IV. Levha/Mahrem Mecazlar
Şimdi Nâbî’nin, Elifba düzenine göre sıralanmış gazellerin harf değişimlerinde araya bir rubai konmuş olan, “Türkçe Divan”ına uzanmanın tam vakti olsa gerek!..
Yalnız, garip gecelerde yıldızlar hep beni gözlerdi pencereden. Ay, nurunu göndermeye hasret, beklerdi mehtapta. Ben, maşukuyla vuslatı anlattığını, göz kırptığını sanırdım. Heyhât... Geceler ötelere açılan pencereler mi? Yoksa perdeler mi? Gece... Yalnızlık... Yalnızlık... Fânîlik ve ötesinde bekâ hissi…
Her geçen gün kaybolurken dünya meyvelerinden yediğim tokat. Bir tarafta ümid, diğer tarafta dünya. Arıyorum, nerede Epiktetos’un aradığı atlet; “Rüyalarında bile mağlup olmayan yiğit.” Ben mezar-i müteharrik miyim?
Hayır! Hayır! Mezar taşları bile bir şey anlatır insana:
“Her nefis ölümü tadacaktır.”
Taşlar, rahmetin hazineleridir. Bu cihetle keşke, kalbim taş olabilseydi. Keşke şairin dediği gibi yağmuru bekleyen bir taş da ben olsaydım… O zaman gözyaşı damlalarımı barındırdığımı ümid ederdim. Heyhât... Hep gülen, oynayan kalbimin karasını “gönül yanıldığı” sanıyorlar. Oysa o, günah ateşinin bıraktığı istir.
Ne zaman Nâbî’nin; “Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu…” uyarısını duysam, ne zaman “Nazargâh-ı ilâhîdir…” dediği, yeşil kubbeyi, “Makâm-ı Mustafâ”yı görsem duygulanır, kendimi mânânın müşfik kollarına atmış bulurum. Nasıl duygulanmam, bu uyarıya? Nasıl olur da bir çığ gibi gelişen, genişleyerek hudutların ötesinde bütün gönülleri fetheden sevgiden uzak bulunur, O’nun huzur ve sükûn bahşeden sözlerine yabancı kalırım? Nâbî ki, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Abdulkadir-i Geylânî ve Muhyiddîn-i Arabî gibi büyük mutasavvıfların düşüncelerinden etkilenen sûfî meşrebli ve ehl-i tarîkat bir kişidir.
Anladığımız kadarıyla Nâbî, “ledün ilmini”, insanlığın ahlâken, fikren ve nefsen üstün bir seviyeye ulaşabilmesi için tavsiye etmekte; tasavvufu, zamana ve mekâna açık, dinamik bir hayat anlayışı olarak vasıflandırmaktadır. Bu durumda Nâbî, toplumsal meselelerin ıztırabını yaşarken, bu ıztırapların nasıl tedavi edilebileceğini de göstermiş olmaktadır.
Şairin, oğlu Ebu’l-Hayr’a “Fütûhat-ı Mekkiyye” yi hediye edip okumasını ve oğlunun bu eserdeki fikirlerle meşgûl olmasını istemesi, bu konuda çarpıcı bir örnektir. Bunu yaparken oğlunun şahsında Fütûhat-ı Mekkiyye’yi zamanın gençlerine tavsiye etmesi, Nâbî’nin dünya görüşünün esasen tasavvufî mahiyette olduğunu göstermektedir. Demek oluyor ki, Nâbî, toplumun o günkü sıkıntılarını kabul etmekte, bunun daha ziyade ahlâkî zaaf olduğuna inanmaktadır. Bütün bu zaafların giderilmesi, ona göre, ancak tasavvufî ahlâkla mümkündür. Bu dünya görüşü, Nâbî’nin düşünce sisteminin merkezini oluşturmaktadır.
Ninemin dudaklarından tasavvuf ilmini kendi iradesi ve temkinli karakteriyle kabullenmiş, tasavvufu en iyi yaşama tarzı olarak benimsemiş bir şair ve mütefekkir olarak karşımıza çıkan Nâbî’nin mısraları dökülürdü. Sonra da ağlamaya başlardı. Ağlar, ağlardı hep... Ömrüm boyunca onun kadar ağlayan birini bir daha hiç görmedim. Neden ağlardı, niçin ağlardı? Bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Öldüğünde kısmen çözülmüştü bu sır. Ölüm şekli ağlamasının sebebini az da olsa açığa çıkarmıştı. Ölürken bana bıraktığı miras onun gözyaşları oldu. Ben de ağladım. Belki de ömrümde hiç ağlamadığım kadar ağladım. Ama gözyaşlarım hep içime aktı... Onlar parçaladı içimdeki kayaları... Onlar can verdiler içimdeki bahçeye... Ağladım ve başka bir yönünü keşfettim hayatın. Sonra hasreti kuşanıp hüznü yanıma arkadaş kılarak gurbete çıktım. O gün bugündür gurbetlerdeyim. Yoksa gurbet mi benim içimde... Orası belli değil...
Zaten belli olan ne var ki? Gece diyorsun, gündüze çıkıyor yol, hayat diyorsun ölüme...
Hepsi birer yanılgı...
Hakikat nerede?
V. Levha/Benliğin İnşası
Sonsuzluk kafilesinin mümtaz bir siması olan Nâbî’nin, “Hikemî Dergâhı” benim için de bir kurtuluş dergâhı olmaz mı? Modernitenin tesiriyle robotlaşan, “Bir dünyanın reddi”ni eylemleştiren şehrin gürültülü havasında ezilen ruhumu “Hayriyye-i Nâbî”nin dergâhında, onun rayihalarına mest olan emsalsiz gülşeninde teskin edebilir miyim?
Yapayalnızım.
Az önce, köhne bir yapıyı bir an evvel çökertmeğe çalışan insafsız rüzgâr telâşındaki ciğerlerim, bu yorgun bedenimde hâl bırakmadı. Gözlerimdeki fer giderek tükeniyor. Siyah ve beyaz, bir küçük noktanın çevresinde sarmaş-dolaş.
Görememekten korkuyorum.
Ellerim titriyor...
Baştanbaşa haset ve isyanla geçen ömrüm, üzerlerine güneş doğan çiğ tanecikleri gibi zerrelere ayrılıyor; bedenim sere serpe, geçmişim çırılçıplak. Ruhum, hep o kahrolası eski tevekkülünde. İdrâkim, âciz; aklım, kendinden geçmiş. Durmadan su alan, her kıpırdanışında bir parçası kopup giden bu çürümüş kalıp uğruna tükettiğim yollarda sürünüyorum, gerisin geri…
Yine Nâbî’nin;
“Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı Yâ Rabbi şâd olsun.
Benim çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun.”
diyen hoşgörüsünü işitir gibi oluyorum bazen. Âh, evet, hoşgörerek yaşamak yine de güzelmiş!
VI. Levha/Mahrem Mecazlar
Bu düşünceye bağlananlar bu toprağın çocukları oldular…
Sabırla feragatle aşk bayrağını omuzlarından indirmediler. Bugün, bu bereketli topraklara serpilen feyizlerden ışık alıyoruz. Yollarımız, ecdadımızın ziyalarıyla aydınlanıyor. Aradan çok yıllar geçti. Devirler değişti, bu köprünün altından çok sular aktı. Acaba onlardan bize ne kaldı? Tarihin yapraklarını bir bir çevirsek içimizde kat kat olmuş asırlık yaraların derinden gelen sızılarını duyarız.
Bugünkü genç nesiller ruhlara aydınlık veren yolları arıyorlar… Asrımızın bunaltıcı atmosferinde hayat grafiğinin çizdiği zikzaklarla döne döne yorulan dimağlar vitrinlerde, özel kütüphanelerde mezara gömülen hak âşıklarının ferahlatıcı üslûplarında dinlenmek istiyor. Şimdi kurak toprağın genç fidanlarına su vermek zamanıdır. Neslimizin sararan çehresi, derinlerden sızmağa başlayan suların oluşturucu kudretiyle filiz verdi. Kuruyan dallar onun yeşilliğine haset ediyor.
Işığını kaybetmiş ve her yanıyla toz-duman bir dünyada yaşıyoruz.
Uygarlığımızı; yapma çiçeklerden ve sahte çimden, klima sistemleri ve floresan ışıklardan, açılmayan pencerelerden ve hiç susmayan fon müziğinden, yağmurun yağıp yağmaladığını anlayamadığımız günlerden, gökyüzünün hep aydınlık olduğu gecelerden, walkman ve watchmanden, eğlencenin ördüğü kozalardan, mikrodalga fırından pişirilen dondurulmuş yiyeceklerden, kafein, uyuşturucu ve sanrıları harekete geçiren uyuşuk yüreklerden oluşan sahte bir dünya üzerine kurmuşuz.
Diyorum ki bir ağlama bülbülü edasıyla başımı mum gibi önüme eğip bin bir isyan ve günahlarımı düşünerek öyle bir çığlık koparmalıyım ki bütün gök ehli ellerinde nurdan çerağlar bu ağlama şölenime koşup gelsin.
Çünkü ağlamak tabiatımın kendisidir. Bunun dışında bir haletim tabiatımın nikabıdır. Bir hakikatten başka her şeyin inkârıdır, bulutların yağmur vermesi nasıl mucize ise ağlamak da öyledir; mucizedir! Rahmetin ışığı, affın müjdecisidir gözyaşları!
“Bu Dergâh”a; “Murâât-ı edeb şartıyla gir”en Nâbî’ de, hilâli yoldaş edinen kervanın içinde en alımlı yıldızdır.
O’nun düsturunda olmak ne şeref!
Zira bütün saadet bu yolda olmakta gizlidir.
VII. Levha/Kelâmı Düğümlerken yahut Zeyl Niyetine
Hatır-gönül bilmeyen bir dehşet içindeyim!
Tekvini andıran bir dehşet bu: Yıllarca suskun kalmış dağlar öfkeyle yarılıp gökyüzüne duman ve taş püskürüyorlar, yanardağlar susuyor, uçurumlar kapanıyor. Her mânâdan sıyrılmış ürkütücü bir sükûnetin batağına ağır ağır gömülmekteyim. Kalem de tutmuyor ellerimde.
Doğuda, güneş tanyerini ağartmak üzere...
Aynı zamanda Nâbî’nin
“Benden sorun hakâyık-ı esrâr-ı âlemi
Te’lîf-i râz-nâme-i dehr ezberimdedir.”
Bilgeliğine yine Nâbî’nin mısralarıyla cevap veriyorum:
“Gönül ne ârzû-yı câh eder ne tâc u taht ister
Reh-i himmetde ancak kalb-i nerm ü pây-ı saht ister”
Yani ki; gönül ne mevki ve makam, ne de tac ve taht ister… Gönül, himmet yolunda yumuşak bir kalb ve dirençli bir ayak ister. Eğer bu talep insanın bütün ömrünü kuşatsaydı herhalde yolun sonu melekliğe çıkar; imtihan yurdu batıl olur giderdi…
Nâbî’nin hasbahçesinde korlaşan bu ateş sadâları, evine kapanarak penceresinin arkasından seyrettiği sosyal sarsıntılar toplumumuzu kaçınılmaz olarak “dış”a bakmaya ve “dışarı” çıkmaya zorlamıştır.
Bu “bakış açısı” ve semboller, günümüzün kaskatı kaotiğine karşı insanı koruyacak savunma aletleridir. Mensubiyet, sembollerin birleştirici ve yapıştırıcı faaliyetine tanınan fırsat ırmaklarınca emzirilir, gürbüzleştirilir. Bu yüzden bu “bakış açısı” sembollerin merkezden çevreye mekânlaştırılmasının aklı olarak tabiatı kendi mizansenine, kendi heyecanlarının sahnesine iliştirmiştir. Bu dekoratiflik, dünya ikâmeti cihetindeki sahiciliğinin şeffaflaşmış delilidir halbuki ve bu yolla, hüküm sürmeyi bir müdahale fesahatinin cezbesine çevirir. Varlıkta dilin gövdesinde kıvranır durur... Tıpkı masallar gibi…
Yağmur yeniden deliriverdi…
Penceremi açtım.
Yağmur damlaları ışığa koşan pervaneler gibi üşüştüler ellerime...
Dudaklarımdan, Nâbî’nin, “Gül gülşeni terk eyledi sohbet sana kaldı…” mısraları dökülürken; merhametsiz rüzgârın sivri bir bıçak gibi önüne katıp kovaladığı çâresiz bir serçe gördüm, pencereme kadar gelebilmişti. Minik gagasını bir kere açıp kapadı. Gözlerini yumdu ve düştü.
Artık yalnız değildim. Serçeyi yavaşça avucuma aldım ve masum gagasından öptüm onu.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



