I. Levha/Geniş Zamanların Dibâcesi
Hem nazarın hem de nazargâhın, bir aşk libasına büründüğü aşkınlıkta, kendi değer ve benliğimin yeniden keşfe muhtaç olduğunu hissettiğim bir “evsatü’n-nas” ve Nâbî’nin “Münşeatı”nın sezgisiyle yazıyorum bu satırları. Ontolojik olarak değil, ama bilinç ışınımında varlık tayflarını aşarak kendi bilincime ulaştığım bu cömert ve bereketli zaman noktasında, varlık ile varoluşu bütün yanıp sönmeleriyle kendime doğru çeken bir merkez; her şeyin ötesindeki güç ve üstün prensip tarafından ele geçirilmiş de bambaşka bir dünyanın sahillerine varmışım sanki...
Hayat enstrümanlarına yöneliş, insanın tarihsel izleği boyunca yaşama formları içindeki yolculuğunun geçtiği mesafeleri verir.
İnsanın yeryüzündeki mevcudiyeti, bu yüzden hayat üsluplarının yeğlenme ve terk edilme hikayesidir. Bu yüzden bir hayattan diğerine sıçramak, ikamet etme stilleri içinde ilerlemektir de.
Bir yanda kozamdan yeni çıkmanın şaşkınlığı, diğer yanda bir günlük hayat kapımdayken gene de Nâbî’nin, “Ebnâ-yı dehr her hünere âferîn verir…” diyen bir iklimin izdüşümünde kanat çırpıyorum: Bu dekoratif “âferîn”; dünya ikameti cihetindeki sahiciliğinin şeffaflaşmış delilidir halbuki ve bu yolla, hüküm sürmeyi bir müdahale fesahatinin cezbesine çeviren “Ne tükenmez hazinedir!...”
Gecenin on bir buçuğu. Yalnızım. Yağmur yağıyor.
Gökyüzünde gri karanlık, garip bir pembelikle hemâhenk. Yağmur damlaları bilinmeyen bir âlemden gelen sır dolu haberciler gibi kara gölgeler halinde uçuşuyor. Duymadığım ama bütün zerrelerimle hissettiğim nağmeler ve ritimler, uyuşukluk mu, esriklik mi bilemediğim bir iklime sürüklüyor benliğimi.
Sanki tennureler uçuşuyor gökyüzünde. Dünyâ da kudüme perestiş ederek semâ eylemektedir. Ağaçlar, dağlar, kayalar ve uçurumlar, bir daha erişemeyecekleri zihnî bir lezzet içinde hemâhenk semâ etmektedir. Penceremin buğulu ve küçük penceresinden, dağ doruklarında çatırdayan kırçiçeklerine kadar her varlığı ılık yorganı altında titreten gece de aşka gelmiş devreylemektedir.
Bir şulesi var ki şem-i cânın
Fânusuna sığmaz âsumânın
Asumânın fânusuna sığmayan cân mumunun şûlesidir ki bilen bilir, duyan anlar, gören görür. Mâziden âtiye yazılmış bir nâmedir ki, okuyan okur, anlayan anlar...
“Mezra-ı aşkta mânende-i gendüm…” diye istimdâd eder Nâbî…
Tadına; doyulmadan bir rü’-yânın son cümlesi, bir şehrâyinden arta kalan son parıltıdır. Uzun bir hikâyenin hatm-i kelâmıdır. Ayin-i şerifdir, semaidir, bestedir, şarkıdır; Acemi bir müsteşrik edâsıyla uzaktan seyrettiğimiz bir mânâ ikliminin şifresidir.
Bilen bilir, bilmeyen bilmez!
II. Levha/Özgürleşme ve Özdeşleşme Arasında Öznenin Direnişi
Nâbî’nin oğlu Ebulhayr Mehmed için Halep’te yazdığı; Ebulhayr’ın mutlu bir insan ve toplum içerisinde iyi bir birey olması için nasıl davranması gerektiğini anlatan “pendname” türünde didaktik “Hayrînâme” isimli mesneviyi okuyanlar kendilerine gerçekten biz, nasıl bir çağın bireyleriyiz sorusunu sormadan edemezler.
Kendi özel tarihimiz yanında, çağın bütün insanlarıyla paylaştığımız ortak paydalarımız nelerdir?
Bizden öncekilerin ve çağlarının, hakikaten gerçekleşmesini hayal ettikleri rüyâsı mıyız?
Acaba, gelecek kuşaklar bizi, tarihin huzuruna nasıl bir takdim ile çıkaracaklar?
“Atalarının hayat birikimlerinden çok şeyler aldılar, ama bu birikime çok şeyler de kattılar.” diye mi, yoksa “Bütün insanlık mirasından çok şeyler almalarına karşın, kendi çağlarının insanlarının ümitlerini kırdılar, düşlerini kararttılar; cıvıl cıvıl gökleri karanlık bulutlarla kilitlediler... Akıllar güdükleşti, hayaller ve ruh kanatlarını yitirdi!..” diye mi?
Belki birisi söze karışarak şöyle diyecek:
“Bu yüzyıl, şahidi olduğu büyük trajedileri yanında, akılları zorlayan değişimlerin, dönüşümlerin; keşif ve açılımların yaşandığı; o ana değin üretilmiş bilginin, hem nicelik hem de nitelik bakımından geometrik diziler halinde sıçrama yaparak çoğaldığı, bu sebeple de en yoğun biçimde bilgi ve teknoloji kullanımının yaşandığı muazzam bir çağ!..
Dünyanın keşfi ve fethinin tamamlanıp, kendi galaksimizle, Meta-galaksilerin ufuklarına doğru yol alınmaya başlanan, ışıl ışıl bir periyot!.. Hiçbir çağda görülmedik bir biçimde, dünyamızın iş arenası ve atölyesine, insanların da üst düzeyde birer üretken unsur haline geçtiği bolluk ve refah çağı!...
Ulusların kendi mahrem ve onlara özgü ve onları ‘kendileri’ kılan mevrus insanlık değerlerinin, yükselen yeni değer ‘küreselleşme’ ve ‘yeni bir dünya düşü’ne entegre oluşu; böylece de, bir Yeryüzü Ailesi’nin gerçekleşişi...”
Listesi daha da uzatılabilecek olan bu iyimserlik gerekçeleri arasında, acaba bizi tedirgin eden, fizik güvenliğimiz yanında, içsel huzurumuzla fizik ötesi gerilimlerimiz açısından bizi kuşkulara ve derin belirsizliklere sürükleyen olumsuzluk noktaları, daha başka bir ifadeyle, bu yüzyılın koynunda taşıdığı bir “hançer” yok mu? Kökleri ve besleyici kılcal damarları dün ile bugün içinde bulunan gelecekten emin olmamız, kendi özgür seçim ve eylemlerimiz yanında, biraz da bugünden emin olmamıza bağlı değil mi? Hem kendi gelecek nesillerinin hem de bütün evrenin geleceğine sunacağı “Büyük Miras”ı nedir bu yüzyılımızın?
Şurası bir hakikattir ki, bir ideolojiler, beşerî sistemler ve insanları, görünen, görünmeyen çok yönlü yöntemlerle köleleştirmeler yüzyılı olan “Yirminci Yüzyıl”, üzerimizden geçip gitti... Tabiat ve cehalet karşısında muzaffer insanlık, kendi ruh ve nefis mahbeslerinde, ideolojilerinin ve düşünce manzumelerinin esiri ve zebûnu mu hâlâ?…
Bir yanardağ gibi indifa eden sanayi devrimi ardından, semavî-manevî/geleneksel değerlerin bağlayıcılığından kaçış, bir özgürlük aldatmacasına dönüşürken, gelin görün ki yeryüzünde, özgürlük(!) tüten esir kamplarından geçilemiyor; sözde ilkel çağların aksine, zincirsiz ve bukağısız köleler, gerçek durum ve kimliğini kamufle etmeye çaba sarfeden medeni “Kunta Kinte”ler, derin haz ve bağlılık aşkıyla, neşideler yakıyor!...
Kapitalizm, üretim ve tüketim fonksiyonlarını, bütün yüzyılların yükselen değeri olarak vurgular ve hayata geçirirken, bu ilkeye olan sadakatinden olsa gerek, dünyayı tüketiyor; bir şaşkın ördeğe dönüştürdüğü insanı da yeni değerler şem’asına ve şablonuna göre, yeniden üretiyor...
Son günlerdeki moda ifadeyle, tarihin, başka çıkar yolun olmadığını, bu sebeple ancak kendisiyle sonlanacağını oldukça, canlı ve kanlı bir biçimde kafalara dank ettirmek için, o ganî(!) gönlünde, kendi antitezini bile üretiyordu... Bu, iki kere ikinin dört etmesinden daha somut, ama farkedilmesi de o nisbette zor bir olgu...
Moor’un “Utopia”sının, Campenella’nın “Civitas Solis”inin, Augustinus’un “De Civitate Dei”sinin, insanları başka alternatif arayışların peşine taktığı, onların ruhlarıyla birlikte akıllarını da kendi ateşinde yakarak, pervaneye döndürdüğü, beşerî alternatif sistemlerin hikmet-i vücudunun da bu olduğu şeklindeki söylem ise, hakikaten çok hoş ve eğlenceli...
Hiç, hayallerden gerçek çıkar mı?!...
Yüzyılın öncesinde çatırdayan, başlarında da yıkılan dengeler üzerine bir akbaba gibi tüneyen, hile ve zulüm kulesi... İkâme edilmeye çalışılan değerler sisteminin, bütün hayat ve insana yönelik bakış açılarının ve ahlâkının iflası, nihayet yaşanılan topyekûn iki dünya savaşı...
Avrupa’nın tâ göbeğinden dünyaya yayılan sınırsız ve bağlantısız özgürlük arayış ve hareketleri, nihilizm ve anarşizm, sapkınlık ve fıtrata yabancılaşma, iflas etmiş olan bu değerler sisteminin kül ettiği tarih, insanlık, kültür ve medeniyet makberlerinden, evet, onlardan esinlenmedi mi?! Onu, bir “Korku Çağı” olarak teşhis ederken “Camus” haksız mıydı?! Nükleer füze başlıklarının paradoksal dengesi ile kurulan, karabulutları bir karabasanlar sürüsü gibi hâlâ üzerimizde dolaşan bir plütonyum, uranyum soslu barış dumanı, göklerimizden ve gönüllerimizden uzakta mı ki?! Sırf nesnel dünyanın değil, ama bütün her şeyin çok küçük bir azınlık tarafından sömürüldüğü; tenlerin açlığa, ruhlarınsa bir hiçlik ve boşluk okyanusuna terk edildiği; dünya üzerinde açlar, yarı açlar ve toklar kamplarının ya da kuşaklarının oluşturulduğu bu çağ, sormak lazım, kimin için ve neden tekin olacak ki?
Bu çağın bize sunduğu en büyük dert: yalnızlık, ruhsal soğukluk, herkesçe paylaşılabilecek ortak değerlerin yokluğu!... Globalleşme mitos’u, bu yalnızlıkları, ayrı ayrı adacıklar halindeki toplumsal, kültürel oluşumları bir araya getirebilmek için icad edilmiş göz alıcı ve sihirleyici bir terim... Çok şaşırtıcı, sözü her edildiğinde, daha da bölünüp parçalanmaya, büyük balıklara yem olmaya dönüşen globalleşme...
Çağın bizden alıp götürdüğü ve bugün, yokluğunu derinden hissettiğimiz “îsâr”, “altruizm”, “diğergamlık”, “bizcilik...” İnançlara, kanaatlara, renklere, bölgelere, tarih ve medeniyetlere göre ayrımların somut birer gerçeklik olduğu çağ, tezatlar, tutarsızlıklar çağı!... Bütün evrenle birlikte insanlık âleminin de tekliği, tek menşe’ ve tek Yaratıcı’dan geldiği anlayışının besleyeceği sıcacık, baharımsı ve güneş renkli tebessümün yerini, insan cinsi adına, utanç tablolarının alması...
Bir balinanın ya da penguenin, deniz foklarının, her neyse, Avusturalya’nın hangi tür kangurularının kurtarılması, ya da insanın hayatı yanında hissiz bir güzellik olmaktan öteye geçmeyen ve zaten insan için var olan doğa unsurlarının korunma altına alınması için medyatik güçler küresellik içinde harekete geçer ve nabızlar aynı frekansta ritim vururken, “dîde-i ekvân” olan insana karşı, vicdanlar ölü ve suskun... “İnsan”, tıpkı kumsal üzerine çizilmiş siluetinin kıyıya vuran dalgalar tarafından silinip götürülmesi gibi yitik ve heba edilmekte... İniltilerini işittiğimiz binlercesi arasından, gözlerimiz önünde kan ırmakları oluşmuş.
Yüzyılın en büyük insan boğazlanışına ve kıyımına seyirci kalınarak, insan oluş haysiyeti ve bedenleriyle birlikte nehirlere akmış, kıyılara vurmuş; cesetleri set olup yollar kesmiş... Kimi kez açık, kimi kez de kapalı bir tarzda, “esir milletler ve medeniyetler kampları” oluşturulmuş... “Baskın, basanın elinde kalır.” özdeyişi, hukukun yerine geçen gücün kanunu olmuş... Haklarını arama peşindeki mağdurlara, onları gadre uğratanlar hâkim tayin edilmiş... Kuzulara şah olsa, kurt yapmazmış böyle bir düzenlemeyi... Bütün bunlar ve daha da çoğaltılacak olan başka şeyler, sanki bu bilgi ve bilim çağının ürünü değil mi? Biçimsel ya da nesnel, niceliksel bazı ilerlemelerin ötesinde, bizi birleştirecek bir “Genel Bilim Ahlâkı”na sahip miyiz? Ya da, bilimi ve onun üzerinde yükselen teknolojiyi, metafizik değerlerin ahlakî kayıtlarından bağımsız kılmakla, insanlığın gerçekten hayrına mı davranmış olduk?...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 ŞUBAT SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



