Ey Hicran Yolcusu!
Hem nazarın hem de nazargâhın, bir aşk libasına büründüğü aşkınlıkta, kendi değer ve benliğimin yeniden keşfe muhtaç olduğunu hissettiğim bir sezgi ile yazıyorum bu satırları size. Ontolojik olarak değil, ama bilinç ışınımında varlık tayflarını aşarak kendi bilincime ulaştığım bu cömert ve bereketli zaman noktasında, varlık ile varoluşu bütün yanıp sönmeleriyle kendime doğru çeken bir merkez; her şeyin ötesindeki güç ve üstün prensip tarafından ele geçirilmiş de, bambaşka bir dünyanın sahillerine varmışım sanki...
Bir yanda kozamdan yeni çıkmanın şaşkınlığı, diğer yanda bir günlük hayat kapımdayken gene de sevgi ve hoşgörü ikliminizin izdüşümünde kanat çırpıyorum.
Gecenin on bir buçuğu. Yalnızım. Kar yağıyor.
Gökyüzünde gri karanlık, garip bir pembelikle hemâhenk. Kar taneleri bilinmeyen bir âlemden gelen sır dolu haberciler gibi kara gölgeler halinde uçuşuyor. Duymadığım ama bütün zerrelerimle hissettiğim nağmeler ve ritimler, uyuşukluk mu, esriklik mi bilemediğim bir iklime sürüklüyor benliğimi.
Tennureler uçuşuyor gökyüzünde. Dünyâ da kudüme perestiş ederek semâ eylemektedir. Ağaçlar, dağlar, kayalar ve uçurumlar, bir daha erişemeyecekleri zihni bir lezzet içinde hemâhenk semâ etmektedir. Penceremin buğulu ve küçük penceresinden, dağ doruklarında çatırdayan kırağılara kadar her varlığı soğuk yorganı altında titreten gece de aşka gelmiş devreylemektedir.
Bir şûlesi var ki şem-i cânın
Fânusuna sığmaz âsumânın
Asumânın fânusuna sığmayan cân mumunun şûlesidir ki bilen bilir, duyan anlar, gören görür. Mâziden âtiye yazılmış bir nâmedir ki, okuyan okur, anlayan anlar...
Bir harfi benim değil bu kıyl-ü kâlin
Şîr-ü gazelim cenâb-ı cânân söyler
diye istimdâd eder şair. Tadına; doyulmadan bir rü'yânın son cümlesi, bir şehrâyinden arta kalan son parıltıdır. Uzun bir hikâyenin hatm-i kelâmıdır. Ayin-i şerifdir, semaidir, bestedir, şarkıdır; Acemi bir müsteşrik edâsıyla uzaktan seyrettiğimiz bir mânâ ikliminin şifresidir.
Bilen bilir, bilmeyen bilmez!
Ayin-i şeriftir!
Bu öyle bir hâldir ki; ufkun iki adım ötesinde meleklerin “hay-hû”yu ve rûhânîlerin kanat sesleri duyulur. Böyle bir sır burcuna erenler için “Sidre” ile “Kâbe” iç içe bir vahit hâline gelir. “Ravza”, ”Firdevs”e örtü olur. “Evvel”, “Âhir”in rengini alır; “Zâhir”, “Bâtın”ın boyasına boyanır. Hisler dehşete düşer, ruh hayretler yaşar, beyan bir adım geriye çekilir. Gönül can diliyle konuşmaya durur ve her şey sonsuzun büyüsü ile büyülenir.
Bestekârın kâinatı, “bir özge temâşâ ile” idrâk etmesidir. İdrâke sığmaz, fevkelbeşer bir mânanın, beşer sathına ve idrâkine indirilmesidir. Mahcup bir gelinin yere korkarak basması gibi, çığırına mazbut bir edâ ile süzülür. Haykırmaz, seslenir. Şen kahkahalarla velvele etmez; tebessüm eder. Şevkâ bilmez, sitem eder. Aramaz, bulur!
İdrâkim âciz; aklım, kendinden geçmiş…
Yokluğun narındayım Hünkârım…
İnançlara, kanaatlara, renklere, bölgelere, tarih ve medeniyetlere göre ayrımların somut birer gerçeklik olduğu, tezatlar, tutarsızlıklar çağındayız! Çağımızın bizden alıp götürdüğü ve bugün, yokluğunu derinden hissettiğimiz “îsâr”, “altruizm”, “diğergamlık”, “bizcilik..” artık geçer meta kavramlar değil. Bütün evrenle birlikte insanlık âleminin de tekliği, tek menşe’ ve tek Yaratıcı’dan geldiği anlayışının besleyeceği sıcacık, baharımsı ve güneş renkli tebessümün yerini, insan cinsi adına, utanç tabloları almış...
Hz. Pîr’im,
Kalbin ağladığı çağlardayız. Kalb ve manevî fakültelerimizin, “insan”ın tanımında bütün değerlere ve emir-nehiy kiplerine muhatap “öz”ü teşkil ettiği, bir acayip aymazlıktan geldik... Kendimizi ve geleceğe bırakacağımız, her neyse o Büyük Mirası, uğruna feda etmeyi kabullendiğimiz bir aymazlık...
İçimizi ve kalbimizi temizler, metafizik değerlerden soyutlarsak, onu güya rahatlatacaktık! Kendi öz yurdundan sürgün ve başka diyarlarda serseri kalbin ve ruhun feryadı, işte o zaman, bizi de tâ içlerine çeken bir bedbahtlık, hüzün, gözyaşı ve enînler tufanına dönüştü...
Bir taşınmaz ağır ilençlerin yükü altında adeta tutkulu olduğumuzu fark ediyor; açılmaz ve göklere geçit vermez sislerle boğulduğumuzu duyumsuyor; rüyalarımızda, elsiz kolsuz dövüldüğümüzü biliyorsak, bu, kalbin sessiz ve sedasız bize dişini geçirmesindendir... Aşksız ve gönülsüz, kendi kabuğumuzla; ruhsuz ve özsüz, bir kâinat ve dünya ile Leylasız ve Mecnunsuz toplum ve insanlık ile gerçeksiz bir sahne ile sürgünde bir hayat yaşıyoruz...
Hz. Pîr’im,
Asude baharların yeşerttiği coğrafyaların adlarını hatırlamaya çalışıyorum tek tek. İçimdeki sonbahara inat harf harf yudumluyorum hepsini. Bir yayla şehrinde güneşin doğuşuyla hayata açtığım gözlerimi, şehrin bu gece vakti kapatmak geçiyor içimden.
Umudumun bağrına tazecik saplanmış artık firâk hançeri. Bir kurbanın tevekkülü var adımlarımda. Ayakları kan kokan ankebût ağır ağır örüyor heyûlayı. Karlar emre âmade. Âdeme giden, encama koşan necm misali; bin yıllık açlığını gidermek telaşındaki bin bir başlı ejderhanın dibinde nöbet tuttuğu kör kuyular gibi yutuyor her şeyi. Çeşmelerden ıslık ıslık akıyor vedâ ayininin ser taksimi. Vurgun yemiş üveyikler, konuşmuyor hiçbiri. Lâl olmuş yedi düvel, pürmelâl âlem-i seb’a. Temerküz ediyor serâ ve süreyyâ. Zira emir kesin:
“Kendi kitabını oku. Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter.”
Şimdi, menzilinize uzanmanın tam vakti!
Bölümlenemeyen ve tek olan şefkatli Allah'ın kulları olduğumuz bilinciyle dopdolu, ayni sevgilerle yıkanmanın, ayni imanı paylaşıp, ilahî evrensel kardeşlik bengisularında arınmanın, işte tam zamanı...
Menzilinize uzanan yol öylesine pürüzsüz ve ışıklı ki, bir ney’in bağrında uçuşan nazenin peşrevin engin sedâında titreyen ruhum, hüzünle semtinize doğru kanat çırpmaktadır.
Hz. Pîr’im,
Birazdan, ufukta bir şehrâyin başlayacak; ölüm kadar ağır ve doğuş kadar hafif… Can çekişmekle doğum sancılarını birbirine karıştığı bir dünyâ, ufukta barışacak; doğmakla ölmek vahdet noktasında buluşacaklar. Şu insan kalabalığının uzağında ve fakat onlara rağmen bir mahşer yaşanacak. “Ne ağlayan belli, ne gülen belli…” diye düşünecekler olacak. Ve bir ses ona soracak: “Ağlayan kim, ağlatan kim, gülen kim, güldüren kim? Kim?..” Ve ne bâkî kaldı bu zuhûr cennetinde? “Hürriyeti bulanlar “Hû” diyecekler. Diğerleri, şaşkın ve tedirgin, kafeslerinde çırpınacaklar.
Hz. Pir’im,
Yaşanılan anın içinden geriye dönüp baktığımda her şey sis ve duman içinde görünüyor. Söylen(eme)miş bir söz, bir duruş, bir bakış, bir eda, delirten suskunluklar... Bazen öyle oluyor; belleğim, olaylar, durumlar, söylenenler, yapılıp edilenler konusunda net fotoğraflar vermiyor. Sözlerim uçuyor. Cümlelerim dağılıp parçalanıyor, kırılıp dökülüyor. Dağılan kelimeleri toplayıp bir araya gelirsem de, yeniden aynı anlama ulaşamıyorum. Ulaştığım anlam aynı anlam olmuyor. Yeni bir anlama ulaşıyorum. Bir duvar kendiliğinden büyüyor.
Ne yapsam boş…
Suskunluğum, kendime kapanışım, insansızlaşmanın, faniliğin derin kuyusunda boğuluyor gibi olmanın ürkütücü sessizliği içinde... Şimdilerde okuduğun o yaralayıcı hikâyelerde de daha bir kesifleştiriyor içimdeki ıssızlığı.
Sözlerle, serzenişlerle, imalarla, gerçekliğin çarpıtılmış, değiştirilmiş, tersyüz edilmiş biçimleriyle kuşatıldığımı hissediyorum. İletiler ve imalar beni çok incitiyor...
Ne denli çaba gösterirsem de göstereyim önüne geçemiyorum incinmelerin. İncitmelerin de.
Ruhuma yöneltilmiş her fetih girişimi içini biraz daha yağmalıyor, talana çeviriyor. Suskun kırılganlıklarım, ilenmelerim, içlenmelerim, incelikli ve zarif öz öldürme törenlerimiz, onurumuz, yere göğe sığdıramadığımız gururumuz, müstehzi kıyıcılıklarımız... diyorum. İçimde dalga dalga kabarıyor yüreğim.
Bu kıyımlar, bu ölümler, içimde açılan çentikler değil, derin oyuklar, yarlar, yaralar benim. Yaralar benim. Yüreğim ıssız. Tedirgin. Mutsuz.
Yüreğimin götürdüğü yer neresi? Belli mi? Bilmek istiyorum.
Yalnız, garip gecelerde yıldızlar hep beni gözlerdi pencereden. Ay, nurunu göndermeye hasret, beklerdi mehtapta. Ben, maşukuyla vuslatı anlattığını, göz kırptığını sanırdım. Heyhât... Geceler ötelere açılan pencereler mi? Yoksa perdeler mi?
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



