HİCRET’İ YAŞAMAK YA DA HİCRET’TEN FETH-İ MÜBÎN’E

Hicret önemli ve büyük bir ta­rihi hadisedir. Tarihi olan her hadise gibi bir kereliktir, olmuş ve bitmiş bir vakadır. Bir ikincisi yok­tur ve bundan sonra da olmaz.

Şekil ve suret itibariyle bir defa vaki olmuş bir hadise olmakla be­raber, diğer taraftan hicret mânâ ve hakikati itibariyle yaşanmak ve ya­şatılmak suretiyle her zaman taze ve yeni tutulması gereken bir hadi­sedir. Hicret, ilâhi, tabii ve içtimai kanun ve kaideleri bünyesinde bu­lundurur, bu kanun ve kâideler ise değişmez, ezeli ve ebedi gerçekler­dir. 14 asır sonra dünyaya gelmiş olan bizleri, 14 asır evveline bağ­layan ve uzun çağlar arasında bir münasebet tesis eden işte bu ezeli ve ebedi kanunlardır. Bir takım şe­killerin ve görüntülerin arkasında gizli bu gerçeklere nüfuz etmek ve onları kavramaya çalışmak hicret hadisesinin yaşanmasını ve yaşatıl­masını temin eder. Fakat perde ar­dındaki bu hakikatleri bütün açıklı­ğı ile görmek, görünce de mahiye­tini idrak etmek kolay bir şey de­ğildir. Bu sebeple ilim, fikir ve sanat adamlarımız için, perde ardındaki hicret gerçeğini görebildikleri ve anlayabildikleri ölçüde tasvir ede­rek, anlayabilecekleri bir dil ile halka anlatmaları hem insanlık hem de İslâmlık adına bir vazifedir. Bir za­manlar, Mekke şehrinde yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan İs­lâm, hicret vasıtasıyla bu şehire ve şehir halkına hâkim olduğu gibi, şimdi de dış baskılar ve iç bunalım­lar sebebiyle sıkıntı dolu günler ge­çiren İslâm âlemi hicret gerçeğini görerek, doğru bir şekilde değerlen­direrek ve sağlıklı bir biçimde uygu­lama alanına koyarak kendisi için bir kurtuluş kapısı, mahkûmu ol­duğu güçlere hâkim olmak için bir çıkış yolu bulabilir.

KALEYİ İÇTEN FETHETMEK ESASTIR AMA...
Kale içinden fethedilir. Esas olan budur ama yegâne çare bu değildir. Bazen kaleyi içten fethetmek imkânsız hale gelebilir. Bu takdirde dahi çare tükenmiş sayıl­maz. Zira kaleyi dıştan kuşatarak fethetmek yolu açıktır. Bir yol ka­panınca, diğer yollara başvurmak, ülküsü kurtuluş olanların vazgeçme­dikleri bir kaidedir. Yüce Allah bir kapıyı kapatınca, mutlaka dokuz kapıyı, en azından diğer bir kapıyı açar. İlahi rahmetin bütün kapıları kapattığı görülmemiştir. Onun için çare tükenmez ve çaresizlik de hiç bir zaman için çare değildir. Azim ve ısrarla çalınan kapılar mutlaka günün birinde açılacaktır.

KALEYİ DIŞARIDAN KUŞATMAK...
Kaleyi içten fethetmek çok güç veya imkânsız hale gelince, yapılacak iş ümitsizliğe kapılmak, çaresizliği kabullenmek, batıla tes­lim olmak, zillet ve meskenet içinde yaşamaya razı olmak, zulme ve hak­sızlığa göz yummak değildir. Başka kapıları çalmak, değişik çarelere müracaat etmek ve yeni tedbirlere tevessül etmek gerekir. Ülkesini ve ülküsünü dâhilden hâkim kılmak ve kurtarmak imkânı kalmayınca, vata­nını terk ederek yabancı memleket­lerde mücadelesine devam eden, sür­günde hükümetler kuran ve ülkesine muzaffer olarak dönen pek çok azimli, fedakâr, devlet, fikir ve ideal adamının isimlerini tarih kaydeder.

Resûli Ekrem, İslâm’ı Mekke’ye hâkim kılmak için, 23 senelik teb­liğ müddetinin 13 senesini içte mü­cadele vermek suretiyle başarıya ulaşmak için harcadı. 13 sene sonra öyle bir noktaya gelindi ki, düzen­lenen bir suikastla İslâm davasının bayraktarlığını ve önderliğini yapan Hz. Peygamber’in varlığını ortadan kaldırarak, bu davaya son vermek muhtemel olmaktan çıktı ve mu­hakkak hale geldi. İşte bu durum karşısında, vatanında çaresizlik içinde kalan Hz. Peygamber, vata­nını ve o vasıta ile insanlığı kurtarmanın çaresini vatanın haricinde aramaya mecbur oldu, başka çaresi kalmadı.

İşte yaşayan, yaşanan ve yaşatı­lan hicretin ilk kaidesi budur. Yani bütün çareler tükenene kadar dâhili mücadeleye devam etmek, başka hiç bir çare kalmadığı zaman mü­cadeleyi dışarıda devam ettirmek niyeti ile bulunulan yeri terk etmek, fakat en kısa zamanda ve en seri bir şekilde eski yere tek­rar dönmek azmi ile.

Yazık ki, asırlardan beri ülkeleri is­tilâya uğradığı ve işgal edildiği için göç eden Müslümanların eski vatanlarına dönmeleri ender görülen bir hadise haline gelmiştir. Aksine eski göçmenlere, muhacirlere ve mülteci­lere yenilerinin eklenmesi adet ol­muştur. İşte yaşamayan, yaşanma­yan ve yaşatılmayan hicret de bu­dur. Aslında bu göçtür, hicret de­ğildir. İntikaldir, muhaceret değil­dir; meskenettir, şeref değildir. Zil­lettir, izzet değildir. Bundan daha kötüsü düşman işgaline uğramış İslâm ülkelerinin kurtuluşundan söz edilmesinin dahi yadırganır hâle gel­mesidir. Hz. Peygamber Mekke’den hic­ret etmiştir, ama Sadece feth-i mübîn için!

HİCRETTE İSÂR
Hicret isârın, yâni civanmert­liğin, yiğitliğin, fedakârlığın, fe­râgatin ve diğergâmlığın (altürizm) en güzel örneğidir. Rasûlullah’ın, içinde doğduğu, büyüdüğü, hısım ve akrabasının bulunduğu, gönlü ve ruhu ile bağlı olduğu Beytullah’ın yer aldığı mübarek bir şehri terk et­mesi bir fedakârlık örneğidir, davası için göze aldığı bir ferâgattir. Bun­dan daha önemlisi Rasûl-i Alî-şân, davasının uğruna baş koymuş olması ve bu yolda baş koyma fedakârlığını gösteren seçkin şahsiyetler ye­tiştirmiş bulunmasıdır.

İsârın en güzel tariflerinden biri şudur: Başkasının hak ve menfaati­ni kendi hak ve menfaatinden önde tutmak (bk: Haşr, 9) yâni önce cân sonra cânan değil, tam tersine önce cânan yâni dava, sonra cân. Bunun hicretteki tecellilerine bakalım...

LÂ FETÂ İLLÂ ALİ - ALİ’DEN BAŞKA CİVANMERD YOKTUR
Mekke’nin müşrikleri Rasûlullah’a suikast teşebbüsünde bulunmaya kesinlikle karar vermiş­ler ve bunun için gerekli tedbirleri de almışlardı. Ebû Cehl’in önce sür­düğü teklif şu idi; her kabileden genç, yiğit, itibarlı, cesur ve gözü pek birer delikanlı seçilecek, ellerine keskin birer kılıç verilecek, gece olup da Habib-i Kibriya yatağına ya­tınca hepsi birden ve aynı anda kı­lıçlarını onun vücuduna saplayacak, böylece katilin kim ve hangi kabi­leden olduğu bilinemeyecek, bu su­retle Hz. Peygamber’in kabilesi olan Abdimenafoğulları’ndan gelecek olan tepki de önlenmiş olacaktı. Planın tatbik edilmesi için her şey hazırdı. Akşam olması ve karanlığın basması bekleniyordu. Fakat durum Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e bildirilmişti. Hz. Peygamber’in ya­tağını boş bırakarak evini terk et­mesi, derhal kâtiller tarafından takip edilip yakalanması gibi bir neti­ce doğurabilirdi. Hz. Peygamber’in ise zaman kazanmaya ihtiyacı vardı. Akşam karanlığı basınca, Hz. Pey­gamber, Hz. Ali’yi çağırarak duru­mu anlattı, kendi yerine yatağa gi­rip yatmasını, böylece kâtillerin ya­nılmalarının ve vakit kaybetmele­rinin temin edilmesini teklif etti.

Hz. Ali, asıl hedef olmadığı halde bu suikasta kurban gidebilirdi. Kâ­tiller, Hz. Muhammed’i öldürüyo­ruz, derken Hz. Ali’yi öldürebilir­lerdi. Fakat Hz. Ali böyle şeyleri aklından bile geçirmedi. Teklifi se­vinerek kabul etti, gitti Rasûlullah’ın yatağına yattı, yeşil örtüsünü üzeri­ne çekerek uyudu. Bu arada karan­lığın basmasından istifade eden Hz. Peygamber evini terk etmişti, kâtil­ler ise, nasıl olsa Muhammed (as) içeride uyuyor, diyerek vaktin iyice ilerlemesini ve gece yarısını bekli­yorlardı. Tespit edilen vakit gelip de içeriye girdikleri zaman, yataktaki şahsın Hz. Ali olduğunu fark etmiş­lerdi. Bu durumda bile, O’nun yerine bunu öldürelim, diyenler olmuştu. Fakat bu görüş ağırlık kazanma­mıştı.

Hz. Ali’nin suikasta kurban git­meyi göze alarak Hz. Peygamber’in yatağında yatması, isârın en güzel örneğidir. Tek O yaşasın da, ben öleyim, anlayışıdır bu. Önce cânan sonra cân telakkisidir. Yaşanması ve yaşatılması gereken bir hicret hatırasıdır bu. Naklederler ki Hak Teâlâ, Cebrail ile Mikail’e; “İkinizi kardeş ve yoldaş kıldım, birinize öbüründen da­ha fazla ömür ve yaşama müddeti tak­dir ettim, söyleyin bakalım, hanginiz arkadaşının kendisinden daha fazla yaşaması için hakkından vazgeçme fedakarlığını göze alacak?” diye hitab etmiş, fakat ikisi de hayatı ve daha fazla yaşama süresini kendileri için tercih etmişlerdi. Bunun üzerine Cenâbı Hak; “Şimdi Ali’nin size olan üstünlüğünü ve şerefini gördünüz değil mi? Ben Ali’yi, Peygamber’in kardeşi kıldım. Ali, mevti ve katledilmeyi kendisi için tercih et­miş, ruhunu Nebim için feda etmiş, yoldaşı için hayatı, kendisi için helâki kabullenmişti. Haydi, şimdi gi­din de ikisini de düşmanlarına karşı koruyun.” buyurmuştu.

İşte en büyük meleklerin bile katlanmadıkları fedakârlık örneği bu suretle hicret hadisesinde menkıbeleşmiştir.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort