JoomlaLock.com All4Share.net

MEZHEB BİLİNCİMİZ -5

L- MEZHEPLİLİK Mİ, MEZHEPÇİLİK Mİ?

İslâm kültür ve medeniyeti tarihi incelendiğinde görülür ki, ilmî ölçülerden ayrılmayan, sadece inanç, ibâdet ve uygulama alanında kalan samimî düşünce, içtihâd ve yorumlar, İslâm için çok yararlı olmuş; ona esneklik kazandırmış, İslâmiyet’in değişik toplum ve çevrelerde yayılmasını kolaylaştırmış ve İslâmî hükümlerin yeni olaylara rahatlıkla uygulanmasını sağlamıştır. İşin içerisine siyâset, kişisel çıkarlar, cehâlet, gaflet, taklitçilik ve taassup karışınca, mezhepçilik son derece zararlı olmuştur. Zaman zaman mezhep çatışmaları yüzünden İslâm’ın emrettiği birlik bozulmuş, dirlik ve düzenlik yerine kargaşa ve anarşi gelmiştir. Hatta bu yüzden nice günahsız insanların kanları boş yere akıtılmıştır.1
İslâm, kardeşlik, birlik, beraberlik, dayanışma ve yardımlaşma dînidir. Tefrika ve anlaşmazlık, zulüm, dîn yüzünden baskı; yani fitne, kardeş kavgası İslâm’ın şiddetle yasakladığı, lânetlediği, mahkûm ettiği davranışlardır.     

İslâm büyükleri arasında taassuba aslâ rastlanmaz. Onlar Müslümanları içtihâd ve ittibâa, yani delilini bilerek bir görüşe uymaya teşvik etmişler, birbirini takdir eylemiş, yekdiğerinden istifadeyle, bir ilim ailesi hâlinde yaşamışlardır.

İmâm-ı Âzam, içtihâdında ısrar etmemiş, “Bilmiyorum, belki de ulaştığım netice şüphe götürmez bâtıldır.” deme erdemliliğini göstermiştir. Şu söz de yine O’na aittir: “Bizim mezhebimiz yanlış olma ihtimâli olan bir doğrudur, diğer mezhepler doğru olma ihtimâli olan bir yanlıştır.”2 Ebû Hanîfe’nin kabri civarında sabah namazını kılarken İmâm Şâfiî’nin, Büyük İmâm’a hürmeten Kunut’u terk etmesi, İmâm Mâlik’in (ö.179/795) Hârun el-Reşîd’e hitaben, “Muvatta’ı (kendi derlediği hadîs kitabı) tek kanun hâline getirme, çünkü ulemânın farklı görüşleri bu ümmet için rahmettir. Herkes kendine göre sahîh olana uymuştur, hepsi hidâyet üzeredir. Ve her biri Allâh’ı murad etmektedir...” demesi, söylediklerimizi doğrulayan parlak örneklerdir.3 Kezâ, imâmların birbirlerinin arkasında namaz kıldıkları da tarihî ve ilmî bir gerçektir.4    

Bütün bunlara rağmen, özellikle sünnî mezhepler arasında kışkırtıcılık yaparak geçimini temin eden çevreler, eğer niyetlerinde samimîlerse, tamâmen bir unvan hâline sokulup işlevsizleştirilen mezhebe, yeniden doğuş yıllarındaki dinamizmi kazandırmaya çalışsınlar. Sûretâ mezhepli câhil kitleleri bu konuda aydınlatmaya gayret göstersinler. Mensup olduğu mezhebi tüketerek övünmek yerine onu üreterek yüzünü ağartsınlar. Bu yönde yapılacak şey, şu beş maddede toplanmaktadır:

1- Hepsinin hak olduğunu, aynı kaynaktan beslendiğini bilmeli; birinin yekdiğerine üstünlük iddiasının, Kur’ân âyet ve sûrelerinin birbirine mutlak üstünlüğünü iddia etmek gibi bir yanlışı tevlid edeceğini anlayacak kadar mezhep bilincine sahip olmalıdır.5    

2- Taklit ettiği mezhep imâmını iyice tanımalıdır.6

3- İmâmının mezhebinin hak olma ihtimalinin bulunduğuna inanmalı;7 gerektiğinde diğer mezheplerden de faydalanmalıdır.

4- Davranışlarına dîn ekseninde ayar getirmeli, meşrep veya mezhebin değil, dînin kurtuluşunu esas almalıdır.

5- Mezhepleri dîn ile özdeşleştirmemeli, mezhep sahiplerini tabulaştırmamalı; onların kitap ve içtihâdlarını kutsal metinler olarak telakki etmemeli ve akîdeleştirerek îmanın temel ilkeleri gibi algılamamalıdır.            

Mezhep nedir bilmeyen, bilse bile futbol takımı tutar gibi, diğer mezhepleri gözden çıkaran ne insanlar tanıyoruz. Hatta Şâfiîlik denince kâfirlik olarak belleyen, kendi mezhebinden olmayana farklı gözle bakan...

İl müftüsüne telefon açıp:
-Şu işe bak hocam, Müslüman diye kızımı verdim, kıpkızıl Şâfiî çıktı! diyebilen...

Bir alan araştırması değerinde bir yanılgıyı ortaya koyan bu anekdot, aslında, câhilliğin kurbanı ve mezhep bilincinden yoksun olan insanımızın ne tür karamizahlar sergileyebileceğini çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. ‘Müslümanım’ diyen, ‘Ehl-i Sünnet’im’, ‘sünnî’yim’ diye övünen zavallı insanımızın hâl-i pürmelâli bu maâlesef!. Peygamberin dahi kendi mezhebinden olduğunu iddia edenin, ne denli bilinçli bir Müslüman olduğu söylenebilir? Her mezhep bağlısı, imâmlarının fazileti için hadîs uydurma yarışına girerse, bunların şuurlu, sağduyulu birer Müslüman olduklarından bahsetmek elbette ki mümkün değildir.8                    

M- MEZHEPLER VAHDETE / BİRLİĞE MÂNİ MİDİR?    

Bir kez daha söylemek gerekirse, mezhepler İslâm dîninin kendisi hatta bir parçası değildir. İslâm dîni mezhepleri içine alır, fakat mezhebin kendisi tek başına dînin yerine geçemez. Mezhepler dînin hükümlerini anlamada bir yöntem, bir düşüncedir.  Herhangi bir mezhebi veya bir mezhebin herhangi bir konudaki görüşünü kabul etmeyen dinden çıkmaz, dolayısıyla küfürle itham edilemez. Sadece mezhepsiz olur.

İslâm toplumunun bir realitesi olan ve İslâm’ın yaşanır bir dîn olmasına yardımcı faktörlerden olan mezhepler için “bölüyor, ayırıyor, parçalıyor, kutuplaşmalara meydan veriyor; ümmetin vahdetini engelliyor” denilebilir mi? Mezhep imâmlarının hayatları, düşünceleri, içtihâdları göz önüne alındığında böyle bir iddiâ elbette ki ileri sürülemez.9

Bununla beraber mezhep kışkırtıcılarının ve mezhebi saltanatları için bir kaldıraç olarak kullanan zâlim yöneticilerin halkın cehâletinden ve âlimlerin taassubundan yararlanarak körükledikleri mezhep tartışma ve çatışmaları da elbette görmezden gelinemez.10

İki şeyi birbirine karıştırmamak gerekir: Mezhepli olmakla mezhepçi olmak... Elbette mezheb dîn hâline getirilmemelidir. Dîn, dönüşü olmayan bir otoban yolsa, mezhepler de o yolun gidişi kolaylaştıran şeritleridir. Her Müslüman aklının kestiği, mizacının elverdiği ve kendisine uygun gördüğü şeritten gitmelidir. Rastgele şerit değiştirmemeli, yoldan sapmamalıdır.

Mezhep taassubunu dîn taassubuyla eşdeğer ya da daha üstün tutan mezhepçiler, elbette yanılgı içindedirler. Mezhepler kadar mezhepli olmak da haktır. Bu kesim yüzünden, mezhebin hayatımızdaki yerini küçümsemek ya da kestirmeden onu yok sayıp bir kalemde silivermek ne büyük ahmaklıktır!. Normal olan, mezhepçi ya da mezhepsiz olmak değil, mezhepli olmaktır. Mezhepli olmak; fıkha dayanmak, her yaptığını kanunî ve hukukî disiplin içinde yapmak, hukuksuz iş yapmamaktır. Asıl korkulacak olan, hukukî olmak değil; arzu ve tutkuların istikâmetinde yürümektir. Bu ise şüphesiz fesattır, terördür. Herkesin arzu ve tutkuları istikâmetinde iş yapmalarındaki vehâmeti düşünürsek, konunun hassasiyeti daha iyi anlaşılmış olur.

Eğer beşeriyetin tamamı, yüce bir mektebin talebesi gibi aynı sosyal yapıya ve tekdüze bir hayat tarzına sahip olsa ve hepsi aynı standartta bulunsa, o zaman mezhepler birleştirilebilir veya tek bir mezheple yetinilebilir. Böyle bir şey söz konusu olamayacağına, her zaman çeşitlilik ve değişik sosyal faktörler bulunacağına göre, böylesi sosyal bir realite olan mezhepler de bir ve tek olmaz.11

“Reform” diyerek mezhepleri birleştirmek ve dîndeki doktrinel çoğulculuğun önüne geçmek adına dîni yok etme gayretinde olanlar, sürekli olarak şu soruyla saf zihinleri bulandırmaya çalışırlar: Dîn bir ise, ya mezhepler neyin nesi? Onlara sormak lazım: Taklîdine yeltendiğiniz -onu bile beceremediğiniz- Avrupa’nın dîni olan Hıristiyanlık bir ise yüzyıllardır bir araya gelemeyen, birbirlerini tüketen Katolik, Protestan, Ortodoks gibi değişik mezhepler ve onların alt grubu olan fraksiyonlar niye?

Kaldı ki, İslâm’ın düşünce zenginliğini, yapısal dinamikliğini ortaya koyan çok yüksek düzeyde entelektüel ulemâdan müteşekkil sivil örgütler mesabesindeki mezhepler, ümmet için dehşet veren ayrılık ve şiddet unsuru değil, sırf rahmet olmuştur. Aralarındaki ihtilâf, ihtilâf-ı tezât değil, ihtilâf-ı tenevvü’dür. Yani, söz konusu ayrılık, temelden bir zıtlaşmayı, inatlaşmayı gerektiren bir farklılık değil; İslâm hukukuna çeşni ve çeşitlilik sağlayan, doktrinal zenginlik kazandıran kurumsal/formel bir ihtilâftır. Müçtehid imâmların kimi azimet ve takvâ yolunu seçmişken, kimisi de bir ruhsat ve müsâade yolunu tercih etmek sûretiyle Müslümanların önüne geniş bir rahmet sahası açmışlardır.12

Kâtip Çelebi (ö.1067/1656), tek tip ve standart yorumdan yana olup ihtilâfa (çoğulcu düşüncelere) tahammül edemeyenlerle ilgili olarak şunları söyler: “Kimi ahmaklar ihtilâf hikmetini bilmez, cümle halk bir mezhepte ve bir meşrepte olsun deyu muhâl tasavvur ederler.”13

Îmanî mes’elelerde (usûl/akaid) ve kat’î delille sâbit hükümlerde değil; ümmetin esenliği ve birliğinin inşâsında etkin olan sosyal unsurlar içeren fer’î ve ikinci derecede mes’elelerde ihtilâf rahmettir, genişliktir ve dîni yaşamada kolaylık sunan bir imkândır. Bu sebeple, Allâh Resûlü (as) “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.”14 (Doğar rahmet, ihtilâf-ı re’y-i ümmetten) buyurmuş, ümmetine olan şefkatinin parlak bir yansıması olarak, pratik hayattaki tıkanıklıkların nasıl aşılacağının, değişme ve gelişme probleminin ne şekilde çözümleneceğinin, nassların bakış açısının daraltılamayacağının, durağanlığın ve ‘tek tip’ olmanın dışlandığının ipuçlarını vermiştir.15 Büyük İslâm âlimlerimiz de “Kat’î olmayan her hüküm içtihâda açıktır, içtihâda açık olan her hüküm de ihtilâfa açıktır”16 diyerek hangi konularda görüş ayrılığına düşülebileceğinin kuralını ortaya koymuşlardır.

İçtihada açık olmayan hükümler, ümmetin düşünce, şuur ve eylem birliğini ifade eden kat’î hükümlerdir. Bunlar da amelî hükümlerden çok az bir alanı işgal eder. Hakkında nass olan konuların da ekserisi farklı anlayış ve yorumlara açıktır. Allâh (cc) tamamen bir rahmet eseri olarak bunu böyle dilemiştir.

Tek bir yorumu mutlaklaştırılıp/tek tipleştirip bütün toplumun önüne uyulması gereken bir “inanç ilkesi” gibi koyma sevdasında olanlara Ömer b. Abdulazîz (ö.101/720) şu hatırlatmayı yapmıştır: “Resûlullâh’ın (as) ashabı ihtilâf etmeselerdi üzülürdüm. Çünkü bir kişinin sözü insanlar için darlık ve sıkıntı getirir. Onlar kendilerine uyulan imâmlardır. Onlardan herhangi birinin görüşünü almak kişioğlu için genişlik ve kolaylıktır.”17 Nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, tek ayar ve kalıpta olmayan mizaçlara göre de ilaçlar değişim arz eder; aynen bunun gibi, asırlara göre şeriatlar, milletlerin yeteneklerine göre ahkâm/amelî hükümler değişime uğrar.18 Çünkü şer’î hükümlerin teferruat kısmı, beşerin pratik hayatına ilişkindir. Ona göre gelir ilaç olur. Yüce Yaratıcı’nın son semavî hukuk sistemi olarak gönderdiği ve devamını irâde buyurduğu İslâm’ın hükümlerinin tek bir kalıba dökülmesi düşünülemez. Allâh (cc) da bunun böyle olmasını dilememiştir (Hûd/118). Bu şer’î hükümlerin birbirine ters düşmeyecek şekilde belli/standart kanun maddeleri formatında dizayn edilmesi de beklenmemelidir. Aksi hâlde zamana mağlup olur, toplum dinî hükümleri tanımaz duruma gelir.

İnsanların ihtiyaç ve maslahatlarını en iyi bilen Yüce Allâh’ın (cc), vahiy kesildiği için, bu ümmet içinde ehliyetli, bilgili, içtihâda selâhiyetli âlimleri yaratması da bir rahmettir. Böyle sırf rahmet olarak ümmet içerisinde hayırlı faaliyetlerde bulunan âlimlerin toleransları/ihtilâfları, işi geniş tutmaları, rahatlatmaları da ayrı bir rahmettir. Çünkü Allâh (cc) insanları çeşitli mizaçlarda yaratmıştır. Zaman içerisinde, insanların bu mizaçlarını göz önünde bulundurarak dünyevî mes’elelerde hüküm icra etmeleri, Allâh’ın müçtehidleri eliyle bir rahmet tecellisidir. Düşünün ki, insanlar, sözgelimi, ya hep Hanefî ya da hep Şâfiî olsalardı, hayat çekilmez olurdu. Meselâ, sadece Hanefî (yani İslâm’ın sadece Hanefî yorum tarzına göre amel ediyor) olmaları durumunda belli meslek erbâbı birtakım insanların sık sık abdest almaları gerekecekti. Çünkü kan, Hanefîlerce abdesti bozmaktadır. Sadece Şâfiî olmaları durumunda ise, yabancı birine dokunmakla abdestsiz kalacakları için, insanların sosyal hayattan hatta lâhutî mekânlardan soyutlanmaları, meselâ mahşerî hacc ortamında bulunmamaları kaçınılmaz olacaktı. Bunun gibi, özel hâllerinde bulunan kadınların (hades-i ekber ile) haccda tavaflarının sahih olmaması gerekecekti.19

Kezâ, Şâfiî mezhebi olmasaydı cezaevleri ve hastanelerde cuma namazı kılınamayacaktı. Çünkü Hanefî mezhebinde, cuma namazının sahîh olması için izn-i âmm (isteyen herkesin cuma namazı kılınan yere girebilme serbestiyeti, kamuya açık olma) şartı aranmaktadır. Oysa Şâfiî mezhebinde böyle bir şart bulunmamaktadır. Kırk kişinin cezaevi veya hastanede bulunması hâlinde cuma namazını kılmaları gerekir.20

Kezâ, telefonla yapılan alışverişin câiz olacağı görüşü, diğerlerinden çok Mâlikî mezhebine göredir.21 Örneklerini çoğaltabileceğimiz söz konusu sebeplerden ötürüdür ki, Kâtip Çelebi haklı olarak “Kimi ahmaklar ihtilâf hikmetini bilmez, cümle halk bir mezhep ve meşrepte olsun deyu muhâl tasavvur ederler.” deme durumunda kalmıştır.22

1 Karaman, Dört Risale, s.25; Aylık Dergi (Ehl-i Sünnet Tetkikleri), s. 427
2  Ebû Zehre, Fıkhi Mezhepler Tarihi, s. 81; Özen, age., 134
3  Şârânî, Mîzanu’l-Kübrâ, c. 1, s. 41-61; Karaman, İslâm Işığında Günün Meseleleri, c. 2, s. 717
4 Özen, age., s. 139
5 Mezhep ihtilâflarından korunma yolları için bk. Zeydan, age., s. 170-172
6 Bk. Zeydan, age., aynı yer.
7 İbn Âbidîn, age., c. 1, s. 51
8 Bk. Zeydân, age., s. 145. Emevîlerin son devrinden itibaren yavaş yavaş kendisini gösteren ve Abbasîlerin ilk dönemlerinde -ilimlerin tedvinine rastlayan dönem- iyice kuvvet kazanan içtimâî-fikrî bir cereyan olan ve Arapları küçük gören ve onların diğer unsurlara bir üstünlükleri olmadığına inanan Şuubiye Olayının özellikle hadîs uydurma konusunda büyük bir etkisi olmuştur. Zira, her grup kendi fikrini delillendirmek gereğini duymuş ve bu durum, tarafları karşılıklı hadîs uydurmaya götürmüştür (Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, s. 190-191). Buna göre, aynı gerekçelerle, mezhep imâmlarının faziletlerini bildiren hadîslerin uydurulmasının da, adı geçen grubun olumsuz etkileri sonucu olduğunu ve aynı gerekçelere dayandığını söyleyebiliriz.
9 İmâm Şâfiî şöyle der: “Benim mezhebime muhâlif olan sahîh bir hadîs size ulaşırsa ona tâbi olunuz ve biliniz ki, benim mezhebim de odur”. Karaman, Dört Risâle, s. 190
10 Halîfe ve emîrler, çevrelerine topladıkları âlimleri münâkaşalara sevk etmiş, Ebû Hanîfe ve Şâfiî arasındaki görüş ayrılıkları araştırılarak eserler yazdırılmış, tartışmalar icrâ ettirilmiştir. Karaman, age., s. 21
11 Bk. Bedîuzzamân, Sözler, s. 512
12 Bk. Şârânî, age., c. 1, s. 5-6
13 Kâtip Çelebi, Mîzanu’l Hakk, (Haz. A.Baki Gölpınarlı), s. 38
14 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c. 1, H.no: 288. Bu hadîsin kritiği için bk. El-Kardavî, Sünneti Anlamada Yöntem, (Ter. Bünyamin Erul), s. 172; Ahmet Yaman, İslam Fıkhını Nasıl Anlamalıyız? (Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri), s. 199; Y. Vehbi Yavuz, age., s. 233; Hayrettin Karaman, age., s. 246. Bu hadîs, İslâm’ın, donuk değil; “durumsal” bir dinamizme sahip, zaman ve mekân boyutunda evrensel bir dîn olduğunun Peygamberî ifadesidir.
15 Bk. Erdoğan, Ahkâmın Değişmesi, s. 10
16 Bk. Kardavî, age., s. 174-175; Yunus Apaydın, “İçtihad”, DİA, c. 21, s. 436, 440, 566.
17 El- Beyânûnî, İhtilaftan Rahmete, s. 15; Benzer sözler için bk. Şükrü Özen, “İhtilâf”, DİA, c. 21, s. 566.
18 ‘Ezmânın tağayyuru ile ahkâmın tağayyuru inkâr olunamaz.’ Mecelle, md. 39.
19 Gönenç, age., c. 2, s. 40.
20 Gönenç, age., c. 2, s. 49.
21 Abdurrahman el-Cezirî, Kitab el-Fıkh alâ Mezâhib-i Erbaa, c. 2, s. 235.
22 Kâtip Çelebi, age., s. 38.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 NİSAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort