JoomlaLock.com All4Share.net

İNSAN BURCU

/İnsan, yüksek duygularla mücehhez, fazilete istidatlı, ebedîyete meftun bir varlıktır. En sefil görünen bir insan ruhunda dahi ebedîyet düşüncesi, güzellik aşkı ve fazilet hissinden meydana gelen gökkuşağı gibi bir iklim mevcuttur ki, onun yükselip ölümsüzlüğe ermesi de, mahiyetindeki bu istidatların geliştirilip ortaya çıkarılmasına bağlıdır. İnsanın insanlığı, fâni olan hayvânî cesedinde değil, ebedîyete meftun ve müştak olan ruhunda aranmalıdır. Bu itibarladır ki o, ruhuyla ihmale uğrayıp, sadece bedeniyle ele alındığı zamanlarda kat’iyyen doyma noktasına ulaşamamış ve tatmin edilememiştir. En talihli ve mesud insan, vicdanı hep ötelerin aşk ve iştirakiyle sermest olan insandır. Bedenin sınırlı, dar ve boğucu mahbesinde ömürlerini geçirenler, saraylarda dahi olsalar zindanda sayılırlar. Her insanın ilk ve en birinci vazifesi, kendini keşfedip tanıması ve bu sayede aydınlanan mahiyet adesesiyle dönüp Rabb’ine yönelmesidir. Kendi mahiyetini tanıyıp bilmeyen ve Yüce Yaratıcısı’yla münasebet kuramayan bahtsızlar, sırtlarında nasıl bir hazine taşıdıklarını bilemeyen hamallar gibi bu dünyadan geçer giderler. İnsan, zatında âciz bir varlıktır ama Kudret-i Sonsuz'a dayanması sayesinde, fevkalâde bir iktidar gösterdiği de gözden kaçmamaktadır. Evet, o, böyle bir Kudret-i Sonsuz'a dayandığı içindir ki, damla iken çağlayan, zerre iken güneş ve bir dilenci iken sultan olur. İnsan, varlık ve hâdiseler kitabıyla içli dışlı olup, onunla bütünleştiği ölçüde gönül dünyasında hikmet parıltıları belirir. Bu sayede o, özünü tanır, Ma’rifetullah’a erer, sonra da gider Allah'a vâsıl olur. Elverir ki, düşünce plânında tahakkuk ettirilmek istenen bu seyr ü seyahat ilhad ve inkâr hesabına şartlanmışlık içinde yapılmasın... Hakiki insanlar, diğer canlılarla aralarındaki müşterek hareketleri, nesil ve nev'ilerini devam ettirmek istikametinde, bir vazife şuuruyla ve zaruret sınırları içinde yerine getirirler. Ölçüsüzce bedenî hazlarına kapılıp gidenler ise, başka varlıklarla aralarındaki mesafeyi daraltmış ve sınırları zorlamış olurlar…/

İnsanlar var olalı beri, kendi kendilerini tanımaya çalışmışlardır. İnsanın kendi varlığı hakkında gerçekçi bilgilere sahip olması ve aslının ne olduğunu kavraması, onun en zor müşkili olmuştur. Dünyayı gezen, denizlerin sessiz derinliklerine inen, göklerde seyahat eden ve çevresini tanımak için ömrünü tüketen nice insanlar vardır ki; kendi kendilerini tanımadan bu ihtiyar dünyadan göçüp gitmişlerdir.

Sokrat'ın, Delphes mabedinin kapısı üzerinde, “Kendi kendini tanı” sözü vardır. Sokrat bu sözü çok söyler, “Kendi kendimizi tanımaya muktedir olmadığımız halde başka şeyleri öğrenmeye çalışmak bana çok gülünç geliyor.” dermiş.

Hakk'ı bâtıldan ayırmak ve insanları huzur limanına ulaştırmak maksadıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim, insanın kendi kendisini tanımasını ister:

“Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın.” (Târık / 5)

Kendisini tanıyan insan, Allah'ı da tanıyacak, varlığının tahlilini yapmaya çalışırken, Allah'ın varlığının emsalsiz delilleri ile karşılaşacaktır.

“Kesin olarak insanlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?” (Zâriyat /20-21)

İnsan tabiattan kültüre, maddeden mânâya, yaratılmıştan Yaradan'a sıçrayabilen “tek idealist” varlıktır. İnsanı insan yapan, bu özelliğidir. İlim dahi, insanın bu özelliğinin meyvesidir.

Çağlar boyu madde bilimlerinde alabildiğine ilerleyen insanoğlu, canlı varlıklar bilimlerinde, daha gerilerde kalmıştır. Biyolojinin geç gelişmesinin sebebi; zekâmızın varlığımızı anlamağa tabii olarak yetersiz oluşu ve insan bedeniyle insan ruhunun karmaşık yapısıdır. Yaratılmışların en şereflisi olan insanı anlamak ve kavramak, bizim için her zaman en zor mes’ele olarak kalacaktır. Nobel almış Fransız bilim adamı Alexis Carrel: “Konu olarak insanı ele alan bütün bilimlerin çabası yetersizdir ve kendimizi henüz tam olarak tanımıyoruz.” diyor.

Yirmi birinci yüzyılı tırmandığımız, şu bilgi ve uzay çağında bile kendi kendimizi tam tanımış ve çözebilmiş değiliz. En azından insanların birçoğu için bu böyledir. İnsanların bir kısmı ise özünü hayvanda arıyor, Darwin'in evrim teorisine sarılıp aslını maymun sayıyor.

Aslında bu teori, bâtılın, şer mihrakların sinsi propaganda ve oyunları sonucu tartışma gündeminde yerini alabilmiştir. Ciddi hiçbir ilim adamının kabul etmediği, ispatlanmamış, iddiadan öteye geçmeyen bu teori (evrim teorisi), gerçekmiş gibi yutturulmak istenmiştir. Çağımızın modern ilmi, insanı Allah inancından koparmayı amaçlayan bu aşağılayıcı teoriyi yıkmış, insanın aslının ne olduğu konusuna, dinlerin işaret ettiği istikamette ışık tutmuştur.

Şu masaya yatırılmış olan kadavranın örtüsünü açınız ve karın boşluğundaki organlar açıkça görülecek şekilde bisturi ile peritonu iyice sıyırarak kaldırınız. Ve böylece bir kaç gün beklesin. Sonra biraz uzaktan kadavranın karın boşluğuna bakınız. Mide, bağırsaklar, pankreas vs.nin görünümü gri renge yakın, toprağın sulandırılmasıyla meydana gelen cıvık bir çamur görünümündedir. Bu görünüm insanın tümüyle bütün organizması için geçerlidir.

Bu haliyle insan nefessiz, soluksuz, ceset kafesinden can kuşu uçup gitmiş bir yığın. Yakınız bu balçığı... Göreceğiniz şey organizmanın temel elementleri karbon, oksijen, hidrojen, azot, kükürt vs. ve magnezyum, alüminyum, kalsiyum, demir, çinko, fosfor vs. yani inorganik elementler... Ya da bunların çeşitli bileşikleri… O halde insanın organizması, maddi yapısı, kalıp unsurları... (ne derseniz deyiniz, aynı şeyi ifade eder) toprağın ta kendisidir.

Sonra bu bir avuç toprağa can verilmiş, nur üflenmiş. O halde işte insan... Toprak ve nurun iç içe birbirine geçtiği, ömür adı verilen zahiri zaman kesitini harcayıp tüketinceye kadar ayrılmamak üzere birleşip, kenetlendiği sentez.

İnsan, toprağa verilen can ve o can, cana üflenen ruhtan meydana gelmiştir. Ceset ve ruh... Madde ve mânâ... Maddesi ile toprak, mânâsı ile sır deryası... “Her şey aslına döner” kaidesince bedeni toprağa, ruhu Allah’a koşmakta. İnsan aslına dönecek.

Kur'ân-ı Kerim insanın topraktan yaratıldığını beyan eder:

“O'nun (varlığının) delillerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır…” (Rum; 20); “Ey İnsanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için, Biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fenâ zamanına ulaştırılır ki, bilirken bir şey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir. Bunlar yalnız Allah'ın gerçek olduğunu, ölüleri dirilttiğini, gücünün her şeye yettiğini, şüphe götürmeyen kıyâmet sâatinin geleceğini, Allah'ın kabirlerde olanı dirilteceğini gösterir.” (Hacc; 5-7) ; “And olsun ki, insanı balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık.” (Hicr/26)

Her meselede uyum içerisinde olan İslâmiyet'le ilim; insanın aslının toprak olduğu konusunda da görüş birliği içerisindedirler.

Modern ilim kesinlikle ortaya koymuştur ki, insan vücudunu meydana getiren elementlerle, arzı meydana getiren elementler aynıdır. Oksijen, hidrojen, fosfor, kükürt, azot, kalsiyum, magnezyum, demir, flor, iyot, bakır, çinko, silisyum, aluminyum vs. gibi elementler, hem toprakta hem de insan vücudunda bulunur. Öyleyse bizler, toprağın birer parçasıyız.

İlk insan Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığını beyan eden Kur’ân âyetleri, çağımızın modern ilmince de doğrulanmaktadır.

Başka bir husus da insanın aslen nutfeden meydana geldiğidir. Bizim içimizde babamızın yalnız beden biçimi değil, duyguları, düşünceleri, karakter ve eğilimleri bile var. Bu bir damla su, bunca halleri neresinde ve nasıl saklıyor? Bu bir damla suda, çıplak gözle görülemeyecek kadar ufak, başı, gövdesi ve kuyruğu bulunan 220 milyon tohum (kî bir tanesi bebeğin oluşumu için kâfi) nasıl bulunabiliyor? Bebek, bu bir damla sudaki hayvancıklardan birisinin, kadının yumurtası ile birleşmesinden meydana geliyor. Bu hayvancıklar ve yumurtacıklar kandan meydana geliyor. Kan ise, kilüsten doğan sütsel maddenin emilmesiyle hâsıl oluyor. Kilüs; bitki, hayvan ve sudan ibaret olan gıdanın sindirilmiş durumudur. Bu gıdalar, toprağın unsurlarından meydana gelmektedir. Hepsinin aslı topraktır. Öyleyse, nutfenin aslı topraktır. Bu açıklamaların ışığında, insanın topraktan yaratıldığı gerçeği apaçık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Modern ilimin, insanın aslının topraktan olduğunu ispat etmesi, ilimle dinin aynı noktada birleşmesi, materyalistlerin ve Darwinist’lerin soluklarını kesmiş, bilimsellik (!) iddialarını yerle bir etmiştir Darwinizm, bâtılın hakla mücadelesinde bir silah, bir propaganda aracı olarak kullanılmış ve kullanılmaktadır. Amaç; din ve Allah inancını gönüllerden sökmektir. Darwinizm bu amaç için bir araç kabul edilmiştir. Bilhassa ülkemizde, din ve Allah inancına açıkça karşı çıkacak bir zemin bulamayan iblisin kuklaları, bu teoriden hareketle masum yüreklerdeki temiz Allah inancını sarsmayı planlamışlardır. Çünkü bu teorinin kabulü, dini hakikatlerin reddi demektir. Çünkü Din’le evrim teorisi çakışmaktadır. İlk atanın maymun olduğunu kabul eden bir kişi, ilk atanın Hz. Âdem olduğunu reddediyor demektir. Böylece dinle ters düşme, mânevi boşluğa yuvarlanma başlar. İblisin kuklalarının asıl isteği budur zâten. Burada sinsi ve âdi bir kurnazlık vardır. Ne var ki, şair Ovidius'un, “Kurnazlıkların para etmediğini gördüm de güldüm” demesi gibi, Darwincilerin de kurnazlık ve sinsi maskeleri yırtılmış, gülünç bir mevkie düşmüşlerdir.

İnsanın aslını hayvanda arama, insana en büyük hakarettir. İnsanın cevherinde; sadece korku, korunma arzusu ve üreme şevki tabiisi arayanlar, gerçeğe ulaşamazlar.

En canavar insanın bile özünü hayvanda arayan bakış onu göremez. İnsanın varoluşundan önce gelen hiç bir cevheri olmadığını, onun kendi kendini ne yapmak isterse, o olduğunu iddia eden (Existantialisme) de yanlış görüyor.

İnsanı insan eden hassa yalnız şuuru, hatta şuurunun şuuru da değildir. Sosyal temayülleri de değildir. Bunların hepsi çeşitli derecelerle hayvanda ve sürü ahlâkında vardır. Bunların hepsini kendinde toplayan insan hepsini aşar. Daha büyük ve yaratıcı, daha sonsuz bir mahiyete doğru aşar. Cevherinde saklı büyük imkânın sezdirdiği istikamete doğru yücelerek aşar. İnsan, canlı ve cansız hiç bir varlığın sahip olmadığı bir imândır.

Göklerde yıldırımı avuçlayıp kuyulara atan, atomun göze görünmez dünyasına sokulup tabiatın ince yapısını keşfeden insan, enginlere dalan ve fezaları mıncıklayan insan… İcat ettiği vasıtalarla fersahlarca ötesini gören insan, işiten, yakına götüren ve kendisi için mesafeleri yok eden insan, bu Allah'ın yarattığı küçük parça, büyük yaratıcı, kendini hayvanda aramanın kökündeki büyük mâna ve imkândan haberi olmamanın cezasını çekiyor. Bütün canavarlığı, bencilliği, nemelâzımcılığı, keyfe ve rahata düşkünlüğü bundandır. Maddeyi emri altına alan ve aşan dehasına rağmen, kendini tabiat ve hayvan serisi içinde mânalandıran ters anlayışı en büyük felaketidir.

Bugün; sosyal, ekonomik, kültürel ve ruhi meselelerin ağırlığı altında kıvranan insanlığın, gerçekte en büyük problemi kendisidir. Kendi kendisini tanıyamayışıdır. Saptırılmamış gerçek ilmin ışığında ve İslâmiyet'in gözü ile kendimize baktığımızda, hem kendimizi hem de bizi ve kâinatı yaratan Yüce Allah'ı tanıyacak ve bileceğiz.1

İnsan, toprağa verilen can ve o cana üflenen ruh... Toprağı ile sâde, ruhu ile en karmaşık varlık. İman ettiği, aslını bildiği, kendi kendisini tanıdığı anda, harikalar harikası... İnkâr ettiği ve kökünü hayvanda aradığı anda ise zavallılar zavallısı.

1- Arık, Emin, Nesil Aylık Fikir Dergisi, 1978, Sayı:39-41

GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2012 MART SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort