JoomlaLock.com All4Share.net

RESÛLULLAH’IN HAYATINDA PLANLAMA VE TEVEKKÜL

Belki bazı kimseler, yarınlar için plan, proje yapmanın, Allah'a ve kaza-kadere imana ters düştüğü anlayışıyla, bırakınız planlamayı teşvik etmeyi, dini hayatta planlamaya asla yer olmadığını savunarak bu düşünceyi tamamen zihinlerinden çıkarırlar. Ne var ki gerçek durum bundan farklıdır. Zira Kur'an ve Sünnet'i iyice tetkik eden kimse, görecektir ki Kur'an ve Sünnet, hazırlıksız olmayı, rastgele hareket etmeyi, işlerin plansız, prensipsiz ve intizamsız olarak kendi haline bırakılmasını reddetmektedir. Hz. Peygamber'in bildirdiğine göre Allah'a tevekkül etmek, sebeplere sarılmamak ve Allah'ın mahlukâtı için koymuş olduğu sünnetullahın önemsenmemesi demek değildir. Neredeyse her Müslüman, Hz. Peygamber'e gelip de devesini mescidin önünde bırakıp sonra Resûlullah’a şöyle bağıran bedevinin hikâyesini bilmektedir:

“Ey Allah'ın Resûlü! Devemi bağlayıp da mı, yoksa serbest bırakarak mı Allah'a tevekkül edeyim?” Buna Resûlullah'ın (sav) cevabı İse, “Deveni bağla, sonra Allah 'a tevekkül et” olmuştur. (Feyzu’l-Kadir, II,7,Hadis no:1191)

İmam Taberî, sebeplere sarılmanın tevekkülün kemâle ermesine (olumsuz) etki edeceğini iddia edenlerin bu anlayışlarını reddederek şöyle demiştir: “Gerçek olan şu ki, Allah'a güvenen ve Allah'ın takdirinin mutlaka vaki olacağına tam bir itimat içerisinde olan kimsenin sebeplere sarılması, onun tevekkülüne zarar vermez. Zira Resûlullah'ın (sav) sünnetine uymanın icabı budur. Çünkü Hz. Peygamber zırhını giyinmiş, miğfer takmış, okçuları (Uhud'daki) vadinin baş tarafına yerleştirmiş, Medine'nin etrafına hendek kazmış, Habeşistan'a ve Medine'ye hicrete izin vermiş ve kendisi de Medine'ye hicret etmiştir. Yine Resûlullah (sav) yeme-içme gibi sebeplere de tevessül etmiş, ailesi için azık biriktirmiştir. Hiçbir surette bu azığın gökten kendisine inmesini beklememiştir. Hâlbuki böyle bir şey olacak olsaydı, insanlar içerisinde bunun olmasına en layık kimse Resûlullah olurdu.

Hz. Peygamber'in sîretini okuyan kimse, Onun (sav) Allah'a en güzel şekilde tevekkül ettiği halde her iş için hazırlık yaptığını, o işin sebeplerine tevessül edip onun için hazırlandığını, bütün ihtimalleri göz önüne alarak tedbir aldığını fakat her zaman ihtiyat paylarını da bıraktığını görecektir. Öyle ki, Kureyş'in ashap üzerindeki baskı ve işkenceleri artınca onlara Habeşistan'a hicret etmelerini emretmiş; ancak bu sanıldığı üzere, okun yaydan fırlaması gibi birden bire olmamıştır. Bilakis o vakitte Habeşistan'ın coğrafî, siyasî ve dini durumu göz önünde tutularak verilmiş oldukça stratejik bir karardır. Yoksa Arabistan ile aynı (siyasî) şartlardaki bir yere hicret etmeyi ashaba emretmek, hiç de kolay bir iş olmazdı. Çünkü Kureyş, dini, kültürel ve edebî nüfuzuyla onlara kolayca ulaşabilirdi.

Aynı şekilde bu ilk Habeşistan muhacirlerinin, İran ve Roma imparatorluklarının hükmü altındaki bir beldeye de gitmeleri akıllıca olmazdı. Zira bu imparatorluklar, yeni ortaya çıkan din ve mesajları kabul etmeye yanaşmayan zorbalar tarafından yönetilmekteydi. Hint Alt Kıtası ve Çin gibi Arap Yarımadası'ndan uzak bölgelere gitmeleri de planlı ve hikmetli olmazdı. Zira böyle bir durumda onlardan haber alınamaz ve hicret, onların kaybolup gitmelerine sebep olabilirdi.

Şu halde Habeşistan, coğrafî olarak böyle bir hicret için en münasip yer durumundaydı. Zira bu bölge, Arabistan'a ne çok uzak ne de çok yakındı ve Arap Yarımadası ile arasında deniz bulunmaktaydı. Ayrıca dini olarak da, hicret etmeye en uygun yerdi. Çünkü halkı, Ehl-i kitap'tan sayılan Hıristiyanlardan oluşmaktaydı ve Müslümanlara sevgi besleme konusunda en yakın dini grup olarak addediliyorlardı. Yine siyasî bakımdan da Habeşistan'da, hicrete münasip bir ortam bulunuyordu. Zira insaf ve adaleti ile ün salmış bir hükümdar (Necâşî) tarafından yönetilmekteydi. Bu sebepledir ki, Resûlullah (sav) oraya hicret iznini verirken ashabına şöyle demiştir: “Orada (Habeşistan 'da) size zulmetmeyecek bir hükümdar bulunmaktadır.”

Bu da göstermektedir ki Hz. Peygamber ve ashabı, kıtalar ve ülkelerarası bütün ulaşım zorluklarına rağmen, içinde yaşadıkları dünyadan kopuk olarak, uzlet hayatı içerisinde değillerdi. Yine, Müslümanlarla müşrikler arasında münakaşaya sebep olan ve Rum suresinin ilk ayetlerinde anlatılan, İran ve Roma imparatorluklarının birbirleri ile savaşları konusundaki tavırları da, Hz. Peygamber ve ashabının planlamasına delalet etmektedir. Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır:

“Rumlar (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerden sonra bir kaç yıl içinde galip geleceklerdir.”

İşte bu şekilde onlar, kendilerine yönelik bütün işkencelere ve güçsüzlüklerine rağmen İslâmî davetin icaplarını yerine getirmekten geri kalmadıkları gibi, dönemin en büyük iki devleti veya Doğu ve Batı'daki en büyük iki ordusu arasındaki çekişme konusunda da bilgi sahibi idiler.

Diğer taraftan Hz. Peygamber'in Medine'ye hicreti, bu konuda daha açık bir örnektir. Çünkü bu hicrette ilmî planlama ve imanî tevekkülün nasıl yan yana olduğunu görmekteyiz. Zira Hz. Peygamber bu hicret esnasında, bir beşerin hazırlaması gereken bütün tedbir, hazırlık ve yardımları tek tek planlayıp uygulamaya koymuştur. Öncelikle Evs ve Hazrec kabilesinden müminlerle I. ve II. Akabe bey'atlerini gerçekleştirip onlardan, kendileri için zararlı görüp men ettiklerini kendisi İçin de men etmeleri sözünü almış ve böylece hicret edeceği yere (Medine ve halkına) kalbi ısınıp mutmain olmuştur. Yine pek çok tehlike ve ani ortaya çıkacak durumlar içeren bu zorlu yolculukta kendisine arkadaşlık edecek kimseye kalbi ısınmıştır. Tabi ki bu arkadaşlık konusunda Ebû Bekir'den (ra) daha faziletli kimse bulunmamaktaydı. Hicret yolculuğuna çıkacağı gece kendisini muhtemel tehlikeye atarak ve onları gözleyen düşmanların hainliklerini hesap ederek, kendi yatağında geceleyecek fedaiye de kalbi ısınmış ve ona güvenmiştir. Elbette ki bu görev İçin en uygun fedai, -amcası Ebû Talip'in oğlu ve İslâm mücahidi- Hz. Ali'den başkası olamazdı. Diğer taraftan da Hz. Peygamber, hicret esnasında kendisine yol gösterecek, Onu arayanların şaşırmasını mümkün kılan yol ayırımlarında ve gizlenilecek yerler hususunda kendisine yardım edecek mahir bir kılavuz bile ayarlamıştı. Bu kılavuz, emin bir müşrik olan Abdullah b. Üreykıd idi.

Böylece Hz. Peygamber, yol arkadaşı Ebû Bekir ve kılavuzları, çıkacakları bu uzun yolculukları için gerekli hazırlıkları yapmışlar, kervan ve yolcuların az uğradığı bir yerde buluşmak üzere anlaşmışlardı. Arama tarama faaliyetleri azalıncaya ve Kureyşliler Hz. Peygamber ve yol arkadaşını bulma konusunda ümitsizliğe düşünceye kadar, üstelik Kureyşlileri fazlasıyla şaşırtmak için Medine yolu üzerinde olmayan bir mekân olan Sevr Mağarası, bir kaç gün gizlenmek üzere seçilmişti. Hizmet için görevli olan grup, gizlendikleri süre zarfında, onlara azık getiriyor, Kureyşliler hakkında istihbarat topluyordu. Buna göre, Hz. Ebû Bekir'in kızı Esma, oğlu Abdullah azık getiriyor; ardından da Ebû Bekir'in (ra) azatlı kölesi Amir b. Füheyre, koyunlarıyla gelip sütünü sağıyor, onlara verdikten sonra geri dönerken, Abdullah ve Esma’nın ayak izlerini silip yok ediyordu.

Görüldüğü üzere bu hicret yolculuğunda, halkalar birbirine iyi örülmüş, içinde doldurulmayan hiçbir boşluğun bırakılmadığı, her görevlinin şartları ve gücü oranında kendine düşen görevi üstlendiği, kısaca her türlü tedbirin alındığı bir plan devreye konulmuştu. Bu planın uygulanmasında Hz. Ebû Bekir'in rolü, Hz. Ali ve Hz. Esmâ'nın rolünden farklıdır. Yani her şey yerli yerinde uygulamaya konulmuştur. Daha sonra müşrikler, onların saklandıkları mağaranın kapısına kadar gelebilmişlerdi. Planın suya düşmesi ve olayın mahiyetinin ortaya çıkması ve de Resûlullah'ı mağarada görmek için, kapıya kadar gelen müşriklerden birinin sadece mağaranın içine bakmış olması yeterliydi. Nitekim Hz. Ebû Bekir'in Resûlullah’a, “Onlardan biri eğer içeri bakmış olsalardı bizi görürlerdi” sözüyle endişesini dile getirmesi, bunu gösterir. Ancak Hz. Ebû Bekir'in bu endişesini gören Resûlullah, iman dolu ve teskin edici sözlerle ona, 'Ey Ebû Bekir! Üçüncüsünün Allah olduğu iki kişi hakkında ne düşünürsün?” buyurmuş ve şu âyeti okumuştur:

“Üzülme! Allah bizimledir.” (Tevbe,9/40)

İşte burada Allah'a gerçek tevekkülün nasıl olması gerektiği ayan beyan ortaya çıkmaktadır.

Buna göre insan güç ve kudreti oranında gayret sarf edecek, alabildiği kadar tedbirini alıp, yapabildiği kadar planlamasını yapacak, güç ve takatini aşan kaderin ani tecellileri konusunda da Allah'a sığınacaktır. Zira buradaki “Allah bizimledir” ifadesini böyle anlamak gerekmektedir.

KAYNAK: Yusuf el-Karadavi, Bilgi ve Medeniyet Kaynağı Olarak Sünnet.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2010 ARALIK SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

Bu kategoriden diğerleri: « HADİS - SÜNNET MUKAYESESİ MÂLAYÂNİ »

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort