/Kostantiniyye, suların ortasında şavkıyan bir Alaaddin Lambasıdır. Yürüdükçe kaçan, kaçtıkça uzaklaşan, kovalandıkça yakalanamayan bir meret sevgilidir adeta. Cilveli ve işveli bir masal perisidir sanki, düşlerin pembeliklerinde mavi kanatlarını çırpan... Bir esişi, bir gidişi, bir bakışı, bir gülüşü, duruşu var ki... Dağ gibi yüreklerde zelzele koparan... O'na varmak ve O'nu tutmak için kimler düşmedi ki yollara... O, kaç yiğidin özlemi, kaç bahadırın sılası olmadı ki?... Kaç âteşin cengâver O'nun hasretine yanmadı ve rü'yasına yatmadı ki?... Ama O, hep uzakta, uzakta, uzakta kaldı. Uzaktadır O. Çok yakında oluşun uzağında, ama varılmak için yol bulunmaz O'na. Ama yol bulunur varılmak için O'na. Derken bir on dokuz yaş inancı çağladı, çağın bağrından, çağların bağrına çağlayanlar gibi. Gümrah mı gümrah... Bir şimşek irade şavkıdı köhne sularda ateş yalımı izler bırakan. Yakıcı mı yakıcı... Sabrın sularına Kur'an'la açılan bir Ebu'l-Feth kıyam etti çağa, çağlara. Vakur mu vakur... Nurlu Peygamberin kutlu sözünün doğruluğuna şahitliğe çağrıldı çağa Fatih. Adil mi adil... Bu bilindi ve bu sezildi ilkin Peygamber varisleri tarafından. Ve o zaman O'na, "İşte o sensin, beklenilendin sen" dendi. "Fatihsin sen, fetihler de senin içinde, buna inan, inan buna " dediler. "İmanınla yürü" dediler O'na. İşte kirli düşünceler, daha küflü zamanlar... "Sultani uykuları terket. Ve diril ve doğrul ve çağla" dediler. "Bir mutantan mehter ol, sal kaside dağlara... Sadanı gür tut ki, emr-i bülend taze şafaklara şehbal açsın" dediler./
Fetih yıldönümlerinde düşünülmesi gereken şey, Sultan II. Murad'ın oğlu II. Mehmed'i «Sultan Mehmed», hem de «Fâtih Sultan Mehmed» yapan vasatın nasıl olduğudur. Asırlardan beri birçok kavim ve milletlerin hayâlini süsleyen, ama bütün çabalara rağmen bir türlü onların kabzasına teslim olmayan Kostantiniyye’ye fethetme şerefini O'na sağlayan vasat nasıldı?
İşte, hiç olmazsa Mayıs ayında, tabiattaki uyanışın şu ilk günlerinde, fikrî uyanışı da sağlayacak düşünce bu olmalıdır. Bu düşünce olmadıkça, Mayıs aylarında yapılacak fetih yıldönümleri, gönül âlemimizdeki fikri yolculuğumuz, seferi namazı gerektirecek kadar bile uzun olamayacaktır. Böyle olunca bir günlük heyecanlar, birkaç saatlik nutuklar, bilmeyiz, gök kubbede kayboluveren bir sadâ olmaktan öteye geçebilecek, mânâ âlemimizin semâsındaki ilk bulutlara bile ulaşabilecek mi?
Halbuki asıl üzerinde durmamız, târihî analizler yapmamız gereken sır, bizce, Fethi hazırlayan, ikinci Mehmed'i, «Fâtih» yapan vasat'dır. Biz ona vasat, biz ona ideâle muvâsalat diyoruz. Göz ve gönüllerde, ilimle, irfânla, kültürle, san'atla, sevgiyle, saygıyla, birlikle, beraberlikle, kardeşlikle, eşlikle meydana getirilecek vasat, yeni fetihlere muvâsalatı sağlayacaktır. Bunun için de, yeniden ihyâ, yeniden irşâd, yeniden uyanış, yeniden diriliş. Bu ruh, bu sır, bu karar olmadıkça, bütün kutlamalar, şenlikten öteye bilmeyiz geçebilecek mi? Bu fetih sırrını, Fâtih'in kendi hayâtında seyredelim: Fâtih, etrafını kuşatan hocalarına bir gün sorar : «Efendilerim; acaba, Cenâbı Hakk'ın, Kur'ân-ı Kerîm'deki (Ey îmân edenler; Allah'a ve Resûlü’ne îmân ediniz) diye, hem de mükerreren buyurmasındaki sır nedir? îmân edeni, Allah'a ve Rasûlüne îmân'a çağırıştaki hikmet-i İlâhî acep ne ola?»
Meclisi şereflendiren bir Ulu, şu cevâbı verir : «Sultanım; Sizin bu sorunuzun cevâbını (o sırada dışarıdan gelen davul seslerini işâretle), davullar veriyor; Duyduğunuz gibi, tokmağın her inişiyle davullar, (Düüm, düüm!..) diye ses çıkarıyorlar; Yani (Dal, vav, mim), ile (devam, devam), (devam ediniz) diyorlar. Binâenaleyh, o ayeti kerîmelerden murâd-ı İlâhî, îmâna devam etmemizin arzû edilişi olsa gerektir. Bizden istenen, îmânımıza delîl olan ameller; bizim yapmamız gerekenler, îmânımıza güç verecek fiillerdir.»
Fâtih, bu cevâb ve îzâh tarzı önünde mest olur...
İşte böyle yeni fetihlere ve bunu belgeleyen uyanışlara muhtâcız. İlimde, irfânda, teknikte, ahlâkta, fazilette, Millet ve Memleketimize hizmet yarışına girmekte. Yeni dirilişler, yeni uyanışlar, yeni şahlanışlar.
Fetih yıldönümlerine hâkim olmasını gönülden arzuladığımız bu şuura kavuşmamızı, «Müfettih'ul Ebvâb» olan Rabb-ı Zülcelâlimizden niyâzdan sonra, II. Mehmed'i, «Fâtih Sultan Mehmed» yapan vasatı, üç ana maddede toplayarak, bize tahsis edilen sayfalarımızın çekebileceği kadariyle şerhedelim; Bu üç ana madde:
ÂİLE:
Fâtih’i, Fâtih yapan unsurların başında, âile vasatı gelir. Yerli yabancı herkesi bu gün de hayran bırakan âile terbiyesi. Babası, onu, kendisinden sonra Osmanlı tahtına geçme ihtimâli en kuvvetli bir kişi olması hasebiyle, en iyi şekilde yetiştirir. Şahsiyet kozasını örmekle meşgûl oğlunun, koza ipliğine «İ'lâ-yı Kelimetullah» lifleri hazırlayan babadır. Annesi de, yavrucuğu Mehmedciği'nin kulağına ta kundaktaki günlerinden beri, «Ya şehîd, ya gâzî» fısıltılariyle yıkayan ve onu Müslüman aile terbiyesiyle yetiştirip, oğulcuğunun, mânâ beşiğinden sultanlığa; maneviyât eşiğinden fâtihliğe erişmesinde en büyük âmil olan asîl Müslüman annesidir.
Bir mütefekkir : «Beşiği sallayan el, dünyâya hâkim olur.» der. Yavrusunu böylesine yüce beşikten ve eşikten geçiren annenin yetiştirdiği Mehmed, Muhammed (sav)'in yolunu izlemez mi? Böyle bir Mehmed, Kostantiniyye'ye hâkim olmakta niye âciz kalsın; Kostantiniyye elbette feth olunacaktır. Bizans'ın bu târihî şehri, başkenti, elbette İslâm'ı bol belde; Müslümanların İstanbul'u olacaktır. Bütün ehl-i küfr ve ehl-i salîb'e rağmen...
OKUL:
Devrin bütün eğitim yuvalarına, okullarına, yüce mânâlar hâkim. Buralar, ilim ve irfân kumaşını dokumakla meşgûl tezgâhlar durumunda. Tel tel mânâ; yumak yumak ilim, fikir ve san'at; renk renk hikmet; makara makara mâ'rifet; masara masara fazilet, gayret ve himmet. Bütün bunları taraklayıp dokuyan büyük âlimler, müderrisler, san'atkârlar, ulu mânâ erleri, erenler, evliyâlar, Anadolu’muzu aydınlatan önderler. Kalite, kalite, kalite ve ardından da kantite...
Öğretilenler; dîn, ilim, irfân, marifet. Adım adım insanlık; yudum yudum Müslümanlık.
Öğretene prensip olan ölçü : «Bildiğini saklayandan daha zâlim kim vardır?»dan ömür boyu ürperircesine, gece gündüz demeden, isteyen herkese vermek, her tâlibi boş döndürmemek.
Öğrenene hâkim olan rûh : «Bana bir harf öğretenin kölesi olurum»a, ömür boyu teslîm olmak.
Büyüğe saygı ve bağlılık; küçüğe sevgi ve şefkat.
TOPLUM:
Fertler, birbirinde yok olurcasına, bağlı. Kenetlenmişler. Sanki duvarı meydana getiren tuğlalar; birbirine dayanmışlar; sanki bir elin parmakları; birbirlerini tamamlıyorlar, destekliyorlar; yekdiğeriyle yardımlaşıyorlar; sanki devlet ve millet transatlantiğini, rıhtımdaki babalara bağlayan tel tel kendirlerden müteşekkil, ama birbiriyle kucaklaşınca, kaynaşınca çelikleşmiş kalın halatlar lokma lokma halkalardan meydana gelen, ama birbirini tamamlayınca, kalın zincirleri meydana getiren bağlar.
Bir örnek kâfî; Fethin arefesi. Sultân II. Mehmed, vezîri ile tebdîl-i kıyâfet yaparak, halkın böyle büyük bir fethe, rûhî hazırlık derecesini anlamak için sabah erkenden çarşıya çıkarlar. Kapısı yeni açılan bir dükkâna girip, üç okka tuz isterler. Tartılır, alınır. Dört okka da bulgur ister. O esnaf, bu kim olduğunu bilmediği müşterisine der ki : «Ben, tuz satışımla bu günkü siftahımı yaptım; Bulguru da, şu karşıdaki, dükkânını yeni açan ve henüz siftâhını bile yapmamış komşumdan alınız, lütfen.»
Tebdîl-i kıyafetli Sultan, tuzun parasını verip, vezîriyle çıkar, karşıdakine gider. Dört okka bulgur ister. Tartılır; Beş okka da şeker... «Lütfen» der, esnaf, «şekeri, ilerideki komşumdan alınız; O da siftâhını yapsın.».
Dükkândan çıkan Sultân, alınanları kucağında taşıyan vezirine der ki: «Böyle asîl bir milletle ben, bir değil, beş Kostantıniyye olsa bile alırım; Beylerime emrimi hemen ulaştırınız; Muhasara hazırlıklarına başlasınlar.» Saraya dönüp, hazırlıklarına hız verirler.
İşte, Feth-i Mübîn'i hazırlayan rûh ve seviye bu.
Yeni fetihleri gerçekleştirecek, mânâ ve mâneviyât da bu olacaktır.
Bu âile hayatında doğan, bu okulda yoğrulan, bu toplumdan çıkan orduların önünde, Kostantıniyye'nin taş surları nasıl ayakta durabilir? Kayser'in örümcek tutmuş tahtı bu seli nasıl durdurabilir? Bu aydınlığa sâhib Hilâl'in önünde salîb'in kolları nasıl dayanabilir?...
Bir İslâm velîsine, bir murâî, boynunu riyâkârlıkla yana eğerek sorar: «Efendim, bu Ümmet-i Muhammed'in hâli ne olacak; Ne zaman kurtulacak?...»
Bu riyâdan tiksinen Allah dostu, bir dostu ararcasına etrafına şöyle dikkatlice bir göz gezdirdikten sonra, ona şu eritici cevâbı verir :
«Ben göremiyorum; Hani Ümmet-i Muhammed'i göster; Sana, kurtuluşumuzu gün, saat ve sâniyesiyle söyleyeyim...» der ve yürür, gider.
İşte bütün mesele bu espri ve bu noktada; Ümmet-i Muhammed, Muhammed Ümmet'i olabilmekte, yânî gerçek Mü’min, hakîkî Müslüman olmakta; «Ümmet-i - Vâhide» sırrına erebilmekte.
Bu sırra erişmedikçe, bu rûh kavranılmadıkça, bu cehd elde edilmedikçe, fetih yıldönümlerinin, bir festivâl havasını aşamayacağından dolayı üzülürüz. Nutuklar, bildiriler, andlar, vaâdlar, törenler, günlük heyecan olmaktan öteye geçebilecek mi?
Siz, fethi hazırlayan âile, okul ve toplumun ilim, irfân ve mârifet, birlik, beraberlik, kardeşlik, yardımlaşma havasını ciğer ve gönüllere doldurunuz; Bakınız analar ne fâtihler doğuracaktır…
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MAYIS SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



