YÂR-I GÂR: MAĞARA DOSTU
Esmâ bint Ebû Bekir anlatıyor: Ebû Bekir, Rasûlullah ile birlikte hicret ettiği zaman bütün malını ve servetini de yanına alıp götürmüştü. Dedem Ebû Kuhâfe içeri girdi, gözleri görmüyordu. Şöyle dedi; “Vallahi görüyorum ki, oğlum Ebû Bekir bütün servetini alıp götürmek suretiyle size haksızlık etmiş ve sizleri mağdur etmiştir.” Ben; “Hayır dedeciğim, babam bize birçok mal bıraktı.” dedim, sonra taşları topladım, babamın malını ve parasını yerleştirmekte olduğu evimizin dolabına koydum, üzerini de bir elbise ile örttüm. Sonra; “Dedeciğim, gel, bak, işte mal ve para burada.” dedim. Dedem geldi, dolabı eli ile yokladı ve; “O halde bir mahzur yok, bu kadar mal bırakmakla iyi etmiş, bu size yeter.” dedi. Halbuki, vallahi babam Ebû Bekir bize hiç bir şey bırakmamıştı, ben bu hareketimle sadece ihtiyarı teskin etmek ve gönlünü almak istemiştim.
İşte dava için mal feda etmek. “Viran olası hanede evladu iyal var!” anlayışında olanların idrak edemeyecekleri mertlik ve insanlık örneği. Bir gaza dolayısıyla, bütün servetini Rasûlullah’ın huzuruna getiren Hz. Ebû Bekir’in, “Peki ailene ne bıraktın?” sorusuna, “Allah’ı ve Rasûlü’nü!” diye verdiği cevabın hicretteki örneği budur.
Para için mal feda etmek şeklinde yaşaması, yaşanması ve yaşatılması gereken hicret hadisesinin diğer bir yönü de budur.
Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah’ın önüne iki binek hayvanı getirir ve en iyisini ona tahsis ederek; “Buyrun, binin.” der. Fakat Rasûlullah, “Ben, Bana ait olmayan bir bineğe binmem.” der. Hz. Ebû Bekir; “O halde binek senin olsun. deyince Hz. Peygamber; “Olmaz öyle şey. Fakat buna karşılık benden alacağın parayı söyle.” der. Hz. Ebû Bekir, bineğin değerini söyler. O da; “Bu fiyata bineği aldım.” der ve bineğe binerek hicret yolculuğuna çıkar. İşte hicrette gösterilen dikkat ve hassasiyet.
İbn Hişam’ın Siretu’n-Nebi’de anlattığına göre Rasûlullah ile Ebû Bekir Sevr mağarasına geldikleri zaman gece idi. Hz. Ebû Bekir evvela mağaraya kendisi girdi, mağara içinde yırtıcı bir hayvanın veya zararlı haşerelerin bulunup bulunmadığını kontrol etti, mağaranın etrafını el yordamı ile yokladı. Böylece kendisini tehlikeye sokarak Hz. peygamberi zehirli yılan, akrep ve yırtıcı hayvanların vereceği muhtemel zarardan korumak istedi.
Hamis isimli eserin müellifi, Diyar-i Bekri şunları da yazar: Hz. Ebû Bekir mağaraya girdiği zaman, eli ile her tarafı yoklamış ve zemini düzlemişti. Mağaranın bir yerinde bir delik görmüş, rıdasını yırtarak bu deliği kapatmış, kapanmayan kısmına da ayaklarını dayamış, ondan sonra, Rasûlullah’ın içeri girmesini istemişti. Rasûlullah, başını Hz. Ebû Bekirin dizine koyup, derin bir tevekkül ve teslimiyet hali içinde uyumuş, fakat az sonra mübarek yanağına damlayan göz yaşları ile uyanmıştı. Hz. Ebû Bekir’in ayağı, dayalı olduğu deliğin içinde bulunan bir yılan tarafından sokulmuştu. O, Rasûlullah’ı üzmemek ve uyandırmamak için bütün gücü ile acıya tahammül etmeye gayret etmiş, fakat bütün çabasına rağmen gözünden dökülen damlaların Rasûlullah’ı uyandırmasına engel olamamıştı. Uykudan uyanan Rasûlullah; “Ya Ebû Bekir ne oldu?” diye sormuş, o da; “Anam babam sana feda olsun, yılan ayağımı soktu.” demiş, Peygamberimiz, sokulan yere mübarek ve şifalı tükürüğünü sürünce, ağrı geçmiş, sızı dinmişti. Naklederler ki, Hz. Ebû Bekir’in vefatına, bu yaranın yıllar sonra nüks etmesi sebep olmuştur.
Müşrikler, köpekten daha ustaca bir şekilde iz süren bir kişinin (kâif’in) rehberliğinde gelip mağaranın üstüne kadar dayanmışlardı. Ayak seslerini ve yapılan konuşmaları işiten Hz. Ebû Bekir derin bir üzüntüye gark olmuştu. Onu, bu kadar çok mahzun olarak gören Rasûlullah; “Ne oldu, ne var?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir; “Ya Rasûlallah, müşriklerden biri bir eğilip ayaklarına doğru bakıverse, bizi görecek.” dedi. Bunun üzerine, derin bir teslimiyet içinde ve kaya gibi sapasağlam bir metanet duygusu içinde bulunan Rasûlullah, Kur’ân’da da yer alan şu cümle ile mukabelede bulundu; “Mahzun olma, hiç şüphe yok ki, Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe, 40) Bu hadiseden bahseden âyet aynen şöyle; “Eğer siz Muhammed’e yardım etmezseniz, biliniz ki, kâfirler onu Mekke’den çıkardıkları vakit, mağaradaki iki kişiden biri olarak, Allah ona yardım etmişti. Arkadaşına; ‘Üzülme! Allah bizimle.’ diyordu. Allah da, onun üzerine sekinetini indirmiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, böylece kâfirlerin sözünü (ve sloganını) en aşağı duruma getirmişti. En yüce olan sadece Allah’ın sözüdür. Allah izzet ve hikmet sahibidir.”
Bu ayette geçen: “Sâniyes’neyni” (ikinin ikincisi), “İzhümâ Fi’l-gâr” (mağaradaki iki kişiden biri) ve “Lisahibihi”, (Arkadaşı ve yoldaşı) sözlerinden maksat Hz. Ebû Bekir’dir. Hz. Ebû Bekir’in sıddıkiyet, vefâkârlık ve fedâkârlık vasıfları, metn-i mukaddes’te ve metn-i münzel’de ebedileşmişti.
Yoldan giderken bir o yana ve bir bu yana bakarak etrafı gözetleyen, tehlikenin gelmesi muhtemel olan yöne geçerek vücudunu Hz. Peygamber’e siper eden bu fedakâr, vefakâr, cefakeş, çilekeş, digergâm ve civanmerd insan dostluğun, arkadaşlığın ve yoldaşlığın en güzel örneğini vermiş, canını cananına feda etmiş, Fuzulivârî:
“Cânımı cân eğer isterse minnet cânıma
Cân nedir kim anı kurban etmeyem cânânıma
Cân ile eğer bizden hoşnud ola cânânımız
Câna minnettir, anın kurbanı olsun cânımız “
Anlayışı ve şuuru içinde hareket ettiği için Müslümanların gönlünde taht kurmuş ve yâr-i gâr (mağara dostu, kara gün dostu) diye yad edilmiştir. Hz. Ebû Bekir davasına da, bu davanın bayraktarlığını yapan ulu rehbere de âşık olmuştu. Onun gibi olmayanlar bu davaya talip olmamalıdırlar. Zira bu yol eza, cefa ve çile yoludur.
Âşık oldur kim kılar cânın feda cânânına
Meyl-i cânan etmesin her kim ki kıymaz cânına
Sahabede, bu nevi pek çok isâr ve fedakârlık örnekleri vardır. Hicret baştan sona kadar yüksek seviyedeki hayırhâhlık örnekleriyle doludur. Her şeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye gelen muhacirlerin nasıl sıcak bir ilgi ve sevgi ile karşılandıklarını, aynı zamanda isârın ve fedakârlığın şahane bir örneğini teşkil eden şu hadise ile izah edelim:
Rasûlullah, ensardan Sa’d b.Rebi’ ile muhacirlerden Abdurrahman’ı özel surette yekdiğerinin kardeşi kılmıştı, (ihâ ve muâhât). Sa’d, Abdurrahman’ı evine götürdü ve; “Ensârın en zengini benim, servetimi eşit olarak aramızda bölüşelim, iki tane hanımını var, bak, hangisini beğenirsen, adını söyle, boşayayım, iddeti bittikten sonra onunla sen evlen.” (Buhari, IV. 222, Müslim, IV, 1960) demişti.
Servetin ikiye taksimi mali fedakârlığın, iki hanımdan en iyi ve en güzel olanının ona verilmek istenmesi ise isârın harikulade bir örneğidir. Irzlarına, namuslarına ve hamiyet duygularına son derece düşkün olan bir kavmin bu fedakârlığa dahi seve seve katlanması, müstesna bir fedakârlık numunesidir.
Fakat Abdurrahman b. Avf’da Hz. Sa’d’dan daha az fedakâr bir kimse değildir. Kardeşine; “Allah malını da hanımını da sana hayırlı ve uğurlu kılsın, bana çarşının yolunu göster, ben gider orada ticaret yapar ve ihtiyaçlarımı temin ederim.” diyor ve uluvv-i himmetin, âlicenâb olmanın göz kamaştırıcı bir örneğini veriyor.
Daha evvel Tâif’te Hz. Peygamber’i taşlayan ve ayağını kanatan putperestlerin attıkları taşlar, Rasûl-i Kibriya’ya değmesin diye kendini ona siper eden Zeyd b. Harise, Uhud Savaşı’nda vücudunu Rasûl-i Zişân’a kalkan yapan Ebû Dücâne, Hz. Peygamber’e atılan oklar karşında bedenini siper yaptığı için kolunu bile yitirmiş olan Hz. Talha, isârın ve fedakârlığın unutulmaz isimleridir.
Hicret, bu isâr ve fedakârlık duygusu içinde ter ü taze bir şekilde yaşamalı, yaşanmalı ve yaşatılmalıdır. İslâm’ın var ve bâki olmasının teminatı bu duygudur.
FEDÂKÂRLIK RUHUNUN VE ÎSÂR ŞUURUNUN YAŞAMASI
En güzel örneklerini hicrette gördüğümüz isâr şuuru İslam cemiyetinde yaşamış, gelişmiş, bilhassa tasavvufta bu ruh son haddine kadar olgunlaşmıştır. Kuşeyrî, isâr ve fedakârlık anlayışını fütüvvet başlığı altında incelemiş, Hücviri ise Keşfu’l-Mahcub’da çeşitli tasavvufî cereyanları ve bunların müessislerini ve mümessillerini anlatırken isâr meselesine temas etmiş, Ebû Hüseyin Nuri’yi (Ö. 295 / 907) bu hareketin temsilcisi olarak tanıtmıştır. Kaynakların ittifakla bildirdiklerine göre Gülâm Halil, isminde bir hoca, Nuri ve diğer sûfi arkadaşlarını bunlar zındıktırlar, diye o devrin halifesi el-Muvaffak’a şikâyet etmiş, kendine göre bir takım deliller ve vesikalar bularak, sufilerin idam edilmeleri gerektiğine dair halifenin ferman çıkarmasını sağlamış, bunun üzerine Nuri ve arkadaşları zincirlere vurularak cellâdın önüne çıkarılmışlardı. Cellad eline kılıcı alarak, Rukâm isimli sûfinin boynunu vurmaya teşebbüs etmekle işe başlamış, fakat tam bu esnada Nuri oturduğu yerden fırlayarak celladın önüne gelmiş ve “Önce beni idam ediniz.” demişti. O zaman kendisine; “Ey fetâ, yani ey fütüvvet ehli ve civanmerd, bu kılıç öyle senin yaptığın gibi gönüllü olarak karşısına çıkılacak bir şey değildir. Senin sıran daha gelmedi, biraz daha yaşama hakkın var.” demişler ama o; “Evet, ama ben isârı esas almış bir kimseyim, yolum civanmertliktir. Dünyada en aziz şey yaşamaktır. Sayılı olan bir kaç nefesimi şu arkadaşlarım için feda etmek istiyorum. Çünkü dünyadaki bir nefes, ahiretteki bin seneden benim için daha aziz ve daha değerlidir. Zira burası hizmet mahalli, orası kurbet (ve Allah’a yakın olma) makamıdır. Kurbet ise hizmet nisbetinde olur.” demişti.
Bu sözleri işiten cellad, bir postacı ile durumu halifeye bildirdi. Halife durumu öğrenince, bu hal içinde bile Nuri’nin tabiatında mevcut olan rikkatten ve sözündeki incelikten hayrete düştü. İnfazların durdurulmasını emretti.
Bir soluk alacak kadar fazla yaşamak imkânı varsa, dostum, yoldaşım, arkadaşım ve din kardeşim yaşasın, diye kendisinin bir nefeslik yaşama süresini bile seve seve ve gönüllü olarak feda etmekten ibaret olan isâr örneği budur.
Yermuk Savaşı’nda, can çekişen ve bir damla suya şiddetle ihtiyacı olan gazilerin, aynı durumdaki diğer yaralı yoldaşlarını kendilerine tercih ederek su içmemeleri de bunun bir misalidir.
Hücviri, bir zahidin şöyle dua ettiğini nakleder; “Ya Rab; vücudumu cehenneme at ve o kadar büyüt ki, tevhid ehli olan bütün günahkarların yerini tek başıma ben kaplayayım ve cehennemde yer kalmadığı için onlar da cennete gitsinler.” Bu dua Bayezid Bistami’ye de atfedilir.
Ca’fer Huldi, Nuri’nin, tek başına ve ıssız bir yerde iken şöyle yalvarıp yakardığını işitmişti; “Ya İlahi! Sen cehennemliklere azap ediyorsun. Halbuki bunların hepsi senin mahlukatındır. Senin ilmin, kudretin ve ezeli iraden sayesinde vardırlar. Şayet behemahal cehennemi insanlarla dolduracaksan, cehennemi ve cehennemin bütün tabakalarını benimle doldurmaya, onları da cennete göndermeye kadirsin! öyle yap Rabbim!”
Ebû Hüseyin tasavvufta açtığı çığıra: Nuriye (Nurculuk) denilmektedir.
Tasavvufî konularla ilgili olarak nasihat isteyen birine Ruveym; “Evladım! Bu yolda can feda etmek esastır, aksi halde tasavvuftaki dedikodularla uğraşma.” demişti. Gerçekten de bu yolda başlar kesilir, hiç soran olmaz, canlar verilir, kat’iyen arayanlar olmaz.
Ahmed b. Hammad Serahsî anlatıyor: Çölde yolculuk yaparken acıksam da azığımı benim gibi acıkmış birine versem ve bu suretle bir isâr örneği versem, diye düşünüyordum. Derken bir arslan çıkageldi, develerimin birini parçaladı. Sonra bir tepeye çıkarak, sesinin çıktığı kadar kükredi. Bunun üzerine o bölgede bulunan bütün yırtıcı hayvanlar, kurt, çakal, tilki vesaire aslanın etrafında toplandı, arslan bunları aldı, parçalanmış devenin yanına getirdi. Bu deveyi onlara yedirdi, kendisi hiç bir şey yemeden orada bekledi, o hayvanlar gittikten sonra yedi. Bu sırada uzakta topal bir tilki göründü. Arslan onu görünce geri çekildi, tilki karnını doyurup gittikten sonra ihtiyacı kadar yedi ve oradan savuşup gitti. Ben bu manzarayı uzaktan seyrediyordum. Arslan geri döndü ve gayet fasih bir lisanla; “Ey Ahmed, bir lokma ekmekten fedakârlık edip onu başkalarına vermek köpeklerin yaptığı bir iştir. (Tavuk bile kendinden önce civcivini düşünür.) Ricalullah ve merdân-i Huda denilen Hak erenler ruh ve can feda ederler, bunu böyle bil.” dedi...
GÜLZÂR-I HÂCEGÂN DERGİSİ'NİN 2013 HAZİRAN SAYISINDA YAYINLANMIŞTIR



