böyledir. Önce rızkı takdir ve taksim edilmiş. Sonra da kendisi yaratılmıştır. Kendisi için ezelde takdir ve taksim edilmiş olan bu rızkı Allah’tan (cc) başka verecek de yoktur, engelleyecek de yoktur.

İnsanın ezelde takdir edilen rızkın kendisine geleceği muhakkak iken, fakir olurum, halk arasında mahcub ve mahrum kalırım diye korkar da, manevi rızkımı bu dünyada temin edemezsem, Cenâbı Hak’dan uzak düşerim, O’nun vuslat ve kurbetinden mahrum olurum, rızasını kazanamam, diye korkmaz. Ya da içinde bulunduğumuz hali, Rahmeti İlahiye’den değil de kendimizden bilmek suretiyle nefs bizi mağrur ediyor, aldatıyor ve bu yüzden bizi Allah’ın (cc) rızasına götürecek esbaba tevessülden uzak duruyoruz.

Nasıl ki maddi rızkımız sufli olan bedenimizi, sufli olan dünyada ayakta tutuyor ve hayatın idamesine vesile oluyorsa, manevi rızkımız da batınımızı (kalb, ruh, sır) ölümden ve ebedi helaktan kurtarıyor. En büyük hüsran bedenlerin değil, sinelerdeki kalplerin ölmesidir. Gerçek başarı ve saadet de batınımızı hayy tutmaktır.

En ebleh insan dahi bilir ki, maddi rızkın temini için esbaba yönelmek kaçınılmazdır. Misal, temel besin kaynağımız olan ekmeğin soframıza gelmesi için birçok işlemden ve aşamadan geçmesi gerekiyor. (Buğdayın ekilmesi, yeşerip büyümesi için uygun toprak, su ve iklim şartların gerekliliği, biçilip sap-samanın ayrıştırılması, öğütülmesi, pişirilmesi…) Bu aşamalar için gerekli çalışmayı yapmazsak ekmeği soframıza getiremeyiz.

Kalb, ruh ve sırrımızın hayy olmaları da manevi rızık ile merzuk olmalarına bağlıdır. Manevi rızkın esbabı ise bu sufli bedenden O Ulvi’ye bir şeyler göndermekle olur. O şeyler ise ibadetler, zikir ve fikrin yanı sıra, daha öncelikli olarak bir mürşid-i kamile tam bir teslimiyet ve muhabbet ile bağlanmak, ona sözde, halde ve fiilde ittiba etmekle mümkündür. Say u gayretsiz bir şey olmak ihtimali yoktur. Zira “Tevfik saye bağlıdır.” buyurulmuş.

Efendimiz (sav); “Her şeyin madeni vardır. Takvanın madeni de ariflerin kalbidir.” buyurmuş.

“Bir de azıklanın, muhakkak azığın en hayırlısı takvadır. Ey kamil akıl sahipleri! Allah’dan korkun.” (Bakara/197)

Demek bize en ziyade lazım olan şey takvadır. Takvanın hakikati arifin kalbidir. Muttaki tanınmadan, bilinmeden takvanın hakikatinden bahsetmek abes ile iştigal etmektir. Hayatında hiç elma yemeyen birine elmanın tadı ne kadar anlatılır ve anlatılan ne kadar anlaşılır ise muttaki görmeyen, muttaki ile bir alışverişi olmayan da takvayı o kadar anlar.

Takvanın birçok mertebeleri vardır. Kaalde, fiilde, ahlakta, ahvalde, zahirde ve batında Allah’tan (cc) korkmak lazımdır ki takvanın hakikatine vasıl olunabilsin.

Takvanın hakikati Allah’ın (cc) gayrısından tamamen ve mutlak kesilmektir, diye tarif edilmiş.  Takvanın şeriattaki manası ise dünya ve ahirette zarar verecek şeylerden kaçınmaktır. Bunun muhtevası geniştir. En aşağı seviyesi şirkten sakınmaktır. En yükseği ise yapmak veya terk etmek suretiyle ceza gerektiren şeylerden nefsi korumaktır. Hakikat ehline göre ise takva, sırrı Hakk’tan alıkoyan şeylerden arındırmak ve bütün varlığı ile kendini Hak Teâlâ’ya vermektir.

Salih ameller, zikir ve fikir Allah’tan (cc) korkmak ve sakınmanın ilk basamağıdır. Sıdk ve ihlas, aşk ve muhabbet ulaşılmak istenen nihai hedeflerdir, yani ittikanın son mertebeleridir.
Hülasa maddi rızkımız ezelden takdir ve taksim edilmiş, bizlere gelmesi muhakkak olup, himmetimizi bu yönde kullanmamamız emredilmiştir. Manevi rızkımızın teminine Allah (cc) bizi memur tayin etmiş, ve himmetimizi ibadet ve taatleri yapmak ve yasakları terk etmek yönünde kullanmamızı emretmiştir.

Kim garanti altına alınmış olanla uğraşıp, kendisinden istenileni yerine getirmezse, çok büyük cahillik etmiş ve derin bir gaflete düşmüş olur. Doğru olan kulun himmet ve gayretini, garanti edilmiş ve kendisine gelmesi kesin olana değil, kendisinden istenilene sarf etmesidir.

Kudretiyle bizleri yaratan Allah (cc) her an lütuf ve ihsanlarını da sunmaktadır. Allah’dan (cc) başka yaratıcı olmadığı gibi Allah’dan (cc) başka Rezzak da yoktur. Allah (cc) yaratır da sonra o yarattığını başkalarının insafına bırakır mı? Bizler Allah’ı (cc) unutsak, isyan ve günahlara dalsak da, O (cc)  bizleri asla unutmuyor. Günah ve isyanlarımıza rağmen rızkı bize ulaşmaya devam ediyor.

Kafirlere dahi rızıklarını veren Allah (cc) nasıl olurda mümin kullarına vermez?

Dünya hayatı rahat yeri değildir. Müminin zindanıdır. Beden de ruhun zindanıdır. Bu zindanlardan kurtulmak asli vatanımıza yönelmek lazımdır.

İnsan burada neyi severse, ne ile meşgul olursa, mabudu odur. Ahirette de onunla beraber haşrolur ve onunla olur.

Nimet ona derler ki insanı Mün’im’den mahrum etmeye. Bu nimet ister maddi olsun, isterse manevi olsun. Şayet bu nimetler insanı Münim’den perdeler ve isyana sevk ederse, bu nimet değil nikbettir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Pazar, 24 Haziran 2012 02:06

TEVBE ETMEK

Ey müminler! Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz. (Nur: 31)
Şunu iyi bilin ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever. (Bakara: 222)

Ayıpları örten ve gaybı bilen Allah’a (cc) dönüş yapmak sureti ile günahlardan tevbe etmek, salikler için seyr-u sulûkün başlangıcı ve ilk kapısıdır.

Hata yapmamak Allah’ın (cc) dergâhına yakın bulunanlara (meleklere) mahsustur. Telafi etmeksizin sadece şerre yönelmek de şeytanların tabiatıdır. Şerre girdikten sonra hayra dönmek âdemoğulları için elzem bir harekettir. Yani yaptığı kötülükten hayra dönmekle, şerrin telafisine çalışan insandır.

İnsanı şerden iki ateşten biri kurtarır: Ya pişmanlık ateşi ya da cehennem ateşi! Bu bakımdan insan cevherini, şeytanın pisliklerinden kurtarmak için ateşte yakmak zaruridir.

İşte burada (dünyada) iki ateşin en kolayını seçmek, iki şerrin en hafifini tercih etmek olanağına sahibiz. Ahirette seçme olanağımız yok. Ya burada pişmanlık ateşi ya da orada cehennem ateşi… Temizlenmenin başka yolu yok.

Tevbe; fiil, hal ve ilim terkipli üç şeyden gelişen ve birleşen bir mânâdan ibarettir. Bu terkipteki birinci madde ilimdir, ikincisi haldir, üçüncüsü fiildir.

İlim emredilenlerdeki hayrı, faydayı, güzelliği, olgunluğu ve yasaklardaki kötülüğü, zararı ve noksanlığı kavramaktır. Yani günahların kula büyük zararlar verdiğini ve sevdiği ile arasına perde olduğunu idrak etmektir.

İnsan bunu kesin bir şekilde bildiği ve kalbine gelen bir yakîn ile buna vâkıf olduğu zaman, sevdiğinden perdelenip uzaklaştığı için kalbinde bir elem meydana gelir. Eğer sevdiğinden perdelenip uzaklaşma fiili gerçekleşirse esef ve üzüntüye dalar. İşte sevdiği şeyi elinden çıkartan fiilinden duyduğu eleme nedamet (pişmanlık) adı verilir. Bu pişmanlık kalbi kapladığı zaman kalpte hal, mazi ve istikbal ile alakası olan bir durum meydana gelir.

Bu durumun hâlihazır ile olan alakası günahın terk edilmesidir. İstikbal ile olan alakası, kendisini sevdiğinden perdeleyen günahı terk etmeye ömrünün sonuna kadar azimli olmasıdır. Mazi ile olan alakası ise, gücü yettiğince elden kaçan fırsatları telafi edip kaza etmesidir.

Bu bakımdan ilim, bütün bunların başı ve hayırların doğuş merkezidir. Buradaki ilimden gaye iman ve yakîndir. İman; günahların helak edici zehirler olduğunu tasdik etmekten ibarettir. Yakîn; bu tasdiki te’kid ve takviye etmekten, şüpheyi imandan uzaklaştırmak ve kalbe hâkim kılmaktan ibarettir. Zira ahiretteki saadetin bir sebebi vardır. O da ibadet ve itaattir. Şekavetin de bir sebebi vardır. O da günah ve isyandır.

Kul tevbe ile Allah’a inabe ederse günah ve isyanlardan korunması mümkün olur. İnabenin birinci basamağı Allah’tan (cc) korkmaktır. Mümin günahının zulmetinden dolayı Allah’tan (cc) korkar. Hepimiz Allah’tan (cc) korkuyoruz, Allah’tan (cc) korkmayan mı var? diye düşünülebilir. Evet! Fısk u fücur içinde yaşayanlar bile dönem dönem işledikleri masiyetlerden dolayı hüzünlenirler. Geçmiş vakitlerini zayi ettiklerinden dolayı mahzun oldukları halde kaybettiklerini telafi etmeye yönelmeyerek, yine nefislerinin ve tabiatlarının gereği gibi hareket ederler. Allah’a (cc) inabe ederek ahlaklarını değiştirmek için gerekli ilk adım olan ariflerin sohbetlerine, meclislerine gitmezler. İşte bunların, hüzün ve esefleri yalandır. Büyüklerimiz: “Sen bir âdem görsen ki, Allahu Teâlâ’dan uzak düştüğü ve perdelendiği için ağlıyor, ancak günah ve isyanını terk edip salih amel işleme yoluna gitmiyorsa, o âdem hüzün ve ağlamasında şüphesiz yalancıdır.” buyuruyorlar. Gelin biraz insaf edelim. Yaşantımız hiç de Allah’tan korkanların yaşantısı değil.

Kul kendi acziyetini ve bu acziyeti ile beraber cesaretini, bunun yanı sıra Allah Teâlâ’nın azametini, her şeyi görüp kemaliyle işittiğini bilir ve kalbine yerleştirirse, kalbi onun günah işlemesine itaat etmez.

İnabenin ikinci basamağı Allah’tan (cc) hayâ etmektir. Kul Allah (cc) benimle beraberdir diye inandı mı, azametinden utanır. Rabbim beni görür, kalbimi bilir, hareketimi murakabe eder demekle Allah’a (cc) karşı mahcub olur. Allah Teâlâ’nın kulu ile beraberliği iki türlüdür. Birincisi umumi beraberliğidir. Ki bu Allah’ın (cc) her şeyi bilmesi ve hiçbir şeyin O’na gizli kalmamasıdır. İkincisi özel beraberliğidir. “Şüphe yok ki Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara: 153) ayeti celîlesinin örneğinde olduğu gibi Allah’ın (cc) sabredenlerle, iyilik yapanlarla, takva sahipleri ile… olan beraberliği.

Eski günahlardan pişman olmak, hâlihazırda Allah’tan korkmak ve hayâ etmek, tevbede muvaffak olmanın şartıdır.

Ariflerin sohbeti ve nazarları Allah (cc) korkusu ve Allah’tan (cc) hayâ etmeyi kalbe celbeder. Bir başka ifade ile Allah (cc) erleri, kullara Allah’ı (cc) sevdirir. Kul da kendisinde gelişen bu sevgiyi korumak için Allah’tan (cc) korkmaya ve hayâ etmeye başlar. Sevgi çoğaldıkça, sevginin muhafızı olan korku ve hayâ da artar.

Allah Teâlâ’nın sevgisini ehlinden tahsil edip kalbine yerleştiren kul, O’nun sevgisinden dolayı günah ve isyanı terk eder. Zira seven bir kimse sevdiğine itaat eder. Terkin en üstünü de bu şekilde olandır. Allah’ı (cc) sevdiğinden dolayı günahı terk edip O’na itaat eden ile Allah’ın (cc) azabından korktuğundan dolayı günahı terk edip O’na itaat eden arasında, çok azim bir fark vardır.

Allah Teâlâ’nın muhabbetini gönle yerleştirmenin yolu, insanı kâmilleri sevmek ve sohbetlerinde bulunmakla mümkündür. Çünkü ehli kemalin vazifesi Allah’ı (cc) kullara, kulları Allah’a (cc) sevdirmektir.

Günah ve isyanı terk edip tevbe etmeye yönelmeye vesile olan durumlardan biri de Allah’ın (cc) nimetini ve ihsanını düşünmektir. Zira şerefli bir insan kendine iyilik edene kötülükte bulunmaz: “İyiliğin karşılığı yalnız iyilik değil midir?” (Rahman:60) Buna göre Cenâbı Hakk’ın ihsanını ve nimetini düşünerek O’na karşı günah işlemekten hayâ edilmelidir. Allah’ın (cc) ihsanı ve nimetleri üzerimize yağarken, günah ve isyanımızın O’na yükselmesi ne kadar da çirkin bir durumdur. “Allah öyle bir Allah’tır ki; gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli mahsuller ve meyveler çıkardı. Emir ve izni ile denizde yüzüp gitmeleri için gemileri emrinize ram etti. Akarsuları da size (faydalanasınız diye) musahhar kıldı. Sürekli olarak yörüngelerinde hareket eden ayı ve güneşi, geceyi ve gündüzü sizin emrinize verdi. O kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Eğer Allahu Teâlâ’nın nimetlerini birer birer saymak isterseniz, (ne mümkün?) siz nimetleri icmal suretiyle bile sayamazsınız. Hakikat insan elbet pek büyük bir zalim ve çok büyük bir nankördür.” (İbrahim.32-34)

Gelin zalim ve nankörlüğümüzü bırakıp “Ve enîbu ilallah/Allah’a inabe edin, Allah’a gelin.” emri şerifi gereği Allah’a inabe edelim. Yok, eğer bunu gücümüz yetmiyor ve muvaffak olamıyorsak: “Men enabe ileyye/Her kim bana inabe etmişse sende ona uy.” Emri şerifi gereği Allah’a inabe etmiş olan kâmillere uyalım, onlarla beraber olmaya çalışalım.

Rabbim bizi tevbede muvaffak eylesin ve bizleri Kendisine inabe edenlere tâbi olmaktan geri bırakmasın.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort