Nesneyi sürekli bölüp daha cüz’î mıntıkalarına inmek yöntemi ile özdeşleştirdiğimiz dar ve güdük bilgi ve bilim anlayışımız, bize, sentetik düşünme ve eyleme geçme yolunu tıkarken, bir parçalık nesneymiş gibi, insanlığımızı ve kendi öz toplumumuzu da bölme noktasına getirmedi mi? Evet, acı ama gerçek bu...
Biz, çılgın bir biçimde hep mikro düzeyde inceler ve bölüp biçerken, parçaların kendisinden değerini aldığı “Büyük Bütünü” unuttuk... Aklın, arsız ve inhisarcı dayatmalarını da nihaî ve sınırlayıcı gerçek gibi karşısına dikmiş olduğumuz kalbin bütün çağrılarına kulak tıkadık... Metalik ve yapışkan, cıvık tutkular enjekte ederek, kalbe de büyük tuzaklar kurduk... Kalbin ağladığı çağlardayız... Kalb ve manevî fakültelerimizin, “insan”ın tanımında bütün değerlere ve emir-nehiy kiplerine muhatap “öz”ü teşkil ettiğini, bir acayip ki, aymazlıktan geldik... Kendimizi ve geleceğe bırakacağımız, her neyse o “Büyük Miras”ı, uğruna feda etmeyi kabullendiğimiz bir aymazlık... Bir zamanlar bir yazarın da dediği gibi, bir tavşan gibi olduğunu düşünerek, bireyin içini ve kalbini temizler, metafizik değerlerden soyutlarsak, onu güya rahatlatacaktık!... Kendi öz yurdundan sürgün ve başka diyarlarda serseri kalbin ve ruhun feryadı, işte o zaman, bizi de tâ içlerine çeken bir bedbahtlık, hüzün, gözyaşı ve enînler tufanına dönüştü...
Bir taşınmaz ağır ilençlerin yükü altında adeta tutkulu olduğumuzu fark ediyor; açılmaz ve göklere geçit vermez sislerle boğulduğumuzu duyumsuyor; rüyâlarımızda, elsiz kolsuz dövüldüğümüzü biliyorsak, bu, kalbin sessiz ve sedâsız bize dişini geçirmesindendir... Aşksız ve gönülsüz, kendi kabuğumuzla; ruhsuz ve özsüz, bir kainat ve dünya ile; Leyla’sız ve Mecnun’suz toplum ve insanlık ile gerçeksiz bir sahne ile, sürgünde bir hayat... Sanki “Sizif”’in mitolojik dramı!... Ebedîlik Kitabı’nda İkbal; “(Yüzyılın) bilimi, düşünceyle sınırlı kalır; aşk ise yuvasını duyarlı ve tutkun kalbe kurar. Şayet bilim aşktan yararlanmazsa, bir düşünceler tiyatrosu olmaktan öteye geçemez. Gösteri de sadece, Samirî’ninkiler gibi bir büyüdür. İlahî Soluk olmadan, bilim sadece bir sihirdir. İlahî aydınlık olmadan, bilgi ve hikmet, yolunu bulamaz ve kendi hayallerinin altında parçalanarak ölür... Allah’ın ışığı olmadan, hayat acı ve çileli, akıl anlamını yitirmiş, din ise, baskıya dönüşmüştür:” derken, bu çağın temel karakteristiklerinden başkasına mı işaret ediyor? Hayır… İçinde hâlâ yaşamaya mahkûm edildiğimiz, “Karanlık Çağ”, özgün isimlendirmesiyle “Kali Yuga”... Varlığının temel amacı olması gereken manevîliği dünyasından kovan ve onu, “ayağına vurulmuş bir pranga” gibi kabul eden bu yüzyıl, “Samirî”nin hile ve tuzaklarını aratmayan sözde bilim ve ideolojileriyle insanın gözlerini boyayıp onları “Çağdaş Damgalı Kara Büyü ve Kara Bahtlar”a mahkûm etti. Kendi öz dünyalarından sürülmüş, tarihsiz, kimliksiz, benliksiz ve amaçsız, ruhsuz zombiler...
Marlow’un “Faust”unda bir sahne, sanki bu durumu ebedîleştirmiş gibidir. Dr. Faust, gökleri yere indirmiş ve gerçekliği plastikiteye hapsetmiş Rönesans Kültürünü temsil eden Helen ile karşılaşır. Faust der ki: “Helen, bir öpüşünle beni ölümsüz kıl!” Ve Helen onu öper. Şöyle der Faust: “Dudakları ruhumu tenimden çekip alıyor; bakınız, ruhum nasıl da kaçıyor? Gel, Helen! Ruhumu bana geri ver!..” Başta bilim olmak üzere, çağın bütün değer şemaları köklü biçimde değişmedikçe, bunalım sürecek! Maddî ve niceliklere, duyumların boyutlarına sıkışmış hayatın üstünde, biz insana yakışacak olan, yüce ve evrensel çaplı hedefler belirlemek... Günahlarımızın kefareti olacak çaplı, herkesi içine alacak bir mutluluk ve gerçek ilerleme kuşağı oluşturmak. Aşkın moral değerlerin, metafizik prensiplerin hayatımızı bir şehrâyine dönüştüreceği, soylu bir çağ... Çağların en hayırlısı olarak tanımını bulan, “Kur’ânî ve Nebevî çağa”, ruhen merbutiyetin gerçekleşeceği derinlikli kuşak...
Beşerî tasarım ve düşüncelerin ilâhlar gibi benimsenmesi, bütün insanlığı saptıran bilimle perçinleşti... “Bu dünya hayatının kaba realiteleri”nin verâ’sına iştiyak duymayan; kendi başına buyruk olduğu için hiçbir sınır ve ölçü benimsemeyen, İlahî bir anlayış ve şefkat, acıma ve re’fet hislerinden azade olduğu için, zakkûm ağacının meyveleri gibi ürünler veren bilim...
Dünya boyutunu benimsemesine karşın, ahiret boyutunu, gayb kuşağını ihmal ettiğinden, bir bilgisizlik, Kur’ânî ifadeyle gaflete dönüşen bilim...
Sırf dünyevî bilgi ve bilme demir atan, ötesini bilinmezliğe mahkûm edenleri Kur’ân’ın reddetmesi de, sırf dünyayla sınırlı bilgi ve bilimden kaynaklanmaz; zira, mü’minler de, dünyanın dış yüzüne ait bilgiye sahiptirler, hatta bu hak ve ödev, herkesten çok da onlara düşmektedir. Ama bunun ötesinde onlar, daha üstün bir idrak ve anlayış mertebesinde, dünyayı üst âlem ve varoluş realitesiyle bağlantılı kılarak, şeffaf ve insanî bir bakış geliştirmişlerdir... Bu görüş açısına göre dünya, ahiretin, Vechullâh’ın, bâkî değer ve özlerin devşirildiği kısacık bir aralık...
On yedinci yüzyıldan beri devam eden bir süreç içinde insanlık, Tanrı’yı öldürdü... Aslında Nietzsche, bunu bizim adımıza haykırmış gibi. Buna bağlı olarak, paylaşma ve bölüşme meziyetini yitirdi... Gerçekte ölense, insanın kendisiydi... Allah’ı unutanlar, kendilerini unutulmaya mahkûm ettiler... Onlar, “Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.” Temellerini yitiren insan, şimdi bir boşluğa, bir yokluğa, bir temelsizliğe mahkûm... Ruhundaki bu deprem, bilmine, ahlâkına, hayatına, edebiyatına, cinselliğine, siyasetine, ekonomisine, sanatına, vb. yansıdı... Gerçekte, bütün bunalımların kaynağı bu...
Yani, Allah’tan uzaklaşma sendromu...
Onu dünyamızdan itmeye çalışmamızın bizde meydana getirdiği ardı arkası kesilmeyen depremleri...
Şimdi, yeniden dirilişin tam vakti!
Ruhumuzdan dalga dalga yeryüzüne yayılan depremlerin, ana üssü, kuşkusuz, Allah’a, hem inanç hem de eylem olarak çok uzak kalışımız... Depremlerin durması, ruh ve madde olarak huzur ve sükûnete erebilmemiz, hayat, esenlik, güven, saâdet, bereket kaynağı olan Allah’la yeniden barışmamıza, O’nu kendi beşerî ve toplumsal dünyamıza, ama hem bilinç, duygu ve fikir olarak, hem de model, eylem, hayat ve oluş olarak davet etmemize; seküler kuram ve hayat tasarımlarını, profan olanın hükümranlığını dışlamamıza bağlı...
Bölümlenemeyen ve tek olan şefkatli Allah’ın kulları olduğumuz bilinciyle dopdolu, aynı sevgilerle yıkanmanın, aynı imanı paylaşıp, ilahî evrensel kardeşlik bengisularında arınmanın işte tam zamanı…
Ne desem!..
III.Levha/ Vakti Kuşanmak
Âyin-i şeriftir!
Bu öyle bir hâldir ki ufkun iki adım ötesinde meleklerin “hay-hû”yu ve rûhânîlerin kanat sesleri duyulur. Nâbî’nin hac ziyareti sırasında edindiği izlenimleri anlattığı eseri olan “Tuhfetü’l-Harameyn”deki sırrın burcuna erenler için “Sidre” ile “Kâbe” iç içe bir vahit hâline gelir. “Zeyl-i Siyer-i Veysî”de; “Ravza”, “Firdevs”e örtü olur. “Evvel”, “Âhir”in rengini alır, “Zâhir”, “Bâtın”ın boyasına boyanır. Hisler dehşete düşer, ruh hayretler yaşar, beyan bir adım geriye çekilir. Gönül can diliyle konuşmaya durur ve her şey sonsuzun büyüsü ile büyülenir.
Bestekârın kâinatı, “bir özge temâşâ ile” idrâk etmesidir. İdrâke sığmaz, fevke’l-beşer bir mânânın, beşer sathına ve idrâkine indirilmesidir. Mahcup bir gelinin yere korkarak basması gibi, çığırına mazbut bir edâ ile süzülür. Haykırmaz, seslenir. Şen kahkahalarla velvele etmez, tebessüm eder. Şekvâ bilmez, sitem eder. Aramaz, bulur!
İdrâkim: âciz; aklım, kendinden geçmiş…
Yokluğun narındayım…
Bir taşınmaz ağır ilençlerin yükü altında adeta tutkulu olduğumuzu fark ediyor; açılmaz ve göklere geçit vermez sislerle boğulduğumuzu duyumsuyor; rüyalarımızda, elsiz kolsuz dövüldüğümüzü biliyorsak, bu, kalbin sessiz ve sedasız bize dişini geçirmesindendir... Aşksız ve gönülsüz, kendi kabuğumuzla; ruhsuz ve özsüz, bir kâinat ve dünya ile Leyla’sız ve Mecnun’suz toplum ve insanlık ile gerçeksiz bir sahne ile sürgünde bir hayat yaşıyoruz...
Nâbî’nin, IV. Mehmed’in Lehistan Seferi ile ilgili izlenimlerini ve Kamaniçe Kalesi’nin alınışını anlattığı Gazavatnâme türü eserlerden olan “Fetihnâme-i Kamaniçe”de asude baharların yeşerttiği coğrafyaların adlarını hatırlamaya çalışıyorum tek tek. İçimdeki sonbahara inat harf harf yudumluyorum hepsini. Bir yayla şehrinde güneşin doğuşuyla hayata açtığım gözlerimi, şehrin bu gece vakti kapatmak geçiyor içimden.
Umudumun bağrına tazecik saplanmış artık firâk hançeri. Bir kurbanın tevekkülü var adımlarımda. Ayakları kan kokan ankebût ağır ağır örüyor heyûlayı. Karlar emre âmade. Âdeme giden, encama koşan necm misali; bin yıllık açlığını gidermek telaşındaki bin bir başlı ejderhanın dibinde nöbet tuttuğu kör kuyular gibi yutuyor her şeyi. Çeşmelerden ıslık ıslık akıyor vedâ âyininin ser taksimi. Vurgun yemiş üveyikler, konuşmuyor hiçbiri. Lâl olmuş yedi düvel, pürmelâl âlem-i seb’a. Temerküz ediyor serâ ve süreyyâ. Zira emir kesin:
“Kendi kitabını oku. Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter.”
Birazdan, ufukta bir şehrâyin başlayacak; ölüm kadar ağır ve doğuş kadar hafif… Can çekişmekle doğum sancılarını birbirine karıştığı bir dünyâ, ufuktâ barışacak; doğmakla ölmek vahdet noktasında buluşacaklar. Şu insan kalabalığının uzağında ve fakat onlara rağmen bir mahşer yaşanacak. “Ne ağlayan belli, ne gülen belli…” diye düşünecekler olacak. Ve bir ses ona soracak: “Ağlayan kim, ağlatan kim, gülen kim, güldüren kim? Kim… Ve ne bâkî kaldı bu zuhûr cennetinde?...” Hürriyeti bulanlar “Hû” diyecekler. Diğerleri, şaşkın ve tedirgin, kafeslerinde çırpınacaklar.
Yaşanılan anın içinden geriye dönüp baktığımda her şey sis ve duman içinde görünüyor. Söylen(eme)miş bir söz, bir duruş, bir bakış, bir eda, delirten suskunluklar... Bazen öyle oluyor: Belleğim, olaylar, durumlar, söylenenler, yapılıp edilenler konusunda net fotoğraflar vermiyor.
Sözlerim uçuyor…
Cümlelerim dağılıp parçalanıyor, kırılıp dökülüyor… Dağılan kelimeleri toplayıp bir araya getirsem de, yeniden aynı anlama ulaşamıyorum. Ulaştığım anlam aynı anlam olmuyor. Yeni bir anlama ulaşıyorum. Bir duvar kendiliğinden büyüyor.
Suskunluğum, kendime kapanışım, insansızlaşmanın, faniliğin derin kuyusunda boğuluyor gibi olmanın ürkütücü sessizliği içinde... Şimdilerde okuduğun o yaralayıcı hikâyelerde de daha bir kesifleştiriyor içimdeki ıssızlığı.
Sözlerle, serzenişlerle, imalarla, gerçekliğin çarpıtılmış, değiştirilmiş, tersyüz edilmiş biçimleriyle kuşatıldığımı hissediyorum.
İletiler ve imalar beni çok incitiyor...
Ne diyor Nâbî;
“İzzetün kadrini idrâke sebep zilletdür.”
Ne yapsam boş…
Ne denli çaba gösterirsem de göstereyim önüne geçemiyorum incinmelerin. İncitmelerin de...
Ruhuma yöneltilmiş her fetih girişimi içini biraz daha yağmalıyor, talana çeviriyor. Suskun kırılganlıklarım, ilenmelerim, içlenmelerim, incelikli ve zarif öz öldürme törenlerimiz, onurumuz, yere göğe sığdıramadığımız gururumuz, müstehzi kıyıcılıklarımız... İçimde dalga dalga kabarıyor yüreğim. Bu kıyımlar, bu ölümler, içimde açılan çentikler değil, derin oyuklar, yarlar, yaralar benim.
Yaralar benim…
Yüreğim ıssız.
Tedirgin.
Mutsuz.
Yüreğimin götürdüğü yer neresi?
Belli mi?
Bilmek istiyorum.
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



