JoomlaLock.com All4Share.net

İMAN EDENLERLE ÖTEKİLERİN FARKLARI

av

İman Edenlerle Ötekilerin Farkları - Abdülkadir VİSÂLÎ

Sayı : 99 - Mart 2016

 

İman Edenlerle Ötekilerin Farkları

 

Tarihten günümüze inkarcıları azımsanamayacak kadar çok olsa da biz müminlerin inandığımız en önemli hususlardan birisi Cenabı Hakk’ın ezeldeki takdir ve taksimleri ile insanoğlu iki zıt kutupta; el-Hâdî (cc) ismi şerifinin tecellisi ile hidayet nimetine erenler, el-Mudil (cc) ismi şerifinin tecellisi ile dalalette kalanlar olarak tasnif etmesidir. Ezelden ebede yolculuğunda müslüman olanlar ile olmayanlar/ötekiler arasındaki en bariz fark, üzerlerindeki bu iman nimeti ile alâkalıdır. Hemen belirtmek gerekir ki bu nimet, İlâhî bir taksim/takdir olduğuna göre yani bu nimet-i uzmânın elimizde bulunmasında zerre miskal dahlimiz olmadığına göre bu ayki dosya mevzumuzda işleyeceğimiz üzere “müslüman ve ötekilerin” özelliklerini tefrik etmeye gayret ederken maddelemeye çalışacağımız bütün hususlar bizim açımızdan Rabbimiz’in lütfu bir hidayet, diğerleri açısından nefislerine uyarak müstehak oldukları bir dalalettir. Zaten Rabbimiz buyurmuşlar; “Allah içlerinden kimine hidayet vermiş, kiminin üzerinede sapıklık hak olmuştur.” (Nahl, 36)

Müslümanlar ile diğerleri arasındaki en bariz fark; müslümanın “Hak merkezli”, diğerlerinin “Haz merkezli” yaşamasıdır. Mümin kimsenin gündemini, atacağı adımı, meselelere bakış açısını, hulasa fani olan bu dünyaya ve baki olan ahiret hayatına dair ne varsa hepsini; merkezinde Hakk’ın bulunduğu, yani kaideleri O’nun (cc) belirlediği bir sistemle ele alması gerekiyor. Büyüklerimiz hep buyuruyorlar; özellikle dine ait meselelerde insanın söylediğinden daha ziyade yapıp ettikleri önemlidir. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, demişler. Allah’ın belirlediği sisteme göre yaşama hususunda da beyandan ziyade elbette ki icraat önemlidir. Yani Allahımızın bu manadaki kudretini, belirleyici oluşunu prensipte kabul ettikten sonra bu kuvvete kayıtsız şartsız teslim olup hayatımızı bu doğrultuda tanzim etmek gerekir. Bu Rabbimiz’in inayeti ile “فَمَنْ شَٓاءَ فَلْيُؤْمِنْ” (Dileyen iman etsin!) sırrına erişmemizle adeta altına girdiğimiz bir yüktür. Haz merkezli yaşayan nasipsiz kimseler ise “وَمَنْ شَٓاءَ فَلْيَكْفُرْۙ” (Dileyen inkar etsin!) ayetinin ifade ettiği şekliyle inkârı seçmiş, dolayısıyla hiçbir kayıtla mukayyet olmamış; heva ve hevesine tabi, nefsini ve şeytanını razı etmiş zâlim ve cahil kimselerdir.

Zaten insanın fıtratı iyiye ya da kötüye meyyaldir. Cenabı Hak bu hâlimizi ifade ederken “فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا” buyuruyor. Yani bizi takvaya da fücura da müsait yarattığını bildiriyor. Demek ki insanoğlu hangisini üzerine çekebilecek bir zemini kendi vücut mülkünde oluşturursa, lisanı hali ile istediğini Rabbimiz ondan esirgemiyor. Bu hususta hayırlı bir zemin oluşturmak ve bunun devamlılığını sağlamak için “inandığımız gibi yaşamak” yani vahiyle belirlenen standartlara ve tâ elest bezminden beri inandığımızı söylediğimiz ölçülere göre yaşamak durumundayız. Bir manada bu ölçüleri kendilerinden öğrendiğimiz âlimlerimizin, salihlerimizin izinden giderek müteselsilen asrısaadet ile kuvvetli bir rabıta oluşturmalı, dolayısıyla da Allahu Teâlâ’nın razı olduğunu bildirdiği, birlikteliklerini teyid ettiği zümrelerle beraber biz de rızaya uygun bir ömür sürebilelim. Aksi takdirde biz de ötekiler gibi “yaşadığın gibi inan” girdabına kapılıveririz ki yanlışla hemhâl ola ola inandığımız doğruları bile sorgulamaya başlar, bunların kendimizce(!) eksiklerini tespit eder ve kendi doğrularımızı ifade ederken içimizdeki her türlü şehvetin tazyikiyle nefsimizi Şari’in (cc) yerine koyduğumuzun farkında bile olmayız, Allah muhafaza!

Bu hakikatlerin hiçbirisinin atlanmadan ve aslına uygun bir şekilde hayatımıza aksedebilmesi için kimlerle birlikte olduğumuza da ziyadesiyle dikkat etmeliyiz. Bunun önemine binaen yüce Rabbimiz, sadıklarla, muhsinlerle, sabredenlerle vs. birlikteliklerini bildirirken; Efendimiz de (as) “Kişi arkadaşının dini üzeredir.”“İyilerle beraber olan kötü neticede iyiler arasına; kötülerle beraber olan iyi neticede kötüler arasına yazılır.” buyurmuşlar. Şu halde biz müslümanlar olarak Allahu Teâlâ’nın bize apaçık düşman olarak bildirdiği “nefsimiz, şeytanımız ve onların yardımcıları ile düşman” mıyız yoksa bizim dışımızdakiler gibi Allahımızın ve Peygamberimizin açık ikaz ve ihtarlarına rağmen onlarla aramızda su sızmayacak bir beraberlik mi var? Büyüklerimiz bu hakikate işareten, nefsi kasdederek “Eğer ağyar gönülden çıkarılmazsa Rabbimiz o haneye gelmez” buyurmuşlar. O vakit insan burada da bir tercih yapacak; ya Rabbimizin gönlünde takarrur etmesi için orada ciddi manada bir tezkiye ve tahliyeye azmedecek ya da nefsiyle birlikteliğinden aldığı fani lezzet ve bu sarhoşluğun kendisine sağladığı geçici menfaatle ebedi saadetin kapılarını açılmamak üzere üstüne kapayacak. Bunun için büyüklerimiz mümin kişi nefsini üç talakla (yani bir daha bir araya gelmeleri mümkün olmayacak şekilde) boşamalıdır, buyurmuşlar.

Bir ayeti kerimede Cenabı Hak bizi topraktan yarattığını haber verirken diğer bir ayette ise bir damla sudan, nutfeden halkettiğini bildirir. Döneceğimiz yerin toprak olduğu da zaten hepimizin malumudur. Bu husus müslümanlara “nereden gelip nereye gideceğini unutmama” hassasiyetini kazandırır. Bunu unutmayan kimse dünyanın geçiciliğini gözden kaybetmediği için ahireti unutup tamamen dünyaya dalmaz, üç günlük dünya hayatı için ebedi saadetini heba etmez, en önemlisi tevazuu elden bırakmaz. Tevazu sahibi kimse her şeyden evvel Rabbinin emirlerine ve azametine boyun eğmiştir. Kibriya’sı karşısında bu boyun eğiş Cenabı Hakk’ın hoşuna gitmiş; “O Rahman (olan Allah)ın kulları, yeryüzü üzerinde alçak gönüllü olarak yürürler…” (Furkan 63) buyurarak onları Kendisi’ne izafe etmiştir. Bunun aksine yani “gelip gittiği yerden haberi olmayanlara” gelince onlar, ayeti kerimenin ifadesine göre; “dağların boyuna erişemeyeceği, yeri yaramayacağı” sabit olmasına rağmen kibrinden kimseyi beğenmez. Bu kimseyi beğenmeme hastalığı insanın nefsini pohpohlaya pohpohlaya öyle bir hale getirir ki kendi acziyetini bilemeyen insan Rabbinin azametini de tanıyamaz hale gelir de insanlığından çıkıverir. Bunu ifade sadedinde Niyazı Mısrî; “Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş.” buyurmuş. Zaten büyüklerimiz kendini tanımayanın, Rabbini bilemeyeceği hakikatini sohbetlerinde sıkça dile getirirler.

Müslümanlarla ötekiler arasındaki en bariz farklardan biri de bizim hizmet eden oluşumuzdur. Çünkü bizler bu hizmet kültürünü başta Efendimiz (sav) olmak üzere peygamberlerimizden ve içimizdeki salihlerden alıyoruz. Bu hizmet kulluğumuzu kemale, insanlığımızı olgunluğa ulaştırma adına evvela kendimize yapılan yatırım demektir. Bu hususiyetleri kendinde cem ederek Rabbiyle ülfet ve ünsiyet kesbeden kul yaratılanı Yaradan’dan yani O’nunla (cc) ilişkisinden ötürü sever, kendisine de merhamet edilmesini umarak onlara merhamet eder ve kendisinden daha ziyade hizmet edilmeye onları layık görür. Efendimiz bu mefkûreye adeta mücessem bir şahsiyet kazandırarak: “Bir kavmin efendisi onlara hizmet edendir.” buyurdular. Bir de hizmet bekleyenler var ki bu da bir evvelki maddede işlediğimiz kibir hastalığının doğal sonucudur. Dünyayı kendi etrafında dönüyor zanneden bu zavallılar, kendilerini ansızın yakalayıverecek ölümü de maalesef hatırlamamakta, daha doğrusu hatırlamak istememektedirler. Bunun için kendilerince dillerine, ırklarına, renklerine göre ayrıştırdıkları insanların “takva ile öne geçtiklerini ve bu hususiyetlerinden dolayı Rableri katında kıymetli olduklarını” (Hucurât 13) anlamak istememişler, dolayısıyla onlarla aynı safta yer almayı yere batasıca gururlarına yediremeyen Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri her asırda diri tutma vazifelerini yerine getirmeye çalışmaktalar. Bu tutumları onları Allahu Teâlâ’nın rızasından fersah fersah uzaklaştırırken, nefsin ve şeytanın arzu ettiği bir seviyesizliğe düşürecektir. Rabbim bizi bu duruma düşmekten muhafaza buyursun!

“Dini bütün hayatına hâkim kılmaya çalışma” hususu da ötekilerle ayrıştığımız noktalardandır. Biz müslümanlar zahiri ve batıni ne ile karşılaşırsak meseleyi dinimize arz ederiz. Her şeyi Rabbimizin Kitabı’ndan ve Peygamberimizin hayatından aldığımız ışıkla değerlendiririz. Bu manada “kınayıcıların kınamasına aldırmadan” (Maide, 54), Selmanı Farisi efendimizin de buyurduğu gibi “ayakkabımızın bağına varıncaya kadar” Allah ve Rasulü’nün rızasına uygun olup olmadığını sorgulayacağız, onların beğendiklerini beğenip hoşlanmadıklarından vaz geçeceğiz. Ötekiler ise bunun dünyanın gerekliliklerine uymadığını, çağın icapları ile bağdaşmadığını, dahası aklını kiraya vermek olduğunu söylerler. Dahası dinin, dinde söz sahiplerine itaatin bir afyon olduğunu iddia ettiler ve kitleleri de buna inandırdılar. Üstelik dine ve başta Efendimiz olmak üzere ondan günümüze kadar hiçbir zaman diliminde eksik olmamış ehliyet sahibi büyüklerimize taarruzda bulunanlar bizim içimizden görünen fakat aslında ötekilerden olan hainler de olabiliyor. Allah’a celle celaluh demeyi, Peygamberimize sallallahu aleyhi vesellem demeyi yalakalık olarak lanse etmeye çalışan ukalaların kimlere yaltaklanmak için bu taklaları attığını artık hepimiz biliyoruz. Üstelik bundan daha acayip bir şey var ki onlar da bunu gizlemekten geri durmuyorlar. Müslümanlara ait olan, uğrunda yıllarca mücadele edilmiş, bizlerce insanın uğrunda öldüğü, milyonlarcasının evsiz barksız kaldığı, bu karışıklıktan faydalanmak isteyen diğer dünya devletlerinin üzerine çullandığı toprakları, kadim İslam geleneğinin topraklarını şunlara, bunlara bırakın diye küstahça çemkirerek safını gayet net izhar etmektedirler. Cenabı Hak o zâlimlerin hakkından gelmeden evvel bu taklacıların oyunlarını açığa çıkarsın da ümmeti Muhammed uyansın inşaallah!

Müslümanların ötekilerden ayrıldığı bir diğer husus da vakte sahip olma yahut olamama meselesidir. Büyüklerimiz mümin ebul vakt olmalı, yani zamana hakim olmalı, buyurmuşlar. Zamanın önünde suyun üzerindeki saman çöpü gibi sürüklenip gitmemeli aksine ona yön verici, yapıp ettiği her şeyi bu kararlılıkla yerine getirici olmalıdır. Bu dünyada alıp verdiğimiz nefes, akıp giden saniyeler, geride bıraktığımız günler, haftalar her şey sayılı. Bunların hepsi bir hesap dairesinde iken bizlerin bu muhasebeden gafil kalması, bizden olmayanlara benzeyişimizin en büyük göstergelerinden birisidir maalesef. Zamana sahip olmak demek bir manada da asıl tasarruf edilmesi gereken mecraya, yani ebedi hayatta bizi saadete kavuşturacak güzel işlerle değerlendirilmesi demektir. Böyle olanın dünyadaki huzur ve rızkından mahrum olmayacağını da tarihimizde defaatle tecrübe etmiş bulunuyoruz.

Belki daha birçok madde zikredilebilir ama müslümanlarla olmayanlar arasındaki en bariz farklardan biri de şudur ki mümin firaset ve basiret sahibi kimsedir. Yani kalbiyle görebilmek bizim en mühim vasıflarımızdandır. Bu gizli olana muttali olma manasına değil, kalbin rehber olduğu, imanın ışığının insana yön verdiği, Efendimiz’in ifadeleriyle “kalbe danışılarak” işlerin yürütüldüğü bir potansiyele sahip olmak demektir. Ötekiler ise büyüklerimizin ten çukuru dedikleri baş gözüne muhtaçtırlar. Halbuki gözümüzün belli bir mesafesi, belli bir açısı, şartlara göre değişkenliği vardır. Kalbin ise uzaklık, yakınlık, zaman, mekân mefhumlarının ötesinde bir kapasitesi vardır. Uçsuz bucaksız bir görüşe sahip olan mümin ile her şeyiyle kısıtlı imkânlara sahip ötekiler arasında yer ile gök arası kadar fark vardır.

Cenabı Hak müminler için neyi beğenmiş, neden razı olmuş ve neyi murad etmişse bizleri onlarla muttasıf kılsın. Müslümanların dışındakilerin vasıflarından da bizleri beri eylesin.

Amin!

 

Yazar: Abdülkadir Visâlî

  

 

gh logo           rahiask gri         rahiask logo             google play

Top
bursa escort , escort bursa , izmit escort , van escort