JoomlaLock.com All4Share.net

KALB-İ SELİM EHL-İ HUZURDA BULUNUR

Bu ayki mevzuumuz “huzur”u yazarken geçen sayılarda işlediğimiz konulara göre daha da zorlanacağımızın farkındayız. Şimdiye kadar işlediğimiz bütün yazıların muhakkak zahire dönük bir tarafı vardı. Namaz, ümmet bilinci, zikir vs. bunların hepsiyle görüntü itibariyle de olsa bir teşri-i mesaimiz var elhamdülillah. Ancak huzur, kalb amelidir ve şahsımızın bu mes’elelerde kalem oynatması terk-i edeb ve haddi aşmak olacaktır bundan eminiz. Lakin büyüklerimiz; “El-emrü fevka’l edeb-Emir edebden üstündür.” buyurmuşlar.  Bizde onların buyruklarına sığınarak yine onlardan işittiğimiz hakikatleri toparlamaya gayret edeceğiz.

Huzur kelimesini ilk duyduğumuzda bizde iki yönlü bir çağrışım yaptı. İlki kelimenin lügat mânâsıyla, ikincisi ıstılâhî anlamı ile ilgili. Büyüklerimizin ikinci mânâyı işaret ettiklerini düşünüyoruz ancak onu işleyebilmek için önce lügat mânâsının üzerinde durulmasının gerekliliğine inanıyoruz. Rabbim muvaffak buyursun inşaallah…

Şuurlu bir Müslüman olarak bilmemiz gerekir ki bizler nerede olursak olalım her an Hâzır ve Nâzır olan Allahımız’ın huzurunda ve “Er-Rakîb”in murakabesi altındayız. Rabbimiz’in “basar” sıfatıyla ifade edilen görmesini anlatırken büyüklerimiz; “Allah, kapkara bir gecede simsiyah taşın üzerindeki kara karıncayı görür.” buyurmuşlardır. Bu mes’e-lenin zâhir boyutu. Bir de bâtını ve Cenâbı Hakk’ın ilm-i ezeliyyesi ile bilmesi var ki, işte O Hazret’in (cc) huzurunda bulunmak, bunların hepsini bir araya getirdikten sonra ne kadar fazlasını düşünürsek düşünelim eksik olacak şekilde yakından takip edilmektir aslında. Takipten ziyade ilgi tabiri daha yerinde olur herhâlde. Çünkü Allah insanı “En güzel kıvamda…” (et-Tin: 95/4) ve eşrefi mahlûkat olarak yaratmıştır. Onu halife olmak gibi ulvi bir vazife ile dünyaya göndermiştir. “Onun çamurunu elleriyle yoğurmuştur.” (Taberî, Tefsir, III, 306) Sonra da onu “İlâhî bir nefha” (es-Sâd: 38/72) ile desteklemiştir. O yüzden insana olan ilgi ve alakası diğer mahlûkata nispetle ziyadedir. İşte insanın başına menfî mânâda ne geliyorsa bu hakikatleri unutmasından geliyor. Gerçi “Hafıza-i beşer nisyân ile mâlüldür.” buyrulmuş fakat bilinmesi ve dimağlara kazınması gereken bir hakikat de şudur ki; “Kalb-i insan tecelligâh-i Sübhândır.” Kalb; beyt-i mâmûr, arşü’r-Rahman ve hâne-i İlâhî’dir. Bizler maalesef bunları da unuttuk. Unuttuğumuz için de her şeyi yapıp ederek huzurumuzu kaçırdık. Parayla, mal mülkle, şan ve şöhretle huzuru yakalayacağımız hülyâsı içinde bir o yana bir bu yana savrulup durduk. Hâlbuki Allah; “O gün ki, ne mal ne de evlat fayda verir. Ancak Allah’a kalb-i selim ile gelenler müstesnâ. O gün cennet takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlar için ortaya çıkarılır.” (Şuarâ 26/88-91) buyuruyor. Bu kalbi selim nedir, nasıl elde edilir, düşünecek vaktimiz dahi olmadı. Şair ne güzel söylemiş;
Sanma ey hâce kim senden sîm ü zer isterler,
“Yevme lâ yenfe’û” da kalbî selim isterler

(Ey hoca, ey insan! Sanma ki kimsenin kimseye faidesinin olmayacağı o günde senden altın ve gümüş isterler. O gün istenen yegâne şey selim bir kalbtir.)

Selim bir kalb huzurda olduğu bilinciyle huzuru yakalamış/yakalama gayretinde olan kalbtir. Çünkü bu şuur o kimseyi; “O (cc), haddi aşanları sevmez.” (A’râf 7/55) fehvası mucibince haddi aşmaktan uzak tutmuş, o, Allah’ın sevdiği her ne varsa gücünün yettiğince onu îfâya gayret etmiştir. Bu gayreti karşısında Rabbi’nin lütfu ve zenginliğinden fazlasıyla hisseyâb olup bilmediklerine de vâris kılınmıştır.

Bu îfâ gayreti ve gayretin neticesindeki Cenâbı Hakk’ın tevfîk ve nusreti ile terakkî eden insanın Rabbimiz’in hadiselerdeki dahlini görmesi ve olan biten her şeyin, “O’nun yaratması” (Furkân 25/2) ve “Ol demesi ile olduğunu” (Yâsîn 36/82) bilmesi ziyadeleşir. Bu bilgi Hâlık-i Zü’l-Celâlimiz’in lütfu ile de zaman içinde ilme’l-yakîn’den ayne’l-yakîn’e, ayne’l-yakîn’den hakka’l yakîne inkılâb eder ve sahibini mâmur eder biiznillâh. Mâmur olmuş kimsenin kalb âyinesi parlar ve gördüğü her şeyin Cenâbı Hakk’ın kudret eliyle olageldiğini müşahede eder. Şair Nigâhî bu hususu ifade sadedinde;

Remz-i Hakk’ı fehm idenler dide-i bînâ imiş
Ehl-i diller maneviyyatı mazhar-i Mevlâ imiş
Mü’minin kalbinde mir’at Kâbe-i ulyâ imiş
Rehberi irfân-i aşkın mazhar-i Mevlâ imiş

(Hakk’ın hadiselerdeki işaretlerini ancak hakikatleri gören bir göz görür ve anlar. Cenâbı Hak bu gözü de gönül ehline, Allah’ın lütfuna uğramış kimselere verir. Böyle büyük bir lütfa mazhar olan mü’minin de kalbi pek büyük bir Kâbe’dir. Çünkü artık o gönül, Allah’ın tecellilerine zemin olan bir hâne olmuştur. O gönlün sahibi de aşkın ve irfanın rehberi hâline gelmiştir.)

Böyle bir kul da hadisenin ikinci vechesi olan ıstılâhî mânâ açısından muhatab alınır kanaatindeyiz. Burada “huzur” kavramının “huzurda bulunmak” olarak değil de “sekînet ve farkındalıktan kaynaklanan saadet” ifadeleri ile mânâlandırılabileceğini düşünüyoruz. Bu sekînet ve farkındalıkla yaşamı Hâcegân silsilesinin büyük pîrlerinden Hâce Abdulhâlık Gücdüvânî Hazretleri’nin (ks) yolumuza ait sekiz esasından birisi olan Halvet-Der-Encümen ilkesi çok iyi ifade ediyor. Yani zâhiri halk ile beraber olan ve dünyevi sebepler dairesine göre hareket eden ârif, bâtınında Hak ile beraberliğinin ve Fâil-i mutlak olan Cenâbı Hakk’ın iradesi altında bulunmanın huzuru ile sükûnete erer ve tam bir teslimiyyetle O’na (cc) teslim olur. İşte bu teslimiyyet, yani sebepler dairesi içerisinde ne olursa olsun neticede Allah’ın dediğinin olacak olmasından duyduğu memnuniyet onun gerek ibtilâ, gerekse de sürûr hâlinde yüzünü Yaradanı’ndan çevirmemesi demektir.

Sekînet denince akla gelen manzara, dışarıda fırtınaların kolgezip ortalığı birbirine kattığı bir vakitte bu hengamenin asla tesir edemeyeceği bir yerde bulunmak gibidir. Büyük velilerin tevekküllerinin kemâlinden tedbirin terki ile ilgili söyledikleri ifadeler de bu meyanda anlaşılabilir herhalde. Yani sadece perdenin önünde bulunan ve buna göre hareket etme zorunluluğu bulunan bizlerle perdenin ardına –Allah’ın kendilerine lütfettiği nimetlerle- vakıf olabilen büyüklerimizin hadiseler karşısında aldığı tavır illâ ki farklı olacaktır. Nitekim “Bilenlerle bilmeyenlerin müsâvî olamayacağı” (Zümer 39/9) Kur’ân-ı Kerim’de bildirilmiştir.

Hallâc-ı Mansur’un “Ene’l-Hak” ifadesinden sonra başına gelenler malum. Hâce Hazretleri (ksa) bu konu ile ilgili şöyle buyurmuşlardı; “Hallâc bir yerde Hakk’ın işine karıştı. Cenâbı Hak da ona derisi yüzülmeden onu affetmeyeceğini bildirdi. Dostundan da vazgeçmeyen Rabbü’l-Âlemin, ona rahmânî bir cezbe verdi ve Hallâc, o malum ifadeyi söyledi. Halk da bunu yanlış anlayıp galeyana geldi ve onu tekfir etti. En sonunda derisi yüzülerek ölüme mahkûm olması için karar verildi. Bunu duyan Hallâc-ı Mansur (ks) âdeta af ile müjdelendiğinden çocuklar gibi şen ve “huzur”lu olarak ruhunu teslim etti.” Mevlânâ Hazretleri’nin (ks) vefat gecesini “şeb-i arûs-düğün gecesi” olarak ifade etmesi de aynı mânâya işarettir. Yani şöyle söylenebilir, ölüm gibi dar bir geçidi, en zor anı bile huzur ve rıza ile karşılıyorlarsa yaşantıdaki sıkıntılar elbette ki bu teslimiyyetle âdeta tebessümle ağırlanır. Onları mahzun edecek yegâne şey Mahbûb-i Hakikî olan Mevlâları’nı ve O’nun (cc) has odasında meskûn bulunan dostlarını yapacakları yanlış bir işle rahatsız edip üzmek olacaktır. Bütün endişeleri budur.

Cenâbı Hak hem Kitabı’ndan hem de Efendimiz’in dilinden razı olduğu ve olmadığı amelleri bildirmiş, helal ve haram dairesinin hudutlarını çizmiştir. Allah’ın hoşuna gidecek işleri artı, hoşlanmadığı amelleri de eksi olarak ifade edersek kul olarak üzerimize düşen şey son nefesimize geldiğimizde artılarımızın eksilerimizden fazla olması için gayret etmek olacaktır. Ancak bu ebedî ve sermedi saadet için yeterli değildir. Çünkü Allah’ın huzuruna götürdüğümüz karnenin artıları hakikaten artı yahut da eksileri hakikaten eksi mi olacak ya da tam tersine tebdil mi olacak bunu bilemiyoruz. Çünkü “Artıların eksilere katılıp onlardan sayılarak müflis durumuna düşüldüğü” (Müslim, Birr 59. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyamet 2); hadisi şerifi ve “Seyyiatın da hasenata tebdil olduğuna” (Furkân 25/70) dair ayeti kerime mevcut. Bunun için diyoruz ki artılarımız yahut eksilerimiz hakkında son söz Rabbimiz’in. Efendimiz’in “Kendisinin dahi bu hususta Allah’ın merhametine muhtaç olduğunu belirten hadisi” (Buhari, Merdâ 19) de bu hakikati ifade etmektedir. Aynı paralelde Hâce Hazretleri’nin (ksa) şu ifadesine de yer vermek istiyoruz; “Bütün amellerinizi üst üste koyun ve sıfır ile çarpın. Şu halde azlık ya da çokluk o kadar da mühim değil, netice sıfır. Bundan sonra Allah dilerse bizi azîz eder, dilerse zelil eder.”

Bu hakikati anlayan kulun teslimiyyet içerisinde, amellerin nefsi hayırla meşgul etmek mânâsına geldiği bilinciyle ivazsız ve garazsız Rabbi’ne yönelmesine, bu dünyada gulâm-i Muhammed olmayı kâinâta hükümrân olmaya tercih etmesine ve bunu zerre kadar da olsa bir endişe duymadan yapmasına “huzur”, bunda muvaffak olana da “ehl-i huzur” denir diye düşünüyoruz. Çünkü en doğrusunu Allah bilir.

Cenâbı Hak, cümlemize ehl-i huzurun hizmetinde bulunmayı ve onların huzurla dolu hayatlarından dünya ve ukbâda dûr olmamayı nasib eylesin.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 OCAK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort