MEVLANAYA MEKTUPLAR AŞKIN ZİMMET VAKTİ -2

Gece...

Yalnızlık... Yalnızlık...

Fânîlik ve ötesinde bekâ hissi…    

Her geçen gün kaybolurken dünya meyvelerinden yediğim tokat. Bir tarafta ümid, diğer tarafta dünya. Arıyorum; Nerde Epiktetos'un aradığı atlet, “Rüyalarında bile mağlup olmayan yiğit.” Ben mezar-i müteharrik miyim?

Hayır! Hayır! Mezar taşları bile bir şey anlatır insana:

“Her nefis ölümü tadacaktır.”

Taşlar, rahmetin hazineleridir. Bu cihetle keşke, kalbim taş olabilseydi. Keşke şairin dediği gibi yağmuru bekleyen bir taş da ben olsaydım… O zaman gözyaşı damlalarımı barındırdığımı ümid ederdim. Heyhât... Hep gülen, oynayan kalbimin karasını “gönül yanıldığı” sanıyorlar. Oysa o, günah ateşinin bıraktığı istir.

Hz. Pîr’im,

Ne zaman isminizi duysam, ne zaman altında medfûn olduğunuz yeşil kubbeyi görsem duygulanır, kendimi mânanın müşfik kollarına atmış bulurum. Nasıl duygulanmam, isminizi işitince? Nasıl olur da bir çığ gibi gelişen, genişleyerek hudutların ötesinde bütün gönülleri fetheden sevginizden uzak bulunur, sizin huzur ve sükûn bahşeden sözlerinize yabancı kalırım?

Esasen bu mümkün değil.

Aynı sevgi, aynı mânevi havanın beni de sarıp kucakladığını ne kadar hissetmişimdir. Bu kuşatıcılığın verdiği derin, doyulmaz mânevi haz içerisinde mest olur, hayatımın en mes’ut demlerinin geçtiğine şahit olurum.

Şimdi ey aşk ustam söyler misiniz?

Sonsuzluk kafilesinin mümtaz bir siması olan dergâhınız, benim için de bir kurtuluş dergâhı olmaz mı? Modernitenin tesiriyle robotlaşan, “Bir dünyanın reddi”ni eylemleştiren şehrin gürültülü havasında ezilen ruhumu sizin dergâhınızda, sizin rayihalarınıza mest olan emsalsiz gülşeniniz de teskin edebilir miyim?

Yapayalnızım.

Az önce, köhne bir yapıyı bir an evvel çökertmeğe çalışan insafsız rüzgâr telâşındaki ciğerlerim, bu yorgun bedenimde hâl bırakmadı. Gözlerimdeki fer giderek tükeniyor. Siyah ve beyaz, bir küçük noktanın çevresinde sarmaş-dolaş. Görememekten korkuyorum. Ellerim titriyor. Baştanbaşa haset ve isyanla geçen ömrüm, üzerlerine güneş doğan çiğ tanecikleri gibi zerrelere ayrılıyor; bedenim sere serpe, geçmişim çırılçıplak. Ruhum, hep o kahrolası eski tevekkülünde. İdrâkim âciz; aklım, kendinden geçmiş. Durmadan su alan, her kıpırdanışında bir parçası kopup giden bu çürümüş kalıp uğruna tükettiğim yollarda sürünüyorum, gerisin geri. “Niçin ağlıyorsun?” diye sorduğunuzu işitir gibi oluyorum bazen. Âh, evet, yaşamak yine de güzelmiş!

Size bağlananlar bu toprağın çocukları oldular. Sabırla feragatle sizin aşk bayrağınızı omuzlarından indirmediler. Bugün, bu bereketli topraklara serpilen feyizlerden ışık alıyoruz. Yollarımız sizin ziyanızla aydınlanıyor. Aradan çok yıllar geçti. Devirler değişti, bu köprünün altından çok sular aktı. Acaba sizden bize ne kaldı? Tarihin yapraklarını bir bir çevirsek içimizde kat kat olmuş asırlık yaraların derinden gelen sızılarını duyarız.

Sizden yedi sekiz asır sonra yaşayan bugünkü genç nesiller ruhlara aydınlık veren yolunuzu arıyorlar. Asrımızın bunaltıcı atmosferinde hayat grafiğinin çizdiği zikzaklarla döne döne yorulan dimağlar, vitrinlerde, özel kütüphanelerde mezara gömülen hak âşıklarının ferahlatıcı üslûplarında dinlenmek istiyor. Şimdi kurak toprağın genç fidanlarına su vermek zamanıdır. Neslimizin sararan çehresi, derinlerden sızmağa başlayan suların oluşturucu kudretiyle filiz verdi. Kuruyan dallar onun yeşilliğine haset ediyor.

Ey sonsuzluğun sırrına ve ebedi olmanın süruruna ermiş Pîr’im!

Işığını kaybetmiş ve her yanıyla tozduman bir dünyada yaşıyoruz. Uygarlığımızı; yapma çiçeklerden ve sahte çimden, klima sistemleri ve floresan ışıklardan, açılmayan pencerelerden ve hiç susmayan fon müziğinden, yağmurun yağıp yağmadığını anlayamadığımız günlerden, gökyüzünün hep aydınlık olduğu gecelerden, walkman ve watchmenden, eğlencenin ördüğü kozalardan, mikrodalga fırından pişirilen dondurulmuş yiyeceklerden, kafein, uyuşturucu ve sanrıları harekete geçen uyuşuk yüreklerden oluşan sahte bir dünya üzerine kurmuşuz.

Diyorum ki bir ağlama bülbülü edasıyla başımı mum gibi önüme eğip bin bir isyan ve günahlarımı düşünerek öyle bir çığlık koparmalıyım ki, bütün gök ehli ellerinde nurdan çerağlar bu ağlama şölenime koşup gelsin.

Çünkü ağlamak tabiatımın kendisidir. Bunun dışında bir haletim tabiatımın nikabıdır. Bir hakikatten başka her şeyin inkârıdır, bulutların yağmur vermesi nasıl mucize ise ağlamak da öyledir: Mucizedir! Rahmetin ışığı, affın müjdecisidir gözyaşları!

Siz, hilâli yoldaş edinen kervanın içinde en alımlı yıldızsınız. Sizin yolunuzda olmak ne şeref! Zira bütün saadet sizin yolunuzda olmakta gizlidir. N’olur lütfunuzu unutmayın benden ve beni de piştiğiniz hicran kabında pişirin, aşk potanızda eritin!

Hatır-gönül bilmeyen bir dehşet içindeyim Sultanım!

Tekvini andıran bir dehşet bu: Yıllarca suskun kalmış dağlar öfkeyle yarılıp gökyüzüne duman ve taş püskürüyorlar, yanardağlar susuyor, uçurumlar kapanıyor. Her mânâdan sıyrılmış ürkütücü bir sükûnetin batağına ağır ağır gömülmekteyim. Kalem de tutmuyor ellerimde.

Doğuda, güneş tanyerini ağartmak üzere...

“Gel, gel, yine gel!
Ne olursan ol yine gel!
Burası ümitsizlik dergâhı değildir.
Tövbeni bin kere bozmuş olsan da yine gel!”

Çağrınıza Sezai Karakoç’un mısralarıyla cevap veriyorum:

“Sana geldim.
Ayaklarına kapanmaya geldim.
Af dilemeye geldim.
Affa layık olmasam da...”

Kar yeniden deliriverdi. Penceremi açtım. Kar taneleri ışığa koşan pervaneler gibi üşüştüler ellerime. Merhametsiz tipinin sivri bir bıçak gibi önüne katıp kovaladığı çaresiz bir serçe gördüm, pencereme kadar gelebilmişti. Minik gagasını bir kere açıp kapadı. Gözlerini yumdu ve düştü.

Artık yalnız değildim.

Serçeyi yavaşça avucuma aldım ve masum gagasından öptüm onu.

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 TEMMUZ SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort