JoomlaLock.com All4Share.net

VAHDETİN TEMİNİ ŞUURLA MÜMKÜNDÜR

vahdetin temini

Vahdetin Temini Şuurla Mümkündür -  Abdulkadir Visâlî

Sayı : 101 - Mayıs 2016

 

Vahdetin Temini Şuurla Mümkündür

 

İslam dünyasına bakıldığında ortaya çıkan en önemli netice her halde müslümanların şuur açısından ciddi problemlerinin olduğudur. Her ne kadar sayımız milyarları bulsa da bu kalabalıkların İslami bir cemaat olarak hareket etmeleri, adeta milyarları içinde barındıran “bir” olmaları, nicelik değil de nitelik açısından bir yekûna sahip olmaları doğrudan doğruya bu şuurla alakalıdır. 

Bu şuur eksikliğindendir ki dünyevi menfaatlerimiz uğruna ebedi hayatımızı görmezden gelebiliyor, kendimize tercih etmekle emrolunduğumuz kardeşlerimizin yerine ehli küfür ile sıkılmadan sarmaş dolaş oluyoruz. Bunların neticesinde bir araya getirdiğimizde daha da güçlenip serpileceğimiz maddi ve manevi bütün birikimlerimizi birbirimizin aleyhine kullanıyoruz ki bu, bizim dışımızdakilerin gayet memnun olduğu bir vaziyette bulunmamıza sebep oluyor. 

Doğusundan batısına kuzeyinden güneyine dünyanın neresine bakarsak bakalım maalesef müslümanlar açısından acziyet, yokluk, sefalet, savaş, çekişme görmekteyiz. İzzet ve itibarımızı, haysiyet ve onurumuzu kaybetmiş bir yığın gibiyiz adeta. Hâlbuki Cenabı Hak bütün insanların selameti için bizi yeryüzüne varis kılmış, izzeti bize lütfetmiş, rızası doğrultusunda dünyanın imarına da yine bizi memur etmişti. Bizler ise Rabbimize karşı vazifelerimizi unutunca insanoğluna karşı sorumluluklarımızı da tabiatiyle görmezden geliverdik. Böylelikle hayırla meşgul edilemeyen nefislerimiz şeytanla yaptığı daha rahat iş birliği sayesinde bizi heva ve heves bataklığına çekti de çekti. Öyle ki yaklaşık 200 senedir batılın elinde bir oyuncak gibi o köşeden o köşeye savrulup durduk. 

Her ne kadar zahirde bir takım alışverişlerimiz, birliklerimiz, toplantılarımız, konferanslarımız olsa da bunlardan çıkan sonuçların birer iyi niyet temennisi olarak kalıverdiğini kaygı ile seyretmekteyiz. Daha içimizdeki kanun, nizam tanımaz müslüman görünümlü gavurcukların hakkından gelemedik ki diğer devletlerin/insanlığında yardımına koşalım. Mısır’da yaşananları birlikte gördük işte! Üzerinden ne kadar geçti ki? Zalim Sisi’nin çizmesi altında ezilen Mısırlı müslümanlar için ne yapabildik? Ya Libya, Tunus; yıllardır üzerine ağladığımız fakat daha öteye gidemediğimiz Filistin, şimdilerde pek gündemde olmadığı için unuttuğumuz Çeçenistan, Keşmir; araya giren uzun mesafeler olduğu için yabancı kaldığımız Arakan, Myanmar; yanı başımızdaki Suriye, Irak; ümmetin en büyük imtihanlarından bir tanesi İran? 

Niyetimiz bu bilinen hadiseleri tekraren naklederek ümmetin gönül tellerini sızlatmak değil! Bu meseleleri temcid pilavı gibi ısıtıp ısıtıp önümüze getirerek asıl görülmesi gereken noktaları gözden kaybetmek gibi bir gayretimiz de asla yok, elhamdülillah. Bilakis Suriye’ye, Filistin’e şu ya da bu coğrafyaya bakmak yerine evvela memleketimizden âlem-i İslam’ı tahlile çaba sarf etmemiz gerektiğine inanıyoruz. Hâce Hazretleri’nin (ksa) ifadeleriyle; “Dünyanın gözü Türkiye’de iken; özellikle memleketimiz insanlarının gözü de -her ne surette olursa olsun- yine Türkiye’de olmalı.” Bu ifade, yitiğin kaybedildiği yerde aranması gerekliliğinin bir başka açıdan izah edilmesidir.

Söz yitiğe gelmişken herkesin teorik olarak varlığını kabul ettiği fakat yaklaşık 100 yıldır uygulanan sindirme politikalarının bir neticesi olarak dillendirmeye çekindiği hilafeti de konuşmak aslında meselenin temelinde yatan probleme dikkat çekmek olacaktır. Dünya üzerindeki Siyonistlerin idaresinde, onların sadık hizmetkârları ve dönemin süper gücü İngilizler, diğer müşrik devletler ile birlikte 1800 yılların sonlarına doğru gelindiğinde dönemin hasta adamını iyice köşeye sıkıştırmak için maiyeti altında bulunan müslim ve gayrimüslim tebeayı milliyetçilik cereyanları ile kışkırtmış, isyana teşvik edip tek tek anavatandan ayrılmaya zorlamıştı. Böylelikle onları bir bir bütünden ayırarak Devlet-i Âliye’yi zor durumda bırakacak hem de küçük parçalara ayırdığı bu devletçikleri de kolaylıkla yöneteceklerdi. Bu planlarını da hedeflerindeki kitleler üzerinde içerideki ve dışarıdaki işbirlikçileri sayesinde kısa sürede başardılar. Böylelikle merkezde yer alan devleti de sınırlı sayıda ve ileride problem çıkarmak üzere birkaç milletten müteşekkil ve dar bir toprak üzerinde küçük bir devlet haline getirip adeta yüzyılların intikamını almayı hedeflediler. Bunu başardılar da. 

Müslümanların etrafındaki bu ateş çemberi bunun en büyük göstergesi değil mi? Bugün yine aynı siyonizmin güdümünde Amerika’nın, Almanya’nın, Fransa’nın, İsveç’in; Birleşmiş Milletler’in, Nato’nun, G8’in, Unesco’nun vs. adı ne olursa olsun bu Hristiyan birlikteliklerinin, masonist faaliyetlerinin memleketimiz başta olmak üzere dindaşlarımız üzerinde oynadıkları oyunu halen yaşlı gözlerle seyretmekteyiz. Ama artık bu sadece sulu gözlerle, puslu bir şekilde dünyaya bakmak yerine üzerimizdeki bu ölü toprağını atarak üzerimize yapışan bu ataletten kurtulup önümüze bakmak zorundayız.

Bu duruma nasıl düştüğümüzün tespitini bu kısa satırlarda yaptığımıza göre toparlanmak için yapılması gerekenlere de değinmek gerekir. Evvela müslümanların kendi içlerinde güçlü ve istikrarlı; dünya milletlerine karşı da merhametli ve adil olduğu dönemlere de bir göz atmak lazım. O dönemlerin en mühim özelliği -tabir caizse- müminlerin Rableri ile aralarının iyi olmasıdır. Yani dünyaya ahiretten daha fazla değer vermedikleri, takvaya uygun yaşamaya azmettikleri, nefislerinin ve şeytanlarının iğvaatlarına prim vermedikleri dönemler. Hal böyle olunca Rabbimiz bizi yeryüzüne varis etmiş, makam ve mevkiye zerre miskal değer vermeyen tevazu sahibi kimseleri yüceltmiş ve dünyayı emirlerine musahhar kılmıştır.

Rıza doğrultusunda yaşama ve yaşatma arzusu müminlerde bulundukça Allah siyasi ve idari işlere en kabiliyetliler etrafında onları toparlamış, bu idareciler de kendilerine en yakın arkadaşlar/müşavirler olarak salih kimselerle irtibatlarını en mükemmel şekilde devam ettirmişlerdir. Bu zahir ve batın dengesi Cenabı Hakk’ı öylesine memnun etmiştir ki o vakit Rabbimiz yeryüzüne saadet ve huzur inzal etmiştir. Bundan da inanan, inanmayan herkes istifade etmiştir. Onun içindir ki devrin süper gücü Bizans’ın karşısında geri çekilmek zorunda kalan Halid b. Velid, Ebu Ubeyde b. Cerrah ordularına Şam ahalisi Hristiyan olmalarına rağmen nasıl geri gelmeleri umuduyla veda etmişlerse; ondan yüzyıllar sonra topraklarından geri çekilen Osmanlı’ya da bölgedeki müslim olsun, gayrimüslim olsun herkes aynı duygularla -tekrar bayrağı altında yaşama arzusuyla- güle güle demişlerdir. 

Bugün dünyadaki inanan ve inanmayan herkes bizi Osmanlı’nın torunları, varisleri olarak görmekte. Hatta içerideki ve dışarıdaki muhaliflerin buna bizden daha ziyade inandıkları malum. Milletin oyları ile seçilmiş cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi ile alakalı olarak adını burada anmakla şu temiz sayfaları kirletmek istemediğimiz malum gazetenin ilk sayfasındaki resmi bir hatırlamak ne demek istediğimizi gayet iyi anlamamıza vesile olacaktır herhalde. Cumhurbaşkanını bir kaftan ve taç ile Osmanlı padişahına, başbakanı sadrazama, diğer bakanları da vüzeraya benzetmişlerdi. Böyle bir manzarayı illa mezkûr şahıslar bazında değil de köklere dönüş açısından hayal etmelerine rağmen muhafazakâr medyanın resmetmesini düşünemedik bile. 

Demek istediğimiz şudur ki bütün dünyanın zihninde, gönlünde bize yüklediği bir görev vardır. Biz bu görevin, milyarların zihnine ve gönlüne yerleşmesinin şairin dediği gibi “göklerden gelen bir karar” olduğuna inanıyoruz. Bunun için ihlas ve gayretle üzerimize düşen bu ciddi sorumluluğun farkında olmalıyız. Yapıp ettiğimiz her şeyin Hak katında şahsi bir sorumluluk taşıdığı gibi ümmet açısından da bir mesuliyet barındırdığı aşikârdır. Bize düşen bu şuurla hareket etmektir. 

Yazımızın başında da ifade etmeye çalıştığımız gibi ümmetin her ferdi müslümanların tek bir bayrak altında; siyasi, iktisadi, askeri, kültürel bütün alanlarda müttefik olarak müreffeh bir yaşam sürmeleri ve İslam âlemine olduğu gibi bütün insanlığa da huzuru temin etmeleri için elinden geleni yapmalı ve takdiri Yüce Allah’a bırakarak mütevekkil olmalıdır. Zaten önemli olan her şeyde olduğu gibi bu hususta da müteekkil (hazır yiyici) değil, mütevekkil (Allah’ın takdir ettiği neticeye ulaşmak için çaba sarf edici) olmaktır.

Cenabı Hak, üzerimizdeki bu zor vazifeyi yerine getirirken bize tevfiki ile taltif eylesin. Omzumuzdaki bu ağır yükü kaldırmak için bize nusreti ile muamele buyursun. Bizi de hakkımızda hüsnü zan sahibi olan ümmeti Muhammed’in hayırlı düşüncelerine bağışlasın.

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

 

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort